yazar: bilge karasu
yayım tarihi: 1989
yazarın üçüncü kitabıdır ve 1980 öncesi döneme ışık tutumaktadır. 1 hikaye ve 12 masaldan oluşur. göçmüş kediler bahçesi hikayesinin her bir parçası kitaptaki 12 masalın arasına serpiştirilmiştir.
yayım tarihi: 1989
yazarın üçüncü kitabıdır ve 1980 öncesi döneme ışık tutumaktadır. 1 hikaye ve 12 masaldan oluşur. göçmüş kediler bahçesi hikayesinin her bir parçası kitaptaki 12 masalın arasına serpiştirilmiştir.
öne çıkanlar | diğer yorumlar
başlık "miteherik" tarafından 02.02.2021 19:56 tarihinde açılmıştır.
1.
bilge karasu'nun 'aşmış' öykülerini topladığı kitap. çağdaş türk edebiyatı'nın -bence- en iyi on eserinden biri olan göçmüş kediler bahçesi, dil estetiği ve yaratı açısından bir şaheserdir.
devamını gör...
2.
sevgili miteherik'in tavsiyesiyle okuduğum, alışılmışın çok dışında bir öykü kitabıdır göçmüş kediler bahçesi. okuma başlangıcım, kendimin de uzun bir öykü yazdığım, beş-altı aylık bir sürecin ortasından sonralarına denk geldi. miteherik her ne kadar bu kitabı okumadan kendi öykümü bitirmemi istemese de bunu başaramadım. zihnimde kendi öyküm şekillenip genişlerken, başkasının zihnine girip, onun hayal dünyasında kaybolamazdım.
kitaba iki defa adım attım ve geri çekildim. son ve biten okumamla beraber ilk öyküsü "avından el alanı" üç defa okumuş oldum. her defasında da çok farklı duygulara kapıldım ve farklı düşüncelere eriştim. kitaptaki her öyküyü tekrar tekrar okusam yine farklı anlamlara ulaşacağımın da şu an farkındayım. ama emin olduğum tek şey, asla yazarın kendisinin öykülerine yüklediği anlamları, kavramları somut bir şekilde elimde tutamayacak olmam, olmamız.
kimisine göre kedi sahipleri bu kitabı daha iyi anlayacaktır. bir ilişkide eşitliğe duyulan özlemi kedi sahiplerinden daha iyi kim bilebilir ki? ben bilemem, çünkü bir kedim bile yok, anlıyor musun? * ama bu kitap bana o kadar güzel kelimeler kazandırdı ki... handiyse, yıvışık, balkımak, yıldıramak, ımızganmak, bekinmek, yekinmek, çokuşmak, tansımak, dalgırlanmak, yeğnileşmek, ağmak ve niceleri... hepsi de çok güzel değil mi?
kitapla ilgili, kitabın kendisinden de uzun akademik analizler var. sembollerin, imgelemlerin, alegorilerin, arketiplerin, gölge hayvanların havada uçuştuğu analizler. öykülerin katman katman incelendiği, zaman ve mekansal yapıların didik didik edildiği, öykü içindeki alt öykülere, metinlere yüklenen kavramların irdelendiği, "yazarın adına" ana düşüncelerin açığa çıkartıldığı, ışık tutulduğu analizler...
bu tarz analizler yapabilecek yetkinlikte değilim. sanılanın aksine, fularlı bir birey olmadığımı da açıkça itiraf edebilirim. herhangi bir dil-edebiyat, sanat, felsefe, psikoloji, sosyoloji eğitimi almadım. bunun eksikliğini de öykü yazmaya başladıktan sonra hissetmeye başladım. bilim ve bilginin ışığında, karşısına çıkan problemleri en pratik şekilde çözme odaklı, her ne kadar mesleğimi icra etmesem de, "mühendislik" olarak adlandırılan bir eğitim aldım. bilgi ve bilimin yontmaktan aciz çıkıntılarımdan, bir marangoz gibi elimde öykü zımparasıyla kurtulmaya, pürüzsüz bir yüzeye, yontulmuş bir derinliğe sahip olmaya çalıştım, çalışıyorum.
kitabı okurken alışık olmadığım, yarım bırakılan sonu getirilmeyen, devamı hemen alttaki satırdan değil de atlamalı olarak bir sonraki satırdan devam eden cümleler gibi sürprizlerle karşılaştım. hatta bu, aldığım kitabın basım hatalı olduğunu sanıp lanet okumama bile sebep oldu. * aynı öykü çatısı altında, ilk başta anlamsızca duran kısa kısa öykülere yer verilmesi, bu öykülerin birbiri içine girmesi, farklı çağların ve zamanların aynı mekan düzlemine oturtulması, kurgu ve gerçeğin sarmala dönüşmesi gibi engellerle de karşılaştım.
karşıma çıkan tüm engeller, yazarın kapalı ve okuyan kişiye göre anlamı değişebilecek kapalı, imgelemli anlatımıyla da birleşince, okumaya başladığı kitabı genelde bir çırpıda bitiren bünyemi çok yordu ve okuma hızımı olabildiğince düşürdü. ama kitabı okuduktan sonra, yazarın zekasına, imgelem derinliğine, anlatım diline hayran kaldım. talat sait halman -t.s. halman diye kısaltsaydım yabancı sanırdınız *-'ın "en doğru masal anlamadan korktuğumuzdur" cümlesiyle başlayan kitap, okuduktan sonra bende bir acaba şüphesi uyandırdı ve aslında hiçbir şey anlamamış olmaktan korktum ama ben bu kitabı çok sevdim. *
yazar, 68-79 yılları arasında yazdığı on iki adet öykü seçkisinden oluşan, öykülerin de arasına parça parça serpiştirdiği on üçüncü bir öyküyle kitabını tamamlamış. her öykünün de karşılık geldiği bir saat dilimi var. ilk öykümüz öğleden sonra saat on iki ile başlıyor ve gece yarısı saat on ikide son öyküyle bitiyor. her öykünün sonuna da yazıldığı tarih, tarihler veya tarih aralığı iliştirilmiş. cereyan edecek tüm olayların öncesine ve sonrasına, her şeye hakim tanrısal anlatım dilinden uzaklaşıp, okuyucunun da fikrini önemser bir tavır sergilediği, okuyucuyla diyaloğa giren anlatıma geçtiği noktalarda yazar sanki, öykülerin nihai şekline yarım bırakılmış taslakları da eklemlendirdiği izlenimi bırakıyor.
tek tek on üç öyküyü de irdeleyecek değilim ama öykülerde karamsar bir havanın hakim olduğunu, ölüm, korku ve endişe duygularının bolca işlendiğini söyleyebilirim. "bu kadar yazacağına kısa kısa anlatabilirdin, ne okuduk ki biz şimdi" diyebilirsiniz; akademik analizlerde de hep böyle yapıyorlar. * tam olarak ne anladığımı anlamadığımın anlaşılmasını başka türlü nasıl erteleyebilir ve örtebilirdim ki? *
öykülerinin çoğunda karakterleri avcı-av, usta-çırak, toplum-birey hiyerarşisi içinde işleyen yazarın, deniz de en baskın motifi olarak karşımıza çıkmaktadır. yaşamın kendisini imgeleyen deniz, kısmetini maharetinden bilen çok sevdiği balıkçıyı derinlerine saklamakta; hayallerini öteleyen deniz tutkununa kumullarını sunmakta; gururunu yersiz kuşanan yengeci çıyanlarına parçalatmakta; alıklık eden delikanlıyı kaygan kayalıklarında savurmakta; kendisini hafife alarak yaşamın çıkış kaynağını alaya alanları, karaya çıkan ilk sürüngenler gibi kıyıya vurdurmakta; her şeyin planlandığı gibi işlediğini düşünen ada sakinlerini beklenmedik bir dertle sınamakta ve adalarını yutmakta sakınca görmemiş ve biz doğup göçücülere ince mesajlar vermiştir.
öyküde göçmek tam anlamıyla bir yok oluştan ziyade, yaşamın anlamına erişebilmek için gerekli bir aşama olarak işlenmiştir. göçüp, tekrar dirilmedikçe bu sırra ulaşılamayacağı, her şeyin bilinemeyeceği de açıkça sunulmuştur. göçtükten sonra masalı anlatılacakların, güvenli alanlarını terk edip, etrafında şekillenen hayatı anlamaya ve gerektiğinde değiştirmeye çalışan cesur insanlardan olduğu fikri, iki sokak öteye korkusuz bir yolculuğa çıkan bir kirpiye yüklenmiştir.
öykülerden birinde, hayallerini erteleyenlerin günün sonunda hayal kırıklığına uğrayacakları, gecikilmiş bir zamanda kavuşulan hayalin anlamsızlaşacağı ve değerini kaybedeceği fikri çok güzel işlenmiş. bilinçaltı ve gölgesiyle savaşan insanların kendi kendini tüketeceğinin, yaratıcılıktan ve canlılıktan uzaklaşacağının anlatıldığı öyküyü çözebilmek için de destek aldığımı itiraf ediyorum. *
hayatı dar kalıplara sıkıştırılan, usundan hayallerin bile esirgendiği bir insan, başkalarının hayatı adına kaygı duyabilir mi? bir ipte iki cambaz oynar mı? hayat denen ince çizgi iplikte, çırak ustasını alt etmeden ustalaşabilir mi? usta seni öldürsemm "i"?
küresel sistemin çarkı olan bir insan, tüm arzularından arınıp, bu sistemin dışına çıkmadan, çıplak derisine kadar soyunabilir mi? çıplaklığa en yakın, istese de rafine arzularını gerçekleştirmeye en uzak çoğunluğun, hayatları bir köleden hallice koşullara sıkıştırılmış kalabalığın, zincirlerini kırması mümkün müdür? "alaycı" minimalizm çatısı altında, düşünsel olgunluk yanılgısı içinde, günden güne artan birikimlerinizi günün sonunda gömecek bir yeriniz var mı?
hangisi yeğdir: her zaman doğruyu söylemek mi, hiçbir zaman yalan söylememek mi? aralarında ne fark mı var? tekrar düşünün. yalan söylemekten kaçınmak için sarf ettiğiniz gereksiz doğrular, faydasız güzellemeler, karşı taraftan beklenen iç rahatlatıcı itiraflar? doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlarmış. ha! aralarında bir fark galdı, o fargınan çok da güzel oldu. *
herkesin sizi yarı yoldan döndürmeye çalışacağı, çıkanın da bir daha geri inmediği, dönmediği bir zirve yolculuğuna açılır mıydınız? bir döngü olan yaşantınız, çıkrık gibi olduğu yerde mi dönmektedir yoksa, bir tekerlek gibi döndükçe sizi ileri bir noktaya mı taşımaktadır? her şeyin, dünyanın bile üstünde bir konuma yükseldiğiniz zirvede; geçmişi, şimdisi ve geleceğiyle dahil her şeyi görebildiğiniz zirvede; sizi geri inmekten alıkoyan, yükseklerden bakınca, o diğer küçük zirvede göz göze geldiğiniz küçük bir nokta gibi duran insancık mıydı? neden geri inmediniz?
son olarak: hangimiz gerçekleşmeyeceği hissini kendimizden bile sakındığımız bir hayalin peşinden koşmadık; cılız da olsa umut ateşini kalbimizde canlı tutmadık ki? yılın her günü yağmur yağan topraklarda güneşe özlem duymadık ki?
kitaba iki defa adım attım ve geri çekildim. son ve biten okumamla beraber ilk öyküsü "avından el alanı" üç defa okumuş oldum. her defasında da çok farklı duygulara kapıldım ve farklı düşüncelere eriştim. kitaptaki her öyküyü tekrar tekrar okusam yine farklı anlamlara ulaşacağımın da şu an farkındayım. ama emin olduğum tek şey, asla yazarın kendisinin öykülerine yüklediği anlamları, kavramları somut bir şekilde elimde tutamayacak olmam, olmamız.
kimisine göre kedi sahipleri bu kitabı daha iyi anlayacaktır. bir ilişkide eşitliğe duyulan özlemi kedi sahiplerinden daha iyi kim bilebilir ki? ben bilemem, çünkü bir kedim bile yok, anlıyor musun? * ama bu kitap bana o kadar güzel kelimeler kazandırdı ki... handiyse, yıvışık, balkımak, yıldıramak, ımızganmak, bekinmek, yekinmek, çokuşmak, tansımak, dalgırlanmak, yeğnileşmek, ağmak ve niceleri... hepsi de çok güzel değil mi?
kitapla ilgili, kitabın kendisinden de uzun akademik analizler var. sembollerin, imgelemlerin, alegorilerin, arketiplerin, gölge hayvanların havada uçuştuğu analizler. öykülerin katman katman incelendiği, zaman ve mekansal yapıların didik didik edildiği, öykü içindeki alt öykülere, metinlere yüklenen kavramların irdelendiği, "yazarın adına" ana düşüncelerin açığa çıkartıldığı, ışık tutulduğu analizler...
bu tarz analizler yapabilecek yetkinlikte değilim. sanılanın aksine, fularlı bir birey olmadığımı da açıkça itiraf edebilirim. herhangi bir dil-edebiyat, sanat, felsefe, psikoloji, sosyoloji eğitimi almadım. bunun eksikliğini de öykü yazmaya başladıktan sonra hissetmeye başladım. bilim ve bilginin ışığında, karşısına çıkan problemleri en pratik şekilde çözme odaklı, her ne kadar mesleğimi icra etmesem de, "mühendislik" olarak adlandırılan bir eğitim aldım. bilgi ve bilimin yontmaktan aciz çıkıntılarımdan, bir marangoz gibi elimde öykü zımparasıyla kurtulmaya, pürüzsüz bir yüzeye, yontulmuş bir derinliğe sahip olmaya çalıştım, çalışıyorum.
kitabı okurken alışık olmadığım, yarım bırakılan sonu getirilmeyen, devamı hemen alttaki satırdan değil de atlamalı olarak bir sonraki satırdan devam eden cümleler gibi sürprizlerle karşılaştım. hatta bu, aldığım kitabın basım hatalı olduğunu sanıp lanet okumama bile sebep oldu. * aynı öykü çatısı altında, ilk başta anlamsızca duran kısa kısa öykülere yer verilmesi, bu öykülerin birbiri içine girmesi, farklı çağların ve zamanların aynı mekan düzlemine oturtulması, kurgu ve gerçeğin sarmala dönüşmesi gibi engellerle de karşılaştım.
karşıma çıkan tüm engeller, yazarın kapalı ve okuyan kişiye göre anlamı değişebilecek kapalı, imgelemli anlatımıyla da birleşince, okumaya başladığı kitabı genelde bir çırpıda bitiren bünyemi çok yordu ve okuma hızımı olabildiğince düşürdü. ama kitabı okuduktan sonra, yazarın zekasına, imgelem derinliğine, anlatım diline hayran kaldım. talat sait halman -t.s. halman diye kısaltsaydım yabancı sanırdınız *-'ın "en doğru masal anlamadan korktuğumuzdur" cümlesiyle başlayan kitap, okuduktan sonra bende bir acaba şüphesi uyandırdı ve aslında hiçbir şey anlamamış olmaktan korktum ama ben bu kitabı çok sevdim. *
yazar, 68-79 yılları arasında yazdığı on iki adet öykü seçkisinden oluşan, öykülerin de arasına parça parça serpiştirdiği on üçüncü bir öyküyle kitabını tamamlamış. her öykünün de karşılık geldiği bir saat dilimi var. ilk öykümüz öğleden sonra saat on iki ile başlıyor ve gece yarısı saat on ikide son öyküyle bitiyor. her öykünün sonuna da yazıldığı tarih, tarihler veya tarih aralığı iliştirilmiş. cereyan edecek tüm olayların öncesine ve sonrasına, her şeye hakim tanrısal anlatım dilinden uzaklaşıp, okuyucunun da fikrini önemser bir tavır sergilediği, okuyucuyla diyaloğa giren anlatıma geçtiği noktalarda yazar sanki, öykülerin nihai şekline yarım bırakılmış taslakları da eklemlendirdiği izlenimi bırakıyor.
tek tek on üç öyküyü de irdeleyecek değilim ama öykülerde karamsar bir havanın hakim olduğunu, ölüm, korku ve endişe duygularının bolca işlendiğini söyleyebilirim. "bu kadar yazacağına kısa kısa anlatabilirdin, ne okuduk ki biz şimdi" diyebilirsiniz; akademik analizlerde de hep böyle yapıyorlar. * tam olarak ne anladığımı anlamadığımın anlaşılmasını başka türlü nasıl erteleyebilir ve örtebilirdim ki? *
öykülerinin çoğunda karakterleri avcı-av, usta-çırak, toplum-birey hiyerarşisi içinde işleyen yazarın, deniz de en baskın motifi olarak karşımıza çıkmaktadır. yaşamın kendisini imgeleyen deniz, kısmetini maharetinden bilen çok sevdiği balıkçıyı derinlerine saklamakta; hayallerini öteleyen deniz tutkununa kumullarını sunmakta; gururunu yersiz kuşanan yengeci çıyanlarına parçalatmakta; alıklık eden delikanlıyı kaygan kayalıklarında savurmakta; kendisini hafife alarak yaşamın çıkış kaynağını alaya alanları, karaya çıkan ilk sürüngenler gibi kıyıya vurdurmakta; her şeyin planlandığı gibi işlediğini düşünen ada sakinlerini beklenmedik bir dertle sınamakta ve adalarını yutmakta sakınca görmemiş ve biz doğup göçücülere ince mesajlar vermiştir.
öyküde göçmek tam anlamıyla bir yok oluştan ziyade, yaşamın anlamına erişebilmek için gerekli bir aşama olarak işlenmiştir. göçüp, tekrar dirilmedikçe bu sırra ulaşılamayacağı, her şeyin bilinemeyeceği de açıkça sunulmuştur. göçtükten sonra masalı anlatılacakların, güvenli alanlarını terk edip, etrafında şekillenen hayatı anlamaya ve gerektiğinde değiştirmeye çalışan cesur insanlardan olduğu fikri, iki sokak öteye korkusuz bir yolculuğa çıkan bir kirpiye yüklenmiştir.
öykülerden birinde, hayallerini erteleyenlerin günün sonunda hayal kırıklığına uğrayacakları, gecikilmiş bir zamanda kavuşulan hayalin anlamsızlaşacağı ve değerini kaybedeceği fikri çok güzel işlenmiş. bilinçaltı ve gölgesiyle savaşan insanların kendi kendini tüketeceğinin, yaratıcılıktan ve canlılıktan uzaklaşacağının anlatıldığı öyküyü çözebilmek için de destek aldığımı itiraf ediyorum. *
hayatı dar kalıplara sıkıştırılan, usundan hayallerin bile esirgendiği bir insan, başkalarının hayatı adına kaygı duyabilir mi? bir ipte iki cambaz oynar mı? hayat denen ince çizgi iplikte, çırak ustasını alt etmeden ustalaşabilir mi? usta seni öldürsemm "i"?
küresel sistemin çarkı olan bir insan, tüm arzularından arınıp, bu sistemin dışına çıkmadan, çıplak derisine kadar soyunabilir mi? çıplaklığa en yakın, istese de rafine arzularını gerçekleştirmeye en uzak çoğunluğun, hayatları bir köleden hallice koşullara sıkıştırılmış kalabalığın, zincirlerini kırması mümkün müdür? "alaycı" minimalizm çatısı altında, düşünsel olgunluk yanılgısı içinde, günden güne artan birikimlerinizi günün sonunda gömecek bir yeriniz var mı?
hangisi yeğdir: her zaman doğruyu söylemek mi, hiçbir zaman yalan söylememek mi? aralarında ne fark mı var? tekrar düşünün. yalan söylemekten kaçınmak için sarf ettiğiniz gereksiz doğrular, faydasız güzellemeler, karşı taraftan beklenen iç rahatlatıcı itiraflar? doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlarmış. ha! aralarında bir fark galdı, o fargınan çok da güzel oldu. *
herkesin sizi yarı yoldan döndürmeye çalışacağı, çıkanın da bir daha geri inmediği, dönmediği bir zirve yolculuğuna açılır mıydınız? bir döngü olan yaşantınız, çıkrık gibi olduğu yerde mi dönmektedir yoksa, bir tekerlek gibi döndükçe sizi ileri bir noktaya mı taşımaktadır? her şeyin, dünyanın bile üstünde bir konuma yükseldiğiniz zirvede; geçmişi, şimdisi ve geleceğiyle dahil her şeyi görebildiğiniz zirvede; sizi geri inmekten alıkoyan, yükseklerden bakınca, o diğer küçük zirvede göz göze geldiğiniz küçük bir nokta gibi duran insancık mıydı? neden geri inmediniz?
son olarak: hangimiz gerçekleşmeyeceği hissini kendimizden bile sakındığımız bir hayalin peşinden koşmadık; cılız da olsa umut ateşini kalbimizde canlı tutmadık ki? yılın her günü yağmur yağan topraklarda güneşe özlem duymadık ki?
devamını gör...
3.
bilge karasu'nun bi tane öykü kitabı.
iş şuna gelip dayanıyor: bir kediyi sevişimizde, kedinin "bencilliği" karşısına kendi üstünlüğümüzün tanrılara yakışır hoşgörüsü, bağışlayıcılığı, yargılayıcılığı ile çıkarız. aşılmaz, ötesine geçilmesi düşünülemeyecek büyüklüğümüz, her kusuru bağışlarken, o kusurları işleyeni de bir yandan ezer. ama bu yükseklik, hiçbir şeyin sarsamayacağı bu tanrısal gönül yüceliği, gördüğü, görebileceği sevginin bir kırıntısından bile yoksun kalmamak kaygısı içinde -başta, sevdiklerininki olmak üzere- herkesin (kırıcı da olsa) her yaptığına eyvallah diyen, kimseyi gücendirmemek, kırmamak, kendinden uzaklaştırmamak karabasanı içinde kıvranan, kendini herkesin en altında gören kişinin zırhı olamaz mı? öyle düşünülürse, çok şey, anlaşılır hale gelir: bu sevgi türü bir eşitsizliğe dayatılmıştır; bir temel eşitsizliğe... oysa sevgiyi hep eşitlik terimleri içerisinde düşünür, tasarlar, düşleriz.
yukarıdaki pasajla yıllar öncesinden günümüzün, kedisine köpeğine aşık olduğunu zanneden geri zekalı kızlarına iyi geçirmiş usta. okurken içimin yağları eridi resmen. bu, beslediği duygusal destek itine sağlıksız bi şekilde bağlanan, kendi kendine tanrıcılık oynayan ve bu hissi de sevgiyle karıştıran yetersiz sahibelere tokat atmış. suratlarına tükürmüş onların. "s..rim lan oyuncağınızı" demiş resmen onlara.
kitap süper bu arada. herkes okusun. öyküler falan. üff.
iş şuna gelip dayanıyor: bir kediyi sevişimizde, kedinin "bencilliği" karşısına kendi üstünlüğümüzün tanrılara yakışır hoşgörüsü, bağışlayıcılığı, yargılayıcılığı ile çıkarız. aşılmaz, ötesine geçilmesi düşünülemeyecek büyüklüğümüz, her kusuru bağışlarken, o kusurları işleyeni de bir yandan ezer. ama bu yükseklik, hiçbir şeyin sarsamayacağı bu tanrısal gönül yüceliği, gördüğü, görebileceği sevginin bir kırıntısından bile yoksun kalmamak kaygısı içinde -başta, sevdiklerininki olmak üzere- herkesin (kırıcı da olsa) her yaptığına eyvallah diyen, kimseyi gücendirmemek, kırmamak, kendinden uzaklaştırmamak karabasanı içinde kıvranan, kendini herkesin en altında gören kişinin zırhı olamaz mı? öyle düşünülürse, çok şey, anlaşılır hale gelir: bu sevgi türü bir eşitsizliğe dayatılmıştır; bir temel eşitsizliğe... oysa sevgiyi hep eşitlik terimleri içerisinde düşünür, tasarlar, düşleriz.
yukarıdaki pasajla yıllar öncesinden günümüzün, kedisine köpeğine aşık olduğunu zanneden geri zekalı kızlarına iyi geçirmiş usta. okurken içimin yağları eridi resmen. bu, beslediği duygusal destek itine sağlıksız bi şekilde bağlanan, kendi kendine tanrıcılık oynayan ve bu hissi de sevgiyle karıştıran yetersiz sahibelere tokat atmış. suratlarına tükürmüş onların. "s..rim lan oyuncağınızı" demiş resmen onlara.
kitap süper bu arada. herkes okusun. öyküler falan. üff.
devamını gör...