kramer: what’s today?
newman: ıt’s thursday.
kramer: really? feels like tuesday.
newman: tuesday has no feel. monday has a feel, friday has a feel, sunday has a feel….
kramer: ı feel tuesday and wednesday…
jerry: all right, shut up the both of you!
muhtemelen türk pop tarihinin 90'larına ait en güzel albümlerinden biridir med cezir albümü. levent yüksel'in en çok dinlenen albümü sanırım aynı zamanda. albümdeki 10 şarkıdan dedikodu (orhan veli şiiri) hariç diğerlerinin söz yazarı sezen aksu. sezen aksu'nun söz yazarlığı konusundaki yeteneğine, bu albüm bile tek başına kanıt niteliği sunar sanırım. albümdeki en çok sevdiğim şarkılar ise; medcezir, beni bırakın, tuana ve istanbul.
medcezir ; sözler sezen aksu, beste levent yüksel'e ait. bu şarkının en çok giriş kısmı ve ilk dörtlüğü hoşuma gidiyor.
dökülür yediverenler, teninden rengarenk
açarsın mevsimli, mevsimsiz birtanem
değişir kokun, ısınır kanın beni yakarsın
vazgeçilir gibi değil, bu med cezirler
fırtınam, felaketim hasretim
yetmiyor, sevişmeler yetmiyor
şiddetin ne hoş, ne güzel şefkatin
sevdikçe, sevesim geliyor
ölene kadar peşindeyim bırakmam
tutuşur, geceler yanar, geceler söner
bedenim altüst, sarhoş başım döner
karışır tenime karışır teninin tuzu bir tanem
vazgeçilir gibi değil, bu med cezirler''
istanbul ; sözler sezen aksu, beste fahir atakoğlu'na ait. istanbul için yazılmış en güzel şiirlerden biri benim gözümde bu sözler;
saçlarını dağıtır rüzgâr yeditepe üzerinden
hatıralar, tarihin küllerini savurur
kadın gibi, kısrak gib
sarılayım, gel ince beline
yârim istanbul gel, öpeyim gerdanından
tüketilmiş, yaşanmamış, hediyelik hayatlar,
ah bu evler, pencereler, bu kapılar, sokaklar,
hüzün gibi, sevinç gibi
eskitilmiş zamanlar...
yârim istanbul gel, öpeyim gerdanından
minareler uzanmış gökyüzüne, bağırır
kara sevdan nerelerden yüreğimi çağırır
dua gibi, büyü gibi
ezberledim hasretini
yârim istanbul gel, öpeyim gerdanından
beni bırakın ; sözler sezen aksu, beste onno tunç. inanılmaz güzel sözler yine, ritmine kendini kaptırmamak elde değil bu şarkının.
yüreğim sokaklarda eskiyen taşlar gibi
duruyorum, duruyorum
iniyor perde perde gecenin koyu rengi
korkuyorum, korkuyorum
sustu haykıran şehir
son kuşlar havalandı
oysa ben seni
seni seni bekliyorum
eksildi ömrümüzden kim bilir kaçıncı gün
oysa ben seni seni seni seni hala
seviyorum, seviyorum
tuana ; sözler sezen aksu'nun, beste ise paco de lucia'nın eserinden uyarlanmış. bu şarkının ise gelişme bölümüne hayranım.
tut, asırlık umutlarla acılarla
tut, bırakma peşini hayatın ateşini gel
ah, akıp gider oyun akıp gider
devam eder hayat
ah, uyan da gel tuana
yüreğim kan ağlıyor
sana söz yine baharlar gelecek
sana söz ışık sönmeyecek
ölüm yok ki tuana uyan
şimdi yaşanacak
ben de dün aşık olmadan aşk şarkısı söylemek üzerine düşünmüştüm. ajda pekkan günü yaptım kendime dün. çoğu aşk şarkılarından oluşuyor diskografisi, hatta son single’ı bile aşklayalım’mış. kendi kendime şunu düşündüm; ben 80 yaşıma geldiğimde yürümeye mecalim olacak mı acaba? kadının enerjisi muhteşem, aşık da oluyordur hala. aşkın yaşı olmadığı gibi aşk şarkıları dinlemek ve söylemek için aşık olmaya gerek yoktur bence.
ben bunu diğer birçok hayvan için düşünüyorum. bir tembel hayvanla şöyle karşılıklı saatlerce bakışmayı, bir kambur balina ile yanyana yüzebilmeyi, bir yavru panda ile yerlerde yuvarlanmayı çok isterdim ama yapamayacağım muhtemelen. bir baykuş türünü ise yakından görme ve elime alma şansım oldu. tüyleri inanılmaz güzel ve yumuşacık, gözleri muhteşemdi.
gelecek ekim’de 5. ve son sezonu yayınlanacak olan fantastik yapım. en iyi sezonu 4. sezondu bence ki neredeyse her bölümü soluksuz izledim. bu yapımı çekici kılan şeylerden biri, fantastik bir hikaye olmasına rağmen karakterlerin olayların gerçekliğine inandırma yetenekleri. her bir karakterin özgün bir kişiliği var ve bu karakterler en iyi oldukları özelliklerini kullanarak kötülüklerle başa çıkıyor.
şimdi her bir kişiliğin çözümlemesini yapmaya girişeceğim ve bundan sonrası spoiler oluyor.
dustin; benim de en sempatik bulduğum karakter. arkadaş ortamınızda kesinlikle olmasını isteyeceğiniz biri; zeki ve o zekayı kullanabilecek kıvraklığa sahip. bazen sinir bozucu olsa da onsuz olmazdı. bazı kişilikler aşırıdır, uçarıdır unutulmaz; işte öyle bir şey bu çocuk. ayrıca kız arkadaşı suzie de çok zeki ve sempatik bir karakter. aynı zamanda duygusal ve romantik. plank sabitini ezbere biliyor bir de ve birçok şeyi.
dustin cannot lie (full scene)
will; zeki ve utangaç çocuk. çok duygusal. yaşadığı travmalardan henüz kurtulabilmiş değil. henüz kendini keşfedemediğini düşünüyorum. tam olarak karakteri oturmuş değil gibi ama bu güvensizlik anlamında değil. ayrıca cinsel tercihini henüz anlayamadık.
will and mike car scene
mike; arkadaşlarına değer veriyor ama duygularını çok iyi kontrol edemiyor. eleven'ın onun için ne kadar değerli olduğunu kanıtladı. ayrıca dungeons & dragons oyununun şövalyesidir.
lucas; diğerlerinin yanında daha sönük kalan bir karakter. yalnız 4. sezonda lucas da parlamıştır. bu arada tüm çocuk karakterler 4 sezon boyunca büyüdü gelişti. fiziksel ve duygusal olarak da kendilerini daha iyi ifade etmeye başladılar.
max and lucas ending scene
eleven; aşırı duygusal bazen bu durum sıkıcı olabiliyor. ailesi ve arkadaşları için kendini feda etmekten kaçınmayacak bir karakter.
eleven vs vecna
max; bu dizideki en sevdiğim karakter muhtemelen. kendine özgü ve bağımsız. güzel bir kız ama güzelliğini hiçbir ön plana çıkarmayacak bir kız. iyi bir arkadaş ve cesur aynı zamanda.
okay, ı'm going to ask a question that will make you think for a while.
tomorrow is the last day of our planet. a meteor is coming fast and furious. we know that we are all going to die tomorrow. you've got one day and one night to spend!
alman filozof arthur schopenhauer, yaşam bilgeliği üzerine aforizmalar kitabında yalnızlık üzerine şunları söylüyor. kendisine tamamen olmasa da kısmen katılıyorum; yalnız bunu yaşam biçimi haline getirmek değil de, ara ara uygulamak gerektiğini düşünüyorum. üretken olabilmek için biraz köşene çekilmek şart.
entelektüel açıdan yüksek bir insana, yalnızlık ikili bir yarar sağlar: birincisi, kendi kendisiyle olmak ve ikincisi, başkalarıyla birlikte olmamak. 'tüm belalar, yalnız kalma yeteneğimizin olmayışından gelir başımıza' diyor la bruyere. arkadaş canlılığı, bizi büyük çoğunluğu ahlaki açıdan kötü ve entelektüel açıdan bön ya da yanlış olan varlıklarla ilişki içine soktuğu için, en tehlikeli ve hatta yıkıcı eğilimlerden biridir. arkadaş canlısı olmayan biri, böyle varlıklara gereksinmeyen biridir. kendi başına, topluma gereksinmeyecek denli çok şeye sahip olmak bile yeterince büyük bir mutluluktur; çünkü hemen hemen tüm acılarımız toplumdan kaynaklanır ve mutluluğumuzun sağlıktan sonraki en önemli unsurunu oluşturan zihinsel huzur her toplum tarafından tehlikeye sokulur ve önemli ölçüde bir yalnızlık olmadan var olamaz. zihinsel huzur mutluluğuna nail olabilmek için, kinikler her türlü mülkten uzaklaşırlar. aynı amaçla toplumdan uzaklaşan biri, en bilgece yöntemi seçmiştir.
bu tür yapımları seviyorum; gerçeklikten koparak başka bir düzleme geçtiğim bu tür yapımlar hem derin sorgulamaları tetikliyor hem yaratıcı hikayelerin keyfini çıkarmış oluyorsun. arkasından koştuğumuz gizem bizim teorilerimizle paralel olmasa da ya da hayal kırıklığı yaratsa da o gizemi bize yaşatmayı başardıkları için severance yapımcıları bir teşekkürü hak ediyor bence.
ofis hayatında yaşam tükettiğim bir işim yok, işim insanlarla. ofis hayatının ömrü daha hızlı tükettiğini hissedebiliyorum ama. işte bu dizideki olaylarımız da bir ofiste geçiyor. yalnız bu insanların bir farkı var diğerlerinden...
olaylar lumon isimli gizemli bir şirket etrafında dönüyor. beyinlerine bir çip enjekte edilen gönüllü işçiler mesai ve dışarısı hayatlarının beyinlerine yerleştirlen bir çip ile birbirinden tamamen ayrılması ile çalışmaya devam ediyorlar. evdeyken işi, işdeyken evi hatırlamıyorlar kesinlikle. gönüllü olarak çalışmayı kabul eden bu insanlar işteyken tamamen tutsak durumundalar. modern köleliğin eleştirisi olarak bu hikayenin oluştrulduğunu düşünmeden edemiyorum. bu insanlar yani içerdeyken ''innies'' yani içerdekiler diye adlandırlılan bu insanlar beyinlerindeki çiple normal hayatlarından soytulandırılmış olsa da normal insanlar olarak türlü olayların yaşanacağını, tutsaklığa tepki göstereceklerini hissedebiliyoruz en baştan.
modern köleler olarak yaptıkları işin gayesinden bile haberi olmayan bu insanlar kendilerinin ve diğer insanların insani özelliklerini keşfederek bir oyunun içinde yer alıyorlar. kendilerini yaptıkları işlere anlam bulmak için bahaneler üreten bu insanlar yavru keçilerin olduğu odayı bulduklarında biz neye hizmet ediyoruz sorusunu daha içten sormaya başlayacaklardır. bu arada biz de bu gizemin çözülmesi için bölüm üstüne bölüm izleyerek gerçeklik algımızın bozulduğunu hissederiz; en azından ben böyle hissettim.
lumon yöneticileri insani özelliklerini gösterse de onların birer canava dönüşebileceklerini görmek pek şaşırtmıyor bizi sanırım. çalışanların absürt şekillerde ödüllendirilmeleri ise ofise renk ve heyecan katıyor. bay milchik'in yönettiği dans partisi tam bir absürt komedi örneği sanırım ve de mükemmel bir sahne! en iyisi o sahneyi şuraya iliştireyim daha etkili olur;
dans sahnesi
yalnız bu ödüller çalışanların şüphelerini azaltmayacaktır. insan dediğimiz tür şüphe üzerine var olur, siz beynine çip de taksanız o beyni tümden değiştiremeyeceğinize göre o beyin sorgulamaya devam edecektir.
kahramanlarımız ikinci sezonda çok fazla aksiyon bekleyecektir. güvenlik odasına sızmayı başaran dylan, outie yani dış dünyadaki üç arkadaşının ınnies'ini uyandıran düğmeye basınca, onlar da lumon'un ahlaki açıdan sağlam olmayan amacını görmüş olurlar. mark, sözde ölmüş karısı gemma'nın hala yaşadığını keşfeder, helly lumon'un ceo'sunun kızı olduğunu öğrenir, ırving ise outie'sinin takıntılı bir şekilde karanlık bir koridorun sonunda gizemli bir asansörü çizdiğini ve sevgilisi burt'ün biriyle yaşadığını keşfeder. en dramatik anlardan birisidir bu. her şeyin alt üst olmasını neden olacak bu gelişme herbirinin uyanışını ve insani taraflarını sorgulamalarını sağlar. şu saatten sonra her şey bir kaosun içine sürüklenir.
gizemleri çözmek iyi hazırlanmış bir labirentten çıkmak gibi olacaktır. luman yöneticileri kapitalist sistemi temsil eder. kahramanlarımız ise artık birer devrimci olacaktır.
ms. cobel'in beceriksizliği olarak düşünülen bu olaydan sonra bay milchick artık ofisi yönetecektir. bu adamın oyunculuğuna bayıldığımı söylemeden geçemeyeceğim bu arada. hepsi iyi aslında aralarında kötü bir oyunculuk görmedim ama bu adam bir harika! yeni karakterler de dahil olur ikinci sezonda. dylan'ın "neden çocuksun?" diye haykırdığı bayan huang, gerçekten de çocuk yaştatır. çocuk çalışanlar, yavru keçiler, kafayı sıyırmış gibi görünen insanlar bu sistemin parçası olarak birer birer ortaya çıkar.
2. sezondaki keçi sahnesi
mark'ın 2. sezondaki hikayesi koybolan gemma'yı bulmak üzerine kurulur. mark'ın ınnie'si ve outie'si gemma'yı kurtarabilmek için birlikte çalışmak zorundadır artık. olaylar anlatıldığı gibi basit olmayacaktır.
aslında en büyük sorunlardan birisi de her ne kadar aynı kişiler olsa da innie ve outie'ler tüm yaşanmışlıklarını bir kenara bırakarak ofiste var olurlar. kişiliklerinin oluşmasınında etkili olacak yaşanmışlıklar da olmayacağı için farklı karakterler olarak hissederiz onları. mark'ın sezon sonunda gemma'yı değil de helly'i seçmesine içerlenen seyirciler mark'ın farklı bir insana dönüştüğünü ve hislerini görmezden geliyorlar sanırım. gemma için çok büyük hayal kırıklığı olması dışında ben sorun görmüyorum bu seçimde. helly ve mark'ın ilişkisi heyecan vericiydi gerçekten.
milchick, koreografi ve neşelilik ekibini izlemek keyifliydi. bu kadar absürtlüğü yaşatarak bizi de bu serüvenin içine aldılar kesinlikle. ben bu diziyi özleyeceğim
herkesin ilgi alanı farklı sonuçta; ilgi alanınla ilgili bir tanımsa neden okunmasın ki... itiraf ediyorum ben uzun zamandır çok uzun soluklu bir şey okumuyorum ama her gün düzenli olarak çeşitli makaleler okuyorum. buradaki uzun tanımlar da ilgimi çekiyorsa okuyorum. yalnız gözlemlediğim bir şey var ki; insanlar uzun okumalara pek sıcak bakmıyorlar ve zaman kaybı olarak görüyorlar. sosyal platformlarda daldan dala, konudan konuya atlamak daha çekici geliyor olabilir. günümüz insanın en büyük sorunu da bu galiba; hiçbir şeye vaktimiz yokmuş gibi davranıyoruz ama zamanımızı boş işlerle doldurmaktan da çekinmiyoruz. lütfen uzun uzun yazmaya devam edin, emek verilen yazılar illaki okuyucusuna ulaşacaktır.
hayatta aldığımız her karar tüm var oluşumuzu şekillendirir. ben hayatı bir laboratuvar gibi düşünüyorum. sanki bir şeyleri (huzur, mutluluk, başarı vs.) keşfetmeye çalışıyoruz ve bu keşif için sürekli deney yapmamız gerekiyor. herkes için tek bir doğru yok bu hayatta. herkesin kişilik özellikleri, yaşam standartları, olaylara bakışları o kadar farklı ki; herkesin hatası, dolayısıyla çıkaracakları dersler de farklı.
bir de aynı hatayı sürekli tekrarlayanlar vardır ki onlar pek iflah olmaz. ben artık kendimin veya başkasının hatalarını görüp ders almadıklarını hissettiğimde bu onların seçimi ve öyle yaşamayı tercih ettiklerini düşünüyorum. insanlar öğüt almayı hiçbir zaman sevmez, bazen sadece yanında olduğunu hissettirmen gerekir insanlara.
insanız ve hiçbirimiz mükemmel değiliz; hepimiz hatalar yapıyoruz ve eminim ki herkes bu hataları kafasında biçip tartıyor. bazen daha iyi bir kararla yoluna devam ederken, bazen geçmişe takılıp hayatını zindana çeviriyor. işte buna hayat diyoruz. insanları eleştirmeden önce onların ayakkabılarını giyerek dünyaya bakarsak belki birbirimizi daha iyi anlamış oluruz.
the beatles'dan "here comes the sun" güneş gibi doğar insanın ruhuna. onlar ''it's all right'' derken her şeyin daha güzel olacağını hissedersin. böyle müzikler olmasa n'apardık diye düşünürüm bazen, iyi ki...
bu tanımı progressive rock başlığına yazmıştım ama burada da olsun istedim.
progressive rock, 1960'ların sonlarında ve 1970'lerin başlarında başlayan ve rock müziğini sanatsal anlamda başka bir boyuta getirmeye çalışan ingiliz müzisyenlerinin girişimidir. "art rock" teriminin yerini zamanla "progressive rock" alır. amaç standart rock teknik ve kompozisyonlarının sınırlarını zorlamaktır. dolayısıyla diğer müzik türlerinden unsurlar yer alır; caz ve klasik müzik gibi. enstrümantal şarkılar yaygındır. söz içeren şarkılar ise kavramsal, soyut ya da fanteziye dayalıdır. destansı hikayelere de bu müzik türünde rastlanır çünkü şarkı uzunlukları bunu yapabilme şansı verir.
lady fantasy; 12 dakikalık bu camel şarkısına neler sığdırmaz ki insan. lady fantasy, camel'in 1974'te mirage albümlerinin bir parçası olarak çıkardığı şarkısıdır. şarkı, güzelliği ve aurası tam olarak anlaşılamayan veya tanımlanamayan bir kadına romantik bir övgüdür. şarkı, bir kadının gizemini ve karmaşıklığını şiirsel ve müzikal bir biçimde yakalayarak; ayın, gökyüzünün ve girdapların görüntülerine başvurarak onun güzelliğinin ve etkisinin büyüklüğünü anlatır.
progressive rock'ın gelişimi ise 1960'ların sonlarındaki psychedelic rock ile başlar. king crimson, yes, genesis, pink floyd, jethro tull, soft machine ve emerson, lake ve palmer (elp) gibi gruplar müziklerine uygulamaya başlar. progresif rock, 1970'lerin ortalarında en yaygın kullanıma kavuşur. progresif rock 1970'lerde ve 1980'lerin başında popülaritesinin zirvesine ulaşır.
progressive rock'ı diğer müziklerden ayıran özellikler nelerdir?
öncelikle, progressive rock müzisyelerine baktığımızda, her zaman bir değişiklik ama gelişmeye yönelik bir arayıştadırlar. müzik tutkuları daha derindir diye tanımlamak istiyorum ama diğer türlere de haksızlık etmek istemiyorum. bu grupların enstrüman çeşitliliğine baktığımızda sadece gitar, bas ve davulla sınırlı değildir çoğu zaman.
en iyi örneklerden biri olarak king crimson verilebilir. king crimson müzik tarihinde müzikal çığır açan grup olarak anılır. king crimson ilk albümü ın the court of the crimson king ile prog rock türünün temellerini atar. king crimson, o zamandan beri 20. yüzyıl klasik müziği, halk müziği, caz ve serbest caz, funk, new wave, minimalist, ambient, psychedelic rock, elektronika ve hatta davul ve bastan ilham alan etkileri bir araya getirir. grup üyeleri zamanla değişmiş olsa da gitarist robert fripp grubun lideri ve sürekli kalan tek üyesidir. muhteşem starless konser kaydı;
progressive rock'ın en sevdiğim özelliklerinden biri de diğer müzik türlerini de içinde barındırmasıdır. örneğin; emerson, lake ve palmer, çaykovski'nin pasajlarını kendi müziklerine dahil etmiştir. ya da pink floyd'u dinlerken başka bir evrene geçiş yaptığını hissedersin. zaten pink floyd'un müzik türü için ''floydian'' denilmesine taraftarım ben de. o zaman pink floyd dinleyelim; pompei'de kaydı yapılan 24 dakikalık echoes kaydı.
ayrıca, progressive rock şarkı sözlerinin büyük bir kısmı edebiyat, şiir ve film eserlerinden ilham alır. yani progressive rock dinlemek sadece müzik dinlemek değildir; bir öyküye dalmak, bir şiirde kaybolmak, bir fotoğrafa aşık olmak, bir tiyatro sahnesinde hissetmek gibidir ki; 1970'lerin başından itibaren, bazı progresif rock grupları konserlerine ayrıntılı ve bazen gösterişli sahne tiyatrolarını dahil eder. genesis solisti peter gabriel, bir konserde farklı, renkli ve egzotik kostümler giyerek, şarkıların lirik anlatımını sıklıkla canlandırır ve müzikle senkronize lazerler ve dev aynalar kullanır. pink floyd, düşen uçaklar, uçan dev bir domuz, devasa projeksiyon ekranları ve 1980'de the wall performansları için devasa bir sahte tuğla duvar gibi birçok sahne efekti bin kullanır.
görece yeni progressive rock grupları
şimdiye kadar en eski progressive rock gruplarından bahsettim yalnız bu grupları takip eden, feyz alan birçok progressive rock grubu oluşmuştur zaman içinde. keyifle dinlediğim birkaç gruptan örnek vermek istiyorum.
porcupine tree: çok keyifle dinlediğim yine konserlerine gitme şansımın olduğu progresssive rock gruplarından biri. ingiliz grubun kurucusu steven wilson grubun beyni ve kalbi bence; zeki ve yetenekli bir insan. solo çalışmalarını da porcupine tree ile yaptığı çalışmaları da severek dinliyorum. dinlemeye doyamadığım parçalarından biri anesthetize;
the mars volta: meksika kökenli amerikalı progressive rock grubu. geçen yıllarda keşfettiğim bu türü en güzel icra eden gruplardan biri. grubun yaptığı müziğin türü progressive rock, experimental rock ve progressive metal olarak geçse de hardcore, psychedelic rock ve free caz türevleri de içeriyor. grubun lideri ve gitaristi omar rodríguez-lópez. l'viaquez şakısı;
amerikan progressive rock grubu dream theater'dan behsetmemek olmaz tabii ki. en çok dinlediğim albümlerinden biri de metropolis pt. 2: scenes from a memory’dir.
bilgi evrenseldir, herkes ulaşabilir. önemli olan bilgiyi sunarken edindiğiniz üsluptur. ukala insanlardan bilgi almayı kimse sevmez, yapabiliyorsam o tür insanlardan öğrenmemeyi, kendi çabalarımla öğrenmeyi tercih ederim. bilmediğini bilen insanlar ise genellikle yapıcı yaratılışlı olurlar. bilmediğini bilmek, bir sonraki aşamayı yani öğrenmeyi vaat eder insana. ne güzeldir bilmediğini bilmek ve bunu söyleyebilmek.
güzel bir akşam üstü, güneş denizin üstünden batıyor. deniz durgun, göz kırpıyor ışık yansımalarıyla hadi gel diye. gökyüzünün rengi pembe, turuncu tonlarında içini ısıtıyor insanın. rüzgar hafif hafif tenine değiyor, çok tatlı bir his yaşatıyor bedeninde, ruhunda. gökyüzünde kuşlar dans ediyor waltz eşliğinde…
normal sözlük'ü kullanarak 3. parti dahil tarayıcı çerezlerinin kullanımına izin vermektesiniz.
Daha detaylı bilgi için çerez ve
gizlilik politikamıza bakabilirsiniz.
online yazar listesini görmek için lütfen giriş yapın.