1.
çocukluğumda eksikliğini yaşadığımdan mıdır bilmem, şu hayat yolunda beraber yürümek istediğim insanlarda olmasını dilediğim bir özelliktir.
bu özelliğe sahip insanlarla hayatın anlamsız ve çileli yollarını aşayım dedim. böylelerini aradım hep. bugün bakıyorum da bu konuda pek başarılı olamamışım. herkesin kendince dertleri, sıkıntıları var galiba. herkesin içinde dolduramadığı bir boşluk muhakkak ki var. kiminde büyük kiminde küçük. işte o boşluklar yüzlerdeki gülümsemeden oluşan o tatlı çizgileri, dudak kıvrımlarını alıp götürüyor. geriye soğuk bir yüz, donuklaşmış göz bebekleri kalıyor. yaşarken ölmek gibi bir şey.
filozoflara göre hayatın anlamı bilgelik olabilir. bana göre hayatın anlamı neşe ve canlılıktır. öyle ya bir varlığın canlı olup olmadığını onun hareket edip etmediğinden anlayabiliriz. neşenin sebep olduğu hareketler ise en güzel yaşamsal eylemlerdir.
bir tatlı sözle, bir güler yüzle travmatik derecede olmayan birçok sıkıntı aşılabilir bence. bir çiçeğin açması güneşin tüm varlığıyla kendini o çiçeğe göstermesine bağlıdır. çünkü güneş sıcaklıktır, güneş şefkattir. birçok şiire ve şarkıya konu olmuş olan "mihriban" da buradan gelmektedir. "mihr" farsçada "güneş" demektir. mihriban şefkat kaynağı sevgilidir. tatlı dili, güler yüzü olmayan birinden nasıl şefkat göstermesi yani"mihriban" olması beklenebilir ki?
kendime gelince, sanıyorum ki bende de bu özellik yok. öyle ya, insan hep kendinde olmayanı ya da kendinde eksik olanı ararmış. ben daha çok bir "ayna"yım. mihriban olana mihriban, nemrut olana nemrut olurum. bu iyi bir şey midir? hiç sanmıyorum. çünkü nemrut olmak hiç ama hiç hoşuma gitmiyor.
gelip geçici olan şu dünyada bütün insanlar tatlı dilli, güler yüzlü, neşe dolu ve bu neşenin verdiği o tatlı canlılığa sahip olabilse mutlu olmak için asla bir çiçeğe ihtiyaç duymazdık. bütün insanlar "çiçek" gibi olurdu çünkü.
her ne kadar "öğrenilmesi gereken ilk dil tatlı dil" olsa da bu gerekliliği bir kenara koyup yüzümüzü yaşadığımız dünyaya çevirdiğimizde "insan insanın kurdudur" gerçeğiyle karşılaşıyoruz.
bana düşen de bu gerçeği kabul edip ona göre yaşamak sanırım, en azından hayal kırıklığına uğramamak için. insanda "uyumsama" özelliğinin de bulunduğunu hesap edersek zamanla ben de alışırım herhalde.
bu özelliğe sahip insanlarla hayatın anlamsız ve çileli yollarını aşayım dedim. böylelerini aradım hep. bugün bakıyorum da bu konuda pek başarılı olamamışım. herkesin kendince dertleri, sıkıntıları var galiba. herkesin içinde dolduramadığı bir boşluk muhakkak ki var. kiminde büyük kiminde küçük. işte o boşluklar yüzlerdeki gülümsemeden oluşan o tatlı çizgileri, dudak kıvrımlarını alıp götürüyor. geriye soğuk bir yüz, donuklaşmış göz bebekleri kalıyor. yaşarken ölmek gibi bir şey.
filozoflara göre hayatın anlamı bilgelik olabilir. bana göre hayatın anlamı neşe ve canlılıktır. öyle ya bir varlığın canlı olup olmadığını onun hareket edip etmediğinden anlayabiliriz. neşenin sebep olduğu hareketler ise en güzel yaşamsal eylemlerdir.
bir tatlı sözle, bir güler yüzle travmatik derecede olmayan birçok sıkıntı aşılabilir bence. bir çiçeğin açması güneşin tüm varlığıyla kendini o çiçeğe göstermesine bağlıdır. çünkü güneş sıcaklıktır, güneş şefkattir. birçok şiire ve şarkıya konu olmuş olan "mihriban" da buradan gelmektedir. "mihr" farsçada "güneş" demektir. mihriban şefkat kaynağı sevgilidir. tatlı dili, güler yüzü olmayan birinden nasıl şefkat göstermesi yani"mihriban" olması beklenebilir ki?
kendime gelince, sanıyorum ki bende de bu özellik yok. öyle ya, insan hep kendinde olmayanı ya da kendinde eksik olanı ararmış. ben daha çok bir "ayna"yım. mihriban olana mihriban, nemrut olana nemrut olurum. bu iyi bir şey midir? hiç sanmıyorum. çünkü nemrut olmak hiç ama hiç hoşuma gitmiyor.
gelip geçici olan şu dünyada bütün insanlar tatlı dilli, güler yüzlü, neşe dolu ve bu neşenin verdiği o tatlı canlılığa sahip olabilse mutlu olmak için asla bir çiçeğe ihtiyaç duymazdık. bütün insanlar "çiçek" gibi olurdu çünkü.
her ne kadar "öğrenilmesi gereken ilk dil tatlı dil" olsa da bu gerekliliği bir kenara koyup yüzümüzü yaşadığımız dünyaya çevirdiğimizde "insan insanın kurdudur" gerçeğiyle karşılaşıyoruz.
bana düşen de bu gerçeği kabul edip ona göre yaşamak sanırım, en azından hayal kırıklığına uğramamak için. insanda "uyumsama" özelliğinin de bulunduğunu hesap edersek zamanla ben de alışırım herhalde.
devamını gör...
2.
doyulmaz
devamını gör...
3.
insan olarak ihtiyaç duyduğumuz, önem verdiğimiz en kıymetli iki şey.
öyle ki bazen bir insanda dikkat edip o insana kandığımız ilk iki şey de olabiliyor. çünkü az bulunuyor ve bazen gerçek - yalan ayırt etmeksizin inanmayı seçiyoruz.
...
geçtiğimiz günlerde kafa iznine ayrılmıştım. kafa izni sebebim elbette ki kendi hayatımla ilgiliydi. anneanneme kalmaya ve gerekli sağlık problemlerini ortadan kaldırmaya yönelikti. ev halkı tarafından pek desteklenmese de, bavulumu topladığım gibi soluğu, yanında aldım. birkaç gün dinlenme, misafirlik, ilgilenme derken hastane randevu günü geldi çattı. çocuklarının onayıyla düştüm peşine ve onu, hastaneye ben götürdüm. önce asıl branşa, randevumuzun olduğu branşa göründük. ufak birkaç operasyon sonrası, sırayla diğer branşlara geçtik.
bi nevi check-up gibi düşünün.
fizik tedavi doktoru varmış ve anneannem soluğu onun yanında aldı. randevu almayı bırakın, barkod almamıza da gerek kalmadan çağırdı doktor.. bana kalsa asla isim kaydı yapılmadan görünmesi taraftarı değildim ancak anneannem, yaşın da verdiği umursamazlıkla ve devletin sağladığı 65 yaş üstü kontenjanıyla ve doktorun gereğinden fazla ilgi, güler yüz ve tatlı diliyle girdi içeri... buraya kadar her şey normal. bence normal değil ancak normal diyelim biz.
içeri girdiği gibi işlem başladı. işlem diyorum bakın, herhangi bir konuşma ve hastalık analizi olmaksızın ve iğneyle vücudunun büyük bir bölümüne akupunktur işlemi yapıldı. (ailemin haklı olduğunu da, anlamış oldum böylece) benim mudahalelerim de işe yaramadı. anneannem daha önce de birkaç kez gelmiş buraya ve doktoruna öyle çok güveniyor ki herhangi bir hasta girişi ve işlem kaydı yapılmaksızın sanki deneme tahtasıymışcasına izin verdi operasyona. böyle bir şey olabilir mi yaa?
olabilir.
neden?
çünkü tatlı dil ve güler yüzün negatif yani budur, insanı garip bir şekilde manipüle etmesi ve dikte edilen şeyi iyilikle yaptırması... aslında gereğinden fazla güler yüz ve tatlı dilin olduğu yerde, insanın bi oturup sorgulaması lazım bu insanın, bu, göstermelik yüzü mü?
bana zarar verebilir mi?
neticede beni, ne zamandır tanıyor ya da tanımıyor? olaydan büyük endişe duyduğum için hemen aileme haber verdim, babam geldi falan bir sorun olmadığı ortaya çıktı ancak benim yaşadığım tedirginliği tahmin edin...
gerçekten dikkat edilmesi gereken iki önemli özelliktir bu. hoş, anneannem, çevresinden, çocuk ve torunlarından, akraba ve komşularından alışkındır bu tatlı dil ve güler yüz olayına ancak doktoruna hayli güvenmiş görünüyordu. çünkü hastanelerde sık görmediği iki özellikti bu. görünce de haliyle yayları gevşetmiş. şimdi annemle oturup iğnelerin içeriğindeki etken maddeleri araştırıyoruz ve doktorun sağlık belgelerini. demem o ki yaşlılar gibi olmayın. biraz endişe edebilirsiniz gereğinden fazla ilgi, tatlı dil ve güler yüz olayından... özellikle işin içinde kaybedeceğiniz sağlık, özgüven ve hassasiyet gibi özellikleriniz varsa.*
öyle ki bazen bir insanda dikkat edip o insana kandığımız ilk iki şey de olabiliyor. çünkü az bulunuyor ve bazen gerçek - yalan ayırt etmeksizin inanmayı seçiyoruz.
...
geçtiğimiz günlerde kafa iznine ayrılmıştım. kafa izni sebebim elbette ki kendi hayatımla ilgiliydi. anneanneme kalmaya ve gerekli sağlık problemlerini ortadan kaldırmaya yönelikti. ev halkı tarafından pek desteklenmese de, bavulumu topladığım gibi soluğu, yanında aldım. birkaç gün dinlenme, misafirlik, ilgilenme derken hastane randevu günü geldi çattı. çocuklarının onayıyla düştüm peşine ve onu, hastaneye ben götürdüm. önce asıl branşa, randevumuzun olduğu branşa göründük. ufak birkaç operasyon sonrası, sırayla diğer branşlara geçtik.
bi nevi check-up gibi düşünün.
fizik tedavi doktoru varmış ve anneannem soluğu onun yanında aldı. randevu almayı bırakın, barkod almamıza da gerek kalmadan çağırdı doktor.. bana kalsa asla isim kaydı yapılmadan görünmesi taraftarı değildim ancak anneannem, yaşın da verdiği umursamazlıkla ve devletin sağladığı 65 yaş üstü kontenjanıyla ve doktorun gereğinden fazla ilgi, güler yüz ve tatlı diliyle girdi içeri... buraya kadar her şey normal. bence normal değil ancak normal diyelim biz.
içeri girdiği gibi işlem başladı. işlem diyorum bakın, herhangi bir konuşma ve hastalık analizi olmaksızın ve iğneyle vücudunun büyük bir bölümüne akupunktur işlemi yapıldı. (ailemin haklı olduğunu da, anlamış oldum böylece) benim mudahalelerim de işe yaramadı. anneannem daha önce de birkaç kez gelmiş buraya ve doktoruna öyle çok güveniyor ki herhangi bir hasta girişi ve işlem kaydı yapılmaksızın sanki deneme tahtasıymışcasına izin verdi operasyona. böyle bir şey olabilir mi yaa?
olabilir.
neden?
çünkü tatlı dil ve güler yüzün negatif yani budur, insanı garip bir şekilde manipüle etmesi ve dikte edilen şeyi iyilikle yaptırması... aslında gereğinden fazla güler yüz ve tatlı dilin olduğu yerde, insanın bi oturup sorgulaması lazım bu insanın, bu, göstermelik yüzü mü?
bana zarar verebilir mi?
neticede beni, ne zamandır tanıyor ya da tanımıyor? olaydan büyük endişe duyduğum için hemen aileme haber verdim, babam geldi falan bir sorun olmadığı ortaya çıktı ancak benim yaşadığım tedirginliği tahmin edin...
gerçekten dikkat edilmesi gereken iki önemli özelliktir bu. hoş, anneannem, çevresinden, çocuk ve torunlarından, akraba ve komşularından alışkındır bu tatlı dil ve güler yüz olayına ancak doktoruna hayli güvenmiş görünüyordu. çünkü hastanelerde sık görmediği iki özellikti bu. görünce de haliyle yayları gevşetmiş. şimdi annemle oturup iğnelerin içeriğindeki etken maddeleri araştırıyoruz ve doktorun sağlık belgelerini. demem o ki yaşlılar gibi olmayın. biraz endişe edebilirsiniz gereğinden fazla ilgi, tatlı dil ve güler yüz olayından... özellikle işin içinde kaybedeceğiniz sağlık, özgüven ve hassasiyet gibi özellikleriniz varsa.*
devamını gör...