“şairler şiirler yazıyor. ressamlar resimler yapıyor ve biz ozanlar türküler söylüyoruz. peki bütün bunları niçin yapıyoruz? dünya alışkanlıktan değilde, sevgi ve mutluluktan dönsün diye."
hasret gültekin
böyle güzel insanları katlettiler. nasıl unutulur ki :(
dünya güzellikten dönsün isterdik ama insanın kötülüğü bu güzel gezegenin en büyük yükü olmaktan kurtulamadı.
bazı insanlar daha çok özlenir, daha çok sevilir. işte ezzra öyle bir insan. içi dışı güzel, samimi, kelimelerin dilinden, müziğin iyisinden anlayan, empati yeteneği yüksek bir insan. onun yazdıklarını okumak ve paylaştığı müzikleri dinlemek çok keyifli ve hislidir. duygunun her rengini barındırır gökkuşağı gibi.
ara ara hesabına bakıyorum dönmüş mü diye ama henüz dönmemiş. gelse de güzel ve hisli şarkılarını bizimle paylaşsa ve hayata onun penceresinden bakabilsek yine.
bir çocuk doğduğu andan itibaren yaşadığı toplumun değer yargıları ile büyütülmeye başlanır. el elalem ne der kaygısı ile özgür bir birey haline gelemeyen bir çocuk için kendi yargıları oluşmaya başladığında önüne birçok yok açılır.
genellikle toplumun ittirdiği yoldan gider insanlar ve toplumun saygısını hak ederler ama bu saygıdan çok toplum tarafından kabulleniliştir.
bazıları ise kendi etik değerlerini yaratarak toplumdan bağımsız kendi özsaygısı yüksek bir birey haline gelir ve etik değerleri yüksek bir birey olarak diğer insanların kendiliğinden saygısını ve sevgisini kazanmış olur.
ve maalesef bazı insanlar yoldan çıkarak ve etik değerleri hiçe sayarak yaşamayı seçer.
bir de güçlülüğünden kaynaklı insanları kendine saygı duyurmaya çalışan insanlar vardır ki o insanlarda ne etik değer vardır ne insanlık.
bertrand russell'ın matematik, mantık ve felsefe üzerine yaptığı katkılar yadsınamaz ki bu katkılar onu 20. yüzyılın önde gelen filozoflarından biri haline getirmiştir. bu yazımda onun dine yaklaşımından bahsedeceğim. ben kendi adıma din ve tanrı ile yollarımı bilime dayanarak çoktan ayırmış biri olarak, felsefi yaklaşımlara da ilgi duyuyorum.
öncelikle, çoğumuzun din ve tanrı ile bağlarının olduğu zamanlar olmuştur ki çoğu insan için hala kuvvetlidir o bağ. russell'ın da gençliğinde kendini dine kaptırdığı zamanlar olmuş ama delilleri aramış hep, sorgulamayı hiç bırakmamış. bu sorgulamalar sonucunda ise dinin insanlığa faydalı olmadığı ve hatta zararlı olduğu kanısına ulaşmış. bilinçsizce ve sorgulamadan inanmanın insana faydadan çok zarar getireceğini ifade ediyor russell ve insanların korkudan kaynaklı inandıklarını savunuyor.
batı felsefesi tarihi (1945) kitabından bir bölümde felsefenin dini kanıtlayıp kanıtlayamayacağına dair şunları söylüyor:
felsefenin dini dogmaların doğruluğunu kanıtlayabileceğine ya da çürütebileceğine inanmıyorum, ancak platon'dan beri çoğu filozof, ölümsüzlüğün ve tanrı'nın varlığının "kanıtlarını" üretmeyi işlerinin bir parçası olarak gördüler. seleflerinin ispatlarını (aziz thomas aquinas, aziz anselm, ımmanuel kant ve rené descartes) reddettiler fakat kendi ispatlarını geçerli kılmak için, mantığı tahrif ettiler, matematiği mistikleştirdiler ve önyargılarının ilahi sezgiler olduğunu iddia ettiler.
din ve bilim (1935) kitabında ise şunları söylüyor;
kopernik'ten bu yana geçen dönemde, bilim ve teoloji ne zaman fikir ayrılığına düşse bilimin galip geldiğini gördük. büyücülük ve tıp gibi pratik konuların söz konusu olduğu yerlerde, bilimin insanlığın sefilliğini azaltılmasını temsil ettiğini, teolojinin ise insanın doğal vahşiliğini teşvik ettiğini gördük. teolojik bakış açısına karşı bilimsel bakış açısının yayılması, şimdiye kadar tartışmasız bir mutluluk yarattı.
nick cave sevenler kulübünün daimi bir üyesi olarak onunla ilgili bir haber gördüğümde okur, söyleşilerini dinlerim. şarkıları ile karanlık bir evrenin kapıları açılır, o karanlığa bir süre alıştıktan sonra envai renklerin içinde dans etmeye başlarsınız.
bbc'nin çok uzun yıllardır yayın yapan desert ısland discs programının podcast'lerini dinlemek çok keyifli; işte o bölümlerden birinde nick cave misafir oluyor. dinlemek isterseniz direkt link'i bırakacağım ama söyleşiden bazı alıntılar da paylaşmak istiyorum.
nick cave gibi müzikal olarak iç karartıcı (bunu asla kötü anlamda söylemiyorum, hepimizin var karanlık yüzü, o bunu şarkılarıyla yansıtıyor) anlamda yaratıcı bir kişiliğin oluşmasının en büyük nedenlerinden biri babasıymış sanırım. şöyle bahsediyor;
elimden işe yaramaz diye düşündüğü kitapları alır ve onları aynı sayıda ceset barındıran ancak daha ilginç olan bir kitapla değiştirirdi... ben kötü bir roman okurken, o diyelim ki shakespeare'in titus andronicus'unu elime verirdi çünkü o çok daha kanlı bir oyundu.
bence babam beni biraz sıra dışı olan, görmek için yaşımın küçük olduğu ve düşüncelerimi altüst eden şeylere götürmekten hoşlanıyordu... oldukça küçükken beni barry humphries'in (dame edna everage olarak sahne alan) gösterilerine götürürdü ve ben sadece 12 yaşındaydım. canlı gösteriyi izlerken büyülendiğimi hatırlıyorum. beni oldukça yetişkin filmlerin olduğu film festivallerine de götürürdü ve bana lolita'nın (vladimir nabokov'un) ilk bölümünü okuduğunda 'edebiyat tam olarak budur' demişti.
belki biliyorsunuzdur nick cave, iki oğlunu kaybetti; birisi genç yaşta (arthur, 15) kayalıklardan düşmüştü, diğeri jethro 31 yaşındayken ölmüştü. böylesine büyük acıların altından kalkmak için, sanırım ya hayattan vazgeçmek ya da bir şeyler yapmak gerekiyor. nick cave başa çıkmayı seçiyor. 2018'de red hand files adlı blogunu kuruyor. bu blog, insanların kendisine seçtikleri bir konu hakkında soru sorabilecekleri bir çevrimiçi forum ve haftada bir soruları yanıtlamaya çalışıyor.
burayı (red hand files) arthur'un ölümüyle ilgili hissettiklerimi ifade etmeye çalışmak için kullanıyorum. red hand files'da kayıpla ilgili bir tür hüzün nehri akıyor ve bunun dünyaya bakış açımı gerçekten renklendirdiğini düşünüyorum.
gerçekten yapmaya çalıştığım şey, insanlara bir şekilde bunun böyle olmak zorunda olmadığını ve hissettikleri kederin ötesinde bir dünya olduğunu bildirmek.
bu tür versuslardan uzak durmaya çalışsam da kendimi dahil etmeden duramıyorum. iki grubu da severim ve dinlerim. benim için şöyle bir fark var sanırım; dream theater'ı tüm albüm olarak dinleyebilirken opeth'de şarkı seçerim. bu benim dream theater'cı olduğumun göstergesidir belki bilmiyorum. opeth'de ise sevdiğim şarkıları o kadar çok dinlemişimdir ki, belki dinleme süresi açısından dream theater ile yarışır.
dream theater'ın 1999 çıkışlı albümü metropolis pt. 2: scenes from a memory'si nasıl muhteşem bir albümdür. o müzikal hikayenin içinde kaybolmayı çok seviyorum ben.
gözlerini kapat ve rahatlamaya başla. derin bir nefes al ve yavaşça ver. nefesine konsantre ol. her nefeste daha da rahatlayacaksın. üstünde parlak beyaz bir ışık hayal et. bedeninden akan bu ışığa odaklan...
beş. dört. üç. iki. herhangi bir zamanda geri dönmen gerekirse, tek yapman gereken gözlerini açmak.
ya da opeth'in kısacık ending credits'inde yaptığım yıldızlar arası yolculuklar. bu şarkının büyüsü sarıp sarmalar başka bir aleme dalarsın...
sorun iyilik kavramının yanlış anlaşılmasında yatıyor sanırım. kötülük yapmayan insanlar kendilerini iyi insan olarak tanımlıyor. aslında nötr insanlardır. iyi insan ise insanlık yararına adımlar atar. bir öğretmen düşünün işini iyi yapıyor ama öğrencilerin kişisel gelişimlerinde hiçbir olumlu gelişme yaratmıyor, bir başkası var iyi öğretmiyor ama sorunlu çocukları topluma kazandırıyor. ikinci örnek iyi bir insan gösteregesidir, diğeri ise nötrdür. etliye sütlüye karışmayan, politik saflarda yerini almayan, kim gelirse başına ona göre şerbet veren bir insan kötülük yapmasa bile iyi insan kategorisine giremez.
bu arada, akli dengesi yerinde olan herhangi bir insanın salt iyi olabileceği fikri çok ütopik gerçekten. her insanın kötü düşünceleri ve pratiğe geçen eylemleri bulunur. önemli olan bunun farkına varmak ve kendi kişisel onarımını gerçekleştirebilmektir. zamanında bir grup viking iceland'e ulaşınca orada yiyecek hiçbir şey bulamayacaklarını ve açlıktan öleceklerini düşünürken bir ''mucize'' olur ve balina vurur karaya. zaten bir avuç insan olmasına rağmen aralarından biri ''benim bölgemde bu balina sizinle paylaşmam'' deyince bunlar birbirlerine girerler. tonlarca ağırlıktaki balinayı paylaşmak istemeyen bu insan kötülüğün temsilidir.
günümüzde insanlar kapitalizm salgını ile bu boyuta gelmiş durumdalar. atalarımızın ''yaralı parmağa bile işemez'' dedikleri bu tipler yüzünden dünya kaynakları sayılı insanın elinde. kapitalizmin çarklarında dolanıyoruz; iyi olmamıza imkan yok artık. eşitlik, adalet, insaniyet ve demokrasi kavramları sadece teorikte varlar. yoksa nasıl bu kadar adaletsiz, savaşların halen devam ettiği, insanların sürekli birbirine şiddet uyguladığı bir dünya var olurdu...
"en fazla ıstırap veren duygular, en can yakan heyecanlar, aynı zamanda en saçma olanlardır: imkansız şeylere karşı, sırf imkansızlığın yarattığı istek, hiç var olmamış olana duyulan özlem, geçmişte olabilecek olana duyulan arzu, farklı olmamasının acısı, dünyanın var olduğunu görmenin verdiği tatminsizlik duygusu. bilincin bu yarım tonları içimizde acı verici bir manzara, varlığımızın sonsuza dek süren gurubunu çizer. o an kendimize karşı, giderek karanlığa gömülen ıssız kırların uyandırdığı duygulara kapılırız; uzak kıyılar arasında kapkara sularıyla, olanca berraklığıyla akan, gemilerin geçmediği bir nehrin kıyısındaki kamışların hüznüdür bu."
öncelikle komünizm ve sosyalizm arasındaki farkı bilmek gerekiyor çünkü insanların çoğu sosyalizm deyince komünizm anlıyor maalesef. komünizmde özel mülkiyet diye bir şey yoktur. devlet ekonomik üretimi kontrol eder ve vatandaşlarına gıda, barınma, tıbbi bakım ve eğitim gibi temel ihtiyaçları sağlar. sosyalizmde ise insanlar mülk sahibi olabilirler ve devlet demokratik olarak seçilmiş bir hükümet tarafından yönetilir. sosyalizm daha esnek bir ideolojidir; yenilikçidir, reform arayışındadır. sosyalist sistem bireysel çabayı ve yeniliği ödüllendirir.
insanların bilmediği başka bir şey ise şimdiye kadar hiçbir ülkenin tam olarak komünizm ve sosyalizm ile yönetilmediğidir. kişisel mülkiyet, para ve sınıf sistemlerini ortadan kaldırmayı başaramayan sistemlere komünizm denilemez. sosyal devlet statüsü ile sosyalizme yakın görülen iskandinav ülkelerinde de sosyal devlet kapitalist sektörle ahenk içinde olduğu için sosyalist devlet sayılamazlar.
sosyalizm gerçek anlamıyla uygulanabilse insanlık için en ideal yönetim biçimidir; demokratik bir sistemdir. her bireyin en basit ve gerekli insani ihtiyaçlarının karşılandığı ve bireysel çabaların makul düzeyde ödüllendirildiği eşitlikçi bir sistemdir.
taç yaprakları buruş kırış olmuş, saçı başı dağıtmış gibi görünen başcıkları birbirine karışmış bir çiçek her şeye rağmen çok estetiktir. bu konuda doğa ile yarışamayız (:
zamanla bir insanı sevmek aslında onu anlamak ve ona alışmaktır daha çok. sevdiğiniz özelliklerinin baskın çıkarak, sevmediğiniz özeliklerinin kabulüdür.
hiçbirimiz mükemmel değiliz ki hayatımızdaki insanlar mükemmel olsun. insan psikolojisi herkeste faklı çalışıyor. hepimizin beyin hücreleri birbirinden farklı iletişim kuruyor. kimimiz sosyal, kiminiz asosyal. bir insanın mizantropist olması bile açıklanabilir psikoloji biliminde.
bu kadar farklılık ile bazı insanların sevgi konusunda çok dezavantajlı olması kaçınılmazdır.
ilk bakışta sevmediğimiz bir insanı tanıdıkça anlamaya başlar, sevmediğimiz davranışlarının altında yatan nedenleri anlayabiliriz. bu anlayış o insanı faklı görmemizi sağlar.
ingilizcede "the best is yet to come" kalıbı; gelecekte daha iyi şeylerin beklediğini, daha olumlu deneyimlerin henüz yaşanmadığını ifade eder. umut ve iyimserlik içerir.
ben, accept grubunun "the best is yet to come" ismini verdiği şarkısından bahsedeceğim. şarkıyı dinleyenlerin aklında direkt aşk meşk işlerine dair beklenti ve umut üzerine yazılmış olduğu düşünülse de bu şarkı daha çok hayata dair bence; hayattan neyi bekliyorsanız onun umudunu yeşertirsiniz içinizde. hayatın bize neler getireceğini tahmin bile edemeyiz; belki iyi, belki kötü ama her zaman umut barındırmak en güzelidir. bu şarkının melodisi insanı hüzünledirse de sözler umut barındırır.
bu şarkının sözleri çok güzel, özellikle nakarat kısmı;
“once ı was a man of fortune
lived my life with pearls and gold
had my time with wine and roses
ı never thought of getting old
time went by, and ı got wiser
loved and lost, along the way
ı found the meaning of forgiveness
pardoned enemies and prey
when it rains, ı look for rainbows
when it's dark, ı see the stars
call me a dreamer, call me naive
ı will always say, the best is yet to come
call me a simple man, call me naive
on my dying bed ı'll say, thе best is yet to come
many timеs, ı feel like screaming
bang my head against the wall
watch my luck run through my fingers
losing faith in all
then ı close my eyes in silence
ı feel the spirit, that ı crave
april showers, bring may flowers
growing on my grave
when it rains, ı look for rainbows
when it's dark, ı see the stars
call me a dreamer, call me naive
ı will always say the best is yet to come
call me a simple man, call me naive
on my dying bed ı'll say, the best is yet to come
the best is yet to come
the best is yet to come
when it rains, ı look for rainbows
when it's dark, ı see the stars
on my dying bed ı'll say, the best is yet to come
şimdiye kadar yapılmış en güzel müzikallerden biridir. andrew lloyd webber’in 1986'da imzasını attığı bu müzikal yıllardır perdelerde uyarlanıyor. izlerken tüyleri diken diken eden bu muhteşem şarkılar ve koreografi izleyenleri hayran bırakıyor. iyi bir orkestranın eşlik ettiği büyük bir yapımı şimdiye kadar canlı izleme fırsatım olmadı ama kayıttan da olsa iyi bir yapımı izleyebilmek insanı ayrıcalıklı kılıyor. sahne tasarımı, ışıklandırma, dekor, sahne kıyafetleri vs hepsi çok önemli bir müzikal için ama en önemli şey müzikal oyuncusunun iyi bir sese ve oyunculuk yeteneğine sahip olmasıdır.
en son izlediğim yapımda; (müzikalin 25. yılını kutlamak için 2011'de londra'daki royal albert hall'de oynanan yapım) ramin karimloo, the phantom yani hayalet rolünde oynuyor. muhteşem bir tenor bariton sese sahip ve iyi bir oyunculuk sergiliyor. christine'i canlandıran sierra boggess ise opera sanatçısı olarak eğitilmemesine rağmen mükemmel adapte olmuş rolüne. hem görüntü hem de ses olarak christine rolüne çok uygun.
trailer; the phantom of the opera at the albert hall (2011)
prolog:
yıl, 1905 paris. eski opera sahnesinde, eski sahne dekorları müzayede satılır. müzayedeci, kırık bir avizenin yaklaşık 50 yıl önceki gizemli operadaki hayalet hikayesiyle bağlantısından bahseder. avize ışıklanmaya başlayınca sahne de açılmaya başlar.
overture
birinci perde:
opera sahnesi 1881 yılının ihtişamına geri döner. soprano carlotta giudicelli, hannibal operasının provasını yapmaktadır. aryasını söylerken arka plan çöker. koro, bunun hayalet'in işi olduğu konusunda ısrar eder ve korkan carlotta o akşam performansı reddeder. opera'nın balesinde performans sergileyen meg, dansçı arkadaşı christine'in görevi devralmasını önerir. christine çekimser davransa da sesi etkili olur. opera'nın seçkin patronu, genç bir adam olan raoul christine'i çocukluk arkadaşı olarak hatırlar.
think of me
soyunma odasında christine, meg'e hiç görmediği gizemli bir öğretmeni olduğunu söyler. bu bedensiz sesi, ölmekte olan babasının ona göz kulak olması için bir 'müzik meleği' gönderdiğini düşünür.
angel of music
raoul, christine'i akşam yemeğine davet eder. raoul'un yakınlığına kızan hayalet, christine'in aynaya bakmasını ister. onu görür, elini tutar ve aynadan onunla birlikte kaybolur.
the phantom of the opera
hayalet, christine'i opera binasının altındaki mağaralara ve su yollarına ve şamdanla aydınlatılan bir yer altı gölünün derinliklerine götürür. gizli sığınağına vardıklarında, hayalet, müziğini söylemesi için onu seçtiğini söyler. christine şaşkın bir haldedir ve bayılır. hayalet onu bir yatağa taşır. christine, orgda beste yapan hayalet'in sesiyle uyanır. gizlice maskesini kapar ve korkunç bir şekilde deforme olmuş yüzü ortaya çıkar. öfkeli olmasına rağmen, onu tiyatroya geri götürme konusunda isteksizdir ancak götürmeye karar verir.
ı remember
hayalet'ten mesajlar gelmeye başlar. raoul'un christine'i görmesi yasaktır, başka bir mesajda christine'e bir sonraki opera olan ıl muto'da başrol verilmesini emreder. carlotta ise şarkı söylemeden bir rol üstlenir. carlotta öfkelidir. menejerler onu şirkette tutmak için aşırı derecede pohpohlar ve her şeye rağmen yıldız rolünü oynayacağına dair güvence verirler.
o gece, carlotta başrolde yer alırken raoul, genellikle hayalet'in kullanımı için boş tutulan balkondan performansı izler. hayalet, christine'den "küçük kurbağa" olarak söz ettikten sonra divanın sesini kurbağa benzeri bir hırıltıya indirgeyerek kaosa neden olur. menejer, christine'in onun yerini alacağını duyurduktan sonra koro, seyirciyi eğlendirmek için bale yapar. bununla birlikte, buquet'in cesedi aniden kirişlerden düştüğünde daha fazla kargaşa olur.
christine ve raoul çatıya kaçarlar. christine ona hayalet'i ve yaptığı yolculuğu anlatır. şüpheciliğine rağmen raoul, korkusunun gerçek olduğunu görür ve ne olursa olsun onu sevmeye ve korumaya yemin eder. konuşmalarına kulak misafiri olan hayalet, intikam almaya ant içer ve avizeyi yok eder.
all ı ask of you
ikinci perde:
yeni yıl arifesinde açılır. maskeli balo için herkes opera'da toplanmıştır. avize olayının üzerinden altı ay geçmiştir ve raoul ile christine gizlice nişanlanmıştır. şenliklerin zirvesinde, hayalet büyük merdivende kırmızılar içinde ve maskesini takmış olarak belirir. yeni bir opera olan don juan triumphant'ın müziklerini sunar ve opera'nın onu sahnelemesini emreder. hayalet, christine'in yalnızca primadonna rolünü üstlenmesini değil, aynı zamanda daha fazla eğitim için ona geri dönmesini emreder.
kafası karışan ve korkan christine, babasının mezarında teselli arar ama orada bile müzik meleği ona musallat olur. raoul ortaya çıkar ve christine'i güvenli bir yere taşıyarak büyülü etkiyi kırar.
whising you were somehow here again
operanın galası sırasında hayalet, başrol sahibini öldürür ve christine'in karşısındaki yerini alır. aşkını tutkuyla söyler. christine, şarkısının doruk noktasındayken hayalet'in korkunç deformitesini izleyicilere göstermek için maskesini çıkarır. hayalet onu yakalar ve tiyatro personeli tarafından takip edilerek ortadan kaybolurlar.
the point of no return
hayalet'in sığınağına ilk ulaşan raoul tuzağa düşer ve hayalet onun boynuna bir ip geçirir. hayalet christine'e bir seçenek sunar; ona boyun eğmek ya da sevdiği kişinin ölmesini izlemek. hem korku hem de acıyı hisseden christine, hayalet'e yaklaşır ve onu öper. öpücüğün büyülü bir etkisi vardır. hayalet, raoul'u serbest bırakır ve ikisini de gölü geçmeye teşvik eder. onlar ayrılırken, "christine, seni seviyorum" diye fısıldar. kalabalık içeri girerken hayalet pelerinini örter kendi üstüne. pelerin kenara çekildiğinde geriye sadece maskesi kalır.
eskiden cd aldığımız veya doldurduğumuz zamanlar full albüm dinlerdik. çok seçici olduğumuz ve sadece sevdiğimiz grupların albümlerini aldığımız için suyunu çıkarana kadar dinlerdik her şarkıyı. cd’ler pahalıydı o zamanlar, müzik marketlerde cd’lerin başında nasıl oyalandığımı çok iyi bilirim ama değerliydi aynı zamanda bizim için bu harcanan zaman ve değiyordu albümleri almaya, cd kapaklarında kaybolmaya. şimdi her şey ama her şey elimizin altında, büyük bir doyumsuzlukla şarkıdan şarkıya atlıyor, hak ettiği değeri vermeden başka bir şarkıya geçiyoruz, hiçbir şeye sabrımız kalmadı artık; hemen tüketmeliyiz, duyguları hızlı yaşamalıyız. ben bu zamanı pek sevmedim sanırım, eskiye özlemim depreşiyor böyle başlıklarda.
hepimiz onu pisagor teoremi ile tanısak da çok ilginç özellikleri olan bir matematikçi ve düşünürdür. bahsedeceğim bu ilginç özellikleri okurken pisagor'un mö 570 - mö 495 yılları arasında yaşadığını unutmamak gerekiyor tabii ki. doğanın sayılarla açıklanabileceğine inanan pisagor'u gördüğümüz her köşede, kestirme yollarda hatırlamamız işten bile değildir.
pisagor'un yakın takipçileri varmış; yani daha çok mürit gibi. yalnız zaten donanımlı olan bu insanların tek amacı daha çok öğrenmek ve evrenin gizemlerini çözmekmiş. pisagor, takipçilerine evrenin matematiksel olarak kontrol edildiğini öğretiyormuş; yani ona göre sayılar kutsalmış. örneğin; 7 bilgelik sayısı, 8 adalet sayısı ve 10 en kutsal sayıymış. tabii yunanlar garip ve korkutucu bulmuş bu durumu ve onu istenmeyen adam ilan etmişler hemen.
pisagor'un takipçilerinin 10 sayısına tapmak için önceden belirlenmiş bir duaları bile varmış. pisagorculara katılmak istiyorsan, kutsal üçgene yemin etmen gerekiyormuş;
"bizi kutsa, tanrıları ve insanları yaratan ilahi sayı!"
''her şeyi kuşatan, asla sapmayan, asla yorulmayan kutsal 10, her şeyin anahtarıdır.''
buradan da anlaşılacağı üzere; pisagor'un takipçileri gerçekten onun bir yarı tanrı olduğuna inanıyorlarmış. ona "ilahi pisagor" derlermiş ve insanlara onun bir tanrının oğlu olduğunu söylerlermiş; hermes ya da apollon'un oğlu.
takipçilerinin hikayelerine göre kartalları ve ayıları okşayarak evcilleştirebiliyor, sesinin keskin gücüyle her hayvanı kontrol edebiliyormuş. pisagor aslında insanlara kendisinin bir tanrının oğlu olduğunu ve şu anki formuna ulaşana kadar tekrar tekrar reenkarne olduğunu söylüyormuş; truva savaşı'nda akhilleus ile birlikte savaşan bir asker, mütevazı bir balıkçı, hatta güçlü erkeklerle yatan güzel bir fahişe. pisagor'un hayal gücünün ne kadar güçlü olduğunu anlıyoruz. o kadar zeki olunca, hayal gücü de aşmış demek ki...
pisagor, ayrıca ahlaki nedenlerle et yemekten kaçınan ilk insanlardan biriymiş. yalnız, balık ve tavuk eti yiyor fakat kırmızı etleri yemiyormuş, yemediği gibi yiyeni de yanında yamacında istemiyormuş.
pisagor'un hemen hemen her şey için inanılmaz derecede katı ve belirli kuralları varmış; önce doğru ayakkabıyı giymek, umuma açık yollarda seyahat etmemek, yere düşen yiyecekler için beş saniye kuralı gibi daha birçok kural koymuş hayatında.
pisagor, sessizliğin çok önemli olduğuna inanıyormuş; sessiz kalmak, kendini kontrol etmeyi öğrenmenin bir yolu ona göre. bu yüzden tarikatına katılmak isteyen herkesin yapabileceğinden emin oluyormuş. kayıt olan herkes ağzını kapatıp beş yıl boyunca kapalı tutmak zorundaymış! sonuç olarak, çenesini kapalı tutabileceğini kanıtlamadıkça kimsenin gruba girmesine izin verilmiyormuş.
iki tür pisagorcu varmış; pisagor'un en yakın ve en güvenilir takipçileri ve diğerleri. güvendikleri ile yüz yüze görüşür ve teoremlerini onlara ayrıntılı olarak anlatırmış. dünyanın geri kalanından saklanan ileri matematiğin sırlarını bilmelerine izin verilirmiş. yalnız bu grupta olmak için kişinin etten, kadınlardan ve özel mülklerinden vazgeçmesi gerekiyormuş. diğerleri ise pisagor'un yüzünü görmelerine asla izin verilmeyen takipçiler. onlarla konuştuğunda pisagor, oz büyücüsü gibi bir perdenin arkasına gizleniyormuş ve sadece onun ritüellerini takip etmeleri bekleniyormuş.
ben bu kadını geç keşfettim. içimde bir yerlerde arabesk dinlemek isteyen biri varmış o keşfetti (: saf arabesk dinlemek çok ağır geliyor dinleyemiyorum. bizim topraklarımızda doğan insanlar oryantal tınıları seviyor kabul edelim. müzik söz konusu olduğunda ise sentezlemesinde hiçbir sorun görmüyorum. benim kulağıma güzel gelen neyse, ruhumun neye ihtiyacı varsa o anda onu dinliyorum sonuçta. “aaa gaye su akyol'u yerin dibin sokmuşlar” dinlemeyeceğim demiyorum. bu kadını eleştirdiğim nokta ise yaptığı müziğe psychedelic rock ya da anatolian rock diye tanımlaması. şöyle çok daha güzel olurdu; psychedelic&oriental rock.
bakıyorum nasıl eleştirilmiş diye; sistemi eleştirme hakkının olmadığını söyleyenler var, egosu yüksekmiş, kendini övüyormuş, yurt dışında seviliyormuş, reklamı yapılıyormuş vs vs. sistemi herkesin eleştirme hakkı vardır; bırakalım eleştirsin, eleştirmeyenden daha değerli değil mi yaptığı şey sonuçta seninle aynı taraftaysa sorun ne? gezi'yi sahiplenmiş; aynı düşünceleri paylaştığımız ortak bir küme gibidir gezi. gaye'nin geziyi sahiplenmesine pozitif de bakabilirsiniz sonuçta. ayrıca yurtdışında sevilmesi güzel bir şey değil mi ki; türkiye'nin daha çok güzel anılmaya ihtiyacı.
kendisine gelelim; ilk defa dikkatli dikkatli inceledim bu kadını. seçtiği kıyafetler farklı, eksantrik ve hoş. kendi dizayn ettiyse de hiç şaşırmam. benim hoşuma gitti. kendisi ressammış zaten, resimlerini de ilginç buldum. kadın üretken diyebilir miyiz? deriz bence.
the wire ile yaptığı söyleşiyi hızlıca gözden geçirdim; kendini güzel ifade eden bilinçli bir kadın aynı zamanda. bir soru ve cevapla ifade biçimini gösterelim;
[[alıntı]]
“daha önce selda'dan (bağcan) bahsetmiştiniz. büyük bir etkisi oldu mu?
evet. o, çok eşsiz bir sese sahip harika bir müzisyen, bir yapımcı, plak şirketi sahibi. şarkılar yazdı. eski halk şarkılarını yeniden yorumlama ve onlara yeni soluk getirme konusunda çok yetenekli. onun hikayesini daha da eşsiz kılan şey ise aynı zamanda bir devrimci, liberalleşmede çok önemli bir figür olması. biliyorsunuz her zaman inandığı şeyleri söyledi, bazen hapse atıldı, her zaman özgürlükten yanaydı. bu yüzden onun fikirleri, müziği ve türk müziğindeki önemiyle gerçekten ilgileniyorum”
[[/alıntı]]
paolo coelho’nun dirty laundry isimli kısa hikayesinde çok güzel örneklenmiş bir insan hastalığıdır ön yargı. hepimizde bir miktar bulunur çünkü toplumun kodları genlerimize işlemiştir artık. farkında olup ön yargılarını yıkabilene ne mutlu.
a young couple moved into a new house.
the next morning while they were eating breakfast, the young woman saw her neighbor hanging the washing outside.
"that laundry is not very clean; she doesn't know how to wash correctly. perhaps she needs better soap powder.
her husband looked on, remaining silent.
every time her neighbor hung her washing out to dry, the young woman made the same comments.
a month later, the woman was surprised to see a nice clean wash on the line and said to her husband, "look, she's finally learned how to wash correctly. ı wonder who taught her this?"
the husband replied, "ı got up early this morning and cleaned our windows."
and so it is with life…
what we see when watching others depends on the clarity of the window through which we look.
so don't be too quick to judge others, especially if your perspective of life is clouded by anger, jealousy, negativity or unfulfilled desires.
judging a person does not define who they are. ıt defines who you are.
normal sözlük'ü kullanarak 3. parti dahil tarayıcı çerezlerinin kullanımına izin vermektesiniz.
Daha detaylı bilgi için çerez ve
gizlilik politikamıza bakabilirsiniz.
online yazar listesini görmek için lütfen giriş yapın.