1.
başıma gelen olay. gerçekten bir şaka değil.
2011 van depremi sonrası yapılan kıyafet yardımlarına katkıda bulunmak istedim. o zamanlar itü 1. sınıf mühendislik öğrencisiyim. annemin tüm yalvarmalarıma rağmen örmekten vazgeçmediği kalın yünlü kazaklarımın hepsini güzelce paketledim. aşırı mutluyum ama, sonunda emek verdiği için atmaya kıyamadığım kazaklar çok güzel bir amaca hizmet edecek. bizim okulda bu konuda düzgün bir organizasyon yoktu. istanbul üniversitesinde okuyan arkadaşım "bizim okulda çok güzel örgütlendiler, hadi gel bizim okula verelim" dedi. laleli, acayip sevdiğim, tam otantik istanbul semti. 12 tercihinden 12 sini istanbul yazan, istanbul'a aşık bir bebeyim, istanbul'un her köşesi bana heyecan veriyor, sultangazi dahil. hele ki laleli.. tabii o zaman her yer yeni saç ektirmiş arap kaynamıyordu, laleli bile. neyse eski istanbul geyiklerini bırakıyorum, ben poşetlerimi alıp koşa koşa arkadaşımla buluştum.
iü laleli kampüsüne vardık. iü yabancı öğrencileri okula almakta sürekli sorun çıkaran bir üniversite olduğu için çok zeki arkadaşım "gel lan seni gizlice arka kapıdan sokucam ben" havalarına girdi. 2 yıldır o okulda okuyor ya, kurdu oldu sanki. o önden ben arkadan tin tin gidiyoruz. aykırı bişey yapıcam ya, bende gaza geldim "ehueehue" diye sırıta sırıta arkasından gidiyorum. yaradanın sevgili kulu arkadaşım kaldırımdan değil yoldan yürüyor, sanki doğrusu oymuş gibi. oymuş ya, bilemedim tabi. ben yürüdüğüm kaldırımdan park eden arabalar yüzünden artık inmek zorunda kaldım. ancak inmeye çalıştığım yerde ince tahta plakalar vardı. ama iki gözüm önüme aksın ki kaldırıma atılmış tahtalar gibi duruyordu. bir uyarı levhası olmasını geç, altında kuyu olduğunu belli eden hiçbir emare yok. kıllı bir durum yoktu arkadaşlar vallahi yoktu ya. 5 dakika önce tramvayda g*tümü pandiklemelerinden son anda kurtulmuşum. yani her şey aşırı olağan.
allah kahretsin ki o tahtanın tam ortasına basarak inmeye kalktım kaldırımdan. bastığım gibi sanki yerküre ikiye ayrılmış gibi beni içine çekmeye başladı. tahta kırılırken çıkan "çat" sesi hala kulaklarımda. beni içine öyle bir çekti ki, size anlatamam, vakumlanıyormuş gibi. normalde düşmek ne kadar sürer, 1-2 saniye. bu 5-6 saniye sürdü. dedim tamam, lağım çukuruna düşüyorum ben. kaderde 20 yaşında lağım çukuruna düşerek ölmek varmış. şaşkınım, ama nasıl güzel karşıladım ölmeyi görmeniz lazım. güzel değil de, okey napalım gibi. kabullendim en doğru kelime. kabullenmeyeceksin de ne yapacaksın, gidiyorsun işte el fatiha.
4-5 saniye ardından çat diye düştüm, dizlerimde ve başımda müthiş bir acı, çok ama çok soğuk bir su ve zifir karanlık. gözlerim sımsıkı kapalı, ellerim kulaklarımda. ne allaha, ne bir dine, dolayısıyla öbür dünyaya inanan bir insan olmadığım için hah diyorum, şimdi sıçtık. ölmek böyle bişey, vücudun yok oluyor ama bilinç lönk diye kalıyor böyle. aşırı eminim öldüğümden ama öldüğüm için değil, o şekilde asılı kalıcam, sıkılıcam diye korkmaya başlıyorum. ölüm ile ilgili en korktuğum şey budur işte. keşke öbür tarafa inansam, mahşer, günah&sevap point hesabı falan gene bir aksiyon. en korktuğum şey vücudun olmadan karanlık bir yerde kalmışsın gibi asılı kalmak. mal gibi böyle. düşüncelerinle ve benliğinle. uyy terledim ha.
neyse tam o sırada boğuk boğuk kendi adımı duymaya başladım. içimden "hay ananı, öbür dünya var mı lan yoksa, din kurallarına göre yargılanacaksak sıçtık, neyse ya içim temiz benim, bok temiz" gibi düşünceler geçerken anlıyorum ki öldüğüm falan yok. belediyenin açtığı genişliği 1x1, ama derinliği 3.5 - 4 metre olan beton bir çukurun içindeyim. belime kadar yağmur suyuyla dolu olduğu için bacaklarımın kırılmasından son anda kurtulmuşum. şunları yazarken diyorum hala kabus muydu lan bu gördüğün, yok vallaha kabus değil. şahitlerim olmasa bende kabus derim.
ondan sonrası tamamen saçmalık. panik içinde adımı sayıklayan arkadaşım, çevre esnafın kuyunun başına toplanması. şaşkınlıktan hiçbirşey söyleyemiyorum, ama arkadaşıma şunu dediğimi hatırlıyorum "ben çıkamıcam galiba buradan" çünkü gerçekten çıkılacak gibi değil. aşırı yüksekte kalmış insanlar, ayakları falan görünüyor en çok. dümdüz duvarları olan bir kuyu, ulan hala aklımda, neden açtınız o kuyuyu ya. ondan sonrası artık trajikomik. esnaf yukarıda "lan nasıl çıkarırız bu kızı" diye brainstorming yapıyor. ben duruyorum öyle sadece. yavaş yavaş kendime geliyorum, suyun içinde el yordamıyla telefonumu, fotoğraf makinemi falan arıyorum sanki çalışacakmış gibi. ve o halde bile o yünlü kazakları elimde sımsıkı tutuyorum. bırak artık ya, yardıma muhtaç olan sensin.
esnafın brainstormingleri ise şaka gibi. ya adamlar da ne yapsın, çare bulmaya çalışıyorlar. şimdi hatırlayınca hepsine tek tek teşekkür ediyorum buradan. ama fikirlerden biri "halat atalım" oldu. hatırlayınca hala gülüyorum, dümdüz duvardan nasıl çıkıcam lan halatla? ayrıca bacaklarım falan da sakat mı değil mi belli değil. titrek bir sesle "halat mı?" diye sordum, vazgeçtiler. şükür ya.
neyse sonra merdiven indirmeyi akıl ettiler. ancak maalesef bana uzattıkları merdiven kısa kaldı. derinliğin boyutunu oradan anlayın işte. merdivenin en ucuna çıkınca bile ellerime erişemiyorlardı. kafasını çarpmış, dizleri mahvolmuş bir şekilde o merdivenden tekrar indim, inşaat ustası edasıyla merdiveni onlara geri uzattım ve katlanabilen daha uzun bir merdiven beklemeye başladım. sonrası yalnızca ellerime ulaşabilecekleri kadar bir mesafeye çıkabildim. 3-4 adam (ve zayıf bir kadın değilim arkadaşlar) iki kolumdan asılarak beni kuyudan çıkarttılar. yaralanmam yetmez gibi bundan sonraki 3-4 gün müthiş kol ağrılarıyla geçirdim.
kuyunun içindeyken, ve çıktığımda ise aklımda tek bir şey var, haber olma korkusu. yani o zamanki kafamda hem büyük rezillik, hem de adımın ve soyadımın baş harflerinin olduğu, "20 yaşındaki üniversite öğrencisi kız, belediye çukuruna düştü" haberlerini düşündükçe annem adına korkuyorum, çünkü abartmıyorum kadın ölür korkudan, ölür yani. ben belime kadar ıslak bir şekilde kuyudan çıktım. polis gelmiş, tutanak falan tutuluyor. benim ise tek bir isteğim var. eve gitmek. ışınlanmak ama, hemen, seri.
belime kadar ıslak olduğum için polisin arabasına binmeyi reddettim, arabayı pisletmemek ve ıslatmamak için. aynı düşünceyle taksiye de binmedim. laleliden şişhaneye otobüsle, şişhaneden evime metroyla gittim. tek kelime etmeden. asla ağlamadan. arkadaşım "cnm iyi misin" falan diye soruyor, benim merak ettiğim tek şey ise kokup kokmadığım. fısıldayarak "kokuyor muyum" diye sordum. o da yalvarırcasına bana "canım yemin ediyorum kokmuyorsun, mis gibi parfüm kokuyorsun hala" falan diyor. ama gözü saçıma takılıyor. dayanamayıp saçıma elini uzatıyor ve bir yaprak çekip çıkarıyor. benim gibi temizlik hastasının düştüğü hale bak. gözyaşım ucunda. ağladım ağlıcam.
evin kapısını açtığım gibi hayatımda ağlamadığım kadar ağladım galiba. hönkürerek. korkudan, öfkeden ve şaşkınlıktan. ev arkadaşım koşa koşa gelip "ne oldu?" diye sordu. benim cevap: "belediye çukuruna düştüm mutlu musun???!!" elbette mutlu değil. hangimiz mutluyuz ki? hala hatırlayınca güldüğümüz soruyu soruyor bana: "ada çayı yapayım mı sana?" he yap. allah aşkına yap. çaresizliğin 50. tonu.
sonrası abartmıyorum 90 derece sıcaklıkla derimi yüzercesine ağlaya ağlaya alınan bir duş, elinde parfüm şişesiyle uyumaya çalışmak. hemen ertesi günü şişmiş dizler ve kafayla fizik lab dersine gidiş. ve düştüğümü kimseye belli etmeme çabası. sanki ayıp bir şey gibi. sanki bu benim ayıbım gibi.
yani arkadaşlar, bastığınız yere dikkat edin. belediye başkanımız imamoğlu olsa da dikkat edin. ben bu hikayeyi yazarken, çevreme anlatırken gülüyorum ama bu olaydan sonra 2-3 yıl hep tedirgin tedirgin yürüdüm. çok sevdiğim istanbul'un sokaklarında yürüme keyfimin içine sıçıldı yani. ama bir taraftan da komik ya. belediye çukuruna düşmek nedir ya.
2011 van depremi sonrası yapılan kıyafet yardımlarına katkıda bulunmak istedim. o zamanlar itü 1. sınıf mühendislik öğrencisiyim. annemin tüm yalvarmalarıma rağmen örmekten vazgeçmediği kalın yünlü kazaklarımın hepsini güzelce paketledim. aşırı mutluyum ama, sonunda emek verdiği için atmaya kıyamadığım kazaklar çok güzel bir amaca hizmet edecek. bizim okulda bu konuda düzgün bir organizasyon yoktu. istanbul üniversitesinde okuyan arkadaşım "bizim okulda çok güzel örgütlendiler, hadi gel bizim okula verelim" dedi. laleli, acayip sevdiğim, tam otantik istanbul semti. 12 tercihinden 12 sini istanbul yazan, istanbul'a aşık bir bebeyim, istanbul'un her köşesi bana heyecan veriyor, sultangazi dahil. hele ki laleli.. tabii o zaman her yer yeni saç ektirmiş arap kaynamıyordu, laleli bile. neyse eski istanbul geyiklerini bırakıyorum, ben poşetlerimi alıp koşa koşa arkadaşımla buluştum.
iü laleli kampüsüne vardık. iü yabancı öğrencileri okula almakta sürekli sorun çıkaran bir üniversite olduğu için çok zeki arkadaşım "gel lan seni gizlice arka kapıdan sokucam ben" havalarına girdi. 2 yıldır o okulda okuyor ya, kurdu oldu sanki. o önden ben arkadan tin tin gidiyoruz. aykırı bişey yapıcam ya, bende gaza geldim "ehueehue" diye sırıta sırıta arkasından gidiyorum. yaradanın sevgili kulu arkadaşım kaldırımdan değil yoldan yürüyor, sanki doğrusu oymuş gibi. oymuş ya, bilemedim tabi. ben yürüdüğüm kaldırımdan park eden arabalar yüzünden artık inmek zorunda kaldım. ancak inmeye çalıştığım yerde ince tahta plakalar vardı. ama iki gözüm önüme aksın ki kaldırıma atılmış tahtalar gibi duruyordu. bir uyarı levhası olmasını geç, altında kuyu olduğunu belli eden hiçbir emare yok. kıllı bir durum yoktu arkadaşlar vallahi yoktu ya. 5 dakika önce tramvayda g*tümü pandiklemelerinden son anda kurtulmuşum. yani her şey aşırı olağan.
allah kahretsin ki o tahtanın tam ortasına basarak inmeye kalktım kaldırımdan. bastığım gibi sanki yerküre ikiye ayrılmış gibi beni içine çekmeye başladı. tahta kırılırken çıkan "çat" sesi hala kulaklarımda. beni içine öyle bir çekti ki, size anlatamam, vakumlanıyormuş gibi. normalde düşmek ne kadar sürer, 1-2 saniye. bu 5-6 saniye sürdü. dedim tamam, lağım çukuruna düşüyorum ben. kaderde 20 yaşında lağım çukuruna düşerek ölmek varmış. şaşkınım, ama nasıl güzel karşıladım ölmeyi görmeniz lazım. güzel değil de, okey napalım gibi. kabullendim en doğru kelime. kabullenmeyeceksin de ne yapacaksın, gidiyorsun işte el fatiha.
4-5 saniye ardından çat diye düştüm, dizlerimde ve başımda müthiş bir acı, çok ama çok soğuk bir su ve zifir karanlık. gözlerim sımsıkı kapalı, ellerim kulaklarımda. ne allaha, ne bir dine, dolayısıyla öbür dünyaya inanan bir insan olmadığım için hah diyorum, şimdi sıçtık. ölmek böyle bişey, vücudun yok oluyor ama bilinç lönk diye kalıyor böyle. aşırı eminim öldüğümden ama öldüğüm için değil, o şekilde asılı kalıcam, sıkılıcam diye korkmaya başlıyorum. ölüm ile ilgili en korktuğum şey budur işte. keşke öbür tarafa inansam, mahşer, günah&sevap point hesabı falan gene bir aksiyon. en korktuğum şey vücudun olmadan karanlık bir yerde kalmışsın gibi asılı kalmak. mal gibi böyle. düşüncelerinle ve benliğinle. uyy terledim ha.
neyse tam o sırada boğuk boğuk kendi adımı duymaya başladım. içimden "hay ananı, öbür dünya var mı lan yoksa, din kurallarına göre yargılanacaksak sıçtık, neyse ya içim temiz benim, bok temiz" gibi düşünceler geçerken anlıyorum ki öldüğüm falan yok. belediyenin açtığı genişliği 1x1, ama derinliği 3.5 - 4 metre olan beton bir çukurun içindeyim. belime kadar yağmur suyuyla dolu olduğu için bacaklarımın kırılmasından son anda kurtulmuşum. şunları yazarken diyorum hala kabus muydu lan bu gördüğün, yok vallaha kabus değil. şahitlerim olmasa bende kabus derim.
ondan sonrası tamamen saçmalık. panik içinde adımı sayıklayan arkadaşım, çevre esnafın kuyunun başına toplanması. şaşkınlıktan hiçbirşey söyleyemiyorum, ama arkadaşıma şunu dediğimi hatırlıyorum "ben çıkamıcam galiba buradan" çünkü gerçekten çıkılacak gibi değil. aşırı yüksekte kalmış insanlar, ayakları falan görünüyor en çok. dümdüz duvarları olan bir kuyu, ulan hala aklımda, neden açtınız o kuyuyu ya. ondan sonrası artık trajikomik. esnaf yukarıda "lan nasıl çıkarırız bu kızı" diye brainstorming yapıyor. ben duruyorum öyle sadece. yavaş yavaş kendime geliyorum, suyun içinde el yordamıyla telefonumu, fotoğraf makinemi falan arıyorum sanki çalışacakmış gibi. ve o halde bile o yünlü kazakları elimde sımsıkı tutuyorum. bırak artık ya, yardıma muhtaç olan sensin.
esnafın brainstormingleri ise şaka gibi. ya adamlar da ne yapsın, çare bulmaya çalışıyorlar. şimdi hatırlayınca hepsine tek tek teşekkür ediyorum buradan. ama fikirlerden biri "halat atalım" oldu. hatırlayınca hala gülüyorum, dümdüz duvardan nasıl çıkıcam lan halatla? ayrıca bacaklarım falan da sakat mı değil mi belli değil. titrek bir sesle "halat mı?" diye sordum, vazgeçtiler. şükür ya.
neyse sonra merdiven indirmeyi akıl ettiler. ancak maalesef bana uzattıkları merdiven kısa kaldı. derinliğin boyutunu oradan anlayın işte. merdivenin en ucuna çıkınca bile ellerime erişemiyorlardı. kafasını çarpmış, dizleri mahvolmuş bir şekilde o merdivenden tekrar indim, inşaat ustası edasıyla merdiveni onlara geri uzattım ve katlanabilen daha uzun bir merdiven beklemeye başladım. sonrası yalnızca ellerime ulaşabilecekleri kadar bir mesafeye çıkabildim. 3-4 adam (ve zayıf bir kadın değilim arkadaşlar) iki kolumdan asılarak beni kuyudan çıkarttılar. yaralanmam yetmez gibi bundan sonraki 3-4 gün müthiş kol ağrılarıyla geçirdim.
kuyunun içindeyken, ve çıktığımda ise aklımda tek bir şey var, haber olma korkusu. yani o zamanki kafamda hem büyük rezillik, hem de adımın ve soyadımın baş harflerinin olduğu, "20 yaşındaki üniversite öğrencisi kız, belediye çukuruna düştü" haberlerini düşündükçe annem adına korkuyorum, çünkü abartmıyorum kadın ölür korkudan, ölür yani. ben belime kadar ıslak bir şekilde kuyudan çıktım. polis gelmiş, tutanak falan tutuluyor. benim ise tek bir isteğim var. eve gitmek. ışınlanmak ama, hemen, seri.
belime kadar ıslak olduğum için polisin arabasına binmeyi reddettim, arabayı pisletmemek ve ıslatmamak için. aynı düşünceyle taksiye de binmedim. laleliden şişhaneye otobüsle, şişhaneden evime metroyla gittim. tek kelime etmeden. asla ağlamadan. arkadaşım "cnm iyi misin" falan diye soruyor, benim merak ettiğim tek şey ise kokup kokmadığım. fısıldayarak "kokuyor muyum" diye sordum. o da yalvarırcasına bana "canım yemin ediyorum kokmuyorsun, mis gibi parfüm kokuyorsun hala" falan diyor. ama gözü saçıma takılıyor. dayanamayıp saçıma elini uzatıyor ve bir yaprak çekip çıkarıyor. benim gibi temizlik hastasının düştüğü hale bak. gözyaşım ucunda. ağladım ağlıcam.
evin kapısını açtığım gibi hayatımda ağlamadığım kadar ağladım galiba. hönkürerek. korkudan, öfkeden ve şaşkınlıktan. ev arkadaşım koşa koşa gelip "ne oldu?" diye sordu. benim cevap: "belediye çukuruna düştüm mutlu musun???!!" elbette mutlu değil. hangimiz mutluyuz ki? hala hatırlayınca güldüğümüz soruyu soruyor bana: "ada çayı yapayım mı sana?" he yap. allah aşkına yap. çaresizliğin 50. tonu.
sonrası abartmıyorum 90 derece sıcaklıkla derimi yüzercesine ağlaya ağlaya alınan bir duş, elinde parfüm şişesiyle uyumaya çalışmak. hemen ertesi günü şişmiş dizler ve kafayla fizik lab dersine gidiş. ve düştüğümü kimseye belli etmeme çabası. sanki ayıp bir şey gibi. sanki bu benim ayıbım gibi.
yani arkadaşlar, bastığınız yere dikkat edin. belediye başkanımız imamoğlu olsa da dikkat edin. ben bu hikayeyi yazarken, çevreme anlatırken gülüyorum ama bu olaydan sonra 2-3 yıl hep tedirgin tedirgin yürüdüm. çok sevdiğim istanbul'un sokaklarında yürüme keyfimin içine sıçıldı yani. ama bir taraftan da komik ya. belediye çukuruna düşmek nedir ya.
devamını gör...
2.
(bkz: orhan veli)
devamını gör...
3.
geceleri ekstra dikkat ederim, olası çukurlara düşmemek için. kazılan her yere uyarı asmıyorlar, assalar da gece de uyarı görülmez.
devamını gör...
4.
aklıma "orhan veli kanık"ı getiren durum.
devamını gör...
5.
çukura su doldurarak kurtulmanın mümkün olduğu durum. tercihen tuzlu su kullanarak kaldırma kuvvetini arttırabilirsiniz.*
devamını gör...
6.
özellikle yürürken elinde telefonu ile oynaşanlar birkaç metre ileride altyapı çukurunun farkında değilse ve bilemiyorsa düşmesi kaçınılmazdır. düşmemek için önlerine bakmaları gerekir. demem o ki bilmediğimiz bir şeyden kendimizi koruyamayız.
devamını gör...
7.
vatandaşlığın gereğince o olmasa bile altı yağmur suyu dolu bozuk bir kaldırım taşına basılmalıdır.
devamını gör...
8.
allah muhafaza.
çağırmayalım diyorum.
çağırmayalım diyorum.
devamını gör...
9.
orhan veli kanık geldi aklıma.
devamını gör...
10.
akıllara şu olayı getiren hede.
devamını gör...
11.
90 lar türkiyesinin moda olmuş ölüm şekillerindendir. şimdiyse yerini çok daha fantastik şeylere bırakmıştır. ülke gelişmiyor diyenler özellikle gidip insanların ölüm şekillerine baksınlar bu konuda gereğinden fazla ilerledik.
devamını gör...
12.
5-6 yaşlarındayken gelmişti başıma. elimde sakız annemden önce bakkaldan çıkıp koşa koşa eve giderken bir anda kendimi kanalizasyon çukurunun dibinde bulmuştum. ızgarayı kapatmamışlar saygıdeğer belediye çalışanları. annem beni bulup bakkal teyzeyle uzanarak çıkartana kadar ufak çaplı kalp krizi geçirmiştim. şu yaşımda bile hala yoldayken telefonla ilgilenmem, bastığım yere özenle dikkat ederim.
devamını gör...