1.
"lan bunun başlığı nasıl açılmamış" demeden veya satır satır alt metin okuması yapmaya çalışmadan nasıl ilk tanımını gireceğimi bilmediğim muse şaheseri.
bu yüzden ikisini de yapmayacağım. şarkıyı dinlerken aklıma gelenleri zabıt katibi gibi düşünmeden yazacağım. sonra yazının elini ayağını toparlarım diye düşünüyorum. evet, böyle yapacağım. 7 küsür dakikam var. taslak için yeterli olur herhalde.
kulaklığı takıp youtube videosunu açtım. oynat tuşuna bastım. tam şu an. hayır onu okurken geçen iki saniyede değil, tam şu an. hatta tam şimdi-
kim olduğunu göstermekten korkan, güçlü taklidi yapan biri gibi başladı şarkı. hızlı bir tempo, çok yüksek sesle dinlendiğinde kulakları zorlayan bir distortion efekti, basın girmesiyle birlikte oturan düzen...
ilk sözlerle birlikte kabuğunun kırılmaya başlayacağını bilmiyormuş gibi dinlemeye başladım, olmadığı bir kişiymiş gibi davranmaya zorlanan, zorlandıkça bükülen, bükülen ve bir gün kendisine utanmadan "sen neden böylesin?" diye sorulduğunda kırılmaya başlayan bir insanın hikayesini. yükseldi, alçaldı, döndü, eğildi, büküldü, aynı kırılma noktasına yine geldi.
yirmi yıla yaklaşan okul hayatımın sonunda benzer bir döngüde olduğumu fark ettiğimden yazıyorum bunları. saçma sapan bir dürtüyle (veya dışarıdan dürtmelerle) kendimi olduğumdan neşeli gözükmeye zorladığım ilk birkaç yıl ve o yıllar sağ olsun bilmemkaç wattlık akkor ampülün ışığı altında sorgulandığım ('eskiden hep neşeliydin, niye böyle oldun?') son birkaç yılı düşündüm. hangi "ben" gerçek diye sordum kendime, philip k dick’in bir öyküsündeki gibi. algıladığım hangi zamanda gerçekten yaşıyorum; hangisinde yalnızca öbürünün bir modifikasyonuyum? güncel olarak o kadar neşeli olmadığım için “doğal halim bu” demek daha kolay geliyor ama “neşemizi yitirdik be abi” arabeskini yapabilme lüksü de aynı oranda çekici. bilemiyorum.
ne de olsa “gerçek”, matthew beyin buyurduğu gibi düşünüldükçe zihinden sökülen inatçı bir kir gibi öylece meydana çıkmıyor. kendini saklıyor, iki avucun ortasındaki mikronluk sızıntıdan akan bir su misali kayboluyor hemen. tecrübeler lekeliyor hatırladıklarımı; duyulanlar, görülenler, hissedilenler… bir yaşımda hissettiğimi başka bir yaşımda hissedememeye başlıyorum. birisi mi engel oluyor? belki de kimse yok önümde, ama ben kendimi aynı özgürlükte ifade edemiyorum. kafamda yeni bir filtre açılıyor her gün. ertesi gün düşüneceklerim o filtreden de geçmek zorunda, işleri de gittikçe zorlaşıyor o yüzden.
şarkının kabuğu çoktan kırıldı. yüreğine, cıvık ve parlak görünümlü kalbine geldim artık. kendi kalbimin tavan yapmış atışları, şarkının kalbinde vuran piyano tuşlarına uyum sağlamaya çalışıyor. ironik bir şekilde dinlemesi en zor kısım da bu. kabulleniş gerektiriyor çünkü. unutmanın tek yol olduğunu kabulleniyorum. kendi düşüncelerimin kaynağını bile çözmekte zorlanırken bir de birinin gelip kendimi açıklamamı beklemesi bardağı taşıran son damla. daha fazla tartışmak istemiyorum. daha fazla umursamak istemiyorum.
umursadığım her şey tecrübelerimle lekelenmişken hele.
suyun altına girmek, yıkanmak, arınmak ve unutana kadar uyumak istiyorum.
bu yüzden ikisini de yapmayacağım. şarkıyı dinlerken aklıma gelenleri zabıt katibi gibi düşünmeden yazacağım. sonra yazının elini ayağını toparlarım diye düşünüyorum. evet, böyle yapacağım. 7 küsür dakikam var. taslak için yeterli olur herhalde.
kulaklığı takıp youtube videosunu açtım. oynat tuşuna bastım. tam şu an. hayır onu okurken geçen iki saniyede değil, tam şu an. hatta tam şimdi-
kim olduğunu göstermekten korkan, güçlü taklidi yapan biri gibi başladı şarkı. hızlı bir tempo, çok yüksek sesle dinlendiğinde kulakları zorlayan bir distortion efekti, basın girmesiyle birlikte oturan düzen...
ilk sözlerle birlikte kabuğunun kırılmaya başlayacağını bilmiyormuş gibi dinlemeye başladım, olmadığı bir kişiymiş gibi davranmaya zorlanan, zorlandıkça bükülen, bükülen ve bir gün kendisine utanmadan "sen neden böylesin?" diye sorulduğunda kırılmaya başlayan bir insanın hikayesini. yükseldi, alçaldı, döndü, eğildi, büküldü, aynı kırılma noktasına yine geldi.
yirmi yıla yaklaşan okul hayatımın sonunda benzer bir döngüde olduğumu fark ettiğimden yazıyorum bunları. saçma sapan bir dürtüyle (veya dışarıdan dürtmelerle) kendimi olduğumdan neşeli gözükmeye zorladığım ilk birkaç yıl ve o yıllar sağ olsun bilmemkaç wattlık akkor ampülün ışığı altında sorgulandığım ('eskiden hep neşeliydin, niye böyle oldun?') son birkaç yılı düşündüm. hangi "ben" gerçek diye sordum kendime, philip k dick’in bir öyküsündeki gibi. algıladığım hangi zamanda gerçekten yaşıyorum; hangisinde yalnızca öbürünün bir modifikasyonuyum? güncel olarak o kadar neşeli olmadığım için “doğal halim bu” demek daha kolay geliyor ama “neşemizi yitirdik be abi” arabeskini yapabilme lüksü de aynı oranda çekici. bilemiyorum.
ne de olsa “gerçek”, matthew beyin buyurduğu gibi düşünüldükçe zihinden sökülen inatçı bir kir gibi öylece meydana çıkmıyor. kendini saklıyor, iki avucun ortasındaki mikronluk sızıntıdan akan bir su misali kayboluyor hemen. tecrübeler lekeliyor hatırladıklarımı; duyulanlar, görülenler, hissedilenler… bir yaşımda hissettiğimi başka bir yaşımda hissedememeye başlıyorum. birisi mi engel oluyor? belki de kimse yok önümde, ama ben kendimi aynı özgürlükte ifade edemiyorum. kafamda yeni bir filtre açılıyor her gün. ertesi gün düşüneceklerim o filtreden de geçmek zorunda, işleri de gittikçe zorlaşıyor o yüzden.
şarkının kabuğu çoktan kırıldı. yüreğine, cıvık ve parlak görünümlü kalbine geldim artık. kendi kalbimin tavan yapmış atışları, şarkının kalbinde vuran piyano tuşlarına uyum sağlamaya çalışıyor. ironik bir şekilde dinlemesi en zor kısım da bu. kabulleniş gerektiriyor çünkü. unutmanın tek yol olduğunu kabulleniyorum. kendi düşüncelerimin kaynağını bile çözmekte zorlanırken bir de birinin gelip kendimi açıklamamı beklemesi bardağı taşıran son damla. daha fazla tartışmak istemiyorum. daha fazla umursamak istemiyorum.
umursadığım her şey tecrübelerimle lekelenmişken hele.
suyun altına girmek, yıkanmak, arınmak ve unutana kadar uyumak istiyorum.
devamını gör...