otel kahvaltısından sonra kasa patlatmak
başlık "hypnotized narcissist" tarafından 26.04.2023 01:21 tarihinde açılmıştır.
1.
keyifli bir turistik aktivite.
şimdi... her otelin her odasındaki kasa patlatılmaz bir kere. adabı var bu işin. kasa patlatacaksanız güney fransa’dan şaşmayacaksınız mesela.
daha sanatçı bir ruhla kasa patlatayım derseniz cannes, hoyrat davranayım derseniz de nice civarı bu iş için epey uygun. öyle aman aman bir ihtiyaç listesi de yok. kısıtlı bir pratik zekâ ve yerel dili bilmeyen, yahut bilmesine rağmen konuşmamayı tercih eden bir tamirci bu muzip tatil anısı için yeterli.
takvimlerimizi birkaç yıl geriye alıp, cüzdanımızı, telefonumuzu falan kontrol ettiysek turumuza başlayabiliriz.
öncelikle arkadaşınızla gittiğiniz bir tatilde, ismini "nays" diye telaffuz etmekten bıkmadığınız şehirdeki vasat bir otele yorgun argın varmanız, ardından hayattan iliğiyle, kemiğiyle nefret eden orta yaşlı bir resepsiyonistle muhatap olmanız çok önemli. dinç insanların dinç insanlarla etkileştiği bir ortamda, tanımını yazmakla meşgul olduğumuz bu aktivitenin gerçekleşmesi epey zor.
odanıza geçtiniz. arkadaşınız diş fırçalamakla, saçını başını yıkamakla meşgulken şöhreti birkaç gün önce terk ettiğiniz ülkeyi kasıp kavurmuş zekânızı konuşturmanın vakti geldi. odanızda bir kasa var. çalışıp çalışmadığından emin değilsiniz. ortalama zekâya sahip bir insanın boş kasayı kapatıp şifreyi deneyip çalıştığını gördükten sonra eşyalarını koyacağı o ufak, sevimli kutuya cüzdanınızı ve pasaportunuzu yerleştirip şifre denemesini bu riskli ortamda yaparak farkınızı ortaya koydunuz.
bu kadar zeki olmak gerçekten zor, biliyorum, ama lütfen konsantre olun ve dediğimi yapın.
beklendiği üzere, kasa açılmadı. ilk başta ciddiye almadınız. “herhalde bir reset komutu vardır” diye düşünerek kurcaladınız, açılmadı. tesadüfen yanınızdaki arkadaşınızın makine mühendisliği öğrencisi olduğunu hatırladınız, ancak kendisi “abi biz daha kasaları işlemedik” diyerek sizi hayal kırıklığına uğrattı. sorun değil. biliyorsunuz ki fransızların çok sevdiği, hatta bayıldığı tek bir şey varsa o da yabancılarla bol bol, uzuun uzun ingilizce konuşmaktır. basamakları üçer beşer atlayarak resepsiyona indiniz. “kasa” dediniz, sizi sevimli göstermesi gereken bir ingilizce ile, “çalışmıyor da. acaba sizde anahtarı - ” dediniz, başparmağınızı ve işaret parmağınızı birleştirip bileğinizi manyak gibi döndürürken “var mı? gelebilir misiniz?”
resepsiyonist hanımın yüzü aydınlandı. sonuçta, gece 23.47 gibi bir saatte, esmer bir turistin ingilizce anlattığı problemleri çözmekten daha keyifli bir şey olabilir mi?
masanın altında bir yere uzandı, yaklaşık 50-60 anahtarın bağlı olduğu hayatınızda gördüğünüz en büyük anahtarlığı çıkardı ve ölümden daha ağır adımlarla peşinize takıldı.
odaya girdiniz. hanımefendi korktuğunuz gibi anahtarları tek tek kasaya yerleştirerek denemeye başladı. herhangi bir sistem olmadığını, rastgele anahtar denediğini fark ettiniz. bu hızla gece 03.22 gibi anahtar-kilit denemelerinin biteceğini hesapladınız, keskin matematik becerinizle.
bütün anahtarlar bitti, kadın yavaşça döndü ve omuzlarını kaldırarak fransızca “ne yapalım, bazen kasalar açılmazmış” der gibi bir şeyler geveledi. yüzünüzdeki tebessümü silmeden, “ama, nasıl olur?” dediniz. anahtarın olmadığını söyledi. “peki oteldeki kasaların anahtarı sizde, yani otelde yoksa, mesela sesli düşünüyorum, uşak’ta yaşayan teyzelerimin evinin balkonunda olabilir mi?” diye sordunuz aynı kibarlıkla.
unutmayın, zeki olduğunuz kadar kibarsınız da.
resepsiyonist bu tatlılığınıza anlam veremeden “sabah bi tamirci ararız” dedi (öyle dediğini umdunuz) ve gitti. önce arkadaşınıza, sonra da paranızın, biletlerinizin ve pasaportunuzun hapsolduğu o beyaz, metal kutuya baktınız.
o gece nice’te ışıklar hiç sönmedi.
uyandınız. aklınızda tek bir düşünce ile resepsiyona koştunuz. dün akşam azrail’le randevusunu baltaladığınız hanımefendinin yerinde genç bir beyefendi var. özür üstüne özür dileyerek durumu açıkladınız. anladı ve telefonu açıp bir şeyler söyledi. nispeten düzgün bir ingilizce ile “tamirci geliyor, siz de bu esnada kahvaltınızı yapabilirsiniz” dedi. biraz ferahlayarak kahvaltıya geçtiniz. oturduğunuz yerde gözünüzü resepsiyondan –ara ara yan masadaki genç turist grubunun çeşitli etnisitelerden hanımlarına kaydırmak suretiyle- ayırmadan kruvasanlarınızı tükettiniz.
portakal suyunuzu yudumlarken resepsiyonda elinde alet kutusuyla bir beyefendi zuhur etti. şaşılası bir ekâbirlikle elinizdeki portakal suyunu bırakmadan yanına gittiniz. durumu anlatıp, mevzubahis dâhi olduğunuzu belirterek tebrikleri kabul ettiniz. birlikte odanıza yöneldiniz. bir demet tiyatro’daki feriştah’ın sessiz ve güçlü olarak tanımlayacağı beyefendi hiçbir şey söylemeden elindeki uzun bir demirle kasayı açmaya çalışıp başarısız oldu. çubuğu yere koyup kasayı ve onun monte edildiği dolabı inceledi. sonra alet kutusuna eğildi, fevri bir kararla levyeyi daha çok andıran bir başka metal çıkardı ve kasayı kanırtmaya başladı. çıkan gürültünün güpegündüz kasayı çaldığınızı düşündüreceği misafirlerden çekinerek koridora yönelip “hey adamım, bir sorun istemiyorum ha, bu tamamen resmi bir b*k, al, bu da lanet olası belgeler” diye palavra sıkmaya hazır hâlde beklediniz.
arkanızdaki bir homurtu, tamircinin işinin bittiğini haber verince geri döndünüz. elinizdeki portakal suyu bardağını yere koydunuz ve şu ana kadar olan bitenden otel yönetiminin tamamen haberdar olmayabileceği şüphesine kapılarak kucağına kasayı almış beyefendiye yolu açtınız ve merdivenden inerken telefonunuzun ışığıyla önünü aydınlattınız. beyefendi aydınlık resepsiyon tarafı yerine merdivenden geri dönüp arkaya, karanlık bir koridora yönelince zihninizde aniden beliren “sanırım otele yarattığım sorun hasebiyle pis bir yatak ve tripoda takılı eski bir kameranın olduğu ufak bir odaya yönlendiriliyorum” düşüncesini silmeye çalıştınız. şans eseri bir kapıya vardınız, benzer bir homurtu duyunca hemen koşup kapıyı tuttunuz ve çimlik bir alana çıktınız. tamirci, elindeki ağır kasayı otelin arka bahçesinin orta yerine bıraktı. size dönüp bir şeyler mırıldandı, parmaklarından “birazdan gelicem, burada bekle” dediği çıkarımını yapıp yerinize mıhlandınız.
gerçekten de birkaç dakika sonra elinde uzatma kablosu ve spiral makinesiyle geldi. kasayı ters çevirdi ve altından delmeye başladı. kasanın engebeli çim zemine tam oturmadığını fark edince yanına gidip kasayı sabitlediniz ve birkaç dakika önce portakal suyunun aromasıyla masaj yaptığı yüzünüze fışkıran kıvılcımlara aldanmadan, parmağınıza veya gözünüze herhangi bir koruyucu ekipman takmaksızın kasanın tabanının yarılmasını izlediniz.
birbirine dik iki çizginin ardından üçüncü ve son bir şeritle daha yarılmaya direnemeyen kasaya uzanıp, henüz sıcak olmasını umursamadan taze açılmış ufak aralıktan cüzdanınızı ve pasaportunuzu aldınız. yüzünüzde kıvılcımların sıcaklığıyla az önce yaşanan anı ölümsüzleştirmek aklınıza geldi, kasanın hızlıca bi fotoğrafını çektiniz. size bakıp gülen tamirciye aynı gülümsemeyle karşılık vererek elini sıkıp teşekkür ettiniz. homurtumsu bir cevap alarak resepsiyona geri dönerken tamirci beyefendinin de arkanızdan spiral makinesi ve kabloları toplayarak geldiğini, kasanın akıbetine dair herhangi bir kaygı gütmediğini gördünüz.
yukarı çıkıp eşyalarınızı aldınız, sizi kapıda bekleyen arkadaşınızın yanına giderken resepsiyonist beyefendinin ısrarcı sayılabilecek tonlamayla tamirciye bir şeyler sorduğunu, tamircinin herhangi bir cevap vermeden etrafa bakındığını görünce sizinle ingilizce bilmediği için konuşmadığını düşündüğünüz beyefendinin fransızca da bilmediğine ihtimal vermeye başladınız.
tamirci, kapıdan çıkarken sizi görüp göz kırpınca bu operasyonun aslında tamircinin keyfine göre ilerlediğini, oteli durup dururken (sonradan fiyatını araştırdığınız) 100-150 euroluk bir masrafa sokmuş olmaktan keyif almış olabileceğini fark ettiniz.
çok büyük bir ihtimalle otelin bir yerinde kasanızın anahtarı olmasına rağmen üşengeçlik ve avrupai bir umursamazlıkla size yardımcı olmayan önceki resepsiyonisti düşünerek “oh olsun” demekten kendinizi alamadınız.
geriye ise bu güzel fotoğraf kaldı:
şimdi... her otelin her odasındaki kasa patlatılmaz bir kere. adabı var bu işin. kasa patlatacaksanız güney fransa’dan şaşmayacaksınız mesela.
daha sanatçı bir ruhla kasa patlatayım derseniz cannes, hoyrat davranayım derseniz de nice civarı bu iş için epey uygun. öyle aman aman bir ihtiyaç listesi de yok. kısıtlı bir pratik zekâ ve yerel dili bilmeyen, yahut bilmesine rağmen konuşmamayı tercih eden bir tamirci bu muzip tatil anısı için yeterli.
takvimlerimizi birkaç yıl geriye alıp, cüzdanımızı, telefonumuzu falan kontrol ettiysek turumuza başlayabiliriz.
öncelikle arkadaşınızla gittiğiniz bir tatilde, ismini "nays" diye telaffuz etmekten bıkmadığınız şehirdeki vasat bir otele yorgun argın varmanız, ardından hayattan iliğiyle, kemiğiyle nefret eden orta yaşlı bir resepsiyonistle muhatap olmanız çok önemli. dinç insanların dinç insanlarla etkileştiği bir ortamda, tanımını yazmakla meşgul olduğumuz bu aktivitenin gerçekleşmesi epey zor.
odanıza geçtiniz. arkadaşınız diş fırçalamakla, saçını başını yıkamakla meşgulken şöhreti birkaç gün önce terk ettiğiniz ülkeyi kasıp kavurmuş zekânızı konuşturmanın vakti geldi. odanızda bir kasa var. çalışıp çalışmadığından emin değilsiniz. ortalama zekâya sahip bir insanın boş kasayı kapatıp şifreyi deneyip çalıştığını gördükten sonra eşyalarını koyacağı o ufak, sevimli kutuya cüzdanınızı ve pasaportunuzu yerleştirip şifre denemesini bu riskli ortamda yaparak farkınızı ortaya koydunuz.
bu kadar zeki olmak gerçekten zor, biliyorum, ama lütfen konsantre olun ve dediğimi yapın.
beklendiği üzere, kasa açılmadı. ilk başta ciddiye almadınız. “herhalde bir reset komutu vardır” diye düşünerek kurcaladınız, açılmadı. tesadüfen yanınızdaki arkadaşınızın makine mühendisliği öğrencisi olduğunu hatırladınız, ancak kendisi “abi biz daha kasaları işlemedik” diyerek sizi hayal kırıklığına uğrattı. sorun değil. biliyorsunuz ki fransızların çok sevdiği, hatta bayıldığı tek bir şey varsa o da yabancılarla bol bol, uzuun uzun ingilizce konuşmaktır. basamakları üçer beşer atlayarak resepsiyona indiniz. “kasa” dediniz, sizi sevimli göstermesi gereken bir ingilizce ile, “çalışmıyor da. acaba sizde anahtarı - ” dediniz, başparmağınızı ve işaret parmağınızı birleştirip bileğinizi manyak gibi döndürürken “var mı? gelebilir misiniz?”
resepsiyonist hanımın yüzü aydınlandı. sonuçta, gece 23.47 gibi bir saatte, esmer bir turistin ingilizce anlattığı problemleri çözmekten daha keyifli bir şey olabilir mi?
masanın altında bir yere uzandı, yaklaşık 50-60 anahtarın bağlı olduğu hayatınızda gördüğünüz en büyük anahtarlığı çıkardı ve ölümden daha ağır adımlarla peşinize takıldı.
odaya girdiniz. hanımefendi korktuğunuz gibi anahtarları tek tek kasaya yerleştirerek denemeye başladı. herhangi bir sistem olmadığını, rastgele anahtar denediğini fark ettiniz. bu hızla gece 03.22 gibi anahtar-kilit denemelerinin biteceğini hesapladınız, keskin matematik becerinizle.
bütün anahtarlar bitti, kadın yavaşça döndü ve omuzlarını kaldırarak fransızca “ne yapalım, bazen kasalar açılmazmış” der gibi bir şeyler geveledi. yüzünüzdeki tebessümü silmeden, “ama, nasıl olur?” dediniz. anahtarın olmadığını söyledi. “peki oteldeki kasaların anahtarı sizde, yani otelde yoksa, mesela sesli düşünüyorum, uşak’ta yaşayan teyzelerimin evinin balkonunda olabilir mi?” diye sordunuz aynı kibarlıkla.
unutmayın, zeki olduğunuz kadar kibarsınız da.
resepsiyonist bu tatlılığınıza anlam veremeden “sabah bi tamirci ararız” dedi (öyle dediğini umdunuz) ve gitti. önce arkadaşınıza, sonra da paranızın, biletlerinizin ve pasaportunuzun hapsolduğu o beyaz, metal kutuya baktınız.
o gece nice’te ışıklar hiç sönmedi.
uyandınız. aklınızda tek bir düşünce ile resepsiyona koştunuz. dün akşam azrail’le randevusunu baltaladığınız hanımefendinin yerinde genç bir beyefendi var. özür üstüne özür dileyerek durumu açıkladınız. anladı ve telefonu açıp bir şeyler söyledi. nispeten düzgün bir ingilizce ile “tamirci geliyor, siz de bu esnada kahvaltınızı yapabilirsiniz” dedi. biraz ferahlayarak kahvaltıya geçtiniz. oturduğunuz yerde gözünüzü resepsiyondan –ara ara yan masadaki genç turist grubunun çeşitli etnisitelerden hanımlarına kaydırmak suretiyle- ayırmadan kruvasanlarınızı tükettiniz.
portakal suyunuzu yudumlarken resepsiyonda elinde alet kutusuyla bir beyefendi zuhur etti. şaşılası bir ekâbirlikle elinizdeki portakal suyunu bırakmadan yanına gittiniz. durumu anlatıp, mevzubahis dâhi olduğunuzu belirterek tebrikleri kabul ettiniz. birlikte odanıza yöneldiniz. bir demet tiyatro’daki feriştah’ın sessiz ve güçlü olarak tanımlayacağı beyefendi hiçbir şey söylemeden elindeki uzun bir demirle kasayı açmaya çalışıp başarısız oldu. çubuğu yere koyup kasayı ve onun monte edildiği dolabı inceledi. sonra alet kutusuna eğildi, fevri bir kararla levyeyi daha çok andıran bir başka metal çıkardı ve kasayı kanırtmaya başladı. çıkan gürültünün güpegündüz kasayı çaldığınızı düşündüreceği misafirlerden çekinerek koridora yönelip “hey adamım, bir sorun istemiyorum ha, bu tamamen resmi bir b*k, al, bu da lanet olası belgeler” diye palavra sıkmaya hazır hâlde beklediniz.
arkanızdaki bir homurtu, tamircinin işinin bittiğini haber verince geri döndünüz. elinizdeki portakal suyu bardağını yere koydunuz ve şu ana kadar olan bitenden otel yönetiminin tamamen haberdar olmayabileceği şüphesine kapılarak kucağına kasayı almış beyefendiye yolu açtınız ve merdivenden inerken telefonunuzun ışığıyla önünü aydınlattınız. beyefendi aydınlık resepsiyon tarafı yerine merdivenden geri dönüp arkaya, karanlık bir koridora yönelince zihninizde aniden beliren “sanırım otele yarattığım sorun hasebiyle pis bir yatak ve tripoda takılı eski bir kameranın olduğu ufak bir odaya yönlendiriliyorum” düşüncesini silmeye çalıştınız. şans eseri bir kapıya vardınız, benzer bir homurtu duyunca hemen koşup kapıyı tuttunuz ve çimlik bir alana çıktınız. tamirci, elindeki ağır kasayı otelin arka bahçesinin orta yerine bıraktı. size dönüp bir şeyler mırıldandı, parmaklarından “birazdan gelicem, burada bekle” dediği çıkarımını yapıp yerinize mıhlandınız.
gerçekten de birkaç dakika sonra elinde uzatma kablosu ve spiral makinesiyle geldi. kasayı ters çevirdi ve altından delmeye başladı. kasanın engebeli çim zemine tam oturmadığını fark edince yanına gidip kasayı sabitlediniz ve birkaç dakika önce portakal suyunun aromasıyla masaj yaptığı yüzünüze fışkıran kıvılcımlara aldanmadan, parmağınıza veya gözünüze herhangi bir koruyucu ekipman takmaksızın kasanın tabanının yarılmasını izlediniz.
birbirine dik iki çizginin ardından üçüncü ve son bir şeritle daha yarılmaya direnemeyen kasaya uzanıp, henüz sıcak olmasını umursamadan taze açılmış ufak aralıktan cüzdanınızı ve pasaportunuzu aldınız. yüzünüzde kıvılcımların sıcaklığıyla az önce yaşanan anı ölümsüzleştirmek aklınıza geldi, kasanın hızlıca bi fotoğrafını çektiniz. size bakıp gülen tamirciye aynı gülümsemeyle karşılık vererek elini sıkıp teşekkür ettiniz. homurtumsu bir cevap alarak resepsiyona geri dönerken tamirci beyefendinin de arkanızdan spiral makinesi ve kabloları toplayarak geldiğini, kasanın akıbetine dair herhangi bir kaygı gütmediğini gördünüz.
yukarı çıkıp eşyalarınızı aldınız, sizi kapıda bekleyen arkadaşınızın yanına giderken resepsiyonist beyefendinin ısrarcı sayılabilecek tonlamayla tamirciye bir şeyler sorduğunu, tamircinin herhangi bir cevap vermeden etrafa bakındığını görünce sizinle ingilizce bilmediği için konuşmadığını düşündüğünüz beyefendinin fransızca da bilmediğine ihtimal vermeye başladınız.
tamirci, kapıdan çıkarken sizi görüp göz kırpınca bu operasyonun aslında tamircinin keyfine göre ilerlediğini, oteli durup dururken (sonradan fiyatını araştırdığınız) 100-150 euroluk bir masrafa sokmuş olmaktan keyif almış olabileceğini fark ettiniz.
çok büyük bir ihtimalle otelin bir yerinde kasanızın anahtarı olmasına rağmen üşengeçlik ve avrupai bir umursamazlıkla size yardımcı olmayan önceki resepsiyonisti düşünerek “oh olsun” demekten kendinizi alamadınız.
geriye ise bu güzel fotoğraf kaldı:
![kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel](https://media.normalsozluk.com/up/2023/04/26/qldrebjaymxfgzbh-t.jpg)
devamını gör...