miteherik yazar profili

miteherik kapak fotoğrafı
miteherik profil fotoğrafı
rozet
karma: 10487 tanım: 529 başlık: 278 takipçi: 80
hey there i am using whatsapp

son tanımları | başucu eserleri


tekbir

şimdi bir yazı alıntılayacağım. dilerdim ki, bu yazıyı sözlükteki herkes okusun. okunsun ve anlaşılsın.

(yazı epey uzun, bu nedenle okunmazsa anlayabilirim, keşke tamamı okunsa diyerek. ama özellikle son sekiz paragrafın okunmasını gerçekten çok isterim.)


allahu ekber demesinler de ne desinler?
bizim oralarda durduk yerde sağa sola çatan veya inatla olmadık işlere sardırarak ortamı terörize edenlere “yine ne kudurmuşsun?” diye sorarlar. kudurmakla itham edilen genellikle yediği önünde yemediği arkasında ve işleri yolunda giden kişidir. etrafı bu şekilde taciz etmesi için rahatın batması dışında akla yatkın hiçbir gerekçesi de yoktur. sözüm meclisten dışarı ama maalesef türkiye’nin son on yılında toplum olarak bu tür bir kudurganlığın pençesinde oradan oraya savrulduk durduk.

ilk yıllarında çeşitli engellemelere ve dışlamalara maruz kalmış olsa da akp iktidarları toplumun farklı kesimlerinden ve birbirinden çok farklı yaşam dünyalarından ama kürt sorununun çözümü diye, ama beka diye, ama darbe girişiminde bulunuldu diye neredeyse sınırsız bir destek de aldı. bu desteğe rağmen nedense iktidarlarının devamını toplumu kutuplaştırmada gördüler. her üç günde bir sahneye yeni bir çatışmalı konu sürüp, koca ülkeyi hop oturup hop kaldırarak popülist atakların peşinde sürüklenmeye zorladılar.

akp iktidarlarının bu şekilde önümüze koyduğu meselelerin hepsini değilse de son on yılımızı kaplamış birkaç büyük meseleyi hatırlayabiliriz. taksim’e topçu kışlası inşası ve bu amaçla gezi parkı’na göz dikilmesi, ayasofya’nın ibadete açılması, istanbul sözleşmesi’nin feshi, bir türlü başlanılamamış olsa da kanal istanbul projesi ve son olarak başörtüsü meselesi… memleketin bunca derdi varken hiçbiri bugün hakiki bir derde tekabül etmeyen, hakiki bir derde derman sunmayan meselelerle niye uğraşıldı?

bunları birbirimize anlatıp durmaktan yorulduk ama deprem mevzuu ile ilgili olması nedeniyle buraya istanbul sözleşmesi’ne dair bir parantez açmak istiyorum. sözleşmenin feshinin evvelinde, toplum zararlısı kimi isimler aile elden gidiyor diye, yıllarca düzenli aralıklarla feryat figan etmiş ve bu feshi kışkırtmıştı. ailenin elden gidiyor olduğu tezi, sözleşmede, sadece bir kez geçen cinsel yönelim ifadesine dayandırılıyordu ki bu ifade de esasen ayrımcılıkla ilgili bir maddeydi ve kimsenin cinsel yönelimi nedeniyle ayrımcılığa maruz bırakılamayacağını söylüyordu. şimdi an itibarıyla 40 bini de geçtiği anlaşılan deprem kayıpları karşısında sözleşmeyi hatırlatıyor olmam da bu sözüm ona “aileyi koruma” gayesiyle ilişkili. ne menem bir gayeyse, apartmanlar dolusu ailenin malını ve canını afetlerden ve başka felaketlerden korumaya yirmi bir yılda hiç yönelmemiş bile. kadınları ve çocukları aile içinde yaşanan şiddet karşısında yalnız bırakmakla kalmamış, bu konudaki kazanımlara da saldırmış. fakat yine de semalarımızda gizemli bir “aileyi korumak” teranesidir ki mütemadiyen dolanıp durmuş…

deprem sonucunda ortaya saçılan kimi bilgiden bir kez daha anladık ki aileyi korumak dedikleri şeyin içinde oğulların, kızların, ebeveynlerin ve minicik torunların hayatını korumakla ilişkili bir odaklanma hiç olmamış. “aile” enkaz altında. adıyaman’da ellili yaşlardaki bir anne ve baba, yaşları 20, 26, 27 olan birisi tıp fakültesi öğrencisi ikisi doktor üç evlatla birlikte yana yana toprağın altında. onları defneden kuzenleri gürcan duygu baysal’ın sözleri insanın kalbini paramparça ediyor: “ailemi gömdüm geldim, ellerimle yazdım o tahtalara isimlerini… çocukluklarını yaşamadılar doktor olacaklar diye…”

enkazdan sağ çıkarılanların başında var gücüyle “allahu ekber” diye bağıranları ekrana getirip duruyorlar. böylece felaketin günahını kendilerinden uzaklaştırabileceklerini sanıyorlar! hilal kaplan günler sonra enkazdan çıkan bir bebeğin tertemiz olmasından söz ediyor ve görüntüsünü paylaştığı bebeğin apaçık bitkinliğini “sanki uykusundan kaldırılmış gibi huzurlu” sözleriyle betimliyor; “allahu ekber demeyelim de ne diyelim” diye soruyor. sanırsın ki allah bu güzelim bebekleri, koca bir ülkeyi deprem karşısında kaderine terk etmiş ve yirmi bir yıldır hiçbir şey yapmamış akp iktidarlarını temize çıkarmak için günlerce korumuş. öyle tuhaf bir haleti ruhiyeyle ve kibirle paylaşıyorlar bu haberleri! hiçbir şey yapmamış demek de yanlış olur, mesela afetin vurduğu şehirlerden iskenderun’da bazı alanları riskli kabul eden 2013 tarihli bakanlar kurulu kararını, depremden tamı tamına bir yıl evvel cumhurbaşkanı bir kararıyla iptal edivermiş.

bunlar hatırlanmasın diye, yüzde 82.7’nin kendisini müslüman olarak tanımladığı bir ülkede, (haşa) “tekbir”e de çökmeye kalkışıyorlar. örneğin “aleyna ölmez” gibi, on ikinci gün enkazdan bilinci açık olarak çıkan ve organ fonksiyonları şükür ki bozulmamış olan depremzedeyle ilgili haberleri, sonuçta “imansız muhalefeti” alt edecek bir kanıt bulmuş gibi paylaşıyorlar! başımıza çalar gibi… o “betona” kesmiş yüreklerinde enkazdan sağ çıkanlar karşısında duyduğumuz büyük sevincin onda birini yaşayacak insanlık kalmış olsaydı keşke… tekbiri, müslümanlığı, bu dünyayı ve öbür dünyayı tümden temellük etmişler ya, bu “mucizelerle” parti devletini sorumluluktan sıyıracaklarını sanıyorlar. sırrı süreyya önder’in dediği gibi “bu mucize değildir, bu bizim ayıbımızdır, günahımız ve toplumsal suçumuzdur.” önder bu “mucize” söylemini çok tehlikeli bulduğunu da ekliyor. kim bilir aleyna gibi kaç genç, toprak altında günlerce yardım bekledi, korku ve acı içinde hayatını kaybetti. aleyna’nın elimize verdiği bir kanıt varsa o da bu. binlerce insan enkaz altında günlerce “sesimi duyan yok mu” diye bağırdı…

sözün özü, kimsenin tekbirle bir derdi yok. daha doğrusu tekbiri kalbinde olanla kimsenin hiçbir derdi yok. fakat yine bir arkadaşımın sorduğu gibi, bu coğrafyada kafa keserken “allahu ekber” diye bağıran ışid hafızasını, enkazdan çıkarılan dehşet içindeki insanların başında canlandırmanın gereği var mı? yine de sözüm orada tekbir getiren sıradan yurttaşa değil. onlara bunun yanlış olduğunu, aç susuz ve şok halindeki bir insanın başında böyle bağırmanın ciddi risk yaratacağını anlatmak yerine, tekbirden bile rant devşirmeye çalışanlara.

tekbir ve mucizelerle üstü örtülmek istenen skandallara her gün bir yenisi ekleniyor. linkteki haberde göreceksiniz, çok değil daha sadece üç yıl evvel, afad tarafından hazırlanan 2020 tarihli il afet risk azaltma planı’nda (irap), kahramanmaraş’taki güçlü deprem ihtimalinden başlayarak, depremin büyüklüğüne ve nasıl bir yıkım olacağına kadar tüm ayrıntılara yer verilmiş. planda 7.5 büyüklüğündeki bir deprem öngörülmüş, risk dağılım haritası bile yapılmış. deprem senaryosu oluşturulmuş. mahalleler, semtler, binalar tespit edilmiş ve oluşacak hasarlar da ayrıntılarıyla kayda geçirilmiş. alınması gereken önlemler tek tek anlatılmış. peki bölgedeki on binlerce insanı ve binlerce aileyi korumak için yirmi bir yıllık iktidar ne yapmış dersiniz? yukarıda anlattığım gibi, aynı dönemde istanbul sözleşmesi’ne ve lgbti+lara savaş açılmış, aileyi depremden değil ama bunlardan korumak için hummalı bir faaliyete başlanmış ve gelinen noktada bir deprem olmasaymış, bu bağlamda “aileyi korumak” için hazırlanan anayasa değişikliği tbmm genel kuruluna getirilmeye hazırlanıyormuş…

şimdi de bize sanki depremin büyüklüğünü tartışıyormuşuz gibi, “yüzyılın felaketi” senaryosunu benimsetmeye kalkıyorlar? ekipler kurulmuş, görseller hazırlanmış, troller sosyal medya ortamlarına salınmış, gazetelerin manşetleri saptanmış. deprem iletişim stratejisi “yüzyılın felaketi” söylemi üzerine oturtulmuş… oysa sadece türkiye bile yüzyıldan biraz fazla bir süre içinde 7’den büyük olan 20 civarında deprem yaşamış bir ülke.

ayrıca, yüzyılın felaketi deyip duranlara sormak lazım, yaşanacağı çoktan beridir bilinen bu depremin küçük olacağını kim söylemişti ki? topçu kışlası’na, ayasofya’ya, istanbul sözleşmesi’ne ve kanal istanbul’a odaklanan akla zarar enerjinin ya da yurt içi ve yurt dışında itibara vs. harcanan kamu kaynaklarının yarısı, bağıra çağıra gelen depremlere yönelmiş olsaydı, hatay, maraş ve adıyaman’ı baştan ayağa yeniden inşa etmek mümkün olabilirdi. gerçekten de riskli bölgeler ilçe ilçe, mahalle mahalle, bina bina kurtarılabilirdi… istanbul bile olası bir depremin tahayyülfersa yıkımından büyük ölçüde korunabilir(di). heyhat ki akp iktidarları itibarı burada görmedi. görmeyecek…

bir de kamu kurumlarınca yapılan deprem bağışları meselesi var. bir yurttaş yapılan bağışların toplamını hesap etmiş ki gerçekten ibretlik; türkiye tek yürek kampanyası ile kaba bir hesapla, “türkiye’de her bir yurttaş 809 tl bağış yaptı, bağış yapamadık diye üzülmeyin” diyordu. kamu kurumlarının hesaplayamadığım bağışları düşünülürse, depremde ölenler dahil her birimiz en az 1000 tl yardım yapmış olduk diye ekliyordu. öyle gerçekten, çünkü 85 milyonluk ülkede sadece merkez bankası, ziraat bankası, vakıfbank ve halkbank’ın yaptığı bağışların toplamı 69 milyar liraya ulaşmış durumda. kamu kurumlarınca yapılan her kuruş para yurttaşın cebinden çıkan bir paradır sonuçta. bu miktarlarda bağış yapmanın para basmaktan ve paramıza biraz daha değer kaybettirmekten başka yolunun olmaması bir yana, zaten vergi mükellefleri olarak da bu bağışlar bizim cebimizden çıkıyor. buyrun şu linkteki bilgilere de bir bakın. her birimiz, ölülerimiz de dahil olmak üzere, 1000 tl bağışı hangi kurumlar ve hangi kamu kaynakları üzerinden yapıyoruz, rahatlıkla görebilirsiniz.

burada devlet yok diye derdini anlatmaya çalışan yurttaşa “şerefsizler, haysiyetsizler” diyebiliyorlar. bitmeyen ve hiçbir koşulda eksilmeyen o patolojik öfkeyle… yer yerinden oynamıyor. bir kişi bile istifa etmiyor. sorumluluk denen şey o kadar unutulmuş. yüzyılın felaketi yirmi yıllık iktidara değil de bir “beton cumhuriyetinde” yaşıyormuşuz gibi üç beş müteahhide fatura ediliyor.

on binlerce insanımızın depremle ölme ihtimalinin sınır ötesinden gelecek saldırılarla ölme ihtimalinden yüz kat daha güçlü olduğu bir ülkede her fırsatta tezkere çıkarmaya, her fırsatta sınır ötesi operasyon düzenlemeye gösterdikleri fetihçi hevesin milyonda birini bile yurttaşları diri diri enkaza gömmemek için önlem almaya göstermediler. çünkü sessiz sedasız yürüyecek bina güçlendirme çalışmalarında ya da sığınma ve toplanma alanları inşasında, avrupa’yı kıskançlıktan çatlatmak, tabanı konsolide etmek veya kendi bekalarını sürdürmek noktasında bir fayda telakki etmediler. hepsi bu…

bir “halka,” bir hırka çıktıkları yolda, kendileri, çocukları, çocuklarının arkadaşları, akrabaları, akrabalarının yakınları akla da ömre de sığmayan bir zenginleşme yaşadı… dört dörtlük bir saadet zinciri. gerisi enkaz…

allahu ekber demesinler de ne desinler?


yazının alıntılandığı kaynak
devamını gör...

almanca öğrenmek isteyenlere tavsiyeler

artikellerin önemi sürekli karşınıza çıkmaya devam eder.
genitiv, yani, tamlayan durumunda tamlama yaparken 'der' ve 'das'ın hem artikelleri değişiyor ('des'e dönüşüyorlar.) hem de sonuna '-s' alıyorlar. tekil ve çoğul 'die'lerin artikelleri de 'der' oluyor.
örnek:
das ist das spielzeug meines sohnes.-->bu oğlumun oyuncağıdır.

burada dikkat edilmesi gereken iki nokta var:
1. onlardaki tamlamalar türkçedekinin tam tersi; yani tamlayan sonda, tamlanan başta.
2. yukarıda anlattığım kuraldan, yani, 'die'lerin 'der' olması, 'der'lerin ve 'das'ların 'des' olması kuralından yalnızca tamlayan etkileniyor, tamlanan değişmiyor ya da cümlenin akkusativ ya da dativ olmasına göre zaten olması gereken değişikliği oluyor.

*yukarıya aldığım örnek cümlede -das ist das spielzeug meines sohnes.- ve genel olarak şimdiye kadar karşılaştığım cümlelerde, almancanın kendi içinde bana garip gelen bir ses uyumu/uyumsuzluğu olduğunu fark ettim.
**türkçe gerçekten diğer dillerden çok farklı ve inatçı bir dil. mesela yüklem -özellikle fiil soylu yüklemlerden söz ediyorum.- cümledeki en önemli öge olduğu için diğer dillerde hemen özneden sonra gelmesine rağmen türkçede en sondadır. aynı şekilde tamlamalarda en önemli olan tamlanandır, zaten tamlama onun için vardır ama yine türkçe tamlamada önemli olan öge, yani tamlanan sonda, tamlayansa baştadır.-->oğlumun oyuncağı--> oğlumun; tamlayan-oyuncağı; tamlanan.......gibi.
***bu açıklamalar çalışılan dersin tekrarı olma görevini de üstleniyor. bir tür ders notu gibi. aynı zamanda almancayı öğrendikçe türkçe ile farklarını düşündüğüm/karşılaştırdığım bir alan/yer burası.
devamını gör...

hata yapmayı kazanım olarak görmek

valla bu da yaptığınız hataya bağlı. bazı hatalar hayat bitirir, ev göçtürür. ve eğer siz hala hayattaysanız, o hata bir ömür yakanızdan/vicdanınızdan/geçmiş ve geleceğinizden düşmez/gitmez.
o nedenle böyle aptal avuntulara kanmamak lazım. mümkünse daha çok dikkat, daha çok özen.. hem de hayatınızın her sayfasında.*
buradan
devamını gör...

orijinalinden daha iyi olan coverlar

sertap erener- one more cup of coffee

bence. ben böylesini seviyorum. çok mu arabeskim ne.*
şuraya orijinalini de koyayım da.
devamını gör...

tazelemek

türkçede gerçek ve mecaz anlamda pek çok kullanımı olan eylem.

taze sözcüğü; 'yeni, diri, canlı' anlamlarına gelen farsça kökenli bir sözcük olmasına rağmen, sonuna aldığı yapım ekiyle tamamen türkçeleşmiştir.

1- ilk anlamı; eski olanı yenisiyle değiştirmek:
"kediler için küçük bir kapta her zaman temiz içme suyu bulundurmak ve suyu da sık sık tazelemek gerekir.

2- bayatlamış olduğu düşünülen bazı yiyecekleri kaynatarak yeniden taze hale getirmek:
"iyice şekerlenen erik reçelini kaynatıp tazeledim, yeni yapılmış gibi oldu."

3- yapılan bir işi tekrar yapmak, tekrarlamak:
-"biten kahvemi tazeledim, yanına da iki-üç tane çifte kavrulmuş şam fıstıklı lokum, oh!
-"hemşire, kolumdaki pansumanı tazeleyerek, yenisini koydu."

4- bozulmuş ya da hükmü kalmamış bir şeyi yeniden yapmak, yenilemek:
-"dayımla karısı boşanmışlardı ya, yeniden evleniyorlar, nikah tazeleyeceklermiş."
-"osurunca evet ama geğirince abdest tazelemeye gerek yokmuş." *

5- unutulmuş bir konu, duygu ya da düşünceyi yeniden canlandırmak anlamında kullanılırsa 'mecaz' anlamda kullanılmış oluyor:
-"nereden açtın bu konuyu, geçmiş yaralarımı yeniden tazeledin."
-"duydun mu, bizimkiler aşklarını tazelemek için karayiplere yeniden balayına çıkacaklarmış."
-"ben onun hafızasını tazelemeyi bilirim, çok oldu artık o."
-"lütfen bu bahsi tazelemeyelim, zira yukarıda ders çalışmam lazım."*
-"her önemli şey gibi dostlukların da arada tazelenmesi gerekir."
devamını gör...

kar kış kıyamet

işte bu nitelemeyi bire bir niteleyen bir şubat günü.
yarın okullar açılacak.
doğu bu doğa olaylarına her daim alışkın ama burası?
yollar kapanır mı acaba?
yarın okulları tatil ederler mi? (şu saat itibariyle henüz haber yok.)
gönlüm bir yandan bu kara çok ihtiyacımız olduğunu söylüyor, öte yandan da, karda -özellikle buzda- hiç yürüyemeyen biri olarak beni kara kara düşündürüyor.
aha! al bir düşünme konusu daha! atalarımız kar sözcüğüne neden kar demişler acaba? kara yani siyah ile bir ilintisi var mı? aynı şekilde az önce kara yazıp da yanlış anlaşılmayı önlemek için siyah diye ilave ettiğim kara değil de yeryüzü, toprak anlamındaki kara sözcüğü ile kar arasındaki ilişki ne?
devamını gör...

kallavi

aynı zamanda 'süslü' kahvaltı verenlerin menüsünde bir kahvaltı seçeneği olarak yer alandır: (bkz: kallavi kahvaltı)
devamını gör...

yazarların şu an akıllarından geçenler

şu an 16 temmuz 2022 tarihli bir yazıya tekrar bakıyorum.
haberi duyduğumdan beri aklımda.
ve hala olan bitene inanamıyorum. bakın, her şeyi iyi niyetli düşünsek bile burada dururuz.* adamlar bu gemiyi izmir aliağa'da söktüreceklerdi ya! gerçekten! ciddi ciddi! sahiplerinin reddettiği, en sonunda atlas okyanusu'nun bir yerinde batırdıkları bu ölümcül gemiyi!
akıl, izan, insanlık, inançlar, değerler, etik, ahlak......

halkın zeka ve algılama düzeyinin çok düşük olduğunu biliyorum. bir şekilde sözlüklerde karşılaştığım için maruz kaldığım ve öğrendiğim müge anlı'daki o küçük anadolu kasabalarında geçen neredeyse tamamı cinsellik içeren kayıplar ve cinayetler.....
dert bu! bu sözlük de dahil -ki bu çok normal, çünkü burası yaş ortalaması epey düşük ve cinsel doyuma henüz ulaşamamış ergen cenneti- her yer, dinsel yasaklamaları yine dini referanslarla işine geldiği gibi düzelten/düzenleyen cinsel açlığın afrikası! kafa en çok belden aşağı çalışıyor.

ve ben, bugün bu saatte durmuş, işin türkiye ayağını bir kenara koymuş, atlas okyanusu'nda batırılan bu geminin, uzun vadede, çevreye, zavallı dünyamıza ve lanet olasıca insanlığa vereceği zararları düşünüyorum.
devamını gör...

almanca öğrenmek isteyenlere tavsiyeler

'brandon sanderson'ı ingilizce okuyup anlayacak kadar bir ingilizcem var. şimdi de almanca öğrenmeye başladım. almanca ingilizcenin atası (ve felemenkçenin, dancanın, izlandacanın vs.) bir dil olarak ne yazık ki, ne yazık ki, ingilizceden çok daha zor ve öğrenilmesi de iki kat, üç kat daha fazla çaba istiyor.

hep anlatılır, dünyada en yaygın konuşulan üç dil arasında en zoru hangisidir yarışmasında; ingilizce ikizkenar üçgen gibidir, kolay başlar, gittikçe zorlaşır, fransızca ters ikizkenar üçgendir, zor başlar, gittikçe kolaylaşır, almanca ise karedir, zor başlar, sonuna kadar hep zordur, diye. (çinceyle ya da rusçayla kıyaslamıyoruz elbet, bana göre onlar almancadan da zor diller.)

almancanın zor olmasının ya da bir türk'e zor gelmesinin en önemli nedeni, 'die, der, das' 'artikelleri'. isimler her dilde çok önemli, tamam. almancada ise yalnızca ismi ezberlemiyorsunuz, o ismin 'artikel'ini de ezberliyorsunuz. yoksa doğru dürüst cümle kuramazsınız, çünkü cümledeki neredeyse bütün düzen o ismin' artikel'iyle şekilleniyor.

işte almancayı öğrenilmesi en zor yapan şeylerden biri bu. (bu arada arapçaya da bir selam çakalım, arapçada da dişi, erkek, çocuk, dişi çoğul, erkek çoğul, dişi çocuk çoğul, erkek çocuk çoğul.... gibi her türlü kafa karıştıran kural mevcut. -unutmadan- arapçanın kardeşi ibranice de öyle.)

ezberleme gücü yani hafıza, bir dili öğrenirken en önemli 'araç'. benim gibi hafızası zayıf biri iseniz işiniz bir yabancı dil öğrenmeye çalışan normal zekalı birinden iki kat zor. az önce baktığınız bir kuralı, bir an sonra unuttuğunuz için sürekli geri dönüşler yapıyorsunuz ve bu da çok büyük zaman ve emek kaybı.

bütün bu zorluklarına rağmen yeni bir dil öğrenme çabası, dünyadaki en zevkli işlerden biri. (zaten keyif almasanız, böyle belalı bir işe, mecbur olmadıktan, mecbur bırakılmadıktan sonra neden bulaşasınız ki.)

rutin çalışma ve toplumsal ilişkileri sürdürme zamanının ötesinde kendinize ayırdığınız zamanda, nasıl oyun oynuyorsanız, film izliyorsanız, müzik dinliyor, dans ediyorsanız.... dil öğrenmeyi de kendiniz için aynı keyifle yapıyorsunuz.

ek: henüz başlarında olduğum bir konu bu almanca öğrenme konusu. benimle aynı aşamalardan geçecek başka arkadaşlar için burada (ilerleyen zaman içinde) eklemeler yapacağım, kaynaklar önereceğim.
devamını gör...

muzır

(bkz: muzır neşriyat)
devamını gör...

simon's cat

videolarını izlemelere doyamadığımız youtube şeysi.
bizimkinin de hoşuna gidiyor. sanırım kendiyle bağlantı kurabiliyor. ne zaman başlasa, bizimki kulakları dikiyor. artık hoşuna giden müzik ve sesler mi yoksa videolar başladığında ona gösterdiğimiz özel ilgi, alaka mı bilemiyorum.

1971, ingiltere doğumlu simon tofield adlı bir animatör tarafından 2008'de yaratılan ve o günden günümüze kadar devam eden birbirinden güzel videolar. adından da anlaşılacağı gibi simon'un kedisi bu animasyonların başkahramanı. her daim aç, meraklı ve muzır.

hepimizin bildiği üzre kediler gerçekten ilginç varlıklar. günün belirli bir saatinde, kedilerinin anormal enerji patlaması yaşadıklarına, sanırım bütün kedi sahipleri şahittir. (bizimkisi her gece yarısı delirir mesela, ne oluyorsa, o saatler onun azma saatleri. tam yatılacak, bu çıldırıyor.)
neyse lafı fazla dolandırmadan sizi, bizim ve kedimizin en favori simon's cat videosuyla başbaşa bırakayım.



iki güzellik daha yapayım, burada bulunsun.



en çok buna güldüm.

devamını gör...

seninki de dert mi

üç belalı yazım kuralını da doğru 'uyguladığı' için başlık açanı tebrik ettiğim 'hüde'.*
devamını gör...

the abyss

(bkz: sphere)-->küre
devamını gör...

sürekli kaybedilen şeyler

çakmağım. sigara içenler bilir. sigaracılar sürekli başkalarının çakmaklarını yürütmeleriyle tanınırlar. kimin çakmağı kimde belli olmaz yani.
devamını gör...

kombisiz ısınma yöntemleri

tek bir odada oturmak. oda salon boyutlarında olmamalı. kumtel'in fanlı küçük ısıtıcıları var. kışın ısıtıyor, yazın soğutuyor. yazdığım küçük boyutlu odalarda çok işe yarıyor. mutfakta çalışırken ocak ya da fırın hep yanıyor zaten. tuvalete giderken de bi zahmet yün ceketle gidiniz, işte bu kadar basit.
devamını gör...

ben merkezli hikaye

öykü türünde öykünün oluşturulması iki ana teknikle olur. bunlardan biri olay örgülü hikaye/klasik hikaye/maupassant tarzı hikaye'dir. diğeri; durum/kesit hikayesi/çehov tarzı hikaye'dir.
durum/kesit hikayesi'nin merkezinde olay örgüsünden ziyade, hayatın bir kesitinin içinde insanlık durumları anlatılır.
(bunların her birini sırasıyla yazacağım.)

bizim konu başlığımıza gelince, ben merkezli hikayelerin çıkış noktası yine durum/kesit hikayeleridir. ama burada, kahramanın kendi ruh hali ve hayal dünyası çok daha önemlidir. yine batı çıkışlıdır. edebiyatta ilk örnekleri franz kafka ile görülür.

ben merkezli hikaye ben (/baş kahraman/birinci tekil kişi) bakış açısıyla yazılırlar.
hikaye kahramanı dış dünyayı içinde bulunduğu ruh haline göre algılar ve anlatır. hikaye kahramanı -genellikle- düş dünyasının içinde, kendi bunalımları, kaçışları, sanrılarıyla boğuşur/mücadele eder.


"ben merkezli hikayeler köyden kente göç olgusunun kanıksanmaya başladığı kentli ve köylü özelliklerinin çarpışmasından kaynaklanan 1970'li yıllardan sonra modern öykücülük adı altında yeniden boy göstermeye başlamıştı. şehirlerde yaşayan insanların kendilerine ve topluma yabancılaşmasının sonucu olarak, 1980'li yıllardan sonra yoğunlaşan bu hikayecilik tipi, yapısal olarak durum/kesit hikayeciliğinin devamı şeklinde belirginleşiyordu. fakat bu tarz hikayelerde, durum/kesit hikayeciliğinden farklı olarak; düşsel ögeler, düşsel sanrılar ve yanılsamalar, gerçeklikten koparak bunalımlar etrafında örgüleşen algılamalara yöneliş, durum hikayeciliğinden farklı bir yönelişi de ortaya koyuyordu. olay dediğimiz 'şeyler', olayların anlatıcısı “ben" olan bunalımlı kişilerin ruh hallerine yansıyan şekliyle ifade edilince, 'hikaye anlatımı', durum hikayeciliğinden farklı bir yöne kayıyordu."


bu hikaye türünün kaynağı olarak, 20 yy.la birlikte ortaya çıkan, sürrealizm, fütürizm, dadaizm ve egzistansiyalizm gibi sanat akımları gösterilebilir.

türk edebiyatı'nda, bu türün en iyi örneklerini; haldun taner, ferit edgü, erdal öz, oğuz atay, bilge karasu, nezihe meriç, tezer özlü, demir özlü......gibi isimler vermiştir.
devamını gör...

demir özlü

ölümüyle ilgili bir haber olmadığına göre türk edebiyatı'nın yaşayan yazarlarından biri. 1935 doğumlu. nedense kızkardeşi tezer özlü'nün ışığı altında soluk kalmış bir yazar. bizde öyledir ya, erken ölümler hep bir sempati katar yazarlara. hele de çok sevilen bir eseri varsa.
oysa -bana göre- tezer özlü'nün en iyi kitabı, 'çocukluğun soğuk geceleri' romanıdır. daha sonraki eserlerinde kendini tekrarlar.

demir özlü'ye gelince, 'varoluşçu' bir bakış açısıyla yazdığı hikaye ve romanlarında, kendisi gibi insanları anlatır. onu bir tür, 'mümtaz' (-->huzur) kabul edebilirsiniz. roman ve öykülerinde siyasi çıkarımlar yaptığını, siyasi bir dil kullandığını pek göremezsiniz.
'ben merkezli anlatım'ın iyi örnekleri arasındadır demir özlü'nün yazdıkları.

hayat hikayesine de kısaca değinirsek, çocukluğu ödemiş'te geçiyor. kabataş lisesi'ni ve i.ü. hukuk fakültesi'ni bitiriyor. sorbonne'da felsefe okuyor. siyasi görüşü pek çok kez başının belaya girmesine neden oluyor. o da stockholm'e yerleşiyor. bir ara vatandaşlıktan çıkarılsa da 89'da türkiye'ye dönüyor. şimdilerde nerededir bilmiyorum ama bu tarihten sonra bu iki ülke arasında geçiyor yaşamı.

türkiye'ye dönüşünden sonra, onunla yapılmış bir ' röportaj'ı da iliştireyim şuraya, belki okumak isteyen olabilir.
(404 not found)
ekleme:
bu eski bir yazıydı. adam 2021'de isveç-stokholm'de ölmüş. keşke röportajı bir yerlere kaydetseydim. şimdi neler söylediğini ben de merak ettim.
bu adamlar şanssız gibi görünseler de aslında şanslı adamlar. nedim gürsel de öyle. gerçi nedim gürsel bu yaşama iştahıyla hepimize kazık çaktırır.*

ekleme2:
ölmeden önce onunla yapılan röportajlardan birini buldum. umarım bu da zaman içinde kayıplara karışmaz.
buradan

ekleme3:
ölümünden sonra onunla ilgili iyi bir sayfa hazırlamışlar. onu da buraya koyayım, okumak isteyen olabilir diyerek.
buradan
devamını gör...

normal sözlük

iki şey:
1. yazı yazarken ortaya çıkan çok fazla 'bug' var. örneğin parantez içinde bkz ve gbkz verilemiyor. ya da genel anlamda bkz ve gbkz sorunu yaşanıyor diyebiliriz.
2. taslaklar çok ucube bir yerde. oraya ulaşıncaya kadar sabır çatlıyor. bir el atsanız diyorum.
devamını gör...

natalie wood

yaşasaydı şimdi 84 yaşında olacak olan bir dönem hollywood'unun en popüler film yıldızlarından biri. gerçekten trajik bir hayatı var. biyografisi yazılmış gerçi ama yalnızca gerçeklerin anlatılacağı bir hayat hikayesi de roman tadında olurdu.
-belki de- hayatını etkilediği insanlar halen hayatta oldukları için hayat hikayesi henüz filme çekilmedi. (2004 yapımı, iki bölümlük, the mystery of natalie wood adlı biyografik mini diziyi saymıyorum.)

asıl adı, natalia nikolaevna zakharenko. adından da anlaşılacağı gibi rus asıllı bir aileden geliyor. babası alkolik. annesi hayatında çok etkili. sinemaya 4 yaşında annesinin ona bir filmde rol bulmasıyla başlıyor. anne, bundan sonraki yıllarında da hayatını yönetmeye devam ediyor. 16 yaşındayken tecavüze uğruyor. annesi ünlü bir aktör olan tecavüzcünün adını (scott marlowe) ve tecavüzü örtbas ettiriyor.

kariyerinde, rebel without a cause -asi gençlik-1955 (bu filmde efsanevi aktör james dean'le oynuyor.), west side story-batı yakasının hikayesi-1961, inside daisy clover (papatya yoncası)-1965, this property is condemned (lanetli kadın)-1966 (bu son iki filmde robert redford'la oynuyor.) gibi önemli filmlerde oynayan natalie wood, hollywood'da döneminin en ünlü erkek oyuncularıyla da aşk yaşıyor. frank sinatra,elvis presley, james dean, warren beatty, dennis hopper ve steve mcqueen bunlardan bazıları.

benim james dean'e de benzettiğim kocası robert wagner'la iki kez evleniyor. ve ölümü de aslında kocasının elinden oluyor. bu kesin olarak ispatlanamasa da, robert wagner, bu ölümle ilgili olarak herhangi bir ceza almasa da, ölümüyle ilgili olarak ikinci kez açılan davada deliller bu yönde.

1981'de, natalie, robert ve arkadaşları christopher walken birlikte yatla denize açılıyorlar. içiyorlar, söylentilere göre, natalie kocasının önünde christopher walken'le flört ediyor. kocası sonradan değiştirdiği ifadesinde natalie'yle tartıştıklarını kabul ediyor.

ilginç olan natalie'nin yüzme bilmemesi ve su fobisinin olması. ölümü en korktuğu 'şey'den geliyor. bana hep hüznü hatırlatan kadınlardandır. belki de bu nedenle this property is condemned filminden o kadar etkilenmiştim.

(bu arada, ona ait iyi bir fotoğraf ararken, hbo'nun natalie wood'la ilgili bir belgesel yaptığını da öğrendim ama pandemi nedeniyle yayınlanıp yayınlanmadığını bilmiyorum. aşağıda hem bu haber, hem de ona ait bir yığın bilgi ve fotoğraf var.)
buradan
devamını gör...

this property is condemned

@volumina ukdesidir.

'sydney pollack'ın yönettiği, natalie wood, robert redford, charles bronson, kate reid, mary badham'ın oynadıkları, 1966 yapımı amerikan filmi. türkiye'de lanetli kadın adıyla gösterilmiş.

film, tennessee williams'ın bir oyunundan, francis ford coppola, fred coe ve edith sommer tarafından senaryolaştırılmış.

okuduğunuz gibi dev isimlerin bir araya geldikleri bir film.
filmdeki performansı, natalie wood'a, golden globe'da, en iyi kadın oyuncu adaylığı getirmiş.


-- spoiler --

filmde, 1930'lu yıllarda, bir tren yolu üzerinde, küçük bir mississippi kasabasında annesi ve küçük kızkardeşiyle biirlikte yaşayan alva starr'ın (natalie wood), kasabaya gelen bir yabancıyla (robert redford; demiryolu temsilcisini oynuyor.) yaşadığı ilişkisinden yola çıkılarak, bu bunaltıcı, küçük kasabadan kurtulma çabaları, hem yaşadığı yerden kurtulamama hem de ilişkisindeki başarısızlığı son derece hüzünlü bir şekilde anlatılır.

film, küçük bir kızın, willie starr'ın (mary badham), 1930'ların mississippi, dodson'unun terk edilmiş demiryollarında tanıştığı tom'a, ölmüş kız kardeşi alva'nın hikayesini anlattığı bir çerçeve hikayesidir. izleyici bu hikayeyi flashback olarak izler.

-- spoiler --


not: bu filmi ne zaman izlediğimi net olarak hatırlamıyorum. (sanırım annemle birlikte izlediklerimden. çünkü eski film sevgisi bana ondan geçme, hatta onun sinema ansiklopedisini okuyup hatmetmişliğim var.) yalnızca bir kez izledim ve unutmadım. film bittiğinde yüreğime çöken ağırlığı ise hep hatırladım. fırsat bulursam yakın bir zamanda yeniden izlemek istiyorum, bakalım yine aynı etkiyi yapacak mı? bazen sırf bu nedenle çok sevdiğimiz şeyleri yeniden görmeyi istemeyiz, onların bizde bıraktığı anıyı bozmamak için. (bkz. aylak adam'ı ikinci kez okumanın verdiği hayalkırıklığı....) yine de bunu göze alacağım. yeniden izlediğimde de buraya tekrar yazacağım.
devamını gör...
devamı...

normal sözlük'ü kullanarak 3. parti dahil tarayıcı çerezlerinin kullanımına izin vermektesiniz. Daha detaylı bilgi için çerez ve gizlilik politikamıza bakabilirsiniz.

online yazar listesini görmek için lütfen giriş yapın.
zaman tüneli köftehor rehberi portakal normal radyo kütüphane kulüpler renk modu online yazarlar puan tablosu yönetim kadrosu istatistikler iletişim