#ödüllü filmler
bilim kurgu
6 / 10
puan ver

öne çıkanlar | diğer yorumlar

yıl bilmem kaç.

başrolde christoph waltz'un oynadığı bir terry gilliam filmi. terry gilliam genelde 12 maymun filmiyle tanınmıştır. zaten kendisini genellikle distopik kurgularda görürüz. haliyle the zero theorem (film) de bir distopya sayılabilir!

öncelikle zamanınız yoksa bu filmi izlemenizi önermem. çünkü epey vakit kaybıydı. çok fazla soru işareti kaldı sonda. ama bu soru işaretleri sizi eğlendirmiyor tam tersine canınızı sıkıyor. en azından benim canım epey sıkıldı. çünkü film hiç eğlenceli değildi. hiç! sıkıla sıkıla izledim ama izledim neticede... genele bakıldığında verdiği ve aşıladığı birkaç mesaj var. onun haricinde izlemek bir şey katar mı? hım. christoph waltz için izlenebilir tabii. birkaç ünlü oyuncu daha var örneğin david thewlis. biz onu harry potter serisinden remus lupin olarak biliyoruz.

varlık kırıcı olan ana karakterimiz sıfır teorisi adında bir şeyi kanıtlamaya çalışıyor. lakin adam akıllı belirtilmemiş de bu teorinin ne olduğu, bir sürü açık vardı. işte efendim, evren sonunda mutlak sıfır noktasına gidecek ve yok olacakmış ve bunu bilmelerine rağmen teoriyi ispat etmeye çalışıyorlarmış vs. vs. tabii varlık kırıcı olan karakterimiz bu teoriyi kanıtlamakta da pek başarılı olamadı.

film neyi öğretiyor? en azından piyanist ne anladı bu filmden? birkaç şey anladım sanırım. ve pek de önemli olduğunu düşünmüyorum.

insan neden vardır? insanın varoluşu niçindir ve ne için yaşar? bu soruları doğru zamanda doğru kişiye sormak gerekir. fakat o kişi kimdir? aslında kendimizizdir. ya da hiç kimsedir.

"kaos! kaos!" diye bağırıyor bu film. kaos tanrı'ya karşı, kaos düzene karşı, kaos inanca karşı ve kaos aşka karşı! kaosa karşı bir antitez bağırıyor: umrumda değilsin, benim tek umrumda olan aşk. (daha doğrusu gerçek...)

filmin teması kaos ile aşkın çatışması üzerine kurulu bile diyebilirim. * aşkın yerini cinsellik de bir noktada ikame edebilir. çünkü salt aşk filmi izlemiyoruz, insan doğası çok bariz bir şekilde ortadaydı. yani aşk filmi izleyeceğim diye izlemeye kalkarsanız olmaz...

neticede pek bir önemi de yok hayatın, diyor film bizlere. ki aşağı yukarı her film bu mesajı bize vermekte. hiçbir şeyin önemi yok! lakin aşk kazanıyor mu bu filmde? hayır, kazanmıyor. kaos da kazanmıyor. ama varlık kazanıyor işte.

kişinin amacı bir noktada kendisini tanrısallaştırmasıdır. insan kendi kendisinin tanrısı olmalıdır ve tanrısallaşmalıdır. kendiselleşmelidir veyahut. fakat bu belki de yalnızca kaosa kendimizi teslim ederek olabilir.

eğer neticede hayat yok olmak ise o halde niçin ısrar ederiz yok olmanın anlamını aramakta? bu soru da rahatlıkla yöneltilebilir.

hoşuma giden alıntılar:


"doğduğumuz andan itibaren ölmeye başlarız. buna ustaca planlanmış eskime deyin. er ya da geç ister dilenci ol ister kral, her şeyin sonunda ölüm vardır. çünkü hayat; ölümün muhteşem organizmasını enfekte eden bir virüs olarak görülebilir."

"+bu bob, yazın çalışıyor. -neden sana bob diyor? +bob herkese bob der. isimleri hatırlamanın beyin hücrelerini ziyan etmek olduğunu söylüyor."

"hiç dünyanın senin arkandan kıkırdadığı hissine kapıldın mı, dünyadaki herkes bir çeşit kozmik şakanın içindeymiş gibi? sen hariç herkes gülüyor, çünkü gülünecek olan şey sensin, hiç bu hisse kapıldın mı? "

"objektif araştırmalar, diğer herkes gibi önemsiz olduğumuza kanaat getirdi. biz, bir arı kovanındaki çalışan tek işçi arılardık milyonlarca diğerleri gibi, aynı zorunlu şeylere bağımlıydık. hoşnutsuzluğumuzu alkole, uyuşturucuya ve sekse karşı biledik.






yahu benim anlamadığım bu filmle ilgili niçin başrolümüz aşkı kendi eliyle itti! halbuki aşkın kendisi için bir kurtarıcı olduğunu da biliyordu. ama kendisini kaosa verdi. yani tam olarak verdi denemez ama aşkı da reddedince zaten kaosla baş başa kalmış oldu bir nevi. sanırım aşktan kaçmasının nedeni kadının ihanet ettiğini sanmasındandı. ya da ihanet etmesindendi. yine de kadının hüznü karşısında bu kadar soğukkanlı kalması neticede onu da üzdü. o da artık bir yalnız.

devamını gör...
terry gilliam'ın, brazil ve twelve monkeys filmlerinin ardından yine fütüristik bir dokunuşla ve distopik bir kurguyla karşımıza çıktığı mind fucking sinema yapıtı.

dikkat, bu cümleden sonrası spoiler içerebilir !

filmin içeriği (görsel sunumu, replikleri, kurgusundaki çeşitli ironik bileşenleri, vb.) o kadar çok sembolik gönderme ile dolu ki, kısa bir süre sonra sahnelerde subliminal mesajlar ve alt metinler aramaktan filmin ana kahramanı qohen'in kafasına ulaşıyorsunuz. aynı şekilde, filmin sonunda da kafa karışıklığı hissine kapılıyor, sanki giriş ve gelişme bölümlerinde bir şeyler kaçırmış olduğunuzu düşünüyorsunuz. filme yönelik eleştiriler genel olarak giderek biraz düşen temposu ve çok fazla simgesel anlatıda bulunma gayreti üzerine yoğunlaşmış. fakat, filmin sonuyla birlikte izleyicide yarattığı kafa karışıklığı, tıpkı hayatın belirli noktalarında durup duruken ardına bakma, geçmişte yaşadıklarına dair muhakeme yapma ihtiyacına kapılan insanın istemsizce kendini içinde bulduğu kafa karışıklığı gibi. benim açımdan sırf bu yünüyle bile kült yapıt olma özelliği taşıyor. ingmar bergman'ın kış ışığı (nattvardsgasterna) ve yedinci mühür (det sjunde inseglet) yapıtlarında olduğu gibi, filmin sorusu ve sorunu başından bellidir, kendini gizlemez, ama filmin sonunda da soruların cevabı bulunamaz.

çünkü, nesnel yargılarla cevaplanamayacak soru ve sorunlar için en makul olan, öznel yargılar için spekülatif ortamı sağlamaktır. yönetmenin daha önceki çalışmalarından (monty python's) the meaning of life filmine baktığımızda, orada insanın varoluş gayesinden ziyade yer yer insanı bilinçsiz tüketime yönelten düzene dair eleştirilere değindiğini görüyoruz.

terry gilliam'ın insanın varoluş sorgusuna değinen bu filmindeki eleştirilerinin yönü de yine aynı. peki, burada insanın varoluş gayesine değinirken bilinçsiz tüketim olgusuna dair eleştirilere neden bu kadar vurgu yapılıyor? cevabı basit: çünkü insanın ömrü de tüketim unsurunun, tüketim etkinliğinin bir parçası. üretici olun ya da tüketici olun, sıradan olun ya da yaratıcı olun, hayatınız boyu varoluşunuza dair bir takım soruların peşinde olun ya da hayatınızı sizi tatmin edebilecek cevaplara hâlihazırda sahip olarak yaşadığınızı farz edin, hiç fark etmez, hayatınız öyle ya da böyle eninde sonunda tükenecek olan bir kaynak! insanın tüketim ihtiyacı, kişisel bir eğilim olmaktan çıkıp tamamen toplumsal bir norm hâlini almıştır. çünkü, insanların sosyal hayattaki varoluşları, toplumsal aktivite ve bütünleşme biçimleri başlı başına bir tüketim etkinliğidir ve bu yönüyle tüketim, bireyin özgür etkinliklerinden biri olmaktan uzaktır. fakat, tüketime yoğunlaş(tırıl)mış bir toplumda çevresindeki insanlar bu düzenin bir parçası iken ana kahramanımız qohen'i ise tüketim furyasının dışında kalan bir birey olarak görüyoruz.

onu sıra dışı kılan şey, tüketim toplumunun bir bug'ı olması ya da bir başka ifadeyle, bir nevi içinde bulunduğu sistemin antitezini teşkil etmesi. filmin bir repliğinde geçen "minimalist görüntüde maksimum zeka oranına sahip olma" sanırım qohen'i tanımlayan en iyi ifade. ve fakat, sistemi yönetenler tarafından insanların bilinçsiz tüketiciler hâline getirilerek köleleştirildiği bir ortamda bu düzenin bir antitezini teşkil etmek, en nihayetinde qohen'i bir "bilinçsiz tüketici" olmaktan ve tıpkı diğerleri gibi sadece sistemi besleyen bir "vasıta" olarak kullanılmaktan kurtarmıyor.

evvelce de belirttiğim üzere, insanın ömrü de başlı başına bir tüketim unsuru. daha fazla ihtiyaç tayin et, olabildiğince onları tatmin et ve bu şekilde kısacık ömrü daha anlamlı hâle getir eğiliminde yaşayan diğer insanların aksine, qohen, sahip olduğu o kısacık ömre bir yön vereceğini vadeden bir tebliğin beklentisine saplantılı hâlde kalmış tekdüze hayatını sadece yaşamsal gereksinimlerini karşılayarak sürdürüyor.

filmde geçen bir diyalogda, "ben de tıpkı diğerleri (insanlık) gibi sadece kovanı (dünya ya da dünya düzeni) için çalışan arılardan biriyim" diyen qohen, bu sözünde belirttiği üzere, kendisini ontolojik bakımdan diğerlerinden farklı ya da özel kılacak bir cevap bulmanın beklentisinde değil.
aslında bir hiç uğruna yaşadığının ve ömrünün gün be gün tükendiğinin farkında. hayatındaki bu hiçlik olgusunun yarattığı kaosu gidermek için kendisine yönergeler verileceği saplantısında. fakat, kendi içindeki "hiçliğin varlığını ortadan kaldıracak" bu yönergenin temini karşılığında, ironik bir biçimde, "hiçliğin varlığını ispatlayacağı" bir projenin inisiyatifini alıyor.
zaten, onu sistemi yönetenlerin kendi çıkarları için kullandıkları bir vasıta kılan da bir bakıma tek lüksü diyebileceğimiz bu dışa bağımlı saplantısı. filmin tüketim sorununu ele alırken, ihtiyacın niteliksel ve/veya niceliksel bağlamdaki mevcudiyetinden ziyade teminindeki dışa bağımlılık üzerinde durduğunu söyleyebiliriz ki, zaten distopyalarda bireysel özgürlüğün olmadığı dünyalar kurgulanır.

kapitalizm dediğimiz şey de kısaca "üretim gücüne sahip olup tüketim gücüne yön verme" olarak ifade edilebilir. filmde sadece patronun işin ve iş yerinin sahibi oluşu, işçilerin yaptıkları işe ve çalıştıkları yere olan bağlılıklarının yüzeysel kalması, hatta patron çocuğunun bile hayli ilgili tutumu ve verimliliğine rağmen babasının işinde sadece bir stajyer olarak çalışıyor olması gibi günümüz iktisadi hayatına dair (sadece varlığı ile kendi eleştirisini doğuran) gerçeklere de vurgu yapılmakta. filmin çokça vurgu yaptığı şeylerden biri de giderek tüketim unsurunun temel dinamiklerinden biri hâline gelen sanal gerçeklikler ve simülatif zeminler.

qohen'in ikide bir "0=%100 olmalıdır" şeklinde gelen ikazlarla asabının alt-üst edildiği matematiksel yöntemli kuram çalışmasını yürüttüğü ortam simülatif zeminli mesela. yine, otoriteyle ilişkisinin sona erişinin akabinde ve kendi kaosuyla yüzleşmesinin ardında ulaştığı anti-kaotik yer de sanal bir gerçeklik, ki burada, insanın sahip olduğu hayâl gücünün bile - john locke'un tabula rasa (boş levha) önermesine gönderme yaparak - zihnimize sonradan yerleşen/yerleştirilen verilerin nitelik ve niceliklerine bağlı bulunduğu çıkarımı da yapılabilir.

filmde bir bölümü sembolik olmak üzere pek çok ironik durum ve gönderme mevcut. bu yüzden filmin detayları üzerine daha çokça kafa yorulabilir.
örneğin, ana kahramanımızın her şeyin hiçbir şeye eşit ve anlamsız olduğunu ispatlayacak bir kuram üzerinde çalıştığı mekânın, tam aksine her şeyin özünde tek bir amaca yönelik olduğu görüşünü savunmak üzere inşa edilen yarı harabe durumda bir kilise binası olması gibi. geçmişe baktığımızda, aydınlanma dönemiyle birlikte bilimsel ve düşünsel gelişmelerin ivme kazandığı süreçte, deist yahut ateist olsun, birçok bilim ve düşünce insanının ilk eğitimlerinin kilise öğretileri üzerine olduğunu görüyoruz ve bu insanlar aldıkları o kilise öğretilerini kısmen değiştirecek ya da bütünüyle ortadan kaldıracak çalışmalara imza atmışlardır... filmde inşa edilmeye çalışılan kuramın sürekli yüzde doksan küsurat oranlarda dolaşan sebep-sonuç ilişkileri ortaya koyması, fakat kendi içinde bir bütün oluşturmayı, mutlak bir yargıya varmayı başaramaması, nihilizmin yahut ateizmin, varoluşun rastlantısal olduğu görüşünün kendi içindeki bir özeleştirisi gibi duruyor.
devamını gör...

bu başlığa tanım girmek için olabilirsiniz.

zaten üye iseniz giriş yapabilirsiniz.

"the zero theorem" ile benzer başlıklar

normal sözlük'ü kullanarak 3. parti dahil tarayıcı çerezlerinin kullanımına izin vermektesiniz. Daha detaylı bilgi için çerez ve gizlilik politikamıza bakabilirsiniz.

online yazar listesini görmek için lütfen giriş yapın.
zaman tüneli köftehor rehberi portakal normal radyo kütüphane kulüpler renk modu online yazarlar puan tablosu yönetim kadrosu istatistikler iletişim