anayurt oteli(1973), yusuf atılgan'ın psikolojik ve sürrealist tarzda yazılmış ikinci romanı, ziyadesiyle taşralı bir roman örneği.
birey üzerinden tüme varıyor yazar, taşranın; ahlaksal bocalamasına, iki yüzlülüğüne, yalnızlığına, monotonluğuna dair her şeyi gözler önüne seriyor. bireyin göğüs kafesinden kaybolmayan o boşluk hissini, varoluş sancısını, yaşam boyu süreçte topluma ve kendine yabancılaşmasını , tüm bu gerçekleri harmanlıyor romanında. bilinen fakat dillendirilmeyen anadolu'ya da gerçekçi bir gözle bakıyor atılgan, cesur söylemlerde bulunuyor, dul ve kısır ortalıkçı kadın karakteri üzerinden anadolu'nun ahlak bekçisi erkeklerine adeta haykırıyor iki yüzlülüklerini. yaşamının büyük bir kısmı taşrada geçen yazarın, taşranın insanına, yaşamına atmosferine tamamen hakim olduğunu söylemek yerinde bir tespit olacaktır.
yazarın biyografisini incelediğimizde, eğitim aldığı hocalarının onun edebi kişiliği üzerinde oldukça etkili olduğunu görüyoruz. üniversitede üç dönem ahmet hamdi'den dersler alıyor yusuf atılgan. ahmet hamdi ise yahya kemal'in öğrencisi. yahya kemal'den , ahmet hamdi'ye ondan da yusuf atılgana miras yoluyla başarılı bir şekilde aktarılmış bu titiz yazma geleneği. şiirlerin ve düz yazıların üzerinde sarraf titizliğiyle çalışma hassasiyeti bu üç kuşakta göze çarpan bir ayrıntı. ne yazık ki aynı geleneği öğrencilerine aktarma şansı verilmiyor yusuf atılgan'a.
romanda da ilk göze çarpan bu oluyor zaten; temiz, sade bir dil, seçkin bir üslup, özenle seçilmiş kelimeler. uzun ve meşakkatli bir çalışmanın emeği olduğu hissediliyor. roman henüz yazarın zihninde bir taslak halindeyken, karaktere dair bir çok psikolojik ve sosyolojik okumalar yaptığını söylemekte yanlış olmaz.
romanda olaylar arka planda kalıyor, öne çıkan ise bireyin iç dünyası, yalnızlığı, ruhsal bunalımları, tutunamayışı, monotonluğu ve en nihayetinde de topluma ve kendine yabancılaşması oluyor.
belki basıldığı yıllarda türk toplumu için yeni bir konu olan yabancılaşma, günümüz okuru için oldukça sıradan bir tema. zebercet karakterini; apartmanda kendi halinde komşumuzda,sokakta sessiz sakin yürüyen bir adamda ya da modern taşra ankara'nın; kurulmuş saat gibi sabah 8 akşam 5 çalışan , içi boşaltılmış memurlarında ziyadesiyle görüyoruz. şehirler zebercet karakterine aşina artık. modern bireyin belki de en temel sorunu yabancılaşma. bu ise romanın konusunu ilginç ve farklı olmaktan çıkarıyor, sıradanlaştırıyor. yerli ve yabancı yüzlerce kitap var bu konunun etrafında dönüp duran.
anayurt oteli varoluşsal bir yabancılaşmayı konu ediniyor, olaylar tamamen zebercet karakterinin ruh dünyası ve psikolojisi üzerinden ilerliyor, roman zebercet'in bilinçaltından besleniyor, akıl ve mantık değersizleşiyor bir nevi.
zebercet bir nesil öncesini bile bilemeyen bir karakter. bu bilinmemezlik onda bir yere ait olma isteği doğuruyor, kendini otelin de sahibi olan zengin ve soylu bir ailenin ,keçecilerin, devamı olarak görüyor fakat yine de hiçbir yere ait olamama duygusunun esiri olmaktan kurtulamıyor.
yazar, zebercet karakterini yaratırken onu bilinçli bir şekilde hayata yenik başlatıyor. dış görünüşün sosyal statü açısından önemli olduğu, erkek egemenliği altındaki bir toplumda o kısa boylu, zayıf ve cılız bir dış görünüşe sahip, pasif, edilgen, fakir işçi sınıfı bir aileden geliyor. bir şekilde bulunduğu ortamlarda hep dışlanmış, aşağılanmış, alay edilmiş, küçük düşürülmüş. anayurt oteli'nin onun için adeta bir kaçış ve saklanma mekanı olduğunu söyleyebiliriz.
tüm bu süreçler onda sosyal olarak geri çekilmeyi doğuruyor. toplumsal ilişkilerden kopuk, çevreden izole, yalnız ve içe dönük yaşıyor ;insanlara karşı soğuk, gerekmedikçe konuşmayan bir karakter, konuşması amaca yönelik ve kısa. cinsel yaşamı çoğunlukla fanteziler üzerine kurulu, ara sıra cinsel ilişki yaşadığı gündelikçi kadın bu ilişki sırasında uykusundan dahi uyanmaz. erkek bireyler için zihinde büyük bir yer kaplayan iktidar olma olgusu onda hiçbir zaman başarıya ulaşamıyor. erkeklik ve iktidar göstergesini bıyık olarak sembolize ediyor yazar romanda birçok yerde.
gecikmeli ankara treniyle gelen kadının, gelmesine kadar ki süreçte, zebercet'in hayatındaki her şey tekdüzedir, monotondur. kadının otele gelmesi ve giderken de döneceğini söylemesiyle hayat birden farklılaşır onun için. daha öncesinde yaşamını gözlemlememiş sorgulamamıştır zebercet. fakat şimdi içinde büyük bir sevme sevilme ihtiyacı hisseder ve bu ihtiyacını da o kadınla karşılamak ister.
artık yarına dair beklediği şeyleri vardır onun, yaşama devam etmesini sağlayacak umuda sahiptir. bu bekleyiş değişimlere de gebedir. kendine çeki düzen vermek adına alışveriş yapar, tıraş olur vs...
günler geçer fakat kadın gelmez, umudunu yitirir zebercet. umudun ölmesi beraberinde sınırsız bir özgürlük hissini getirir zebercet için. otele müşteri almaz artık. toplumun yargı değerlerince kabul görmeyen, genel ahlak kurallarına aykırı şeylerle sınar kendini. cinsel kimlik arayışı içine girer. bir erkekle cinsel ilişki kurmak ister, sonrasında bir hayvanla, cansız nesnelerle ve hayat kadınıyla. horoz dövüşlerine gider, içkili lokantalarda yemek yer, cinayet işler. fakat yazar bu insanlık dışı gibi görünen süreçleri öyle güzel kotarıp okuyucuya aktarır ki, okuyucu zebercet'i dışlamaz, ondan nefret etmez bilakis onu benimser, anlamaya çalışır, empati kurar.
tüm bu anlamsız ve sancılı süreci bitirmek adına, gücü ilk defa eline alan zebercet kendi hayatına son verir.
kitap sonu baştan belli, tahmin edilebilir şekilde biter, zebercet'in intiharı şaşırtmaz okuyucuyu. anayurt oteline benzer birçok romanın sonunda da kahraman intihar eder zaten.o halde kitabı okunur kılan, diğerlerinden ayıran nedir diye bir soru sormak hiç de mantıksız değildir. kitabı, aynı temaların işlendiği diğer kitaplardan ayıran hiç şüphesiz yazarın kendine has üslubudur.
devamını gör...