1.
şair ve yazar melih cevdet anday'a ait 5 pasajlık şiir:
ı
sen, ben ve balkonda saksımız:
hamarat elizabet. işte ilk üçgeni yapının.
ne eski, ne yeni. sanki yazgımızın
en saydam dakikası titriyor
göçebe denizin üstünde. farkında değiliz.
taşın sesi insan sesine benziyor.
balkondaki saksı, bir bakıyorsun,
bulutun yerini almış. bulutlar
atlara dönüşüyor köpük içinde.
ve seninle ben koşuyoruz, önümüzde
demin kör bir çocuğun baktığı
yaşlı mürver ağacını sallayan kırmızı bir kuş.
sonra bulut gene saksı oluyor, atlar
solumaya başlıyorlar, dinleniyoruz, kulaklarımızda
duvarların çözülmeyen sözleri gibi
bir mırıltı. bugünün, bu sabahın.
ne anımsama, ne unutuş. bir ucucalık,
kıyıların al rengi kokuları ile
kötürüm bir bülbülün şakıması gibi büyüyen
bakışlarımızın ağır simgelerinde.
ve ben sana göçüyorum an an
göçüp dönüyorum titreşim gibi,
arıyorum dudaklarının taşını,
arıyorum yağmurla yazdığım adını.
bir yok oluyorsun sen, kendi vadinin
yarıklarında, bir fışkırıyorsun
yok olan vadinin üstüne.
kaç kez yitiyorum ben kendi kendime.
işte hepsi bu. ne eski, ne yeni.
yazgımızın en saydam dakikası sanki.
ıı
tek başına var olamayan ve nerden ağdığı
bilinmeyen sözcükler gibi kullanılmamış
bir düşünüye dönüvermesi sayısız maviliğin;
ruh bir kömür kristalidir, doğar karanlıktan
kırmızı bir ay gibi, bekler geceyi
ve sayısal biçimlerin öncülüğünde
dağılıp toplanan her şeyin üstüne
et yiyen bir bitki gibi kapanır.
dağılma sadece bir toplanmadır
kabuğunu kıran cinsel su, gerilip gevşeyen
yayı güneşin, yıldızlı istiridyelerin
bir yanıp bir sönen ilk imgeleri;
kızaran ve solan kanadı göğün;
yeni bir sonsuzluğa çılgınca fışkırıp
sonra dökülen, ayakları mühürlü yemişler dallarda;
ve ayı balığı gibi soluması insanın içine
dokunan toprak, ağarmış kemiklerle dolu.
ne eski, ne yeni. işte hepsi bu.
hepsi bu. sen, ben ve balkonda saksımız
ağır simgelerin uçuşmasında yalnız.
ııı
işte avuç avuç serpiyorum bütün
sözcükleri kuşlara, gül diplerine,
güneşin dudağına, sıçrayan sabahın
eteğine, kırmızı kadifesine kayaların,
ayın boynuzlarına ve saçlarının
parmaklığından sarkan hanımellerine…
ben tek başıma yansıyorum bütün biçimlere
ve şaşı diplerine suların.
ıv
henry moore çakıl taşları topluyor
kıyıda, kadın memelerine, incirlere
benzeyen doğurgan taşlar, ortaları
delik kiminin, omuzlarında düşleri…
yürek, biçimlerin acılısı olmadığını
bilmek içindi.
ve dünyayı soylulaştıran, damarlı
dil dil kayalar, varoluşun
kan izlerini silmiş bayraklar sanki.
ah kemikler, insan kemikleri, hayvan kemikleri,
bir biçimden başkasına geçmenin
en ince, en yüce çelenkleri.
ve içleri oyuk deniz kabukları
ki, gölge kokarlar bir tekenin alnı gibi.
sevinç, otlarla hayvanları
birbirine karıştırmak içindi.
ah delilerin duvarları gibi
yazılı ağaç gövdeleri…
ölüleri yıldızlara çeviren,
kuşların kilitli mücevheri.
insan daha da çoğunu isterdi.
daha da. ne eski, ne yeni.
belki boyuna ölüp dirilen bir dev,
ya da korkutulmuş bir tanrıçadır
bu dilsiz anıtları çiçekler gibi açan
bakışıksız çizgileriyle göze.
göz kendi uyumunun tanrısı,
dilim dilim ve bütünün tersine.
biçim olan biçim, çınlayan suyu
şimdinin, yaşamın çalar saatı;
değişimin gizemli direkleri, çığlık,
hareketin elmas’ı, kadın, isim ve fiil.
bir köyün ortasına dalan boğa gibi
sende olan ne varsa kaçırdım.
güçmüş güç, anlık mavide yaşamak
iki zamanlı baskından sıyrılıp.
gören göz görülen gözse
ben başkasıyım.
bu yapısal dizge ne dünün, ne yarının.
yarın da bir imge, dün de.
deniz, kuş, yağmur ve rüzgâr
bugünün, bu sabahın.
v
freud bir ağacın bilinç-altına oturmuş
toprağın düşlerini karıştırıyor.
bu düşleri aydınlatan gelincikler var.
deniz, kuş, yağmur ve rüzgâr.
düş, hareketin sütlü incir yatağından
damlayan gecikmiş bir yıldız,
gecikmiş ya da erken, dünkü günün
suyunda birden sıçrayan balık;
gündüzü ters yüz etmiş bir al çalkantı,
uyuyan ve uyumayan daracık kuyunun yüzü.
zamanlar sanki tohumlara saklanmış
toprakta gıcırdayan salıncaklar.
deniz, kuş, yağmur ve rüzgâr.
ve çarmıha gerilmiş buldum kendimi
geçmişle gelecek arasında, düş gibi.
ne eski, ne yeni. sanki düşüncemizin
en saydam dakikası titriyor
yok olmuş sularında denizin.
anday şiirinde, denizle ilgili simgesel tüm ögeleri kullanmaya ve okurun zihninde denizi ve maviliği, olanca gücüyle canlandırmaya çalışmış. bunda başarılı da olduğunu söyleyebiliriz.
ı
sen, ben ve balkonda saksımız:
hamarat elizabet. işte ilk üçgeni yapının.
ne eski, ne yeni. sanki yazgımızın
en saydam dakikası titriyor
göçebe denizin üstünde. farkında değiliz.
taşın sesi insan sesine benziyor.
balkondaki saksı, bir bakıyorsun,
bulutun yerini almış. bulutlar
atlara dönüşüyor köpük içinde.
ve seninle ben koşuyoruz, önümüzde
demin kör bir çocuğun baktığı
yaşlı mürver ağacını sallayan kırmızı bir kuş.
sonra bulut gene saksı oluyor, atlar
solumaya başlıyorlar, dinleniyoruz, kulaklarımızda
duvarların çözülmeyen sözleri gibi
bir mırıltı. bugünün, bu sabahın.
ne anımsama, ne unutuş. bir ucucalık,
kıyıların al rengi kokuları ile
kötürüm bir bülbülün şakıması gibi büyüyen
bakışlarımızın ağır simgelerinde.
ve ben sana göçüyorum an an
göçüp dönüyorum titreşim gibi,
arıyorum dudaklarının taşını,
arıyorum yağmurla yazdığım adını.
bir yok oluyorsun sen, kendi vadinin
yarıklarında, bir fışkırıyorsun
yok olan vadinin üstüne.
kaç kez yitiyorum ben kendi kendime.
işte hepsi bu. ne eski, ne yeni.
yazgımızın en saydam dakikası sanki.
ıı
tek başına var olamayan ve nerden ağdığı
bilinmeyen sözcükler gibi kullanılmamış
bir düşünüye dönüvermesi sayısız maviliğin;
ruh bir kömür kristalidir, doğar karanlıktan
kırmızı bir ay gibi, bekler geceyi
ve sayısal biçimlerin öncülüğünde
dağılıp toplanan her şeyin üstüne
et yiyen bir bitki gibi kapanır.
dağılma sadece bir toplanmadır
kabuğunu kıran cinsel su, gerilip gevşeyen
yayı güneşin, yıldızlı istiridyelerin
bir yanıp bir sönen ilk imgeleri;
kızaran ve solan kanadı göğün;
yeni bir sonsuzluğa çılgınca fışkırıp
sonra dökülen, ayakları mühürlü yemişler dallarda;
ve ayı balığı gibi soluması insanın içine
dokunan toprak, ağarmış kemiklerle dolu.
ne eski, ne yeni. işte hepsi bu.
hepsi bu. sen, ben ve balkonda saksımız
ağır simgelerin uçuşmasında yalnız.
ııı
işte avuç avuç serpiyorum bütün
sözcükleri kuşlara, gül diplerine,
güneşin dudağına, sıçrayan sabahın
eteğine, kırmızı kadifesine kayaların,
ayın boynuzlarına ve saçlarının
parmaklığından sarkan hanımellerine…
ben tek başıma yansıyorum bütün biçimlere
ve şaşı diplerine suların.
ıv
henry moore çakıl taşları topluyor
kıyıda, kadın memelerine, incirlere
benzeyen doğurgan taşlar, ortaları
delik kiminin, omuzlarında düşleri…
yürek, biçimlerin acılısı olmadığını
bilmek içindi.
ve dünyayı soylulaştıran, damarlı
dil dil kayalar, varoluşun
kan izlerini silmiş bayraklar sanki.
ah kemikler, insan kemikleri, hayvan kemikleri,
bir biçimden başkasına geçmenin
en ince, en yüce çelenkleri.
ve içleri oyuk deniz kabukları
ki, gölge kokarlar bir tekenin alnı gibi.
sevinç, otlarla hayvanları
birbirine karıştırmak içindi.
ah delilerin duvarları gibi
yazılı ağaç gövdeleri…
ölüleri yıldızlara çeviren,
kuşların kilitli mücevheri.
insan daha da çoğunu isterdi.
daha da. ne eski, ne yeni.
belki boyuna ölüp dirilen bir dev,
ya da korkutulmuş bir tanrıçadır
bu dilsiz anıtları çiçekler gibi açan
bakışıksız çizgileriyle göze.
göz kendi uyumunun tanrısı,
dilim dilim ve bütünün tersine.
biçim olan biçim, çınlayan suyu
şimdinin, yaşamın çalar saatı;
değişimin gizemli direkleri, çığlık,
hareketin elmas’ı, kadın, isim ve fiil.
bir köyün ortasına dalan boğa gibi
sende olan ne varsa kaçırdım.
güçmüş güç, anlık mavide yaşamak
iki zamanlı baskından sıyrılıp.
gören göz görülen gözse
ben başkasıyım.
bu yapısal dizge ne dünün, ne yarının.
yarın da bir imge, dün de.
deniz, kuş, yağmur ve rüzgâr
bugünün, bu sabahın.
v
freud bir ağacın bilinç-altına oturmuş
toprağın düşlerini karıştırıyor.
bu düşleri aydınlatan gelincikler var.
deniz, kuş, yağmur ve rüzgâr.
düş, hareketin sütlü incir yatağından
damlayan gecikmiş bir yıldız,
gecikmiş ya da erken, dünkü günün
suyunda birden sıçrayan balık;
gündüzü ters yüz etmiş bir al çalkantı,
uyuyan ve uyumayan daracık kuyunun yüzü.
zamanlar sanki tohumlara saklanmış
toprakta gıcırdayan salıncaklar.
deniz, kuş, yağmur ve rüzgâr.
ve çarmıha gerilmiş buldum kendimi
geçmişle gelecek arasında, düş gibi.
ne eski, ne yeni. sanki düşüncemizin
en saydam dakikası titriyor
yok olmuş sularında denizin.
anday şiirinde, denizle ilgili simgesel tüm ögeleri kullanmaya ve okurun zihninde denizi ve maviliği, olanca gücüyle canlandırmaya çalışmış. bunda başarılı da olduğunu söyleyebiliriz.
devamını gör...