hypnotized narcissist yazar profili

hypnotized narcissist kapak fotoğrafı
hypnotized narcissist profil fotoğrafı
rozet
karma: 6736 tanım: 415 başlık: 73 takipçi: 71
One has to kill a few of one's natural selves to let the rest grow – a very painful slaughter of innocents.

son tanımları | başucu eserleri


okuldan kaçıp cumaya gitmek

this is a true story.
the events depicted in this entry took place in ankara in 2012.


garip bir olay lan.

yani eylemin kendisi değil de çıkış noktası garip. okuldan kaçmanın getirdiği isyankar ruh haliyle çelişen bir sönüş, kabulleniş, itaat var. cümleyi okuyunca bile dimağlarda yatsıyı kaçırmak üzereyken yüksek teknolojiyle kuşatılmış bir binadan kaçıp en yakın camiye koşan silüetlerin olduğu islami bir gençlik distopyası falan beliriyor. hani okuldan kaçıp cumaya gitmek sadece din mensubu bireylerin aşağılandığı ve ibadetlerin yasaklandığı fütüristik bir evren inşasıyla makul gösterilebilirmiş gibi. oysa bu gereklilik gerçeği yansıtmıyor. ihtiyacın olan tek şey, lisede tanışma talihsizliğinde bulunduğun çeşitli düşünsel eğilimlerden beş farklı insanla bir perşembe akşamı okuldan kaçmayı planlamak. planın –ve başlığa konu olan nefis eylemin icrasının- kilit noktası ise okuldan kaçtıktan sonra ne yapılacağının kesinlikle konuşulmaması ve akıllarda sadece ders saatinde okulda olmamanın ağız sulandıran hayalinin olması.

işbu şartları harfiyen sağlayan bir ortamda, ankara’nın absürt soğuklarından nasibini almış bir cuma sabahında, okuldan kaçmayı başarmış ve ne yapacağını bilmeden birbirine bakan altı erkek olarak hikayeyi başlatmış olduk. ne yapsak ne etsek derken soğukta dikilmemek için bu konuşmayı lisenin yakınlarındaki bir kafede devam ettirmeye karar verdik. dini bütün ve “bu konu hakkında o kadar da düşünmemiş, sırf kimliğinde islam yazıyor diye ‘müslümanım’ diyip geçen” üçer kişilik iki alt kümeden oluşan grupta, çeşitli yaratıcılıkta fikirler öne sürülmekteydi. o vakte kadarki ortalamanın gösterdiği şuydu ki, bir okuldan kaçan liseli grubunda bu fikirler çeşitli masum (veya yaş yettiğince müstehcen) eğlence aktivitelerine indirgenir, sonunda da internet cafe+ burger yapılıp dağılınırdı. grubun az önce inançlara göre izole ettiğim üçlüsü tam olarak bu noktada yumruğu masaya vurarak “yoo dostum…” dedi, “bu cuma, öyle cumalardan değil.”

arz ettiğim üzere pek de din taraklarında bezi olmayan diğer üçlü olarak, daha çok turistik bir merak ve bir “bize de tecrübe olur”culuk tesellisi hasebiyle bu ilginç maceraya katılmakta beis görmedik. çaylarımızı bitirdik, bu ezber bozan fikrin filizlendiği kafeden ayrılıp camiye yollandık. bu esnada hafiften yağmur çiselemeye ve mırıl mırıl“acaba vaz mı geçsek”ler yükselmeye başlamıştı. grubun dini bütün üçlüsü o tanıdık “tatlı müslüman ısrarını” devam ettirerek bu cılız isyanı alevlenmeden söndürdü.

bu arada, belki bu noktaya kadar bıraktığım intibadan lisenin en havalı çocukları olduğumuzu düşünüp okurken heyecanlanmışsındır diye bir tevazu notu düşmek istiyorum güzel okuyucu. biliyorsan balgat sokaklarında, bilmiyorsan da dünyanın en sıkıcı mimarisiyle inşa edilmiş, maksimum dört katlı apartmanların birbirine kısa aralıklarla baktığı, yer yer yan yatmış çöp konteynerlerinin gbt soran polisler gibi ani sürprizler yaşattığı tatsız ve ruh bunaltan bir bölgede; üç kişilik iki grup halinde yürüyen ve kaldırımı hatırı sayılır miktarda kapatan altı erkek düşün. hani ezkaza birimizin koluna bir kız girer diye düşündüğümüzden herhalde, nizami yürüyüşümüzü dahi bozmuyoruz. gittiğimiz istikamet ise yakınlarında bir cemaat yurdunun bulunduğu, haliyle “altyapısı sağlam” bir cami. nasıl, biraz havamızı aldı dimi bu görsel? almadıysa sıkıntı çünkü. ulaşılabilir, empati kurulabilir karakterler olduğumuz fikrini iyice yedirmek istiyorum.

neyse. yağmurun hızını iyicene artırdığı bir noktada camiye vardık. caminin bahçesi ve girişi böyle bir havada olması gerekenden çok daha kalabalıktı. abdest alınan kısma (‘abdesthane mi deniyodu lan buna’ diyip google’ladım ve yemin ediyorum çok mutlu oldum resimleri görünce) yavaştan indik. burnun ucunu yere düşürecek bir soğukta, ayakkabılarımızı çıkarıp vücudumuzun çeşitli yerlerine havadan bile daha soğuk olan suyu dökmek için sabırsızlıkla sıra bekliyorduk adeta. önümdeki lacivert paltolu adama çarpayazdığım bir basamağı daha inerken, hayatımda en son hiçbirini tanımadığım yirmi kadar insanın ve ağlayan küçük bir kızın önünde, elimde bir kova et ve burnumda korkunç bir koku ile ağlamak üzereyken hissettiğim (bak o da güzel hikayedir, anlatırım bi ara) “ben şu an n’apıyorum lan burda” hissi hasıl olmuştu.

uzun bekleyişin ardından abdesthaneye (hemen nasıl kullandım ama, 40 yıldır biliyormuşum gibi) girdik. kalabalık öyle bir baskı yaratmaya başlamıştı ki, içeri girenler dinen yasaklanması gerektiğine inandığım bir hızla abdest alarak etrafındakileri -bir insanın ıslanmışken en az seksi olabileceği mekanda- ıslatmaya başlamıştı. dini bütün üçlü (bunun da bir gün "the hateful eight" gibi filmi çekilirse hayattan artık pek de bi beklentim kalmaz), bize nispeten aşina oldukları hareketlere girişmeye başlamıştı ama biz panikten zaten yolda kendi kendimize mantra gibi tekrarladığımız “üç kere ele, üç kere ağza, üç kere bele.. yok lan baş-” sıralamasını öyle karıştırdık ki bir noktada elimi pantolonumun düğmesine götürdüğümü hatırlıyorum. geriye bakınca, 30 küsur insanın hunharca kendini ıslattığı bir odada pantolonumu indirmek, tarifi mümkün olmayan gençlik travmalarına sebep olabilirmiş diye düşünmeden edemedim. kalabalığın tetiklediği sosyal fobinin selektörleri yaktığı dakikalarda etrafıma bakınırken birkaç yanımdaki abdest taburesinde yalnızca o günkü eylem planımı değil aynı zamanda bir kavram olarak dine bakışımı da şekillendiren bir detayı fark ettim. ayaklarını yıkamak üzere öne doğru eğilen bir adamın belindeki tabanca bu güzel günü daha da güzelleştirecek bir easter egg olarak bana gülümsüyordu.

montuna bakıp birkaç dakika önce istemsizce omuz atma noktasına geldiğim kişi olduğunu fark etmemle kendimi dışarı attım. benim can havliyle çıkışımı gören diğer iki dini açıdan kafası karışık arkadaşım da peşimden geldi. silah detayının korkusuyla, ve olabildiğince sakin bir şekilde, caminin karşısındaki parktaki banklara oturarak kalabalığı izlemeye koyulduk. birkaç dakika sonra üç arkadaşımızın ellerinde kartonlarla, içeride yer kalmadığı için buz gibi yağmur altında ıslak çimde namaz kılmaya yeltenmelerini izlemek açıklaması zor bir minnet ve şaşkınlıkla birkaç dakika önceki kaygılarımıza ufak bir virgül koymuştu.

namaz çıkışı toplandığımızda, aralarında silahlı birinin de namaz kılmış olduğu bilgisini hava durumu raporuymuş gibi karşılayan müslüman arkadaşlarımın ifadesiz suratlarına bakarken hayatımın zihinsel olarak farklı bir evresine geçmeye hazır olduğumu hissedip heyecanlanmıştım.
devamını gör...

nash deodorant dengesi

onlarca sayfalık matematiksel notasyon denizinde “kim bunlar? bu beta, bu alfa, bu omega… hepsi etten kemikten birer âdem evladı değil mi?” diye ağlaya ağlaya dersine çalışılan oyun teorisinin, gündelik hayata düşünsel olarak uyarlanabilen fenomeni.

markete girdiniz, alışverişinizi tamamlamak üzeresiniz ve aklınıza evdeki deodorantın azaldığı geldi. reyona yöneldiniz. almayı düşündüğünüz deodoranttan takribi 15-20 adet bulunuyor.

seçim yapma zamanı. dün saftınız, elinize ilk geleni alıp çıkıyordunuz. paranızın monopoly parasına dönüştüğü bir ülkede ise artık bilgesiniz.

mutfağından oturma odasına özel jetiyle giden ünlülerin yaratamadığı doğal tahribatı müsrif deodorant kullanımınızla yaratabileceğinizden endişeleniyorsunuz. hâliyle sıktığınız her fıs, havaya saçtığınız her gaz molekülü hayati önemi haiz. eh, mümkünse o moleküllerin hepsinin teninize temas etmesini istiyor, bir market reyonunda yarısı harcanmış deodorantlardan uzak duruyorsunuz.

büyüdünüz çünkü. olgunlaştınız.

elinize alıp tartıyorsunuz. “en ağır olanı alıp çıkacağım” diyorsunuz. şu hâlinize bir bakın. kaç yaşına gelmişsiniz, üstünüzde kırışmasın diye özene bezene giydiğiniz kıyafetler, bir marketin deodorant reyonuna oturmuş organik bir terazi gibi elinize iki deodorant alıp tartıyorsunuz. anın stresiyle ellerinizin hassasiyeti kayboluyor, bütün deodorantlar aynı ağırlıktaymış gibi geliyor. hâlbuki eminsiniz; kapalı kutuda sunulmayan ve kokusuna göre satın alınan tek ürün olarak bu deodorantların bazılarını birilerinin bir yerlerine sıkmamış olması imkansız!

gerilim büyüyor. yanınızdan geçen bir çocuğun fütursuzca sizi göstererek “anne biz de böyle fakir olmayız dimi” dediğini işitince alnınızdan akan terle ayağa kalkıyorsunuz.

kafanızda teoremler uçuşuyor. “başkaları ne yapmış olabilir?” diye düşünüyorsunuz.

ilk aklınıza gelen, öndeki bir deodorantı deneyip, arkadakilerden almış olmaları. bu yüzden “öndekiler kullanılmıştır, arkadakilere bakayım” diyorsunuz. ardından o insanların da aynı düşünce dalını izlemiş olabileceği aklınıza geliyor. “e herkes böyle düşündüyse belki de asıl arkadakiler kullanılmıştır, öndekiler doludur” diyorsunuz. “evet evet, böyle olmuştur, bundan ötesini kimse düşünmez” diyip kendinizi rahatlatmaya çalışıyorsunuz; fakat dünya artık mantıklı, rasyonel insanların dünyası. çevrenizdeki iktisadi ajanların sizden hiçbir farkı yok. herkes birer john nash. evet evet, o kutsal olduğuna inandığı binanın kapısını kemirenler de tıpkı sizin gibi rasyonel birer deodorant alıcısı. hâliyle üçüncü aşamaya geçmiş, yani “öndekilerin boş olduğunu düşünüp arkaya yönelenlerin yanıldığını düşünerek yeniden öndekilerin boş olduğunu düşünen” o rezil kitle geliyor aklınıza. en fenası onlar.

ama ya onlardan da öteye geçen olduysa?

sadece iki seçimin ve iki oyuncunun olduğu tekrarlı bir oyunda * bile işlerin ne kadar çirkinleşebildiğini hatırlıyorsunuz. iskonto faktörleri *, alt oyun mükemmel dengesi * derken bu sefer oyunda sayısı belirsiz oyuncu ve 15-20 adet aksiyon olduğunu fark ediyor, işin içinden çıkamıyorsunuz. iki dakika önceki hâlinizle girdiğiniz irade savaşını kaybetmek üzeresiniz.

“oyun teorisine de, profesörlüğe de lanet olsun” diyerek elinize gelen ilk deodorantı alıp kasaya yöneliyorsunuz.

“%100 dolulukta bir deodorant yok ki zaten” diye avutuyorsunuz kendinizi, “ütopya bu! bir marketten deodorant alan herkes o deodorantın belli bir oranını feda etmiş sayılır.”

işte o kayıp oranını kabulleniş süresi, sayın okuyucu, nash deodorant dengesini oluşturuyor.

aklımızı kaybetmeden market kasalarına yönelebilmemizi bu dengeye borçluyuz.
devamını gör...

yazarların en ilginç kaybolma anıları

2015 temmuz.

çocukluk arkadaşımla aynı sene, aynı üniversitenin aynı bölümüne girmişiz. neden bir “aynı” daha olmasın diyerek italya’ya 1 haftalık tatil ayarladık. roma, floransa ve venedik’te 2’şer 3’er gece kalıp döneceğiz. yurtdışına ilk çıkış acemiliğimizle internet paketi şeysini ayarlamadan “amaan, wifi buluruz bi yerlerde” diye düşünerek hemşo’daki okan bayülgen misali düştük yollara.

hava cehennem gibi sıcak. her gün kilometrelerce yürüyoruz, gördüğümüz çeşmelerin iliğini kurutana kadar su içip roma imparatorluğu zamanından beri fotoğrafı çekilmemiş ağaçları bile fotoğraflayarak çılgın bir tempo ile geziyoruz. akşam yemeğinde bi restoranda kocaman, etli sebzeli bir makarna tabağına 10 euro verince “oha ya buna 35 lira verdiğini düşünsene” diyip kibar kibar üzülüyoruz (şu an ağlıyorum ve tanım giriyorum). yanına da içinde alkol olan en ucuz sıvı ne varsa onu tüketip odaya geçiyoruz. roma’daki ilk akşam, gündüz eşyaları fırlatıp çıktığımızdan fark edemediğimiz bir “duşun etrafında kapıyı bırak duşakabin niyetine bir cam dahi olmayışı” detayını terden sırılsıklam ve bayılmak üzereyken görmek keyfimizi iyice doruğa çıkarıyor. katedral gibi 4 metrelik yükseklikte tavanı olan bir odada, adamlar duvara duş asmış ve kalan kısmı geride bir şey unuttuklarını fark etmeden normal bir oda gibi tasarlamaya devam etmişler. çiftlerin seksi dakikalar yaşaması için ideal bir ambiyans eyvallah ama biz sırayla su altındayken erişebildiğimiz perdeyi çekip mahremimizi korumaya çalışarak tek elle duş aldığımızdan tadımız kaçmıştı. dönünce aynı bölümde 1 sene okuduk zaten. sonra ben okulu falan bıraktım. annelerimiz birbirine girdi. töre cinayetlerine ramak kalındı. bugün bile her ay sırayla birbirimizin kapısına kurban kanıyla çarpı atar geliriz. öyle bir ilişki zedelenmesi yaşadık italya’da bir yaz gecesi.

neyse allahı var, ilk iki şehirde internetin “mekandan mekana bulunan kısmı” bedevilikten hallice gezi maceramız için yeterliydi. son durak olarak floransa’dan trene binip venedik’e geçtik. trenden iner inmez bir izdiham. bi köprüye çıkıp etrafa baktık. birbiriyle çığlık atarak konuşan envai çeşit milletten insan, yarı ağlayarak yarı gülerek koşan çocuklar, neredeyse turistlerle yarışır kalabalıkta asyalı seyyar satıcılar, havada uçan kaçan anlam veremediğimiz nesneler (sonradan bangladeşli bir grup satıcının böyle lastiğimsi, ışıklı bir oyuncağı olduğunu öğrendik. tutup atıyorsun bi 5 metre yükselip düşüyor. bu kadar.) derken dönüp geri gidesimiz geldi. kalabalıktan yürünmüyor bile. ite kaka, farklı ülkelerden onlarca insanla duygusal denebilecek kadar yakın mesafede ilerleyerek otele vardık.

hatta varmamışız meğer, çünkü bizimki ile aynı isimde, sadece logosu farklı olan başka bir otele girdiğimizi öğrendik resepsiyonda sinek avlayan ufak tefek adamdan. “allahınızı seviyorsanız orayı bırakın da burada kalın lan.. bak ismi bile aynı” bakışı atarak, kahrolarak izah etti herif durumu. otelden çıkıp başımı kaldırdım sonra, telefona kaydettiğim fotoğraflara bakıyorum, ulan bina aynı. sonra başımı çevirdim, iki yan apartmana baktım. bi teyze de başını çıkarmış kanalı seyrediyor. o da bana baktı. bakışma yarışmasını o kaybedince biraz daha bakındım, kadının oturduğu bina da bizim önümüzdeki ile aynı ama orası bir otel bile değil. kafayı yemek üzere iken arkadaşım haritadan (evet, baya tren garından aldığı hürriyet pazar eki gibi cep haritasını açtı, milletin birbirini omuzladığı sokak ortasında adres bakıyor) otelin bulunduğu sokağının iki sokak yanda olduğunu gördü de doğru adrese gittik. allah belamı versin ki o iki sokaklık mesafede bile az önce terk ettiğimiz binanın aynısından bi 4 tane falan daha gördük. "burada bi kere kaybolsak s*çt*k" diyoruz birbirimize. *

zaten otele öğleden sonra varmış olduğumuzdan yorgun, hayal kırıklığına uğramış ve gerilmiş bir halde, otel yakınındaki bir yerde akşam yemeği yiyip erken yattık o gece. sabahına da kalkıp civardaki adalara gittik. murano’da benim oyun hamuruyla yapamayacağım şeyleri camı eritip yapan bir herifi izleyip triplere girdik. akabinde ludo’da kaybolduğunu söyleyip bize sığınan ve adada tur atan otobüsten inene kadar şehrin zaptiyesi rolü kestiğimiz çok güzel bir kızla tekneye bindik. ben tam işin "turist v. turist" etkileşimini bir nebze geride bırakıp “bu arada bora ben” dolaylarına erişim sağlamak üzere iken arkadaşım korkutucu ve boğuk bir sesle yanımızdan ayrılıp tuvalete gitti. o kadar ruhani bir isyan sesiyle kalktı ki ben kendisini denizin tuttuğunu 4. tekne gezintisinde fark etmesine sinirlenerek müsaade isteyip onun yanına gitmeye yeltenirken kız da sanıyorum arkadaşımın içinde bir şeytan olduğunu ve daha fazla zaptedemeyeceğini varsayarak korku dolu gözlerle müsaademi verip aksi istikamette uzaklaştı.

bu tatsız vedayı içeren yolculuğu da güçlükle tamamladıktan sonra, zar zor yürüyen arkadaşımla bi yerde yemek yedik. biraz kendine gelmişti ama öncesinde o akşam için planladığımız hovardalık gezintilerine katılabilecek durumda değildi. o otele geçti, ben de midnight in paris'teki owen wilson gibi ellerim cebimde dolanmaya başladım nispeten tenhalaşmış venedik sokaklarında.

ilk bir saatin hoş olduğunu inkar edemeyeceğim. gün boyu kafamda dönen "ne var lan, bi bok yokmuş, millet de ne abartıyor burayı" düşüncesi hafiflemiş, kanaldaki suya yansıyan ara sokak ışıklarını keyifle izlemeye başlamıştım. tam bu anda basamaklarını çıktığım bir köprüde (şehrin fazla turistik meydanlarında pineklemek istemeyen herkes gibi yegane seçeneğim birbirine sonsuz sayıda ufak köprüyle bağlanan binlerce dar sokağı arşınlamaktı) yanımdan geçen sarhoş bi adamın kurt gibi başını yukarı kaldırıp "bangladesh... shiiiit" diye uluması ve yanındaki diğer sarhoşların ona eşlik eden kahkahalarıyla irkildim. hangi bangladeşlinin kendisini böyle sinirlendirdiğini anlamam uzun sürmedi. köprünün öbur ucunda 3 seyyar satıcı, çocuklu bir aileye en az bi 50 euroluk oyuncak kilitlemek üzere çeteleşmiş, aksanlı ve parçalı ingilizceleriyle pazarlığa girişmişti. onlarla arama mesafe koyarak bir başka ara sokağa indiğimde tepemde bir ıslaklık hissettim. tekrarlanınca yağmur olduğunu fark edip mutlu oldum. korkutucu seviyelere gelmediği sürece yağmurda gezmeyi seven birisi olarak iyiden iyiye keyiflendim.

adımlarımı hızlandırarak bir öncekine olan benzerliğini ısrarla yitirmeyen sokakları geride bıraktım. temposunu bulmuş emekli bir asker gibi yanımdan hızlı hızlı geçen insanlara bakıyor ama duruşumu bozmuyordum. gelgelelim nerede olduğumu ve bir haritam (cep haritası arkadaşımda kalmıştı) veya internetim olmadığını unutmuştum. yağmur hızını artırdığında ve bir köşeyi gerçekten ikinci kez döndüğümü hissettiğimde ilk kez durup nerede olduğumu anlamaya çalıştım. telefonumun şarjı azdı, arkadaşımı aramayı düşündüm ama odanın camından bağırmak dışında bana nasıl yardımcı olabileceğini kestiremediğimden vazgeçtim. internetim zaten yoktu, daracık bir sokağın girişinde, önümde günün son turist gezdirmesini yapmış bir kayık park ederken hangi yöne gideceğimi bilemez halde kalakalmıştım. gidip kayıktaki adama otele en yakın meydanın ismini söyleyerek nerede kaldığını sordum. eliyle her anlama gelebilecek bir yönü gösterdi, umutsuzca bir tanesini seçip oraya doğru yürüdüm.

değişen bir şey yoktu. her yer kaldığım otel olabilirdi ve hiçbir yer kaldığım otel olmayabilirdi. sağa dönüp çıktığım sokak ile onun sonunda sola dönüp çıktığım sokak arasında bir fark yoktu. paniklemeye başlamıştım. bir saat önce kendimi bir müzik videosunda hissederek emin adımlarla geçtiğim yolları dahi göremiyordum. bir köşeye oturup yağmurun yavaşlamasını beklemeye karar vermişken yaşlı bir çift gözüme takıldı. ellerinde arkadaşımınkinden bile büyük bir harita ile durmuş harıl harıl nereye gideceklerini konuşuyorlardı. hemen yanlarına gittim. ingilizce sordum, fransızca cevap aldım, italyanca isimler söylediler, türkçe küfrettim derken haritada otele yakınlığını bildiğim meydanı parmağımla gösterip diğer elimle “neresi burası? biz neredeyiz? nereye gidiyorum?” gibi felsefi anlamda da irdelenebilecek sorular ima etmeye başladım. kayıkçı elemanın aksine net bir doğrultuda elini hizalayarak “buradan dümdüz git, hiç sapma” dedi amca. sorgulayacak halim yoktu, teşekkür edip yanlarından ayrıldım. adamın gösterdiği doğrultuya öylesine odaklanmıştım ki yoluma bir nehir çıksa yüzerek geçecektim. yeter ki sevdiğimin oteline bu gece varayım.

tanıdık bir meydana çıkınca rahatlayarak adımlarımı yavaşlattım. gündüz de bu meydandan arkadaşımla beraber geçmiştik. tam otele çıkması gereken tarafa döndüm ki aslında orada bir yol olmamasıyla dumura uğradım. bambaşka bir meydandaydım. işler iyice bir stephen king doğaüstülüğüne dönmeye başlamıştı. şehir sadece 2 meydan ve 4 sokağın defalarca kez kopyalanıp yapıştırılmasıyla oluşmuş gibiydi. bu noktada iyice kayışı kopardım, içimden “italya’nın venedik’i, bir daha gelirsem …. beni” nidasını mırıldanarak alenen koşmaya başladım.

sonraki yarım saat hafızamda biraz bulanık. koşmaktan ve yağmurdan iyice görüşüm azalmış, tanıdık bir köşe, bir dükkan, lanet olası bir insan görme umuduyla her yere bakmaktan gözlerim buğulanmaya başlamıştı. kim bilir, belki de ağlıyordum durup dururken kendimi kaybettiğim bir şehirde. bir noktada durup arkadaşımı aradığımı “ben kayboldum, bu gece sokaktayım herhalde” gibi bir şey dediğimi anımsıyorum. o, telaşıma anlam verememişken telefonu kapatıp son bir umutla daha önce girmediğim, tek bir insanın bile zor geçeceği darlıkta bir ara yola girdim. o kadar dardı ki ya bu yolun sonunda güzel bir yere çıkacaktım, ya da sonunda daralan kısımda ilelebet mahsur kalacak ve birkaç ay sonra arkadaşımın benim cansız bedenimi bulup aileme durumu izah etmesini bekleyecektim.

bu minik kumar neyse ki lehime işledi. omuzlarımı sürterek de olsa çıktım ve öğleden sonra geçtiğimiz meydana vardım. otele titreye titreye girdim. odaya çıkıp hiçbir şey söylemeden “bi duş alcam” diyerek banyoya yöneldim. kanalla birlikte beşik gibi sallanan küvette dört farklı dilde küfrederek defalarca kez elimdeki sabunu düşürdüğüm bir duş alıp çıktım.

oda hala sallanıyordu, ben ise ertesi gün oradan gideceğim için memnundum.
devamını gör...

çoğul çiftlere yancı olmanın dayanılmaz huzursuzluğu

öncelikle başlıktaki "ç" enflasyonunun belini kırmak gayesiyle, meramımı "2n + 1. kişi olmanın dayanılmaz huzursuzluğu" şeklinde formüle etmek isterim.

şimdi, ergenliğini yaprak testler üstünde sinir harbinden kırdığı 0.7 uçları üfleyerek tamamlamış necip türk gençliğinde matematiksel notasyonların bir travma hâline geldiğinin farkındayım. hatta bu formülü okuyunca bile “of ekob mudur ebok mudur ne anlatıyo bu herif” denmesi ihtimaline karşılık izahat-ül tanım: n = çift sayısı olmak üzere, birden fazla sayıda çiftin (çift derken baya insan çiftlerini, yer yer öpüp koklaşmayı ve defaatle ufak detaylar üstünden tartışmayı ilişki haccı hâline getirmiş sıradan sevgili gruplarını kastediyorum) olduğu ortamdaki tek bekar kişi olmanın bünyede yarattığı acı, ızdırap.

“üçüncü kişilik" hatta gavurca “third wheel” olma mevzusunun edebiyatı ziyadesiyle mevcut. bu formülasyonu sunmaktaki motivasyonum iki çiftin yanındaki beşinci, hatta ve hatta (acı çekerek, kalbimden katran gibi birkaç damla kan akıtarak yazıyorum) üç çiftin yanındaki yedinci kişi olmanın, n ile orantılı olarak garipleşen tatsızlığına dair literatür boşluğunu doldurmak. bu boşluğu iki olasılığa dayandırıyorum,

1) ya benim çevremdeki çiftler olağan dışı bir acımasızlıkla beni punduna getirmekte ve n = {2,3} durumlu uzaylara katmakta beis görmemişler,

2) bu acıyı benim gibi defalarca kez çekmiş insanlar var ama bunu dile getirmeyecek kadar aklıselim sahibi kimseler ve ben bu tanımı yazarak aleni bir mallığa imza atmış bulunuyorum.

her hâlükârda kendimi kötü hissederek analize geçmem gerekirse;

bu huzursuzluk yukarıda bir yerlerde bahsettiğim üzere kusursuz bir orantı ile büyümüyor. önce bunu bi netleştirmem lazım. üçüncü kişi olmak, muhatap olunan çiftlere göre değişmekle birlikte beşinci kişi olmaktan daha bile zor olabilir. gelgelelim, bu istisnai eşik aşıldıktan sonra grafik bir düzene oturuyor ve namütenahi bir rahatsızlık boy göstermeye başlıyor. örneklemek gerekirse bu sistemde yedi beşten, dokuz ise yediden daha sıkıntılı bir ambiyansa gebe denebilir (dokuzdan sonrasını bu başlıkta incelemenin manası yok, zira beş çiftin olduğu yerdeki tek kişiyseniz ya bir dans kursunda eğitmensinizdir ya da fantezi dünyası renkli bir arkadaş grubunun kiraladığı, her türden paraya muhtaç bir kameramansınızdır. ikisi de olmadan bu tecrübeyi yaşadıysanız lütfen beni bulun. bu acının bir portresini çizdirmek isterim).

üçüncü kişi olmaktaki “mahrem işgali” hissi malum. özellikle taraflar birbirine yaklaşıp bir şeyler fısıldadıkça, ufak tefek öpücükler kondurmaya başladıkça selektör yakılır ve ortamdan uzaklaşılır. beşinci kişi olma hâlinde ise ortam, belki cinsel gerilimin yayıldığı kişi sayısının artmasıyla daha hafif, daha sohbete eğilimlidir. çiftler ile bekar şahıs arasındaki nüktedan ton korunduğu sürece muhabbet güzelce akar.

yedinci kişi olmak ise… dostum işte burası üzücü olmaya başlıyor.

öncelikle nasıl meydana geldiği hep kaotiktir bu yedinci kişi olma hâlinin. bu durumda olan kişi, ortamdaki “yedinci” olabileceğini asla önceden net bi şekilde öğrenmez. öğrense, zaten yedinci kişi olmamak adına zinhar orada bulunmaz. ortam üç-beş kişilik iken habersizce gelen bir çift(ler) yaratır genellikle bu durumu. bir kere yaşandıktan sonra da kolay kolay unutulmaz.

şahsen bu batağa bir kez düştüm. kaba olmayacak en erken zamanda da kaçtım ama öyle bir yarım saat geçirdim ki o günden beri bütün kalabalık eş dost buluşmalarına, öncesinde katılımcıları bildiren nihai bir listeyi pdf hâlinde talep ederek katıldım.

evet güzel okuyucu, bazı cuma akşamlarımı ekmek arası kaşar peynir yerken, o haftasonu buluşacağım insanların ismini ve kimin kiminle çift olduğunu izah eden şematik pdf’leri okuyarak geçiririm. yargılamak mı istiyorsun? önce şunu oku hele…

sene… üniversitede bir sene. yeni insanlar, yeni arkadaş çevreleri ama ankara’nın meşhur “herkesin herkesi tanıdığı” lise & üniversite kombinlerinden birindeyim. dolayısıyla tanıştığım insanlar üniversiteye hâlihazırda çift olarak geldiklerinden biriyle tanışmak aslında iki kişiyle tanışmak anlamına geliyor. ben ise onların yeni insanlarla tanışma macerasına eski usulden devam etmelerini sağlayan “ay çocuklar bakın, bu tek gelmiş, gelin tanışalım da kesmesin tenhada bileklerini” dedikleri tekil bireyim. tek tekilim.

bu şekilde telefonuma kaydettiğim iki paket bireyle kısa bir süre düzenli olarak görüştüm. erkek olanlarıyla bölümüm gereği daha çok vakit geçirdiğimden ve “beşinci kişi” olduğum durumlar çok sık denk gelmediğinden bunu dert etmiyordum.

yılın sonlarına doğru, yılbaşı planları (o vakit inandığım ne varsa şükürler olsun ki) denk gelmeyince o iki paket insandaki bir hanımefendi erken bir “yılbaşı kahvaltısı” yapmamızı önerdi. can sıkıcı birkaç saat olması ihtimalini göze alarak sabah dersine girdim, çıkışında da diğer iki erkek arkadaşla kampüs yakınlarındaki bir yere gittik. hanımefendiler de belirince mental bi kronometre tutmaya başladım.

yine yukarıda bi yerlerde (ulan amma tembelleştik ha, ctrl + f yapıp tam metne gidesim bile yok, aran da bulun gali) belirttiğim o “beşinci kişi olmak ‘o kadar da’ kötü olmayabilir” beyanının “o kadar da” kısmını dürtmek istediğim yer şu ki, bu iki çiftin ayrı ayrı da, kendi aralarında da, benimle de muhabbeti.. nasıl desem.. sarmıyordu. iki kız da yer yer birbirine laf dokunduruyordu, iki erkek ya mallıklarından ya da duymazdan gelmenin kolaylığından bunu umursamıyordu ve ben, masada büyüyen gerilimin yegâne şahidi olarak birkaç dakika önce yediğim böreğin artık tabakta olmayan hayaletini parçalamak üzere çatal ve bıçakla çeşitli hareketler deniyordum. bu keyifsizliğin sonlanmasının yakın olduğu temennisiyle çayımı höpürdeterek bitirip, kaşığı da ters bi şekilde bardağın üstüne yerleştirerek (bu da saçma sapan bir çocukluk bilgisi ha, kaynağı neyin var mı onu bile bilmiyorum. misafirlikte çay kaşığı, çay bardağının üstüne açık şekilde konulursa “e varsa bi bardak çayını daha alırım”, üstü kapalı şekilde konursa da “yok, daha almiyim canısı, sağ olasın” anlamı verirmiş de, ev sahibinin sormasına gerek kalmazmış da bilmem ne… ula iki cümle fazladan kurun da bu anlamsız empresyonist gelenekler son bulsun be kardeşim) umudumu perçinlemiştim. tam bu esnada kızlardan birinin telefonu çaldı, açtı konuştu, bulunduğumuz mekanın adını vererek “e hadi gelsenize siz de” dedi.

burada bi nezaket gri bölgesi çizilebilir gibi geldi, o yüzden virgül koyasım var. şimdi bu kızın masadakilere “şunlar şunlar gelse, size uyar mı?” diye sorma nezaketi ile (belki gelecek olanlarla kan davam var, arabamın bagajında sırf onlardan birini görür de aşiretimin namusunu temizleyiveririm diye tabanca saklıyorum?) telefonda konuştuğu insana beş kişilik kahvaltı masasında olduğunu söyledikten sonra otomatik bi şekilde “e hadi gelin siz de” teklifinde bulunma nezaketi kafa kafaya gelse hangisi alır? benim bi cevabım yok. bu konularda pek iyi değilim zaten, hızlıca bi tanesini seçip onun sonuçlarıyla yaşamayı kabul ederdim sanırım.

neyse, bu hanımefendi nezaket tercihini yepisyeni iki insan çağırmaktan yana kullandı. içimden kızın telefonda hitap ettiği “siz” için “n’olur bi çift olmasın… n’olur bi çift olmasın” diye dua ederken hemen birkaç dakika sonra yanımıza korkutucu bir erkek ve kız figürü geldi. öyle tadım kaçmıştı ki inan olsun ikisinin de yüzünü hatırlamıyorum şu an. kellesinde soru işareti bulunan anonim profiller gibi bişi kuruyorum kafamda.

isimlerini ışıktan bile hızlı unuttuğum yeni çift yerleşti. kendilerini tanımayan diğer çiftle ve akabinde benimle (masanın eşantiyonu gibi bir şeydim adeta, hani ‘bu masaya oturana bi adet hypnotized sunuyoruz, elini sıkıverin de üzülmesin’ denmiş gibi) tanıştılar. havadan sudan sohbet birkaç dakika sürdü. sonra masaya tekrardan, bu sefer ince laf çakmalara ve suni üstünlük kurma çabalarına yeni bir hanımefendi eklenmiş hâlde, elektrikli bir ortam hakim oldu. önümdeki topluluğa yabancılaşma hissim o kadar yoğundu ki elimi uzatsam havada bir şeyler yakalayabilirim gibi hissediyordum. çatal bıçak fırlatmalı bir anksiyete krizine girmeden telefonuma bir mesaj gelmiş gibi yaptım (bunu da iyi yaparım bu arada, ayıptır söylemesi. telefon ekranında kendi gebeş bakışımı izlerken öyle bi ifade değiştiririm ki gören kardeşim uçurumdan düştü sanır) ve hesabımı ödeyip sülfür oldum gittim.

***

yüzüme aralık rüzgarını yerken beni daha çok rahatsız edenin ne olduğunu bilmiyordum: masadaki ortamın gerilimi mi, yoksa aksine, masada üç çift de tatlı tatlı takılsa bunun benim yalnızlığımı daha derin bir şekilde vurgulayacağını bilmenin iç gıdıklayan tesellisi mi?
devamını gör...

otel kahvaltısından sonra kasa patlatmak

keyifli bir turistik aktivite.

şimdi... her otelin her odasındaki kasa patlatılmaz bir kere. adabı var bu işin. kasa patlatacaksanız güney fransa’dan şaşmayacaksınız mesela.

daha sanatçı bir ruhla kasa patlatayım derseniz cannes, hoyrat davranayım derseniz de nice civarı bu iş için epey uygun. öyle aman aman bir ihtiyaç listesi de yok. kısıtlı bir pratik zekâ ve yerel dili bilmeyen, yahut bilmesine rağmen konuşmamayı tercih eden bir tamirci bu muzip tatil anısı için yeterli.

takvimlerimizi birkaç yıl geriye alıp, cüzdanımızı, telefonumuzu falan kontrol ettiysek turumuza başlayabiliriz.

öncelikle arkadaşınızla gittiğiniz bir tatilde, ismini "nays" diye telaffuz etmekten bıkmadığınız şehirdeki vasat bir otele yorgun argın varmanız, ardından hayattan iliğiyle, kemiğiyle nefret eden orta yaşlı bir resepsiyonistle muhatap olmanız çok önemli. dinç insanların dinç insanlarla etkileştiği bir ortamda, tanımını yazmakla meşgul olduğumuz bu aktivitenin gerçekleşmesi epey zor.

odanıza geçtiniz. arkadaşınız diş fırçalamakla, saçını başını yıkamakla meşgulken şöhreti birkaç gün önce terk ettiğiniz ülkeyi kasıp kavurmuş zekânızı konuşturmanın vakti geldi. odanızda bir kasa var. çalışıp çalışmadığından emin değilsiniz. ortalama zekâya sahip bir insanın boş kasayı kapatıp şifreyi deneyip çalıştığını gördükten sonra eşyalarını koyacağı o ufak, sevimli kutuya cüzdanınızı ve pasaportunuzu yerleştirip şifre denemesini bu riskli ortamda yaparak farkınızı ortaya koydunuz.

bu kadar zeki olmak gerçekten zor, biliyorum, ama lütfen konsantre olun ve dediğimi yapın.

beklendiği üzere, kasa açılmadı. ilk başta ciddiye almadınız. “herhalde bir reset komutu vardır” diye düşünerek kurcaladınız, açılmadı. tesadüfen yanınızdaki arkadaşınızın makine mühendisliği öğrencisi olduğunu hatırladınız, ancak kendisi “abi biz daha kasaları işlemedik” diyerek sizi hayal kırıklığına uğrattı. sorun değil. biliyorsunuz ki fransızların çok sevdiği, hatta bayıldığı tek bir şey varsa o da yabancılarla bol bol, uzuun uzun ingilizce konuşmaktır. basamakları üçer beşer atlayarak resepsiyona indiniz. “kasa” dediniz, sizi sevimli göstermesi gereken bir ingilizce ile, “çalışmıyor da. acaba sizde anahtarı - ” dediniz, başparmağınızı ve işaret parmağınızı birleştirip bileğinizi manyak gibi döndürürken “var mı? gelebilir misiniz?”

resepsiyonist hanımın yüzü aydınlandı. sonuçta, gece 23.47 gibi bir saatte, esmer bir turistin ingilizce anlattığı problemleri çözmekten daha keyifli bir şey olabilir mi?

masanın altında bir yere uzandı, yaklaşık 50-60 anahtarın bağlı olduğu hayatınızda gördüğünüz en büyük anahtarlığı çıkardı ve ölümden daha ağır adımlarla peşinize takıldı.

odaya girdiniz. hanımefendi korktuğunuz gibi anahtarları tek tek kasaya yerleştirerek denemeye başladı. herhangi bir sistem olmadığını, rastgele anahtar denediğini fark ettiniz. bu hızla gece 03.22 gibi anahtar-kilit denemelerinin biteceğini hesapladınız, keskin matematik becerinizle.

bütün anahtarlar bitti, kadın yavaşça döndü ve omuzlarını kaldırarak fransızca “ne yapalım, bazen kasalar açılmazmış” der gibi bir şeyler geveledi. yüzünüzdeki tebessümü silmeden, “ama, nasıl olur?” dediniz. anahtarın olmadığını söyledi. “peki oteldeki kasaların anahtarı sizde, yani otelde yoksa, mesela sesli düşünüyorum, uşak’ta yaşayan teyzelerimin evinin balkonunda olabilir mi?” diye sordunuz aynı kibarlıkla.

unutmayın, zeki olduğunuz kadar kibarsınız da.

resepsiyonist bu tatlılığınıza anlam veremeden “sabah bi tamirci ararız” dedi (öyle dediğini umdunuz) ve gitti. önce arkadaşınıza, sonra da paranızın, biletlerinizin ve pasaportunuzun hapsolduğu o beyaz, metal kutuya baktınız.

o gece nice’te ışıklar hiç sönmedi.

uyandınız. aklınızda tek bir düşünce ile resepsiyona koştunuz. dün akşam azrail’le randevusunu baltaladığınız hanımefendinin yerinde genç bir beyefendi var. özür üstüne özür dileyerek durumu açıkladınız. anladı ve telefonu açıp bir şeyler söyledi. nispeten düzgün bir ingilizce ile “tamirci geliyor, siz de bu esnada kahvaltınızı yapabilirsiniz” dedi. biraz ferahlayarak kahvaltıya geçtiniz. oturduğunuz yerde gözünüzü resepsiyondan –ara ara yan masadaki genç turist grubunun çeşitli etnisitelerden hanımlarına kaydırmak suretiyle- ayırmadan kruvasanlarınızı tükettiniz.

portakal suyunuzu yudumlarken resepsiyonda elinde alet kutusuyla bir beyefendi zuhur etti. şaşılası bir ekâbirlikle elinizdeki portakal suyunu bırakmadan yanına gittiniz. durumu anlatıp, mevzubahis dâhi olduğunuzu belirterek tebrikleri kabul ettiniz. birlikte odanıza yöneldiniz. bir demet tiyatro’daki feriştah’ın sessiz ve güçlü olarak tanımlayacağı beyefendi hiçbir şey söylemeden elindeki uzun bir demirle kasayı açmaya çalışıp başarısız oldu. çubuğu yere koyup kasayı ve onun monte edildiği dolabı inceledi. sonra alet kutusuna eğildi, fevri bir kararla levyeyi daha çok andıran bir başka metal çıkardı ve kasayı kanırtmaya başladı. çıkan gürültünün güpegündüz kasayı çaldığınızı düşündüreceği misafirlerden çekinerek koridora yönelip “hey adamım, bir sorun istemiyorum ha, bu tamamen resmi bir b*k, al, bu da lanet olası belgeler” diye palavra sıkmaya hazır hâlde beklediniz.

arkanızdaki bir homurtu, tamircinin işinin bittiğini haber verince geri döndünüz. elinizdeki portakal suyu bardağını yere koydunuz ve şu ana kadar olan bitenden otel yönetiminin tamamen haberdar olmayabileceği şüphesine kapılarak kucağına kasayı almış beyefendiye yolu açtınız ve merdivenden inerken telefonunuzun ışığıyla önünü aydınlattınız. beyefendi aydınlık resepsiyon tarafı yerine merdivenden geri dönüp arkaya, karanlık bir koridora yönelince zihninizde aniden beliren “sanırım otele yarattığım sorun hasebiyle pis bir yatak ve tripoda takılı eski bir kameranın olduğu ufak bir odaya yönlendiriliyorum” düşüncesini silmeye çalıştınız. şans eseri bir kapıya vardınız, benzer bir homurtu duyunca hemen koşup kapıyı tuttunuz ve çimlik bir alana çıktınız. tamirci, elindeki ağır kasayı otelin arka bahçesinin orta yerine bıraktı. size dönüp bir şeyler mırıldandı, parmaklarından “birazdan gelicem, burada bekle” dediği çıkarımını yapıp yerinize mıhlandınız.

gerçekten de birkaç dakika sonra elinde uzatma kablosu ve spiral makinesiyle geldi. kasayı ters çevirdi ve altından delmeye başladı. kasanın engebeli çim zemine tam oturmadığını fark edince yanına gidip kasayı sabitlediniz ve birkaç dakika önce portakal suyunun aromasıyla masaj yaptığı yüzünüze fışkıran kıvılcımlara aldanmadan, parmağınıza veya gözünüze herhangi bir koruyucu ekipman takmaksızın kasanın tabanının yarılmasını izlediniz.

birbirine dik iki çizginin ardından üçüncü ve son bir şeritle daha yarılmaya direnemeyen kasaya uzanıp, henüz sıcak olmasını umursamadan taze açılmış ufak aralıktan cüzdanınızı ve pasaportunuzu aldınız. yüzünüzde kıvılcımların sıcaklığıyla az önce yaşanan anı ölümsüzleştirmek aklınıza geldi, kasanın hızlıca bi fotoğrafını çektiniz. size bakıp gülen tamirciye aynı gülümsemeyle karşılık vererek elini sıkıp teşekkür ettiniz. homurtumsu bir cevap alarak resepsiyona geri dönerken tamirci beyefendinin de arkanızdan spiral makinesi ve kabloları toplayarak geldiğini, kasanın akıbetine dair herhangi bir kaygı gütmediğini gördünüz.

yukarı çıkıp eşyalarınızı aldınız, sizi kapıda bekleyen arkadaşınızın yanına giderken resepsiyonist beyefendinin ısrarcı sayılabilecek tonlamayla tamirciye bir şeyler sorduğunu, tamircinin herhangi bir cevap vermeden etrafa bakındığını görünce sizinle ingilizce bilmediği için konuşmadığını düşündüğünüz beyefendinin fransızca da bilmediğine ihtimal vermeye başladınız.

tamirci, kapıdan çıkarken sizi görüp göz kırpınca bu operasyonun aslında tamircinin keyfine göre ilerlediğini, oteli durup dururken (sonradan fiyatını araştırdığınız) 100-150 euroluk bir masrafa sokmuş olmaktan keyif almış olabileceğini fark ettiniz.

çok büyük bir ihtimalle otelin bir yerinde kasanızın anahtarı olmasına rağmen üşengeçlik ve avrupai bir umursamazlıkla size yardımcı olmayan önceki resepsiyonisti düşünerek “oh olsun” demekten kendinizi alamadınız.

geriye ise bu güzel fotoğraf kaldı:

kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel
devamını gör...

normal sözlük'ü kullanarak 3. parti dahil tarayıcı çerezlerinin kullanımına izin vermektesiniz. Daha detaylı bilgi için çerez ve gizlilik politikamıza bakabilirsiniz.

online yazar listesini görmek için lütfen giriş yapın.
zaman tüneli köftehor rehberi portakal normal radyo kütüphane kulüpler renk modu online yazarlar puan tablosu yönetim kadrosu istatistikler iletişim