#ödüllü filmler
drama / macera
8 / 10
puan ver

öne çıkanlar | diğer yorumlar

sean penn'in yönetmenliğini üstlendiği 2007 yapımı film. yükümlülüklerle dolu dünyada özgür olmaya çalışan bir gencin mücadelesi konu ediliyor filmde. zaten yaşanmış bir olay büyük bir başarıyla işleniyor.

--- alıntı ---

don’t hesitate or allow yourself to make excuses. just get out and do it. just get out and do it. you will be very, very glad that you did.

--- alıntı ---
devamını gör...
yıllar önce bir arkadaş önerisiyle izlemeye niyetlenip nedense yarım bıraktığım film.
filmi taze bitirdim geldim, o sebeple düşüncelerim hala biraz dağınık, toparlayabildiğim kadarıyla yazacağım. buradan sonrası spoiler içerebilir.
--! spoiler !--

filmde en çok dikkatimi çeken şey alex(chris)in kimseyle doğru düzgün vedalaşmaması oldu. bir tek sevdiceği tracy ile sarılıyor vedalaşırken. genellikle habersiz gelip habersiz gitmeyi tercih ediyor, kimsenin hayatının bir parçası olmak istemiyor sanki. kimseyi de hayatına o denli dahil etmiyor. bağlanmak istemiyor belki de. fakat tam tersi, bu yolculukta kiminle tanışsa ya onu kendi çocuklarının yerine koyuyorlar, ya da evlatlık almak istiyorlar.

düşündüm de, hayatımıza giren herkes için geçerli belki de bu. bir gün hayatımızdan çıkacaklarını, er ya da geç, bildiğimiz halde hep bizimle kalsınlar istiyoruz. geleceğe dair kocaman kocaman hayaller kuruyoruz. kaybettiklerimizin yerini doldurmaya çalışıyoruz bir şekilde. ama işte hayat, kimse olduğu yerde kalamıyor.

alex'e gelince, mutluluğu her zaman kendinde, ve doğada aramayı tercih ediyor. insanlardan hiç bir beklentisi kalmamış.
filmin başında ailesi ile tartışan alex'in film boyunca ne kadar uyumlu, herkes ile sohbet edebilen ve insanlara kolayca kendini sevdirebilen biri olduğunu görüyoruz. oysa ailesi ona hiç öyle davranmamıştı. yani bu bakımdan çekip gitmek konusunda haklı buldum alex'i. ama keşke sonu böyle bitmeseydi de dedim.

"happiness is only real when it's shared"
sözüyle de anlıyoruz, aslında alex de aradığını tam anlamıyla bulamıyor.

--! spoiler !--

ayrıca film müziklerinin çoğunluğu eddie vedder'a ait olan film.
kapanıştaki müzik için tık
devamını gör...
bir tane ergenin "ben özgürüm tek başıma da hayatta kalabilirim" diyerek doğada hayatta kalma arayışını anlatan saçma sapan bir film.

--! spoiler !--

bu bizim özgürlük arayışındaki ergen tası tarağı toplayıp gidecekken "tasa tarağa ne gerek var ben onlar olmadan da yaşarım" diyor ve bi sırt çantasıyla hiçliğin ortasına gidiyor. tabi gitmeden et nasıl tütsülenir de saklanır, su nasıl içilir, hangi bitki yenirse öldürür falan araştırma yapıyor. neyse gidiyor bu bi yere terk edilmiş bi minibüs hemen oraya çörekleniyor. be vitaminsiz hani kendi kendine yeterdin, hani istemiyordun hiçbirşeyi inip yapsana kendine bir yer. hepsini geçtim medeniyetten almış bıçak getirmiş tüfek getirmiş neymiş avcılık yapacak, ateş yakıp yiyecek. hani nerede senin maceracı ruhun, nerede arınmışlığın? herşeyi insan elinden çıkma aletlerle insanlıktan uzakta tek başına yapmak mı arınmak, özüne dönmek oluyor şimdi.

zaten bu aklı bir karış havadaki eleman hangi ansiklopediden edindiyse bilgilerini gittiği yerde kar yağınca hiç bir hayvan olmayacağını, suların yükselip geri gitmesine imkan vermeyeceğini falan okumamış olacak ki pişman olup geri dönmeye kalktığında dönemiyor. açlıktan ölmemek için gidip bi tane ot yiyor sonra da zehirlenip bağıra bağıra geberiyor.

bir insanın bu kadar aptal olmasını hesapsız kitapsız canını hiçe saymasını da bazı kendini bilmez kişiler övünülecek birşey sanıyorlar. finalde bağıra bağıra ölüyorsun acılar içinde yolun sonu belli işte. bunu tecrübe etmeye isteklisiniz ama bir kavga gördüğünüzde bana birşey olmasın diye başınızı çevirirsiniz. kusacam artık bu ikiyüzlülüğünüzden.

--! spoiler !--
devamını gör...
yaşanan olay başta kitap haline getirilmiş, sonrasında film kitaptan uyarlanmıştır.

kahramanımız 21. yy toplumundan tiksinti duyduğundan aldığı 10 bin doları aşkın bursu bağışlayıp kimliğini ve cebindeki paraları yakıp amerika'da bir gezintiye çıkar. felsefesi sadece hippilik üzerine değildir medeniyetten izole hayatı tecrübe edip geri dönmek üzere yola çıkar.

çok ders çıkartılması gereken bir insandır.

film yol filmi olduğundan tren yolculuğunda vs. izlenirse daha bir keyifli olabiliyor.

kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel
devamını gör...
bir nevi kapitalizm eleştirisi olan film hayatta parasız da yaşanabilir mi düşüncesini işler. yaşanabileceğini görürüz bir süre. sonra çocuk asgari ihtiyaçlarını giderebilmek için iş bulur çalışır. demek ki bir noktadan sonra parasız yaşanmıyor. yediğimiz her lokmanın bir değeri var malesef.
devamını gör...
2010 dram/hayatta kalma filmi. yine daha önce izlemeyip pişman olduğum bir film. christopher yeni insanlarla tanıştıkça kurduğu bağlar mükemmeldi. hepsinin içinde sevgi, saygı ve özgürlük vardı. ön yargı yoktu.


bana aşk, para, inanç, şöhret, adalet yerine; gerçeği verin.
devamını gör...
yaşanan her anı birisiyle patlaştıkça güzel gibi bir anlatıma kavuşuyor film.

huzurlu ve özgürlüğü kucaklayan bir ölümün kapısındayken yada ana karakter öyle sanarak sığındığı ve günden güne hapsolduğu minibüsünde(bir yere sığınma ikilemi) günlerini devirirken, o klişe son an tandansları beliriyor ekranda.

özgürlüğe dem vurup yaşamı basite indirgemek için en başından beri doğayı tez olarak önümüze spişirip pişirip koyan yönetmen, birden doğa gibi belirleyici bir unsuru terk edip başrole o iş öyle değil aslanım hayat muhasebeni yaparken gözyaşı dök bakalım biraz demiştir.

güçlü katalizör etken doğa iken birden ailesel pişmanlıklara indirgenmiş zayıflatılmış bir başrol hiç olmamış. sonunda da yattığı yerden klişe göz ekranında yaşadığı ailesel pişmanlıklarla zırlayarak ölmüştür.

çok traş film. yazsam sonu gelmez. müzikleri al gerisinin koy bi tarafına. bıktım entellerin kült film baba yhaa aymazlığından.
devamını gör...
filmin neden beğenilmediğini anlamıyorum. arkadaşlar, film size bir fikri dikte etmiyor. zaten bu olay, maceraperest ve ailesinden kaçan bir berduşun hikayesi. gerçek ve yaşanmış olanından. film bunu çok güzel anlatmış bence. zaten cristopher'ın fikirleri de film boyunca değişmeye devam ediyor. "parasız yaşam mümkün, sokayım medeniyetine" diye çıkıyor yola ama bir şeyler yapmak için hep çalışmak zorunda kalıyor. medeniyetten gerçekten uzaklaştığı ilk olayda da sağ çıkamıyor, ölüyor işte. alaska'da tek başına hayvan avlayarak, bitki toplayarak geçirdiği zamanda sürekli kilo veriyor, bir ara zehirleniyor falan. sonunda da açlıktan ölüyor. çünkü insan tek başına yaşayamaz. o da bunun farkına geç de olsa varmış ki "mutluluk yalnızca paylaşıldığı zaman gerçektir" diye yazmış.
devamını gör...
christopher mccandless... bazı insanlar onu ilham kaynağı, medeniyete karşı savaşan bir kahraman, özgürlük simgesi olarak görse de bazıları da alaska topraklarına hazırlıksız girmeye cüret eden, saf ve bencil bir genç olarak görüyor... ben filmini izlerken chris hakkında ne düşüneceğime tam olarak karar veremesem de kitabı okurken birçok şeyi anlama ve yazar sayesinde fazlasıyla empati kurabilme şansım oldu... filmi ayrı kitabı ayrı keyifliydi...
devamını gör...
2007'de yayınlanan, sean penn'in yazıp yönettiği biografik film. film, gazeteci jon kraukauer'in cristopher mccandless'ın hayatı üzerine yaptığı araştırmaları kapsayan, 1996'da yayımlanan into the wild kitabının beyaz perdeye uyarlamasıdır.

into the wild'ı ilk kez, ciddi anlamda başımı alıp gitmeyi düşündüğüm bir vakit seyretmiştim. lise 3'teydim. bütün hayatımda geçirdiğim en zor dönemdi belki de. küçüklüğümden beri dağcılık başta olmak üzere doğa sporlarıyla ilgilenen biriydim. biliyorum, başımı alıp gitsem, gerçekten gidebilirdim. kendimi şehirde, sosyetenin, toplumun içinde kaybolmuş hissediyordum. nereye gitsem, ne yapsam bir ait olduğum yeri bulamama hissi vardı içimde. hayatımda ilk kez, okulda kötü notlar alıyordum. arkadaşlarımın hepsinden giderek uzaklaşıyordum. bir liseliye göre inanılmaz derecede yalnızdım. artık hayat dayanılmaz bir hale gelmişti. doğanın, yabanın içinde tek başıma olduğum her an cennet gibi geliyordu. öte yandan, şehirde, insanların içinde geçirdiğim her an işkence gibi geliyordu.

işte hayatımın böyle bir döneminde ilk kez izledim into the wild'ı. cristopher mccandless'dan çok kendimi özdeşleştirdiğim bir karakter olmamıştır muhtemelen hayatımda. nereye gitsem bir ait olamama, kimle beraber olsam bir bağlanamama hissi içerisindeydim. nasıl anlatılır bu duygu bilmiyorum ama film açıklıyor aslında bu duyguyu: insanlarla geçirdiğim vakitten zevk alıyordum lakin kimse benim hayatıma yerleşemiyordu. insanlar, benim hayat yolculuğumda mola verdiğim yerlerdeki hancılar gibiydi adeta. hayatımdaki bütün insanları öyle ya da böyle bırakıp gidiyordum.

filmi seyrettikten sonra, internette insanların film üzerine ne dediklerine baktığımı hatırlıyorum. ekşide bir sürü insan, mccandless'la ergen, salak, bilmem ne diye dalga geçiyordu. o vakit çok önemli bir şey anladım. bakınız film, lord byron'ın şu şiiri ile başlar:
"there is a pleasure in the pathless woods,
there is a rapture on the lonely shore,
there is society, where none intrudes,
by the deep sea, and music in its roar:
ı love not man the less, but nature more"
her insan, kendini anlaşılmaz, yalnız hissedebilir bazen. lakin bazı insanların hayatı anlaşılmamakla geçer, ne yaparlarsa yapsınlar kendilerini yalnız hissederler. kimseye bağlanamazlar, hiçbir yuvaları yoktur. lakin doğada, insanların yalnızlık olarak gördüğü yabanda kendilerini bulurlar. hakikati bulurlar. yaban belki de beni kimsenin dinlemediği kadar dinlemiştir, kimsenin sevmediği kadar sevmiştir. hiçbir zaman olmadığı kadar tam ve bütün hissetmişimdir.

peki bunlara rağmen neden ben buradayım? neden halen başımı alıp gitmedim mccandless gibi? birincisi, mccandless'ın geçirdiği devrimi geçirmeye cürretim yoktu: mccandless'in, bir bakıma, macerasının nedeni ailesinin/toplumun ondan beklentilerine karşı çıkması ve kişisel bir devrim geçirmesiydi. ikincisi, into the wild bana bir şey farkettirdi: "happiness is only real when shared" (mutluluk sadece paylaşıldığında gerçektir). chris'in yolculuğunun amacı aslında kendini bulmak ve chris'in, bütün macerasından yaptığı çıkarım bu cümleyle özetleniyor. chris gibi toplumda kendine yer bulamayan biri olsam da, doğada gerçek anlamda kendimi bulsam da; hayatımın en güzel anları, en mutlu anları başkaları ile paylaştığım anlar. sean penn de film boyunca bunu göstermekte aslında: chris, doğada ne kadar huzur içinde olsa da, insanlarla geçirdiği anlarda bir tık daha mutlu. ben de belki insanlara bağlanmakta zorluk çekebilirim, belki kendimi insanların arasında kaybolmuş ve yalnız hissedebilirim ama dönüp baktığımda insanlarla, şu an çoktan unutup gittiğim insanlarla bile geçirdiğim anların ne kadar değerli olduğunu fark ediyorum.
devamını gör...
bir yerlerden fırlamadığı film bulamayacağınız sean penn'in yönetmencilik oynarken parayı basarak eli yüzü düzgün bir şeyler ortaya çıkarttığı; romantik, felsefik gibi ama fos, gereksizce uuuppppuuuzzuuuunnn, senaryosu da vıcık vıcık filmidir. birçok gereksiz uzun sahneler, yanlış uyarlanmış psikoloji, rezalet bir hikaye anlatma tekniği, başarısız olmasa da oldukça düz olan sinematografi... filmden kopmamak ve sıkılmamak adeta imkansız. bazı kimseler filmi izlerken hızlandırmanın saygısızlık olduğunu düşünürler ama gereksiz yere iki buçuk saatlik film yapmak da izleyiciye saygısızlıktır.

filmin sorguladığı basittir. seküler ve medeni hayatı sorgular. gerçek bir hikayedir esasında ama iyi uyarlanamamıştır. toksik bir ailesi olan christopher, ailesini tamamen bırakarak ve asla da affetmemek üzere vahşi doğaya bir yolculuğa çıkar. amacı, alaska olana alaska'ya yani medeniyetin bittiği yere gitmek ve tamamen kendi kendiyle baş başa kalmak, kendi kendine yetmektir. christopher da her insan gibidir. ailesinden aldığı desteği, kendisinin yetersiz olmasıyla ilişkilendirir. alaska'ya gittiği süre boyunca birçok insan tanır ve onların yardımlarına hayır demez ama.


hayat yolculuğunun neredeyse sonuna kadar arkadaşlık ilişkilerini abartmamaya, bir bağ kurmamaya özen gösterir; tek başına, kendi kendiyle mutlu olmaya çalışır ama son nefesini erken yaşlarında, tek başına verirken yanlış yolda olduğunu anlar ve ailesini affetmenin verdiği huzurun ışığıyla parlayarak ölür.


filmde, hayattaki zorluklar ve gerçekler değil sürekli huzur işlenmiş ve bu da filmi keyifsiz ve gerçeklikten uzak yapmış. ailesini, hiçbir suçu olmayan kız kardeşini de terk edip gidecek ve daha sonra da bir kez bile olsun kendisinden haber etmeyecek kadar sorunlara sahip olan birisinin iç çatışmalarını, hiç değilse bunun dışa yansımasını bir iki yerde görmek isterdik ama filmde öyle bir şey yoktu.

ben böyle işleri sevmem. bu kadar pembe g..lülük iyi değildir. hem realist olduğunu iddia ediyorsun hem de ütopik. bu bir çelişkidir. ütopik elbette olunabilir ama bu şekilde değil. oyunculuklar ve sinematografi iyi olmasa filme bir puan bile vermezdim ama bu ikisi iyi olunca geriye sadece mantıksal hatalar ve tercihler kalıyor ve ben de bu ikisinden kırk puan kırıp filme altmış puanı yapıştırıyorum. kısaca rezalet bir filmdi. aklınızda başka bir şey varsa onu izleyin. iki buçuk saat sıkılmaktan zevk alıyorsanız izlenebilir aslında. filmin doğa iddiası olsa da film çok da yeşil bir film değil. açın belgesel izleyin ya da yeşil bir yere gidin doğa istiyorsanız. daha verimli bir iki buçuk saat olur. arkadaşımla film hakkında bir video yapacağız, ben ondan izledim. tek seferde izleyemedim zaten. birkaç kez kapatacak gibi oldum. e ne izleyelim o zaman, diyorsanız nebece, onur ünlü, zeki demirkubuz derim. sonra da klasikleşmiş filmler derim. illle de marjinal olacam diiseniz de festivallere bakın, ödül alanları izleyin. cannes falan işte. çoookkk iyi davran kendine hadi barnaklarımı ağırıttıınnn!
devamını gör...
yukarıdaki gibi ergen hikayesi falan denilen, özünde ise derinlikli bir kapitalizm eleştirisi yapmış sean penn'in yönetmenliğini yaptığı 2007 yapımlı filmdir.

yine de sürekli "akıllı ol, ders çalış, odanı topla" gibi ana babasının telkinlerine kapıyı çarpan, onlara diklenen bir ergen hikayesi sanılmasın. tam tersi arada gelen misafirlere kolonya şeker tutmuş mu? bilmesek de christopher, hep uslu ve başarılı bir çocuk olmuştur. kendisinden beklenen güçlü kariyerinin de henüz başındadır. fakat chris, o güne kadar hep başkalarının beklentilerine ve standartlarına yetişmeye çalışıp kendi mutluluğunun ve ihtiyaçlarının peşinden gitmeyen hayat gailesinin farkına varmıştır.

hollywood'un pompaladığı özgürlük tanımı, her zaman bir safsatadan ibarettir ama bu film; chris'in hikayesine, gittiği yerden çok kaçtığı şeylere odaklanarak o kadar güzel bir açıdan bakmış ki izleyici olarak hiçbirimiz, bu çelişkilerin dışında bir hayatımız olduğunu söyleyemeyiz.

bir bira, bir mağaza, bir mekan yerine 10 farklı marka arasından seçim yapabildiğimiz seçenek ve erişim fazlalığı şehirleri seviyoruz sevmesine.
intihar, açlık ve yoksulluk, sosyal baskı, gürültü kirliliği gibi deforme şehir yaşamları ve deforme ruh sağlığınızın yanında, şanslıysanız sahip olduğunuz güzel evlerin, lüks arabaların, lezzetli yemeklerin keyfi gerçekten çıkarılıp bir tat alınabilseydi, kişisel gelişim adı altındaki hayal tüccarlığı, en çok da bu kesimler için neden var?

gerçek hikayenin kahramanı christopher da zehirli bir otla karşılaşacağı zamana kadar bir hayat yaşadı ve bu, christopher hayatteyken de olası seçenekler arasındaydı.
uzun yaşamak hala bir başarı sanılıyor. kirli bir sosyal hiyerarşi zincirinde, olması beklenen bir halka olmayı reddeden iradeninse esamesi okunmuyor.
"ben parama bakarım" deyip de çalıştığımız işler, önümüzü ilikleyip kapısını açtığımız kimselerin ceplerini doldururken tanımadığımız, bilmediğimiz kaç insanın sömürüsüne ortak oluyoruz? başka zaman olsa parçalarım dediğiniz, ciğeri beş para etmez heriflerin çektiğiniz ağız kokusu, kaybettiğiniz öz saygınız da cabası. kazancınız mı? özünde karın tokluğu.
ama birbirimize bakıp aynı şeyi gördüğümüz için hiçbirimiz bundan rahatsız değiliz.
alamadığımız risklerin alındığı, sonuçlarından etkilenmeyeceğimiz, kahramanı olmadığımız hikayeleri görünmeden izlemeyi seviyoruz. tam bir pornografi müşterekliği.

christopher'ın birçoğumuzdan çok daha fazla şeye sahipken bu müşterekliği reddeden güzel ve haysiyetli bir hikayesi var. filmin soundtrackinde eddie wedder'in muhteşem yorumuyla seslendirdiği "long nights"ı bu kadar güzel ve anlamlı yapan da belki budur.
"have no fear
for when ı'm alone
ı'll be better off
than ı was before"


türkçesiyle bırakalım şuraya
devamını gör...

bu başlığa tanım girmek için olabilirsiniz.

zaten üye iseniz giriş yapabilirsiniz.

"into the wild" ile benzer başlıklar

normal sözlük'ü kullanarak 3. parti dahil tarayıcı çerezlerinin kullanımına izin vermektesiniz. Daha detaylı bilgi için çerez ve gizlilik politikamıza bakabilirsiniz.

online yazar listesini görmek için lütfen giriş yapın.
zaman tüneli köftehor rehberi portakal normal radyo kütüphane kulüpler renk modu online yazarlar puan tablosu yönetim kadrosu istatistikler iletişim