1.
çocukluğumuzun en özel oyuncaklarından birisidir kuzey kalesi. bizim dönemimizde her çocuğun hayalini süslerdi. yalnız bir kusuru vardı. pahada ağırdı. hal böyle olunca da kendisine erişim ciddi anlamda sıkıntı oluyordu. kuzey kalesine sahip olan çocukların havası bin beş yüz oluyordu. ben kendisi ile komşumuzun oğlu vesilesi ile tanıştım. ilk görüşte aşktı benimkisi. resmen dibim düştü. çocukla biraz oynadık. kalenin sahibi arkadaş olduğu için de doğal olarak kaleyi ve askerleri o aldı. bizeyse kızılderililer kaldı. ele geçiremedik tabi kaleyi. atlarımız yerlerde. kızılderili bıdıklarımız kan revan içerisinde perişan. bilindik senaryoyu o gün komşuda birebir kendim deneyimlemiş oldum.
sonrasında yayından son hızla fırlamış bir ok misali eve doğru koşmaya başladım. kalbimde ve beynimde kızılderililer dört nala at koşturuyordu. onların intikamını almalıydım. daha önemlisi o kaleyi almalıydım. büyük bir heyecanla kapıyı çaldım. annemin kapıyı açması ile birlikte nefes nefese ''anne sana bir şey söylemem lazım.'' diyerek girdim konuya. ya da ben konuya girdiğimi düşünüyordum zira annem benim eve girme mevzuma takılmıştı. kapı önünde palas pandıras ayakkabıları çıkarıp, içeri daldığımda ise banyo istikametinde ilerlemem ve elimi yüzümü yıkamam konusunda uyarıldığım için beynimde ve ruhumda dört nala at süren kızılderililer kursağıma doğru ilerlemeye başlamışlardı.
zorunluluğu savdıktan sonra koştum annemin yanına. ''anne sana bir şey söylemem lazım.'' annem gülümseyerek; ''haydi mutfağa önce yemek yenecek.'' deyince isyan bayrağını açmış buldum. ''anne söylemem lazım. anlatayım sonra oturalım yemeğe.'' annem ciddiyetimi anlamış olmalıydı. peki dedi sakince. beklediğim bir tavır değildi çünkü yemek meselesi mühim meseleydi. tabi biraz afallamış bir halde mevzuya girdim. kuzey kalesinin ne kadar güzel olduğundan, onu ne kadar çok istediğimden heyecanla bahsettikten sonra annem ''tamam baban gelince babanla konuşursun.'' dedi ve kursağımdaki kızılderililer savaş boyalarını sürmeye başladılar. yemeği yedim ama vakit bir türlü geçmiyor, babam bir türlü gelmiyordu. zaten babaların böyle zamanlarda muhakkak gecikmek gibi kötü bir huyları vardır. siz kulağınızı kapıdaki seslere odaklamışsınızdır ama o anahtar sesi bir türlü duyulmaz. anahtar sesini duyduğumda artık yorgun ve bitkin bir vaziyetteydim ama yine de son gücümle kapıya doğru koştum. bilindik ritüeller sonrasında ki, babamın terliklerini bile çoktan hazırlamıştım, hemen konuya girdim. anneme söylediklerimi aynen babama da aktardım. muzipçe gülümsedi. rahmetli bunu çok sık yapardı. ''gündemimizde böyle bir mesele yok.'' dedi. evet işte o anda kale tepeme yıkılmış ve kursağımda savaş naraları atan tüm kızılderililer usulca yere uzanıvermişti. bir savaşı daha kaybetmiştik.
işin esası şu ki; biz hayır kelimesinin ne anlama geldiğini bilirdik. yetiştiriliş tarzımız öyleydi. üstelemenin ve işi arsızlığa vurmanın bir getirisi olmadığını bilirdik. bu süreç sonunda odama gittim ve komşu çocuğunun kalesine imrenme turlarına başladım. imrenme diyorum zira yine yetiştirilme tarzı gereği kıskanmak denilen şey de bizden uzaktı. tatlı bir burukluk vardı yani üzerimde. neyse ne! ben şansımı denemiştim ve olmamıştı.
ertesi sabah annem kahvaltıda gece babanla konuştuk, bugün gidip bakalım şu kaleye demesin mi? tonton yanaklı tanrı amca tüm dualarımı kabul etmişti. ben küçükken tanrı, tonton yanaklı, göbekli ve sevimli bir amcaydı ve bazen işleri tereyağından kıl çeker gibi hallediyordu. kırtasiyeye varana kadar bir önceki gece yerlere yatmış olan kızılderililer tabiri caizse ayaklanmış ve heyecanla savaş dansı yapmaya başlamışlardı. kırtasiyenin önüne geldiğimizde annem bana dışarıda beklememi söyledi. bekle, bekle, bekle... ne kadar zordu bazı şeyler. zaman yine geçmedi. kızılderililer ve ben bu süreçte çok yorulmuştuk ama pes etmedik. sabırla bekledik. annem kırtasiyeden elinde sadece atlı bir kızılderili bıdıkla çıkmasın mı? ''olamaaaazz!'' diye bağırmak istedim. annem geldi başımı okşadı; ''bak şimdi bu kalenin ilk parçası ,sonrasında harçlıklarını biriktireceksin ve her seferinde gelip bir parça alacaksın ve kaleyi kendin tamamlayacaksın.'' diyerek gülümsedi. olsun dedim içimden nasıl olsa bir şekilde tamamlarım. ev ile kırtasiye arasındaki yolu çok aşındırdım. bazen yeterli param yokken dahi gidip hangi parçayı alacağımı belirlemeye çalıştım. sıkıntılı bir süreçti ve ben en nihayetinde o kaleyi bir şekilde tamamladım. hatta üzerine eklemeler bile yaptım. kuzey kalesi, bir insanın hedefine ulaşması konusunda sabrın ve mücadele etmenin ne kadar önemli olduğunu öğretti bana...
sonradan öğrendim ki, bunu öğretenler annem ve babammış * annem, o gün kalenin parasının tamamını ödemiş. kırtasiyeci tanıdık olduğu içinde ben yeterli parayla gittiğimde, parça parça bıdıkları ve kaleyi vermesi konusunda ricacı olmuş. kırtasiyeci amca da kabul etmiş. böylece kuzey kalesi maceram hem kaleyi almam, hem de kırtasiyeci amca da biraz birikmişe sahip olmam gibi güzel bir finalle noktalandı. kalenin bendeki senaryosu ise diğerlerinden farklı oldu. dörtnala koşan kızılderililerimle birlikte her seferinde kaleyi aldık. toplar tüfekler falan hikâye oldu. hem kızılderililerin intikamını almıştım hem de kaleyi...
meşhur kuzey kalesi şöyle bir şey; selam durun kaleyi teslim almaya geliyoruz *
sonrasında yayından son hızla fırlamış bir ok misali eve doğru koşmaya başladım. kalbimde ve beynimde kızılderililer dört nala at koşturuyordu. onların intikamını almalıydım. daha önemlisi o kaleyi almalıydım. büyük bir heyecanla kapıyı çaldım. annemin kapıyı açması ile birlikte nefes nefese ''anne sana bir şey söylemem lazım.'' diyerek girdim konuya. ya da ben konuya girdiğimi düşünüyordum zira annem benim eve girme mevzuma takılmıştı. kapı önünde palas pandıras ayakkabıları çıkarıp, içeri daldığımda ise banyo istikametinde ilerlemem ve elimi yüzümü yıkamam konusunda uyarıldığım için beynimde ve ruhumda dört nala at süren kızılderililer kursağıma doğru ilerlemeye başlamışlardı.
zorunluluğu savdıktan sonra koştum annemin yanına. ''anne sana bir şey söylemem lazım.'' annem gülümseyerek; ''haydi mutfağa önce yemek yenecek.'' deyince isyan bayrağını açmış buldum. ''anne söylemem lazım. anlatayım sonra oturalım yemeğe.'' annem ciddiyetimi anlamış olmalıydı. peki dedi sakince. beklediğim bir tavır değildi çünkü yemek meselesi mühim meseleydi. tabi biraz afallamış bir halde mevzuya girdim. kuzey kalesinin ne kadar güzel olduğundan, onu ne kadar çok istediğimden heyecanla bahsettikten sonra annem ''tamam baban gelince babanla konuşursun.'' dedi ve kursağımdaki kızılderililer savaş boyalarını sürmeye başladılar. yemeği yedim ama vakit bir türlü geçmiyor, babam bir türlü gelmiyordu. zaten babaların böyle zamanlarda muhakkak gecikmek gibi kötü bir huyları vardır. siz kulağınızı kapıdaki seslere odaklamışsınızdır ama o anahtar sesi bir türlü duyulmaz. anahtar sesini duyduğumda artık yorgun ve bitkin bir vaziyetteydim ama yine de son gücümle kapıya doğru koştum. bilindik ritüeller sonrasında ki, babamın terliklerini bile çoktan hazırlamıştım, hemen konuya girdim. anneme söylediklerimi aynen babama da aktardım. muzipçe gülümsedi. rahmetli bunu çok sık yapardı. ''gündemimizde böyle bir mesele yok.'' dedi. evet işte o anda kale tepeme yıkılmış ve kursağımda savaş naraları atan tüm kızılderililer usulca yere uzanıvermişti. bir savaşı daha kaybetmiştik.
işin esası şu ki; biz hayır kelimesinin ne anlama geldiğini bilirdik. yetiştiriliş tarzımız öyleydi. üstelemenin ve işi arsızlığa vurmanın bir getirisi olmadığını bilirdik. bu süreç sonunda odama gittim ve komşu çocuğunun kalesine imrenme turlarına başladım. imrenme diyorum zira yine yetiştirilme tarzı gereği kıskanmak denilen şey de bizden uzaktı. tatlı bir burukluk vardı yani üzerimde. neyse ne! ben şansımı denemiştim ve olmamıştı.
ertesi sabah annem kahvaltıda gece babanla konuştuk, bugün gidip bakalım şu kaleye demesin mi? tonton yanaklı tanrı amca tüm dualarımı kabul etmişti. ben küçükken tanrı, tonton yanaklı, göbekli ve sevimli bir amcaydı ve bazen işleri tereyağından kıl çeker gibi hallediyordu. kırtasiyeye varana kadar bir önceki gece yerlere yatmış olan kızılderililer tabiri caizse ayaklanmış ve heyecanla savaş dansı yapmaya başlamışlardı. kırtasiyenin önüne geldiğimizde annem bana dışarıda beklememi söyledi. bekle, bekle, bekle... ne kadar zordu bazı şeyler. zaman yine geçmedi. kızılderililer ve ben bu süreçte çok yorulmuştuk ama pes etmedik. sabırla bekledik. annem kırtasiyeden elinde sadece atlı bir kızılderili bıdıkla çıkmasın mı? ''olamaaaazz!'' diye bağırmak istedim. annem geldi başımı okşadı; ''bak şimdi bu kalenin ilk parçası ,sonrasında harçlıklarını biriktireceksin ve her seferinde gelip bir parça alacaksın ve kaleyi kendin tamamlayacaksın.'' diyerek gülümsedi. olsun dedim içimden nasıl olsa bir şekilde tamamlarım. ev ile kırtasiye arasındaki yolu çok aşındırdım. bazen yeterli param yokken dahi gidip hangi parçayı alacağımı belirlemeye çalıştım. sıkıntılı bir süreçti ve ben en nihayetinde o kaleyi bir şekilde tamamladım. hatta üzerine eklemeler bile yaptım. kuzey kalesi, bir insanın hedefine ulaşması konusunda sabrın ve mücadele etmenin ne kadar önemli olduğunu öğretti bana...
sonradan öğrendim ki, bunu öğretenler annem ve babammış * annem, o gün kalenin parasının tamamını ödemiş. kırtasiyeci tanıdık olduğu içinde ben yeterli parayla gittiğimde, parça parça bıdıkları ve kaleyi vermesi konusunda ricacı olmuş. kırtasiyeci amca da kabul etmiş. böylece kuzey kalesi maceram hem kaleyi almam, hem de kırtasiyeci amca da biraz birikmişe sahip olmam gibi güzel bir finalle noktalandı. kalenin bendeki senaryosu ise diğerlerinden farklı oldu. dörtnala koşan kızılderililerimle birlikte her seferinde kaleyi aldık. toplar tüfekler falan hikâye oldu. hem kızılderililerin intikamını almıştım hem de kaleyi...
meşhur kuzey kalesi şöyle bir şey; selam durun kaleyi teslim almaya geliyoruz *

devamını gör...