1.
sylvia plath
“yazıyorum çünkü içimde susturamadığım bir ses var.” der sylvia plath. kendi elleriyle son verdiği kısacık yaşamına (1932 - 1963) birçok eser sığdırmayı başarır. en çok konuşulan eseri de sırça fanus (the bell jar) olur. 1950'lerin amerikasında yaşayan genç bir kadının otobiyografik anlatımıdır bu kitap; kendini anlatır plath. depresyondan, intihardan, kadınların cinsel özgürlüğünden ve tabulaşmış konulardan bahseder. kafasının içinde hiç rahat olmadığını okuruz.

küvete uzanıp bileklerimde çiçeklenen kızıllığın berrak suyun içinde dalga dalga kabarışını izleyerek gelincik rengi köpüklerin altına kayıp uykuya dalacaktım. ama iş bunu yapmaya gelince, bileğimin derisi gözüme öylesine beyaz ve savunmasız göründü ki bir türlü yapamadım. sanki asıl öldürmek istediğim şey o derinin altında ya da baş parmağımın altında atan o ince mavi damarda değil, başka bir yerde, daha derinde, daha gizli ve ulaşması çok daha güç bir yerdeydi.
yalnız plath'i en derinden anlatan ise şiirleri olmuştur. hayal gücünü ve tüm benliğini aktarır şiirlerine. onun bilincinin katmanlarında yolculuk yapmak gibidir şiirlerini okumak. örneğin ay ve porsukağacı şiirinde, ay'ı hem kendi melankolik kişiliği için hem de annesi için bir sembol olarak kullanır, porsuk ağacı ise babasının erkeksi rolünü üstlenir. ismail haydar aksoy'un çevirisi;
belleğin ışığıdır bu, soğuk ve gezegensi
siyahtır belleğin ağaçları. mavidir ışık.
sanki tanrı'yım da, gamlarını boşaltır çimenler ayaklarıma
iğneler ayak bileklerimi ve mırıldanır tevazularını
buharlı, manevi sisler yaşar bu yerde.
bir dizi mezar taşı var evimle arasında.
göremem hemencecik nereye varılacağını.
kapı değildir ay. kendi halinde bir yüzdür,
beyazdır parmak boğumları misali ve müthiş sinirli.
karanlık bir suç gibi çeker denizi arkasından; sessizdir
büsbütün umutsuzluğuyla o-şaşkınlığının. burada yaşarım.
pazarları iki kez, ürkütür çanlar göğü –
diriliş'i onaylayan sekiz büyük çan dili
nihayet, gösterişsizce çınlatır adlarını.
yukarıyı işaretler porsukağacı, biçimi gotik'tir.
izler onu gözler ve ay'ı bulurlar.
annemdir ay. mary gibi şirin değildir.
mavi urbaları salıverir küçük yarasaları ve baykuşları.
nasıl isterdim ki şefkate inanaydım –
portrenin yüzü, mumlarla mutedil,
eğilir, benim üzerime özellikle, uysal gözleriyle.
düşmüştüm çok ötelere. çiçekleniyor bulutlar
mavi ve gizemli yıldızların yüzünde
kilisenin içinde, azizlerin hepsi mavi olacak,
soğuk sıraların üstünde narin ayaklarıyla yüzerek,
katılaşmış elleri ve yüzleri kutsallıkla.
ay görmüyor bunların hiç birini. kel ve yabanıl kadın.
ve porsukağacının iletisi karanlıktır - karanlık ve sessizlik.
onun hakkında araştırdıkça keşfedeceğiniz şeyler de çoğalır; kendini anlatmanın bir başka yolunu daha bulur plath. şöyle diyor;
çizmek bana öyle bir huzur veriyor ki; duadan daha fazlası, yürümekten de yani her şeyden.
plath, yirmi dört yaşındayken çizmeye başladığında ted hughes'a yazdığı mektupta şöyle der;
çizerken tamamen kaybolabilirim, kendimi çizgilerin içinde kaybedebilirim.
çizimlerinden bazılarına buradan ulaşabilirsiniz.
ted hughes ile yaptığı evlilik ise onu daha da karamsar bir dünyanın içine sokar. ted hughes hem fiziksel hem de psikolojik olarak zarar verir plath'a. bu yanlış adam hayatının sonunu hazırlar. 1960'da ikinci çocuğuna hamileyken düşük yapar. sonra öğrenileceği üzere terapistine yazdığı mektupta ted hughes'un ona fiziksel şiddet uyguladığını söyleyecektir ki bu düşük yapmasından iki gün önce yazılan bir mektuptur. 1962'de kocası plath'ı assia wevill ile aldatır ve aynı yıl ayrılırlar. iki küçük çocukla dünyanın yükünü taşımaya başlayan plath'da yaşama gücü kalmamıştır artık.

sylvia plath'in ölmeden üç ay önce peter orr ile yaptığı bu söyleşisinde birazdan ölmek isteyecek birini asla çağrıştırmıyor. inanılmaz etkileyici bir konuşma tarzı var. ses tonu net ve söylediklerinden çok emin. kendine güvenen genç ve zeki bir kadın olduğu o kadar belli ki. seçtiği kelimeler sıradan değil. böyle insanların erken yaşta ölümü seçiyor olması insanı düşündürüyor ve hüzünlendiriyor. biliyorsunuz nilgün marmara da benzer yollardan geçmiş bir şair. nigün marmara ise “çocukluğun kendini saf bir biçimde akışına bırakması ne güzeldi. yiten bu işte.” der. ikisini de daha çok okumak ve anlamak gerekiyor.
söyleşi inglizce ve metni şuradan okuyabilirsiniz. kısa bir bölümünü çevirdim;
orr: şiirleriniz şu sıralar kendi hayatınızdan ziyade kitaplardan mı çıkıyor?
plath: hayır, bunu kesinlikle söylemem. sanırım şiirlerim yaşadığım tensel ve duygusal deneyimlerden bir anda çıkıyor ama şunu söylemeliyim ki; hiçbir şeyden habersiz yürekten gelen bu haykırışlara tahammül edemediğimi söylemeliyim, iğne, bıçak ya da her neyse. delilik, işkence görmek gibi en müthiş deneyimler bile kontrol edilebilmeli ve manipüle edilebilmeli. kişisel deneyimin çok önemli olduğunu düşünüyorum, ancak kesinlikle bir tür kapalı kutu ve aynaya bakma gibi narsist deneyim olmamalı. hiroşima ve dachau gibi daha büyük şeylerle alakalı olması gerektiğine inanıyorum.
orr: öyleyse, ilkel ve duygusal tepkinin arkasında entelektüel bir disiplin olmalı.
plath: bunu çok güçlü hissediyorum: akademisyen olmak, doktora, profesör olmaya devam etme davetinin cazibesine kapılmak, bir yanım kesinlikle tüm disiplinlere saygı duyuyor, yeter ki kemikleşmesinler.
orr: peki ya sizi etkileyen, sizin için çok şey ifade eden yazarlar?
plath: birkaç kişi. onları gerçekten takip etmekte zorlanıyorum. üniversitedeyken dylan thomas, yeats, hatta auden'le afalladım ve hayretler içinde kaldım. bir noktada auden için çıldırıyordum ve yazdığım her şey umutsuzca audeneskti. şimdi ise tekrar geriye gitmeye başlıyorum, örneğin blake'e bakmaya başlıyorum. ve sonra, elbette, shakespeare gibi birinden etkilendiğini söylemek haddini bilmezliktir: insan shakespeare okur, o kadar.

küvete uzanıp bileklerimde çiçeklenen kızıllığın berrak suyun içinde dalga dalga kabarışını izleyerek gelincik rengi köpüklerin altına kayıp uykuya dalacaktım. ama iş bunu yapmaya gelince, bileğimin derisi gözüme öylesine beyaz ve savunmasız göründü ki bir türlü yapamadım. sanki asıl öldürmek istediğim şey o derinin altında ya da baş parmağımın altında atan o ince mavi damarda değil, başka bir yerde, daha derinde, daha gizli ve ulaşması çok daha güç bir yerdeydi.
yalnız plath'i en derinden anlatan ise şiirleri olmuştur. hayal gücünü ve tüm benliğini aktarır şiirlerine. onun bilincinin katmanlarında yolculuk yapmak gibidir şiirlerini okumak. örneğin ay ve porsukağacı şiirinde, ay'ı hem kendi melankolik kişiliği için hem de annesi için bir sembol olarak kullanır, porsuk ağacı ise babasının erkeksi rolünü üstlenir. ismail haydar aksoy'un çevirisi;
belleğin ışığıdır bu, soğuk ve gezegensi
siyahtır belleğin ağaçları. mavidir ışık.
sanki tanrı'yım da, gamlarını boşaltır çimenler ayaklarıma
iğneler ayak bileklerimi ve mırıldanır tevazularını
buharlı, manevi sisler yaşar bu yerde.
bir dizi mezar taşı var evimle arasında.
göremem hemencecik nereye varılacağını.
kapı değildir ay. kendi halinde bir yüzdür,
beyazdır parmak boğumları misali ve müthiş sinirli.
karanlık bir suç gibi çeker denizi arkasından; sessizdir
büsbütün umutsuzluğuyla o-şaşkınlığının. burada yaşarım.
pazarları iki kez, ürkütür çanlar göğü –
diriliş'i onaylayan sekiz büyük çan dili
nihayet, gösterişsizce çınlatır adlarını.
yukarıyı işaretler porsukağacı, biçimi gotik'tir.
izler onu gözler ve ay'ı bulurlar.
annemdir ay. mary gibi şirin değildir.
mavi urbaları salıverir küçük yarasaları ve baykuşları.
nasıl isterdim ki şefkate inanaydım –
portrenin yüzü, mumlarla mutedil,
eğilir, benim üzerime özellikle, uysal gözleriyle.
düşmüştüm çok ötelere. çiçekleniyor bulutlar
mavi ve gizemli yıldızların yüzünde
kilisenin içinde, azizlerin hepsi mavi olacak,
soğuk sıraların üstünde narin ayaklarıyla yüzerek,
katılaşmış elleri ve yüzleri kutsallıkla.
ay görmüyor bunların hiç birini. kel ve yabanıl kadın.
ve porsukağacının iletisi karanlıktır - karanlık ve sessizlik.
onun hakkında araştırdıkça keşfedeceğiniz şeyler de çoğalır; kendini anlatmanın bir başka yolunu daha bulur plath. şöyle diyor;
çizmek bana öyle bir huzur veriyor ki; duadan daha fazlası, yürümekten de yani her şeyden.
plath, yirmi dört yaşındayken çizmeye başladığında ted hughes'a yazdığı mektupta şöyle der;
çizerken tamamen kaybolabilirim, kendimi çizgilerin içinde kaybedebilirim.
çizimlerinden bazılarına buradan ulaşabilirsiniz.
ted hughes ile yaptığı evlilik ise onu daha da karamsar bir dünyanın içine sokar. ted hughes hem fiziksel hem de psikolojik olarak zarar verir plath'a. bu yanlış adam hayatının sonunu hazırlar. 1960'da ikinci çocuğuna hamileyken düşük yapar. sonra öğrenileceği üzere terapistine yazdığı mektupta ted hughes'un ona fiziksel şiddet uyguladığını söyleyecektir ki bu düşük yapmasından iki gün önce yazılan bir mektuptur. 1962'de kocası plath'ı assia wevill ile aldatır ve aynı yıl ayrılırlar. iki küçük çocukla dünyanın yükünü taşımaya başlayan plath'da yaşama gücü kalmamıştır artık.

sylvia plath'in ölmeden üç ay önce peter orr ile yaptığı bu söyleşisinde birazdan ölmek isteyecek birini asla çağrıştırmıyor. inanılmaz etkileyici bir konuşma tarzı var. ses tonu net ve söylediklerinden çok emin. kendine güvenen genç ve zeki bir kadın olduğu o kadar belli ki. seçtiği kelimeler sıradan değil. böyle insanların erken yaşta ölümü seçiyor olması insanı düşündürüyor ve hüzünlendiriyor. biliyorsunuz nilgün marmara da benzer yollardan geçmiş bir şair. nigün marmara ise “çocukluğun kendini saf bir biçimde akışına bırakması ne güzeldi. yiten bu işte.” der. ikisini de daha çok okumak ve anlamak gerekiyor.
söyleşi inglizce ve metni şuradan okuyabilirsiniz. kısa bir bölümünü çevirdim;
orr: şiirleriniz şu sıralar kendi hayatınızdan ziyade kitaplardan mı çıkıyor?
plath: hayır, bunu kesinlikle söylemem. sanırım şiirlerim yaşadığım tensel ve duygusal deneyimlerden bir anda çıkıyor ama şunu söylemeliyim ki; hiçbir şeyden habersiz yürekten gelen bu haykırışlara tahammül edemediğimi söylemeliyim, iğne, bıçak ya da her neyse. delilik, işkence görmek gibi en müthiş deneyimler bile kontrol edilebilmeli ve manipüle edilebilmeli. kişisel deneyimin çok önemli olduğunu düşünüyorum, ancak kesinlikle bir tür kapalı kutu ve aynaya bakma gibi narsist deneyim olmamalı. hiroşima ve dachau gibi daha büyük şeylerle alakalı olması gerektiğine inanıyorum.
orr: öyleyse, ilkel ve duygusal tepkinin arkasında entelektüel bir disiplin olmalı.
plath: bunu çok güçlü hissediyorum: akademisyen olmak, doktora, profesör olmaya devam etme davetinin cazibesine kapılmak, bir yanım kesinlikle tüm disiplinlere saygı duyuyor, yeter ki kemikleşmesinler.
orr: peki ya sizi etkileyen, sizin için çok şey ifade eden yazarlar?
plath: birkaç kişi. onları gerçekten takip etmekte zorlanıyorum. üniversitedeyken dylan thomas, yeats, hatta auden'le afalladım ve hayretler içinde kaldım. bir noktada auden için çıldırıyordum ve yazdığım her şey umutsuzca audeneskti. şimdi ise tekrar geriye gitmeye başlıyorum, örneğin blake'e bakmaya başlıyorum. ve sonra, elbette, shakespeare gibi birinden etkilendiğini söylemek haddini bilmezliktir: insan shakespeare okur, o kadar.
devamını gör...






