#televizyon dizileri
2002-2008 arasında yayınlanan suç-drama dizisidir.
her sezon şehrin farklı kısımlarını ele alarak, şehirde dönen; eğitim, bürokrasi, uyuşturucu gibi konuları ele almakta.
her sezon şehrin farklı kısımlarını ele alarak, şehirde dönen; eğitim, bürokrasi, uyuşturucu gibi konuları ele almakta.
yönetici : (bkz: david simon) (bkz: robert f. colesberry) (bkz: nina kostroff noble)
oyuncu :
(bkz: dominic west)
(bkz: john doman)
(bkz: ıdris elba)
(bkz: frankie faison)
(bkz: larry gilliard, jr.)
oyuncu :
(bkz: dominic west)
(bkz: john doman)
(bkz: ıdris elba)
(bkz: frankie faison)
(bkz: larry gilliard, jr.)
öne çıkanlar | diğer yorumlar
başlık "omerta" tarafından 02.12.2020 23:58 tarihinde açılmıştır.
1.
uyuşturucu, suç, adalet konulu imdb puanı 9.3 olan hbo dizisi. aynı zamanda gelmiş geçmiş en gerçekçi dizidir. gelmiş geçmiş en iyi dizi kişiden kişiye değişir evet ama en gerçekçi dizi yoruma kapalı bir şekilde the wire'dır. dizi tarihine çağ atlatmış bir yapımdır. oyunculuklar, karakterler ve hikaye anlatışı kusursuzdur. başrol bir oyuncu değil baltimore şehridir. her bölümde şehrin en dip noktalarını görüyorsunuz.
devamını gör...
2.
güzeldir fakat 9.3 hakedecek seviyede efsane değildir. üstteki yazar arkadaşın belirttiği gibi oz (dizi) daha başarılıdır. hatta fringe (dizi), prison break (dizi), lost (dizi) gibi onlarca çok daha iyi diziler varken the wire neden bu kadar abartılmış bilemedim.
bahsi geçen diğer diziler izlendiyse o zaman izlenebilir.
bahsi geçen diğer diziler izlendiyse o zaman izlenebilir.
devamını gör...
3.
baltimore, maryland'de geçen bir drama dizisidir.
abd'de hbo'da yayınlanan dizinin yapımcısı ve yazarı, eski polis muhabiri david simon'dır.
yayınına 2 haziran 2002'de başlanan dizi beş sezonun ardından, 9 mart 2008'de sona erdi.
dizinin her bir sezonu baltimore şehrinin ayrı bir yüzüne odaklanmıştır. bunlar sırasıyla, uyuşturucu trafiği, liman, şehir yönetimi ve bürokrasi, eğitim sistemi ve yazılı basındır.
abd'de hbo'da yayınlanan dizinin yapımcısı ve yazarı, eski polis muhabiri david simon'dır.
yayınına 2 haziran 2002'de başlanan dizi beş sezonun ardından, 9 mart 2008'de sona erdi.
dizinin her bir sezonu baltimore şehrinin ayrı bir yüzüne odaklanmıştır. bunlar sırasıyla, uyuşturucu trafiği, liman, şehir yönetimi ve bürokrasi, eğitim sistemi ve yazılı basındır.
devamını gör...
4.
başlığı görünce bir mutlu oldum.
hayat tecrübesi arttıkça dizinin vereceği zevkin ve anlamının da artacağını düşünüyorum. realist ve ağır ilerleyen aşşşırı harika hbo yapımı kusursuz dizi. ekşide bir arkadaş polis ile çetelerin mücadelesini değil hayatını anlatır yazmış aynen katılıyorum. ve herkes o anlatılan hayatlarda kendini bulacaktır. tecrübe ve bilgi birikimi arttıkça diziyi izlemeyip yaşacağınıza eminim.
izlediğim en muhteşem dizi olsa da herkese hitap etmiyor bence. biraz da kaliteli izleyici olmak lazım bu diziyi bitirmek için. çoğu kişiye birkaç numara büyük gelebilir, dizinin sonunu göremeden bırakabilirsiniz.
hayat tecrübesi arttıkça dizinin vereceği zevkin ve anlamının da artacağını düşünüyorum. realist ve ağır ilerleyen aşşşırı harika hbo yapımı kusursuz dizi. ekşide bir arkadaş polis ile çetelerin mücadelesini değil hayatını anlatır yazmış aynen katılıyorum. ve herkes o anlatılan hayatlarda kendini bulacaktır. tecrübe ve bilgi birikimi arttıkça diziyi izlemeyip yaşacağınıza eminim.
izlediğim en muhteşem dizi olsa da herkese hitap etmiyor bence. biraz da kaliteli izleyici olmak lazım bu diziyi bitirmek için. çoğu kişiye birkaç numara büyük gelebilir, dizinin sonunu göremeden bırakabilirsiniz.
devamını gör...
5.
bu diziye başladığımda bu nedir ya herkes birbirine bağırıyor iç sesiyle ilk 2 bölümü izledim hatta bırakmayı düşündüm. ancaaaak devam edip de sonuna kadar izlediğimde, mcnulty'li o son sahnenin o trafik sesleriyle bitirdiğimde üzüldüm bitti diye. muhteşem bir iş, muhteşem bir dizi. benim gibi bırakmayı düşünmeyin, devam edip izleyin. her sezon ülkenin farklı bir sorununu işliyorlar. bunu da sistemi duvardan duvara vurarak yapıyorlar.
(bkz: hamsterdam)
(bkz: hamsterdam)
devamını gör...
6.
herkesin sevebileceği bir dizi değil. uçuk kaçık espriler, gerçek hayattan kopuk nağmeler izlemek isteyenleri hemen kenara alalım beyler bayanlar; burası asla size göre değil.
mcnulty gibi bir karakteri siz kaldıramaz ve anlamlandıramazsınız.
siz kima'nın içindeki görev ve aksiyon sevgisini, hakiki polislik iç güdüsünü asla anlayamazsınız.
siz, daniels gibi geçmişinde yolsuzluklara karıştığı hâlde yine de işinin eri olan bir insanın hakkını gözetemezsiniz.
siz bunk gibi bir dost görmemişsinizdir bu hayatta.
rawls gibi bir emniyet amiri, statükonun koruyucusu ve statükonun uyum sağlayıcısı bir insan olduğu hâlde yine de iyi kötü insaflı olan bir insan görmemişsinizdir.
kaçınızın yüreği omar little gibi sağlam ve cesur peki, gözünü kırpmadan ölüme yürümeye yürüyebilecek nitelikte ve gölgesinden dahi korkulabilecek bir çapta?
soğukkanlılık ve liderlik mevzuunda hanginiz stringer bell ile boy ölçüşebilir?
bu dizi "ay bi bölümü bitireyim hemen diğerine geçeyim, düşünmeden, anlamlandırmadan güleyim geçeyim" diyenlerin dizisi değil.
bu dizi gerçekçi bir romanı amerikan hbo kanalında izlemek gibi.
kariyer savaşlarını görmek, insanların rahatlığa olan düşkünlüklerini gözlemlemek, insan mozaiğini batı baltimore denen amerika'nın bu az gelişmiş eyaletinde görmenin enfes duygusunu yaşamak sizi hiç mi hiç sarmaz, hiç başlamayın, boşa zaman kaybedersiniz.
gidin vampir vb şeyler izleyin.
mcnulty gibi bir karakteri siz kaldıramaz ve anlamlandıramazsınız.
siz kima'nın içindeki görev ve aksiyon sevgisini, hakiki polislik iç güdüsünü asla anlayamazsınız.
siz, daniels gibi geçmişinde yolsuzluklara karıştığı hâlde yine de işinin eri olan bir insanın hakkını gözetemezsiniz.
siz bunk gibi bir dost görmemişsinizdir bu hayatta.
rawls gibi bir emniyet amiri, statükonun koruyucusu ve statükonun uyum sağlayıcısı bir insan olduğu hâlde yine de iyi kötü insaflı olan bir insan görmemişsinizdir.
kaçınızın yüreği omar little gibi sağlam ve cesur peki, gözünü kırpmadan ölüme yürümeye yürüyebilecek nitelikte ve gölgesinden dahi korkulabilecek bir çapta?
soğukkanlılık ve liderlik mevzuunda hanginiz stringer bell ile boy ölçüşebilir?
bu dizi "ay bi bölümü bitireyim hemen diğerine geçeyim, düşünmeden, anlamlandırmadan güleyim geçeyim" diyenlerin dizisi değil.
bu dizi gerçekçi bir romanı amerikan hbo kanalında izlemek gibi.
kariyer savaşlarını görmek, insanların rahatlığa olan düşkünlüklerini gözlemlemek, insan mozaiğini batı baltimore denen amerika'nın bu az gelişmiş eyaletinde görmenin enfes duygusunu yaşamak sizi hiç mi hiç sarmaz, hiç başlamayın, boşa zaman kaybedersiniz.
gidin vampir vb şeyler izleyin.
devamını gör...
7.
amerika birleşik devletleri yapımı suç/dram/psikoloji/gerilim ögeleri barındıran televizyon dizisidir.
dizide net başrol olmamakla birlikte en önemli oyuncuları, sonja sohn*, clarke peters*, wendell pierce*, dominic west*, lance reddick* karakterleridir. diğer önemli rollerde ise michael kenneth williams*, andre royo**, deirdre lovejoy*, robert wisdom*, seth gilliamellis carver, domenick lombardozzi**, wood harris*, idris elba*, j.d. williams*, frankie faison*, corey parker robinson*, delaney williams*, john domanwilliam a. rawls, michael potts*, jamie hector*, felicia pearson*, gbenga akinnagbe *, jim true-frost* gibi oyuncuları izliyoruz.
the wire’da amerika birleşik devletleri’nin baltimore şehrinin bilinen ancak görünmeyen kısmı anlatılmaktadır.
dizide her sezon baltimore şehrinin yozlaşmış veya yozlaşmaya yüz tutmuş farklı bir yüzü ele alınıyor.
the wire’ın kaptan köşkünde iki önemli isim var. birincisi yirmi yıldan fazla araştırmacı gazetecilik vasıflarını bu projenin her zerresine nüfuz ettiren david simon, ikincisi ise uzun zaman boyunca hem baltimore emniyet teşkilatı’nda hem de şehrin eğitim kurumlarında dirsek çürütmüş bir polis olan ed burns. the wire’da tecrübeyle kurgunun ve zekânın kusursuz bileşimine tanıklık ediyoruz.
dizide ele alınan konulara kısaca değinirsek bunlar; emniyet teşkilatı, uyuşturucu, dostluk, politika, arka sokaklar, aile ilişkileri, çeteler, eğitim, hukuk, cinayetler, bürokrasi, medya ve daha fazlasıdır.
oyunculuklar mükemmeldi. en önemli oyunculardan tutun da sıradan bir figüranın dahi kötü performansı yoktur. özellikle omar little, bubbles, kima greggs, avon barksdale, preston bodie broadus gibi mükemmel canlandırılmış karakterler vardır.
müzikleri de en az dizinin kendisi kadar enfestir. her sezonun harika müzikleri vardır. hele o bölüm sonlarının ve sezon finallerinin müzikleri ne muhteşemdi.
the wire’da başrol oyuncusu yoktur. the wire’da tek başrol var, o da baltimore city’den başkası değil.
the wire o kadar gerçekçi ki sanki bir dizi değil yaşanmış olayların belgeselini izliyorsunuz. kusursuz realistik bir üslupla ele alınıyor baltimore şehrinin farklı yüzleri.
dizide olaylar tıpkı bir örümcek ağı gibi baştan sona karmaşık bir ağ ile bağlı. bu ağı çözmek, anlatmak için acele etmiyorlar. ilmek ilmek işliyorlar konuyu.
başrole yakın sayabileceğimiz karakterler son derece zeki, soğukkanlı ve profesyonel kişilerdir. bunun dışında bazı bölümler yan roller başrol sayılanlardan çok daha önemli olabilmektedir bu dizide.
the wire’da baltimore şehrinin portresi çiziliyor. bu öyle bir portre ki benim diyen diyen ressam bir şehrin çehresini bu kadar mükemmel, bu kadar olağanüstü çizemezdi.
karakterler o kadar doğaldır ki, sanki bu diziden önce de bu meslekleri icra ediyorlarmış hissi oluşmasına sebep oluyor. şöyle ki lester freamon sanki kırk yıllık esaslı bir dedektif, bubbles sanki kırk yıllık bir evsiz, omar little sanki bin yıllık bir anti kahraman, chris partlow kırk yıllık bir tetikçi, snoop ise kırk yıllık bir sokak çocuğu gibiydi.
the wire için en yalın hâliyle ilk bölümden son bölüme kadar kaliteden, gerçekçilikten, mükemmellikten asla ödün vermeyen efsane dizidir diyebiliriz.
the wire’da karakterlerimizin iyi ve kötü ayrımı keskin hatlarla çizilmiyor. yani birine salt kötü veya salt iyi diyemiyorsunuz. bu durum karakterlere biçeceğimiz mutlak bir ahlâk anlayışını da bertaraf ediyor. bu yüzden karakterler de dizinin senaryosu gibi hayatın ta kendisidir.
toplumun ve yaşadığı krizlerin bu kadar iyi analiz edildiği bir diziye rastlamak gerçekten çok zor. bunun en büyük sebebi ise david simon (dizinin geçtiği şehir olan baltimore’da yıllarca gazetecilik yapmış) ve ed burns (baltimore cinayet ve narkotik masasında yıllarca polislik yapmış) gibi yazarların konulara, olaylara hâkim olmasından kaynaklanıyor kuşkusuz.
izlediğim polisiye türünde yapılan diziler ve filmler arasında amerika birleşik devletleri içinde en iyisi, dünyada da bron/broen ile birlikte zirveyi paylaşır the wire. polisiye olmayan türde ise dünyada oz ve six feet under ile kıyaslanacak tek dizidir gözümde.
the wire her sezon farklı ve karmaşık bir dava üzerine gidiyor, bunu aydınlatmaya çalıyor. herhangi bir karakteri merkeze almıyor, klasik bir dizinin size gösterdiği şeyleri göstermiyor. bu yüzden de davalar her zaman çözülemiyor.
the wire bir şehrin sosyolojisini, suç dünyasını, bürokrasisini, eğitim sistemini, politakasını ve daha fazlasını mükemmel bir şekilde yansıtmaktadır.
the wire’da öyle klasik popüler dizilerdeki gibi karakter değişimleri yaşanmıyor. kimse öyle birdenbire değişikliğe uğramıyor, aslında kimse değişmiyor, sadece karakterleri biraz daha derinlemesine tanıyoruz.
kenar mahallelerde yaşayan siyahilerin önemli bir kısmının suça nasıl bulaştıklarını, daha doğrusu bulaşmak zorunda bırakılmalarını kusursuz bir yalınlıkla anlatıyor bize the wire.
the wire sürükleyici olmayan yapısına rağmen beni müthiş kendine çekmeyi başarmıştı. durağan ilerleyen bir sezonu izlerken zaman nasıl da geçti hiç anlamıyordum. bu kadar ağır ilerleyerek izleyiciyi bu denli kendine çeken bir dizi daha hatırlamıyorum.
dizinin yaratıcı david simon, the wire için; “televizyon için bir roman” benzetmesinde bulunuyor. tıpkı realistik rus romanları gibi the wire da izleyicinin yüzüne bir tokat gibi çarpıyor.
dizinin en sevdiğim yönü birbirinden özel birbirinden orijinal karakterler vardı. “omar little”, “reginald cousins”*, “snoop” gibi. tüm karakterler içinde en sevdiğim bubbles’tı.
diziye yapılacak en büyük haksızlık “polisiye dizi mi ıyy, izlenmez!” gibi yaklaşımlar olacaktır. polisiye dizi bilgisi yılan hikâyesi veya arka sokaklar’dan ibaret olanların the wire’ı sevmemesi normaldir. kesinlikle kıyaslama kabul etmiyorum, sadece the wire’dan önce arka sokaklar’dan birkaç bölüm izleyin, ardından the wire’ı izleyin. aradaki uçurumu anlayacaksınız.
dizinin en ilginç özelliklerinde biri de konuşulan ingilizcedir. the wire’da dizide sokak çocuklarının, suçluların konuştuğu ingilizceyle sizin o derslerde öğrendiğiniz ingilizcenin hiç alâkası yok. siyahilerin çoğunlukta yaşadığı baltimore’de afro-amerikalıların kullandığı yerel aksanı ve argo kelimeleri anlamak çok zordur. ingilizce konusunda benim diyenler dahi sahneleri izlerken konuşulan sözcüklerin bir kısmını anlamadığını belirtiyor. ingilizcesi ileri seviyede olanlar dahi siyahilerin konuşmalarını idrak edebilmek için alt yazısız izlememek gerektiğini söylemektedir. orijinal dilde izleyecekler olanların şu adrese ihtiyaç duyması kuvvetle muhtemel.
the wire’ı kalitesi, gerçekçiliği dışında diğer dizilerden ayıran en önemli özelliği karakterleriydi. burada bahsettiğim karakterlerin fiziksel özellikleri, görselliği. dizinin başrol sayılabilecek oyuncuları ve yan roller dahil bu karakterler diğer dizilerdeki gibi çekici değildir. the wire’da öyle çok güzel, çok zarif, çok seksi kadınları göremiyorsunuz, keza çok yakışıklı, çok karizmatik erkekler de yok. bu dizideki oyuncular sıradan tiplerdir. yani bu karakterler dış dünyada yolda yürürken rastlayabileceğiniz insanlar. böyle bir özelliğe daha önce hiçbir dizi ve filmde rastlamadım. bu açıdan önemli olduğunu düşünüyorum.
yazar peyami safa’nın “gerçek basit ve sadedir. onu biz büyütür, biz süsleriz” cümlesindeki “gerçek” the wire’ın ta kendisidir.
the wire analizi için özel olarak eski gerçek gangsterlerle röportajlar yapılmış ve dizi izlettirilip bölümleri sorulmuş. diziyi izleyen gerçek suçluların önemli bir bölümü dizideki olayları ve gerçekliği doğrulamış ve takdir etmiş. röportajlara giden yol..
dizide dikkatimi çeken şeylerden biri de yengeçti. dedektifler ve halk sık sık yengeç restoranlarına gidiyordu. bu durumu merak et etmiştim. araştırmalarım sonucunda öğrendim ki baltimore şehrindeki yengeçler dünyanın en leziz kabuklu deniz canlılarındanmış. karşılaşılan yengeç sahnelerinden dolayı the wire’dan sonra yengeçlere karşı bakış açınız değişebilir.
bakmayın siz o popüler ama dandik netflix dizileri gibi the wire’ın ödül törenlerinde öne çıkmadığına, prestijli ödüller almadığına. bu duruma kesinlikle aldanmayın. bu diziye verilmeyen bütün ödüller the wire’ın değil vermeyenlerin ayıbıdır.
the wire unutamadığım en değerli dizilerdendir ve keşke hiç bitmese dediğim birkaç diziden biridir.
dizide beş sezonda anlatılan olaylar aslında çok daha uzun yıllara dayanıyormuş. david simon ve ed burns’ın baltimore şehrindeki yaklaşık otuz yıllık deneyim ve gözlemleri beş sezona yayılıyor.
the wire için şunu rahatlıkla söyleyebilirim. six feet under’ın finali ne kadar iyiyse the wire’ın kendisi de en az o kadar iyidir.
the wire ile ülkemizde kıyaslanabilecek bir dizi maalesef henüz çekilmedi. sadece karakterlerin gerçekçiliği açısından bir kıyaslama yapılabilir sıfır bir dizisiyle. iki dizideki karakterler de gerçekten suçlu ve ürkütücü tiplerdir. şöyle ki gece yolda görseniz kaçmak için yer arayacağınız tiplerdir bunlar. bunun sebebi belki de bu iki dizide de gerçek suçluların oynamasıdır, kim bilir.
the wire’ın akademilerde ders olarak okutulması gereken eşsiz bir yapım olduğuna inanıyorum.
the wire için televizyon sektörünün rönesansı demek sanıyorum yanlış olmaz. the wire kaliteli senaryosu, gerçekçiliği, enfes oyunculuğu, kurgusu ve benzersiz üslubuyla kendinden sonra ki mindhunter’ların, the leftovers’ların, breaking bad’lerin varoluşlarındaki önemli etkenlerden biri olduğunu söyleyebiliriz.
the wire televizyon için yapılmış en değerli, en kusursuz, en gerçek, en muhteşem birkaç yapımdan biridir.
tekrar tekrar izlenebilecek az sayıda diziden biridir gözümde.
the wire’a sıfırdan başlayacakların yerinde olmayı çok isterdim.
izleyenler ne kazanır bilemiyorum, fakat izlemeyenler çok şey kaybeder. izleyin, izlettirin.
the wire için başta david simon, ed burns olmak üzere tüm hbo ekibine, set işçisinden yönetmenine kadar emeği geçen herkese teşekkür etmek istiyorum. iyi ki böyle harika bir işe imza atmışlar.
hbo yapımları bittikten sonra o sanki evinden, ailenden, tüm sevdiklerinden, ülkenden ayrılmış gibi hissedersin ya hani, öyle tarifsiz bir boşluğa düşersin ya işte the wire’da bu hissi iliklerime kadar yaşadım.
the wire kuşkusuz en iyisinden, en mükemmelinden, en muhteşeminden bir başyapıttır.
son olarak, the wire bir televizyon dizisinden çok daha fazlasıdır.
aşağıda dizi hakkında bazı ayrıntılar ve kişisel yorumlar paylaşacağım. benim gibi diziyi izlemeden önce detayları öğrenmekten hoşnut olmayan biriyseniz aşağıdaki yazılanları kesinlikle izlemeden önce okumamanızı öneririm.
yararlanılan kaynaklar
kaynak 1, kaynak 2, kaynak 3, kaynak 4, kaynak 5, kaynak 6, kaynak 7, kaynak 8
anekdotlar
* dizinin yaratıcısı david simon eski bir baltimore sun gazetecisidir. bu yüzden the wire’ı oluştururken hikâyeleri deneyimlerinden yani hayatın ta kendisinden alıyormuş. yıllarca muhabir olarak bilgi edindiği kişilerden, diyaloglardan ve anekdotlardan yararlanmış.
* dizide suçlu rolündeki oyuncuların bazıları amatör ya da gerçekten sokaklardan gelen suçlularmış. senarist ve dizinin yaratıcısı david simon, bu karakter için yalnızca tek taraflı diyaloglar yazmış ve karşısındakinden de tıpkı önceki gerçek hayatında bu sorulara ne cevap verecekse dizide de o şekilde konuşmasını istemiş. bir süre sonra bu yöntem iyice benimsenmiş ve dizideki bazı profesyonel oyuncularda da bu yöntemle diyaloglar kurmuş.
* david simon, the wire’ı farklı şekillerde tanımlamış. bu tanımları, derisi sertleşmiş kurumların duygusuz ve kayıtsız tanrılar rolünü oynadığı “yeni milenyumun yunan trajedisi”, “kapitalizmin insani değer üzerindeki zaferi” hakkında bir hikâye ve “amerikan imparatorluğunun çöküşü”nün bir tarihi olarak belirtmiş.
* bbc culture tarafından hazırlan listeye göre 43 farklı ülkeden 200’den fazla film eleştirmeni, televizyon uzmanı, gazeteci ve akademisyenin oy kullandığı ankette, the wire 21. yüzyılın en iyi dizisi seçilmiştir.
* çoğu televizyon yazarının sokakları dinlemediğine ya da kentsel alanlarda yoksulluk içinde yaşayan insanların yaşamlarıyla pek ilgilenmediğine inanan david simon, polisiye roman yazarlarından -george pelecanos, dennis lehane ve richard price- ve baltimore sun’daki eski meslektaşlarından oluşan bir ekip kurmuş. zamanla, the wire’ın oyuncu kadrosu ve ekibi sıkı sıkıya bağlı bir aile hâline gelmiş.
* the wire’ın yaratıcısı david simon, roman yazarı george pelecanos’u yazı ekibine katılmaya davet ettiğinde, “onu bir polis şovu olarak sattım, ama gerçekten bir polis dizisi olmadığını bilmiyorlar” demiştir.
* the wire, imdb’de güncel olarak 341 bin küsur izleyici tarafından oylanmış ve 9.3 puan almıştır.
* 2001 yılında aktör frankie faison, the wire adlı yeni bir hbo dramasında komiser yardımcısı ervin burrell rolünü kabul ettiğinde, sıradan bir polis dizisinde rol alacağını sanıyormuş. faison, “dizinin daha çok telefon dinleyen polislerle ilgili olmasını bekliyordum” diye o günleri anımsıyor ve “çok daha büyüleyici bir şeye dönüştü” diye ekliyor. frankie faison şu sözlerini de aktarıyor. “the wire, en düşükten en yükseğe kadar toplumun her unsuruyla ilgilendi” diyor ve ekliyor, “bazen ‘iyi’ insanlar o kadar iyi değildir ve bazen ‘kötü’ insanlar iyi olmaya çalışır. birçok insanın özdeşleştirebileceği bir şeydi. hiç geri çekilmedik ve gerçeklerle uğraştık.”
* sinema yazarı ve yönetmen talip ertürk, the wire için, “soğuk gerçeğini seyircisinin yüzüne vuran the wire, o vakte kadar televizyonda görülmemiş, çoğu zaman belgesele yaklaşan bir üsluba sahipti ve bu özelliği ile ekranda devrim yaptı. iyiler/kötüler kümelerine hapsolmayı reddeden, her biri kendince marazlara ve erdemlere sahip karakterleri bu muazzam dizinin en güçlü yanıydı. bu karakterler arasında kült statüsüne erişmiş biri var ki the wire’ı izleyen herkesin aklına mıh gibi saplanmıştır: michael k. williams’ın hayat verdiği, kendi ahlaki kodlarını herkese kabul ettirmiş tetikçi omar little. müteveffa michael k. williams’a bu muhteşem performansı için şükran borçluyuz.” demiştir.
* sinema yazarı erdem tatar’ın the wire hakkındaki sözleri; “baltimore gibi filmlere ya da dizilere pek sık fon yapılmayan bir şehirde geçen the wire, koca abd’nin röntgenini tek başına çekebilir mi? beş sezon süren bu muazzam diziyi izlediğinizde, sorumuza vereceğiniz kaçınılmaz yanıt; “evet” olacak!”
* dizideki snoop lakaplı karakter felicia pearson’ın acılı bir öyküsü varmış. felicia pearson, henüz çocuk yaşlarda baltimore’un arka sokaklarında uyuşturucu satıcılığı yapmış ve 14 yaşındayken cinayetten dolayı mahkûmiyet almış. yaklaşık altı yıl hapiste kalmış ve 2000 yılında çıkmış. felicia pearson’ı the wire’a michael k. williams* kazandırmış. michael k. bir gün baltimore barlarından birinde demlenirken felicia’yı görmüş ve kendisini oyunculuk için sete davet etmiş. denemelerin ardından felicia pearson profesyonel oyunculuğa adım atmış. ayrıca kendisinin dizideki snoop lakabı gerçek hayattaki lakabıymış. bir röportajında, “bin yıl geçse bir aktris olacağım, bir yazar olacağım hiç aklıma gelmezdi. kendime ait kitabım var.” demiştir.
* dizi boyunca uyuşturucu satıcısı rolündeki çocuklar dizi bitene kadar gerçekten de uyuşturucu satıcısı olduklarını sanıyorlarmış. kameraları oyunun bir parçası olarak görüyorlarmış. çocuklara bu konuda preston bodie broadus karakteri yardımcı olmuş.
dizide o kadar çok etkileyici, hatırda kalıcı sahne var ki hangisinden bahsedeceğimi bilemiyorum. beni üçüncü sezon etkilemişti. o sezon ruhuma nüfuz etmişti âdeta. üçüncü sezon finali şimdiye dek izlediğim tüm dizilerde en etkilendiğim en hüzünlendiğim, en duygulandığım sezon finaliydi. o sahnede yüreğimi bırakmıştım. beşinci sezon yedinci bölüm sonu ise şimdiye kadar televizyon için yapılmış en güzel, en hoş, en nahif bölüm sonundan biriydi. o sahneyi de tıpkı üçüncü sezon finali gibi yıllar geçse de unutamam.
şimdi devriyeler.wordpress.com blog adresinden önemli bulduğum bir alıntı paylaşacağım.
“sürüklenme ve döngünün tamamlanması:
the wire’ın karmaşık kurgusu içerisinde bir suçlu tespit etmek zor ve tartışmaya açık. politikacıların, amirlerin, polislerin, öğretmenlerin, çete üyelerinin ve katillerin her zaman kendileri için makul sebepleri oluyor. herkes bu çarkın içine bir şekilde ve birbirlerini etkileyerek sürükleniyor. eğitim sistemi, menfaat ilişkileri ve politikalar insanları bir labirente itiyor. zaman ilerledikçe isimler değişiyor ama düzenin biçtiği roller değişmiyor. dizinin sonunda her karakter gidiyor, onların yerini dolduracak başka birileri geliyor. ve baltimore aynı sabahı tekrardan yaşıyor…
politika ve kirli işler:
idealist insanlar gittikçe nasıl eriyor sorusunun güzel bir cevabını bulabiliriz bu dizide. sistem menfaat hırsıyla gelmiş olmayan yöneticilerin önüne öyle seçenekler sunuyor ki bazen onların erdemsiz davranışlarını haklı buluyoruz. daha yukarı çıkma ve daha etkin iş yapma vaadi idealist insana boyun eğdirmeye mecbur bırakıyor. bir kere bu kaptan yemek yediğinde ise artık ağızı kirlenmiş oluyor ve ardından bir yenisi daha geliyor. yükselmek için her basamakta taviz vermesi gerekiyor, en sonunda ise kendisinden bir şey kalmıyor, sistemin yeni gardiyanına dönüşüyor. aşağıda kalırsan seni kısıtlıyor, yukarı çıkarsan seni yok ediyor. başarısız politikaların üstünü örtmek içinde sayılarla oynamak yeterli kalıyor. eğitim başarısını artır ama bir şey öğretmeyen sınavlarla, suç oranını düşür ama vakaları saklayarak, refah düzeyini artır ama gazetelerle…
örümcek ağı:
diğer çoğu dizilere baktığımızda, karakterlerin etkilenme ve karar alma zamanı çok barizdir. dönüm noktası denilebilecek net bir an mutlaka verilir. fakat biz gerçek hayatı bu kadar keskin yaşamıyoruz. gerçek hayatta bize tüm iç ve dış dünya etki ediyor biz ise buna genellikle ani değişimlerle değil kademeli ve inişli çıkışlı geçişlerle karşılık veriyoruz. bize etki eden çok fazla unsur var ve bize etkisi ise bir müddet alıyor. the wire bu sürecin farkında ve üstelik bunu yaparken şöyle bir ustalıkta sergiliyor. etkiler ve tepkiler gözümüze sokulmadan usulca gerçekleşiyor biz ise bu kademeli ilerlemeyi çok olağan buluyoruz ve yadırgamıyoruz hatta bazen hissetmiyoruz. bir çocuğun büyümesine veya ayın ilerlemesine tanık olmak gibi bulunduğun anda fark edemiyorsun ne kadar ilerlediğini. yani karakterleri daha insancıl ve gerçek bir şekilde görüyoruz.”
bunny colvin’den bahsetmek istiyorum biraz. dizinin en sevdiğim karakterlerindendi. bu abimiz kadar onurlu, disiplinli, iyi niyetli, idealist bir devlet görevlisi her ülkeye lazım. the wire denince binbaşı bunny colvin’in baltimore’lu suçluları kontrol edebilmek için kurduğu hamsterdam’dan bahsetmemek olmaz. her ne kadar suç oranını düşürmek için böyle bir çalışma yapsa da baltimore ve ülke bürokrasisi ve politikası sürekli engel oluyordu bunny colvin’a. bu adamın projelerini devlet yöneticileri destekleseydi belki de baltimore’da her şey çok farklı olurdu. üçüncü sezonun sonunda projesinin yıkılışını izleyen colvin’in yanına bubbles geliyordu ve binbaşı colvin’e, eskiden buralarda uyuşturucu alınıp satılırdı, güzel zamanlardı gibisinden sözler sözlüyordu ve ekliyordu, ama sen nerden bileceksin ki, buranın yabancısısın diyordu, o bölgenin aslında konuştuğu binbaşı colvin’in eseri olduğunu bilmeden. sadece bu detay dahi the wire’ı gözümde harikulâde kılıyor.
kayiprihtim.com sitesinden bir alıntı yapacağım şimdi de.
“the wire, istisna yaratmayarak her karaktere kendine has bir adalet algısı veriyor. bu adalet algıları onları seneler içerisinde çok farklı yollara iteliyor ve bu yollar sırasında hemen hemen herkes önünde bir seçimle kalıyor. inandığı değerler uğruna her şeyi feda ederek, adalet algılarını takip etmek veya kariyere doğru bir adım atmak, bir şeyleri orada değiştirmek adına bazı değerleri arkada bırakmak.”
bubbles’tan bahsetmek istiyorum şimdi. bu karakteri inanılmaz seviyordum. dizi ve sinema tarihinin en özgün karakterlerinden biriydi bu abimiz. toplumun dışladığı, aşağıladığı fakat tüm zorluklara rağmen hayatta kalmayı başarabilen derin bir karakterdi. hayatın ona karşı oynadığı tüm kötü oyunlardan kurtulmayı başarmıştı. kendini sürekli saklanırken ya da kaçarken bulması beni çok hüzünlendiriyordu. dizi boyunca izlerken en üzüldüğüm, en duygulandığım karakterdi. bazı anlarda baltimore’da olup bubbles abime yardım etmek istediğim çok sahne olmuştu. kendisine karşı yanlışlar yapılsa da o, yanlışa yanlışla karşılık vermeyi seçmezdi. bazen kendisine yapılanları cazalandırmak istese de yine de yüreğinde kötülük barındırmazdı. gönül adamıydı bubbles. kötüler içinde kalmış iyilerdendi. etrafındakilere yardım etmeyi istiyordu, üstelik kendisi yardıma muhtaçken. johnny weeks’e ne kadar yardım etmişti iyi olmadı için. hayatın tüm zorluklarına rağmen gülmeyi başarabilen ender insanlardandır bubbles. gerçek hayatta benim çevremde olmasını çok istediğim bir karakterdi. ben bubbles’ların sadece dizilerde değil gerçek hayatta da var olduğuna inanıyorum. belki başka bir ülkede, belki başka bir şehirde belki de bizim şehrimizde, sokağımızda… ben bubbles’ların asla ölmeyeceğine inanıyorum sözlük. bedenen bu dünyadan göçseler de ruhları bu dünyada bir yerlerdedir… ahh bubbles baba ahh! o hüzünlü bakışlarıyla tüm kötülüklere, tüm zorluklara rağmen gülümsemeye çalışmasını unutmak mümkün mü?
aşağıya yerli ve yabancı izleyicilerin the wire hakkında söylediği, önemli bulduğum ve benim de katıdığım birkaç yorumu paylaşacağım.
• “the wire dizisi dickens romanı gibi. bundan elli sene sonra da izlenecek. çünkü bu sadece bir show değil yaşadığımız çağın yani 21. yüzyılın tarihi bir belgesi.”
• “karakterleri öyle derinlikli işler ki tetiği çekeni de seversiniz, vurulup düşeni de.”
• “polis-suç temalı dizilerin/filmlerin genellikle "sattığı" iyilerin ve kötülerin savaşını değil, kötülerin kendi arasındaki savaşını anlatan dizi.”
• “shotgun'lu azizler, uyuşturucu işinden köşeyi dönen avukatlar, tetikçi çocuklar, dolandırıcı senatörler, yalancı valiler, arkadaşı için canını ortaya koyan gangsterler derken kimi seveceğinizi, kimden nefret edeceğinizi şaşırıyorsunuz.”
• “ben bunu lost'un boşluğunu doldursun diye izlemeye başladım, onun yerine varoluşsal boşluğumu doldurdu.”
• “masada oturan ve saatlerdir sohbet eden iki kişinin yanına oturup sohbet konusunu anlamaya çalışmak gibidir the wire'a başlamak. o iki kişi konuşmaya devam eder, sana ne hakkında konuştuklarını söylemezler, sen anlamaya çalışırsın, birkaç saat dinlersin, sonra kalkar gidersin. ama onlar hala orada oturup konuşmaya devam ediyorlardır. işte the wire budur.”
• “öyle bir dizi ki, çok sevdiğim breaking bad onun yanında sitcom gibi kalıyor.”
• “hayat simülasyonudur, akıp gitmez.”
• “belli bir noktadan sonra oyuncularla rollerini birbirinden ayıramadığınız olağanüstü dizi. köşe başında uyuşturucu satan çocuğun bir aktör değil de gerçekten baltimore sokaklarında büyümüş, başka çaresi olmayan fakir bir çocuk olduğuna inanmaya başlıyorsunuz. rol değil yani o, gerçekten bir uyuşturucu satıcısı var kameranın önünde o derece. polis, çete üyesi, tetikçi, politikacı, işçi, öğretmen vs aynı şey dizideki tüm karakterler için geçerli. gerçekçilik konusunda the wire'dan daha üstün bir dizi/fim izlediğimi ve izleyebileceğimi sanmıyorum.”
• “amerika'da tv için en prestijli ödül olan emmy'yi kazanamamıştır. buna bir amerikan yazarın tepkisi ise şöyle olmuş: "the wire'a emmy verilmemiş mi? bu diziye nobel edebiyat ödülü verilmeli!”
• “the wire'a dizi demek kolaycılık, neredeyse roman gibi demek de yeterli değil, bir tolstoy romanı gibi. toplumu katman katman önümüze seriyor. siyahlarla-beyazlarla değil, grilerle anlatıyor. herkesin kendi hikayesine nasıl sıkıştığını, toplumun insanı belirleme gücünü harika anlatıyor.”
• “tek numarası bir sonraki bölüm için bir hafta, bir sonraki sezon için dokuz ay kıvrandırmak olan diziler bittiği zaman rahatlatıyor ve 2-3 yıl içinde unutuluyor. ama bu hbo dizilerinin son bölümünü izlerken insan evini, yurdunu terk eder gibi oluyor. the wire'da onlardan biri.”
• “oz ve the wire tanrı, breaking bad ve dexter onların elçisidir.”
yazımı omar little ile sonlandırmak istiyorum. dizideki en sevdiğim iki karakterden biriydi. tamamen orijinal bir karakterdi. omar tek başına dizi olabilecek potansiyele sahip biriydi. bugün omar little dizisi çekiyoruz deseler eminim milyonlarca hayranı olur. başrol olmamasına rağmen önemli bir izleyici kitlesi tarafından sevilmektedir omar. en önemli özelliklerinden biri uyuşturucu satıcılarını soymaktı. evet evet yanlış duymadınız, uyuşturucu tacirlerini soyuyordu omar abimiz. gangster olmasına rağmen onurlu biridir, silahını zayıf olana, ezilene değil suçlu olana ezene doğrulturdu. bir nevi robin hood’tu kendisi. bu yüzden dizide bir suçlu olmasına rağmen yerel halkın ve bazı çocuklarla gençlerin gözünde bir kahramandı omar. “paranın sahibi olmaz, sadece harcayanı olur” ilkesini benimseyecek kadar da keyfine düşkün bir karakterdi. sadece omar little için dahi izlenebilir diyenler vardır. ben de onlardan biriyim. omar’ı omar yapan en önemli özellik ise baltimore’dur. omar, baltimore sokaklarında tek kişilik bir ordudur. sokaklarda görüldüğü an herkesin “yo yo omar comin” deyip kaçması omar isminin sokaklardaki karşılığını anlatır. omar, baltimore’de kendi krallığının başındadır. baltimore’dan çıktığı anda dünyanın geri kalanı için sıradan bir serseridir. yani omar=baltimore. dizi tarihinin efsane karakterleri arasında kendine ön sıralarda yer bulmuştur omar little. bu muhteşem karakteri canlandıran michael kenneth williams abimizi 6 eylül 2021’de kaybettik. ışıklar içinde uyu omar baba. heyhat! önce omar’ın ıssız, tekinsiz sokaklarda yankılanan ıslığını, ardından o nevi şahsına münhasır tavırlarıyla karanlığın içinden gelişini unutmak mümkün mü?
dizide net başrol olmamakla birlikte en önemli oyuncuları, sonja sohn*, clarke peters*, wendell pierce*, dominic west*, lance reddick* karakterleridir. diğer önemli rollerde ise michael kenneth williams*, andre royo**, deirdre lovejoy*, robert wisdom*, seth gilliamellis carver, domenick lombardozzi**, wood harris*, idris elba*, j.d. williams*, frankie faison*, corey parker robinson*, delaney williams*, john domanwilliam a. rawls, michael potts*, jamie hector*, felicia pearson*, gbenga akinnagbe *, jim true-frost* gibi oyuncuları izliyoruz.
the wire’da amerika birleşik devletleri’nin baltimore şehrinin bilinen ancak görünmeyen kısmı anlatılmaktadır.
dizide her sezon baltimore şehrinin yozlaşmış veya yozlaşmaya yüz tutmuş farklı bir yüzü ele alınıyor.
the wire’ın kaptan köşkünde iki önemli isim var. birincisi yirmi yıldan fazla araştırmacı gazetecilik vasıflarını bu projenin her zerresine nüfuz ettiren david simon, ikincisi ise uzun zaman boyunca hem baltimore emniyet teşkilatı’nda hem de şehrin eğitim kurumlarında dirsek çürütmüş bir polis olan ed burns. the wire’da tecrübeyle kurgunun ve zekânın kusursuz bileşimine tanıklık ediyoruz.
dizide ele alınan konulara kısaca değinirsek bunlar; emniyet teşkilatı, uyuşturucu, dostluk, politika, arka sokaklar, aile ilişkileri, çeteler, eğitim, hukuk, cinayetler, bürokrasi, medya ve daha fazlasıdır.
oyunculuklar mükemmeldi. en önemli oyunculardan tutun da sıradan bir figüranın dahi kötü performansı yoktur. özellikle omar little, bubbles, kima greggs, avon barksdale, preston bodie broadus gibi mükemmel canlandırılmış karakterler vardır.
müzikleri de en az dizinin kendisi kadar enfestir. her sezonun harika müzikleri vardır. hele o bölüm sonlarının ve sezon finallerinin müzikleri ne muhteşemdi.
the wire’da başrol oyuncusu yoktur. the wire’da tek başrol var, o da baltimore city’den başkası değil.
the wire o kadar gerçekçi ki sanki bir dizi değil yaşanmış olayların belgeselini izliyorsunuz. kusursuz realistik bir üslupla ele alınıyor baltimore şehrinin farklı yüzleri.
dizide olaylar tıpkı bir örümcek ağı gibi baştan sona karmaşık bir ağ ile bağlı. bu ağı çözmek, anlatmak için acele etmiyorlar. ilmek ilmek işliyorlar konuyu.
başrole yakın sayabileceğimiz karakterler son derece zeki, soğukkanlı ve profesyonel kişilerdir. bunun dışında bazı bölümler yan roller başrol sayılanlardan çok daha önemli olabilmektedir bu dizide.
the wire’da baltimore şehrinin portresi çiziliyor. bu öyle bir portre ki benim diyen diyen ressam bir şehrin çehresini bu kadar mükemmel, bu kadar olağanüstü çizemezdi.
karakterler o kadar doğaldır ki, sanki bu diziden önce de bu meslekleri icra ediyorlarmış hissi oluşmasına sebep oluyor. şöyle ki lester freamon sanki kırk yıllık esaslı bir dedektif, bubbles sanki kırk yıllık bir evsiz, omar little sanki bin yıllık bir anti kahraman, chris partlow kırk yıllık bir tetikçi, snoop ise kırk yıllık bir sokak çocuğu gibiydi.
the wire için en yalın hâliyle ilk bölümden son bölüme kadar kaliteden, gerçekçilikten, mükemmellikten asla ödün vermeyen efsane dizidir diyebiliriz.
the wire’da karakterlerimizin iyi ve kötü ayrımı keskin hatlarla çizilmiyor. yani birine salt kötü veya salt iyi diyemiyorsunuz. bu durum karakterlere biçeceğimiz mutlak bir ahlâk anlayışını da bertaraf ediyor. bu yüzden karakterler de dizinin senaryosu gibi hayatın ta kendisidir.
toplumun ve yaşadığı krizlerin bu kadar iyi analiz edildiği bir diziye rastlamak gerçekten çok zor. bunun en büyük sebebi ise david simon (dizinin geçtiği şehir olan baltimore’da yıllarca gazetecilik yapmış) ve ed burns (baltimore cinayet ve narkotik masasında yıllarca polislik yapmış) gibi yazarların konulara, olaylara hâkim olmasından kaynaklanıyor kuşkusuz.
izlediğim polisiye türünde yapılan diziler ve filmler arasında amerika birleşik devletleri içinde en iyisi, dünyada da bron/broen ile birlikte zirveyi paylaşır the wire. polisiye olmayan türde ise dünyada oz ve six feet under ile kıyaslanacak tek dizidir gözümde.
the wire her sezon farklı ve karmaşık bir dava üzerine gidiyor, bunu aydınlatmaya çalıyor. herhangi bir karakteri merkeze almıyor, klasik bir dizinin size gösterdiği şeyleri göstermiyor. bu yüzden de davalar her zaman çözülemiyor.
the wire bir şehrin sosyolojisini, suç dünyasını, bürokrasisini, eğitim sistemini, politakasını ve daha fazlasını mükemmel bir şekilde yansıtmaktadır.
the wire’da öyle klasik popüler dizilerdeki gibi karakter değişimleri yaşanmıyor. kimse öyle birdenbire değişikliğe uğramıyor, aslında kimse değişmiyor, sadece karakterleri biraz daha derinlemesine tanıyoruz.
kenar mahallelerde yaşayan siyahilerin önemli bir kısmının suça nasıl bulaştıklarını, daha doğrusu bulaşmak zorunda bırakılmalarını kusursuz bir yalınlıkla anlatıyor bize the wire.
the wire sürükleyici olmayan yapısına rağmen beni müthiş kendine çekmeyi başarmıştı. durağan ilerleyen bir sezonu izlerken zaman nasıl da geçti hiç anlamıyordum. bu kadar ağır ilerleyerek izleyiciyi bu denli kendine çeken bir dizi daha hatırlamıyorum.
dizinin yaratıcı david simon, the wire için; “televizyon için bir roman” benzetmesinde bulunuyor. tıpkı realistik rus romanları gibi the wire da izleyicinin yüzüne bir tokat gibi çarpıyor.
dizinin en sevdiğim yönü birbirinden özel birbirinden orijinal karakterler vardı. “omar little”, “reginald cousins”*, “snoop” gibi. tüm karakterler içinde en sevdiğim bubbles’tı.
diziye yapılacak en büyük haksızlık “polisiye dizi mi ıyy, izlenmez!” gibi yaklaşımlar olacaktır. polisiye dizi bilgisi yılan hikâyesi veya arka sokaklar’dan ibaret olanların the wire’ı sevmemesi normaldir. kesinlikle kıyaslama kabul etmiyorum, sadece the wire’dan önce arka sokaklar’dan birkaç bölüm izleyin, ardından the wire’ı izleyin. aradaki uçurumu anlayacaksınız.
dizinin en ilginç özelliklerinde biri de konuşulan ingilizcedir. the wire’da dizide sokak çocuklarının, suçluların konuştuğu ingilizceyle sizin o derslerde öğrendiğiniz ingilizcenin hiç alâkası yok. siyahilerin çoğunlukta yaşadığı baltimore’de afro-amerikalıların kullandığı yerel aksanı ve argo kelimeleri anlamak çok zordur. ingilizce konusunda benim diyenler dahi sahneleri izlerken konuşulan sözcüklerin bir kısmını anlamadığını belirtiyor. ingilizcesi ileri seviyede olanlar dahi siyahilerin konuşmalarını idrak edebilmek için alt yazısız izlememek gerektiğini söylemektedir. orijinal dilde izleyecekler olanların şu adrese ihtiyaç duyması kuvvetle muhtemel.
the wire’ı kalitesi, gerçekçiliği dışında diğer dizilerden ayıran en önemli özelliği karakterleriydi. burada bahsettiğim karakterlerin fiziksel özellikleri, görselliği. dizinin başrol sayılabilecek oyuncuları ve yan roller dahil bu karakterler diğer dizilerdeki gibi çekici değildir. the wire’da öyle çok güzel, çok zarif, çok seksi kadınları göremiyorsunuz, keza çok yakışıklı, çok karizmatik erkekler de yok. bu dizideki oyuncular sıradan tiplerdir. yani bu karakterler dış dünyada yolda yürürken rastlayabileceğiniz insanlar. böyle bir özelliğe daha önce hiçbir dizi ve filmde rastlamadım. bu açıdan önemli olduğunu düşünüyorum.
yazar peyami safa’nın “gerçek basit ve sadedir. onu biz büyütür, biz süsleriz” cümlesindeki “gerçek” the wire’ın ta kendisidir.
the wire analizi için özel olarak eski gerçek gangsterlerle röportajlar yapılmış ve dizi izlettirilip bölümleri sorulmuş. diziyi izleyen gerçek suçluların önemli bir bölümü dizideki olayları ve gerçekliği doğrulamış ve takdir etmiş. röportajlara giden yol..
dizide dikkatimi çeken şeylerden biri de yengeçti. dedektifler ve halk sık sık yengeç restoranlarına gidiyordu. bu durumu merak et etmiştim. araştırmalarım sonucunda öğrendim ki baltimore şehrindeki yengeçler dünyanın en leziz kabuklu deniz canlılarındanmış. karşılaşılan yengeç sahnelerinden dolayı the wire’dan sonra yengeçlere karşı bakış açınız değişebilir.
bakmayın siz o popüler ama dandik netflix dizileri gibi the wire’ın ödül törenlerinde öne çıkmadığına, prestijli ödüller almadığına. bu duruma kesinlikle aldanmayın. bu diziye verilmeyen bütün ödüller the wire’ın değil vermeyenlerin ayıbıdır.
the wire unutamadığım en değerli dizilerdendir ve keşke hiç bitmese dediğim birkaç diziden biridir.
dizide beş sezonda anlatılan olaylar aslında çok daha uzun yıllara dayanıyormuş. david simon ve ed burns’ın baltimore şehrindeki yaklaşık otuz yıllık deneyim ve gözlemleri beş sezona yayılıyor.
the wire için şunu rahatlıkla söyleyebilirim. six feet under’ın finali ne kadar iyiyse the wire’ın kendisi de en az o kadar iyidir.
the wire ile ülkemizde kıyaslanabilecek bir dizi maalesef henüz çekilmedi. sadece karakterlerin gerçekçiliği açısından bir kıyaslama yapılabilir sıfır bir dizisiyle. iki dizideki karakterler de gerçekten suçlu ve ürkütücü tiplerdir. şöyle ki gece yolda görseniz kaçmak için yer arayacağınız tiplerdir bunlar. bunun sebebi belki de bu iki dizide de gerçek suçluların oynamasıdır, kim bilir.
the wire’ın akademilerde ders olarak okutulması gereken eşsiz bir yapım olduğuna inanıyorum.
the wire için televizyon sektörünün rönesansı demek sanıyorum yanlış olmaz. the wire kaliteli senaryosu, gerçekçiliği, enfes oyunculuğu, kurgusu ve benzersiz üslubuyla kendinden sonra ki mindhunter’ların, the leftovers’ların, breaking bad’lerin varoluşlarındaki önemli etkenlerden biri olduğunu söyleyebiliriz.
the wire televizyon için yapılmış en değerli, en kusursuz, en gerçek, en muhteşem birkaç yapımdan biridir.
tekrar tekrar izlenebilecek az sayıda diziden biridir gözümde.
the wire’a sıfırdan başlayacakların yerinde olmayı çok isterdim.
izleyenler ne kazanır bilemiyorum, fakat izlemeyenler çok şey kaybeder. izleyin, izlettirin.
the wire için başta david simon, ed burns olmak üzere tüm hbo ekibine, set işçisinden yönetmenine kadar emeği geçen herkese teşekkür etmek istiyorum. iyi ki böyle harika bir işe imza atmışlar.
hbo yapımları bittikten sonra o sanki evinden, ailenden, tüm sevdiklerinden, ülkenden ayrılmış gibi hissedersin ya hani, öyle tarifsiz bir boşluğa düşersin ya işte the wire’da bu hissi iliklerime kadar yaşadım.
the wire kuşkusuz en iyisinden, en mükemmelinden, en muhteşeminden bir başyapıttır.
son olarak, the wire bir televizyon dizisinden çok daha fazlasıdır.
aşağıda dizi hakkında bazı ayrıntılar ve kişisel yorumlar paylaşacağım. benim gibi diziyi izlemeden önce detayları öğrenmekten hoşnut olmayan biriyseniz aşağıdaki yazılanları kesinlikle izlemeden önce okumamanızı öneririm.
yararlanılan kaynaklar
kaynak 1, kaynak 2, kaynak 3, kaynak 4, kaynak 5, kaynak 6, kaynak 7, kaynak 8
anekdotlar
* dizinin yaratıcısı david simon eski bir baltimore sun gazetecisidir. bu yüzden the wire’ı oluştururken hikâyeleri deneyimlerinden yani hayatın ta kendisinden alıyormuş. yıllarca muhabir olarak bilgi edindiği kişilerden, diyaloglardan ve anekdotlardan yararlanmış.
* dizide suçlu rolündeki oyuncuların bazıları amatör ya da gerçekten sokaklardan gelen suçlularmış. senarist ve dizinin yaratıcısı david simon, bu karakter için yalnızca tek taraflı diyaloglar yazmış ve karşısındakinden de tıpkı önceki gerçek hayatında bu sorulara ne cevap verecekse dizide de o şekilde konuşmasını istemiş. bir süre sonra bu yöntem iyice benimsenmiş ve dizideki bazı profesyonel oyuncularda da bu yöntemle diyaloglar kurmuş.
* david simon, the wire’ı farklı şekillerde tanımlamış. bu tanımları, derisi sertleşmiş kurumların duygusuz ve kayıtsız tanrılar rolünü oynadığı “yeni milenyumun yunan trajedisi”, “kapitalizmin insani değer üzerindeki zaferi” hakkında bir hikâye ve “amerikan imparatorluğunun çöküşü”nün bir tarihi olarak belirtmiş.
* bbc culture tarafından hazırlan listeye göre 43 farklı ülkeden 200’den fazla film eleştirmeni, televizyon uzmanı, gazeteci ve akademisyenin oy kullandığı ankette, the wire 21. yüzyılın en iyi dizisi seçilmiştir.
* çoğu televizyon yazarının sokakları dinlemediğine ya da kentsel alanlarda yoksulluk içinde yaşayan insanların yaşamlarıyla pek ilgilenmediğine inanan david simon, polisiye roman yazarlarından -george pelecanos, dennis lehane ve richard price- ve baltimore sun’daki eski meslektaşlarından oluşan bir ekip kurmuş. zamanla, the wire’ın oyuncu kadrosu ve ekibi sıkı sıkıya bağlı bir aile hâline gelmiş.
* the wire’ın yaratıcısı david simon, roman yazarı george pelecanos’u yazı ekibine katılmaya davet ettiğinde, “onu bir polis şovu olarak sattım, ama gerçekten bir polis dizisi olmadığını bilmiyorlar” demiştir.
* the wire, imdb’de güncel olarak 341 bin küsur izleyici tarafından oylanmış ve 9.3 puan almıştır.
* 2001 yılında aktör frankie faison, the wire adlı yeni bir hbo dramasında komiser yardımcısı ervin burrell rolünü kabul ettiğinde, sıradan bir polis dizisinde rol alacağını sanıyormuş. faison, “dizinin daha çok telefon dinleyen polislerle ilgili olmasını bekliyordum” diye o günleri anımsıyor ve “çok daha büyüleyici bir şeye dönüştü” diye ekliyor. frankie faison şu sözlerini de aktarıyor. “the wire, en düşükten en yükseğe kadar toplumun her unsuruyla ilgilendi” diyor ve ekliyor, “bazen ‘iyi’ insanlar o kadar iyi değildir ve bazen ‘kötü’ insanlar iyi olmaya çalışır. birçok insanın özdeşleştirebileceği bir şeydi. hiç geri çekilmedik ve gerçeklerle uğraştık.”
* sinema yazarı ve yönetmen talip ertürk, the wire için, “soğuk gerçeğini seyircisinin yüzüne vuran the wire, o vakte kadar televizyonda görülmemiş, çoğu zaman belgesele yaklaşan bir üsluba sahipti ve bu özelliği ile ekranda devrim yaptı. iyiler/kötüler kümelerine hapsolmayı reddeden, her biri kendince marazlara ve erdemlere sahip karakterleri bu muazzam dizinin en güçlü yanıydı. bu karakterler arasında kült statüsüne erişmiş biri var ki the wire’ı izleyen herkesin aklına mıh gibi saplanmıştır: michael k. williams’ın hayat verdiği, kendi ahlaki kodlarını herkese kabul ettirmiş tetikçi omar little. müteveffa michael k. williams’a bu muhteşem performansı için şükran borçluyuz.” demiştir.
* sinema yazarı erdem tatar’ın the wire hakkındaki sözleri; “baltimore gibi filmlere ya da dizilere pek sık fon yapılmayan bir şehirde geçen the wire, koca abd’nin röntgenini tek başına çekebilir mi? beş sezon süren bu muazzam diziyi izlediğinizde, sorumuza vereceğiniz kaçınılmaz yanıt; “evet” olacak!”
* dizideki snoop lakaplı karakter felicia pearson’ın acılı bir öyküsü varmış. felicia pearson, henüz çocuk yaşlarda baltimore’un arka sokaklarında uyuşturucu satıcılığı yapmış ve 14 yaşındayken cinayetten dolayı mahkûmiyet almış. yaklaşık altı yıl hapiste kalmış ve 2000 yılında çıkmış. felicia pearson’ı the wire’a michael k. williams* kazandırmış. michael k. bir gün baltimore barlarından birinde demlenirken felicia’yı görmüş ve kendisini oyunculuk için sete davet etmiş. denemelerin ardından felicia pearson profesyonel oyunculuğa adım atmış. ayrıca kendisinin dizideki snoop lakabı gerçek hayattaki lakabıymış. bir röportajında, “bin yıl geçse bir aktris olacağım, bir yazar olacağım hiç aklıma gelmezdi. kendime ait kitabım var.” demiştir.
* dizi boyunca uyuşturucu satıcısı rolündeki çocuklar dizi bitene kadar gerçekten de uyuşturucu satıcısı olduklarını sanıyorlarmış. kameraları oyunun bir parçası olarak görüyorlarmış. çocuklara bu konuda preston bodie broadus karakteri yardımcı olmuş.
dizide o kadar çok etkileyici, hatırda kalıcı sahne var ki hangisinden bahsedeceğimi bilemiyorum. beni üçüncü sezon etkilemişti. o sezon ruhuma nüfuz etmişti âdeta. üçüncü sezon finali şimdiye dek izlediğim tüm dizilerde en etkilendiğim en hüzünlendiğim, en duygulandığım sezon finaliydi. o sahnede yüreğimi bırakmıştım. beşinci sezon yedinci bölüm sonu ise şimdiye kadar televizyon için yapılmış en güzel, en hoş, en nahif bölüm sonundan biriydi. o sahneyi de tıpkı üçüncü sezon finali gibi yıllar geçse de unutamam.
şimdi devriyeler.wordpress.com blog adresinden önemli bulduğum bir alıntı paylaşacağım.
“sürüklenme ve döngünün tamamlanması:
the wire’ın karmaşık kurgusu içerisinde bir suçlu tespit etmek zor ve tartışmaya açık. politikacıların, amirlerin, polislerin, öğretmenlerin, çete üyelerinin ve katillerin her zaman kendileri için makul sebepleri oluyor. herkes bu çarkın içine bir şekilde ve birbirlerini etkileyerek sürükleniyor. eğitim sistemi, menfaat ilişkileri ve politikalar insanları bir labirente itiyor. zaman ilerledikçe isimler değişiyor ama düzenin biçtiği roller değişmiyor. dizinin sonunda her karakter gidiyor, onların yerini dolduracak başka birileri geliyor. ve baltimore aynı sabahı tekrardan yaşıyor…
politika ve kirli işler:
idealist insanlar gittikçe nasıl eriyor sorusunun güzel bir cevabını bulabiliriz bu dizide. sistem menfaat hırsıyla gelmiş olmayan yöneticilerin önüne öyle seçenekler sunuyor ki bazen onların erdemsiz davranışlarını haklı buluyoruz. daha yukarı çıkma ve daha etkin iş yapma vaadi idealist insana boyun eğdirmeye mecbur bırakıyor. bir kere bu kaptan yemek yediğinde ise artık ağızı kirlenmiş oluyor ve ardından bir yenisi daha geliyor. yükselmek için her basamakta taviz vermesi gerekiyor, en sonunda ise kendisinden bir şey kalmıyor, sistemin yeni gardiyanına dönüşüyor. aşağıda kalırsan seni kısıtlıyor, yukarı çıkarsan seni yok ediyor. başarısız politikaların üstünü örtmek içinde sayılarla oynamak yeterli kalıyor. eğitim başarısını artır ama bir şey öğretmeyen sınavlarla, suç oranını düşür ama vakaları saklayarak, refah düzeyini artır ama gazetelerle…
örümcek ağı:
diğer çoğu dizilere baktığımızda, karakterlerin etkilenme ve karar alma zamanı çok barizdir. dönüm noktası denilebilecek net bir an mutlaka verilir. fakat biz gerçek hayatı bu kadar keskin yaşamıyoruz. gerçek hayatta bize tüm iç ve dış dünya etki ediyor biz ise buna genellikle ani değişimlerle değil kademeli ve inişli çıkışlı geçişlerle karşılık veriyoruz. bize etki eden çok fazla unsur var ve bize etkisi ise bir müddet alıyor. the wire bu sürecin farkında ve üstelik bunu yaparken şöyle bir ustalıkta sergiliyor. etkiler ve tepkiler gözümüze sokulmadan usulca gerçekleşiyor biz ise bu kademeli ilerlemeyi çok olağan buluyoruz ve yadırgamıyoruz hatta bazen hissetmiyoruz. bir çocuğun büyümesine veya ayın ilerlemesine tanık olmak gibi bulunduğun anda fark edemiyorsun ne kadar ilerlediğini. yani karakterleri daha insancıl ve gerçek bir şekilde görüyoruz.”
bunny colvin’den bahsetmek istiyorum biraz. dizinin en sevdiğim karakterlerindendi. bu abimiz kadar onurlu, disiplinli, iyi niyetli, idealist bir devlet görevlisi her ülkeye lazım. the wire denince binbaşı bunny colvin’in baltimore’lu suçluları kontrol edebilmek için kurduğu hamsterdam’dan bahsetmemek olmaz. her ne kadar suç oranını düşürmek için böyle bir çalışma yapsa da baltimore ve ülke bürokrasisi ve politikası sürekli engel oluyordu bunny colvin’a. bu adamın projelerini devlet yöneticileri destekleseydi belki de baltimore’da her şey çok farklı olurdu. üçüncü sezonun sonunda projesinin yıkılışını izleyen colvin’in yanına bubbles geliyordu ve binbaşı colvin’e, eskiden buralarda uyuşturucu alınıp satılırdı, güzel zamanlardı gibisinden sözler sözlüyordu ve ekliyordu, ama sen nerden bileceksin ki, buranın yabancısısın diyordu, o bölgenin aslında konuştuğu binbaşı colvin’in eseri olduğunu bilmeden. sadece bu detay dahi the wire’ı gözümde harikulâde kılıyor.
kayiprihtim.com sitesinden bir alıntı yapacağım şimdi de.
“the wire, istisna yaratmayarak her karaktere kendine has bir adalet algısı veriyor. bu adalet algıları onları seneler içerisinde çok farklı yollara iteliyor ve bu yollar sırasında hemen hemen herkes önünde bir seçimle kalıyor. inandığı değerler uğruna her şeyi feda ederek, adalet algılarını takip etmek veya kariyere doğru bir adım atmak, bir şeyleri orada değiştirmek adına bazı değerleri arkada bırakmak.”
bubbles’tan bahsetmek istiyorum şimdi. bu karakteri inanılmaz seviyordum. dizi ve sinema tarihinin en özgün karakterlerinden biriydi bu abimiz. toplumun dışladığı, aşağıladığı fakat tüm zorluklara rağmen hayatta kalmayı başarabilen derin bir karakterdi. hayatın ona karşı oynadığı tüm kötü oyunlardan kurtulmayı başarmıştı. kendini sürekli saklanırken ya da kaçarken bulması beni çok hüzünlendiriyordu. dizi boyunca izlerken en üzüldüğüm, en duygulandığım karakterdi. bazı anlarda baltimore’da olup bubbles abime yardım etmek istediğim çok sahne olmuştu. kendisine karşı yanlışlar yapılsa da o, yanlışa yanlışla karşılık vermeyi seçmezdi. bazen kendisine yapılanları cazalandırmak istese de yine de yüreğinde kötülük barındırmazdı. gönül adamıydı bubbles. kötüler içinde kalmış iyilerdendi. etrafındakilere yardım etmeyi istiyordu, üstelik kendisi yardıma muhtaçken. johnny weeks’e ne kadar yardım etmişti iyi olmadı için. hayatın tüm zorluklarına rağmen gülmeyi başarabilen ender insanlardandır bubbles. gerçek hayatta benim çevremde olmasını çok istediğim bir karakterdi. ben bubbles’ların sadece dizilerde değil gerçek hayatta da var olduğuna inanıyorum. belki başka bir ülkede, belki başka bir şehirde belki de bizim şehrimizde, sokağımızda… ben bubbles’ların asla ölmeyeceğine inanıyorum sözlük. bedenen bu dünyadan göçseler de ruhları bu dünyada bir yerlerdedir… ahh bubbles baba ahh! o hüzünlü bakışlarıyla tüm kötülüklere, tüm zorluklara rağmen gülümsemeye çalışmasını unutmak mümkün mü?
aşağıya yerli ve yabancı izleyicilerin the wire hakkında söylediği, önemli bulduğum ve benim de katıdığım birkaç yorumu paylaşacağım.
• “the wire dizisi dickens romanı gibi. bundan elli sene sonra da izlenecek. çünkü bu sadece bir show değil yaşadığımız çağın yani 21. yüzyılın tarihi bir belgesi.”
• “karakterleri öyle derinlikli işler ki tetiği çekeni de seversiniz, vurulup düşeni de.”
• “polis-suç temalı dizilerin/filmlerin genellikle "sattığı" iyilerin ve kötülerin savaşını değil, kötülerin kendi arasındaki savaşını anlatan dizi.”
• “shotgun'lu azizler, uyuşturucu işinden köşeyi dönen avukatlar, tetikçi çocuklar, dolandırıcı senatörler, yalancı valiler, arkadaşı için canını ortaya koyan gangsterler derken kimi seveceğinizi, kimden nefret edeceğinizi şaşırıyorsunuz.”
• “ben bunu lost'un boşluğunu doldursun diye izlemeye başladım, onun yerine varoluşsal boşluğumu doldurdu.”
• “masada oturan ve saatlerdir sohbet eden iki kişinin yanına oturup sohbet konusunu anlamaya çalışmak gibidir the wire'a başlamak. o iki kişi konuşmaya devam eder, sana ne hakkında konuştuklarını söylemezler, sen anlamaya çalışırsın, birkaç saat dinlersin, sonra kalkar gidersin. ama onlar hala orada oturup konuşmaya devam ediyorlardır. işte the wire budur.”
• “öyle bir dizi ki, çok sevdiğim breaking bad onun yanında sitcom gibi kalıyor.”
• “hayat simülasyonudur, akıp gitmez.”
• “belli bir noktadan sonra oyuncularla rollerini birbirinden ayıramadığınız olağanüstü dizi. köşe başında uyuşturucu satan çocuğun bir aktör değil de gerçekten baltimore sokaklarında büyümüş, başka çaresi olmayan fakir bir çocuk olduğuna inanmaya başlıyorsunuz. rol değil yani o, gerçekten bir uyuşturucu satıcısı var kameranın önünde o derece. polis, çete üyesi, tetikçi, politikacı, işçi, öğretmen vs aynı şey dizideki tüm karakterler için geçerli. gerçekçilik konusunda the wire'dan daha üstün bir dizi/fim izlediğimi ve izleyebileceğimi sanmıyorum.”
• “amerika'da tv için en prestijli ödül olan emmy'yi kazanamamıştır. buna bir amerikan yazarın tepkisi ise şöyle olmuş: "the wire'a emmy verilmemiş mi? bu diziye nobel edebiyat ödülü verilmeli!”
• “the wire'a dizi demek kolaycılık, neredeyse roman gibi demek de yeterli değil, bir tolstoy romanı gibi. toplumu katman katman önümüze seriyor. siyahlarla-beyazlarla değil, grilerle anlatıyor. herkesin kendi hikayesine nasıl sıkıştığını, toplumun insanı belirleme gücünü harika anlatıyor.”
• “tek numarası bir sonraki bölüm için bir hafta, bir sonraki sezon için dokuz ay kıvrandırmak olan diziler bittiği zaman rahatlatıyor ve 2-3 yıl içinde unutuluyor. ama bu hbo dizilerinin son bölümünü izlerken insan evini, yurdunu terk eder gibi oluyor. the wire'da onlardan biri.”
• “oz ve the wire tanrı, breaking bad ve dexter onların elçisidir.”
yazımı omar little ile sonlandırmak istiyorum. dizideki en sevdiğim iki karakterden biriydi. tamamen orijinal bir karakterdi. omar tek başına dizi olabilecek potansiyele sahip biriydi. bugün omar little dizisi çekiyoruz deseler eminim milyonlarca hayranı olur. başrol olmamasına rağmen önemli bir izleyici kitlesi tarafından sevilmektedir omar. en önemli özelliklerinden biri uyuşturucu satıcılarını soymaktı. evet evet yanlış duymadınız, uyuşturucu tacirlerini soyuyordu omar abimiz. gangster olmasına rağmen onurlu biridir, silahını zayıf olana, ezilene değil suçlu olana ezene doğrulturdu. bir nevi robin hood’tu kendisi. bu yüzden dizide bir suçlu olmasına rağmen yerel halkın ve bazı çocuklarla gençlerin gözünde bir kahramandı omar. “paranın sahibi olmaz, sadece harcayanı olur” ilkesini benimseyecek kadar da keyfine düşkün bir karakterdi. sadece omar little için dahi izlenebilir diyenler vardır. ben de onlardan biriyim. omar’ı omar yapan en önemli özellik ise baltimore’dur. omar, baltimore sokaklarında tek kişilik bir ordudur. sokaklarda görüldüğü an herkesin “yo yo omar comin” deyip kaçması omar isminin sokaklardaki karşılığını anlatır. omar, baltimore’de kendi krallığının başındadır. baltimore’dan çıktığı anda dünyanın geri kalanı için sıradan bir serseridir. yani omar=baltimore. dizi tarihinin efsane karakterleri arasında kendine ön sıralarda yer bulmuştur omar little. bu muhteşem karakteri canlandıran michael kenneth williams abimizi 6 eylül 2021’de kaybettik. ışıklar içinde uyu omar baba. heyhat! önce omar’ın ıssız, tekinsiz sokaklarda yankılanan ıslığını, ardından o nevi şahsına münhasır tavırlarıyla karanlığın içinden gelişini unutmak mümkün mü?
devamını gör...
8.
diziyi bugün bitirdim ve verdiği hazzı tarif edemem. hbo bu adını bilmediğim hazzı çok iyi yaşatıyor inanılmaz bir kalite bu.
dizi hakkında yazmak istediklerimin kat ve kat fazlasını ohen adlı yazar yazmış respect!
çok fazla dizi ve film tükettim ama the wire onlara hiç benzemiyor, klasik dizi dinamiklerini hiç kullanmıyor, onlara bakmıyor bile sanki seyirci için yapılmamış bir eser gibi. başarılı dizi yapmanın bazı denklemleri vardır, karizmatik bir başrol olur, olaylar ne olursa olsun aksiyonlu şekilde gerçekleşir, seyirciyi işin içinde tutmak için çok fazla etkileşim kurulur, bir karakter seviliyorsa veya karizmatikse çok fazla işin içine sokulur, diyaloglara az olur olaylar çok olur gibi gibi bu uzar gider, the wire bunu paramparça ediyor.
dizide anlatılan bölgeyi ve yaşayanları sanki bir pencereden izliyor gibiyiz o kadar gerçek o kadar doğal ilerliyor her şey, sevdiğimiz başrol olabilecek kalitede karakterler az süre alıyorlar, bazen hiç ortalıkta görünmüyorlar bazen kolayca harcanabiliyorlar. bir karakteri sevmeniz ve onunla yakınlık kurmanız asla dizinin umurunda değil size istediğinizi vermeyen bir dizi the wire.
işler böyle olunca normal seyirciyi cezbetmesi imkansız hale geliyor. ilk bölümden son bölüme kadar “ben sizin bildiğiniz dizilerden değilim” diyor.
sadece amerikan rüyası denen şeyin aslında amerikan kabusu olduğunu izletmek bile çok büyük başarı.
bütün bu yazdıklarımdan sonra diziyi tavsiye edemem, bazılarının çok seveceği bazılarının ne bu ya diyeceği bir dizi. merak edenler umarım sevip sevmeyeceklerini denerler, işin sonuna giderlerse harika bir eseri geride bırakmış olacaklar.
devamını gör...
9.
bu diziyi seyredenler şanslı. son zamanlarda çekilmiş en gerçekçi dizi. her amerikan dizisi gibi kalenin önündeki topu kaleye yuvarlayamıyor ama ülkede yaşamanın cehennem gibi olduğunu ifade eden düşüncelerle dolu olduğu için dizi sınıfı geçmeyi hak ediyor. tavsiye
devamını gör...
10.
beğenerek izlediğim ve tavsiye edeceğim diziler arasındadır. oyuncuların dizide mükemmelleştirilmemesi, yeri geldiğinde hak ettiğini bulması ve sert gerçekçi bir dizi olması yönünden çok beğeni toplamaya hazır bir dizidir.
devamını gör...