bazı şarkılar belli zamanları, insanları ve onları çokça dinlediğim o dönemlerdeki unutamadığım anıları çağırırken kokular da hep mekanları hatırlatır bana. mesela ilk dostum diyebileceğim kapı komşum olan beraber büyüdüğümüz çocukluk arkadaşımın evindeki o tozlu kokudan ötürü ne zaman uzun bir süre açılmamış bir eve girsem orada duyduğum toz kokusu onların evini hatırlatır bana. ve çocukken geçirdiğimiz o güzel günleri; zorla çiftleştirmeye çalıştığımız aynı cins kuşlarımızı, öldü diye gömdüğümüz uyuyan kaplumbağayı, balkonda oyuncak arabaları yakarak küçük çapta sinema girişimlerinde bulunduğumuz sırada yangın çıkarışımızı, bir türlü yüklenmeyen kaset oyunları, bir sonraki gün okuldan kaçınca gideceğimiz yerler için yaptığımız planları, tekrar tekrar okumaya doyamadığımız ansiklopedileri... dedemlerin yaşadığı kız kulesini gören büyük evin her bir köşesine sinen reçel ve tatlı kokuları yüzünden ne vakit bir yerlerde benzer kokular duysam aileyi saran kaostan bihaber mutlu geçen çocukluğumuzu, o eski evde bir türlü eksik olmayan misafirleri, kuzenlerimle yahut tanımadığım çocuklarla evin içerisinde bitmek bilmeyen saklambaç oyunlarımızı, büyük dedemin akide şekerlerini, turuncu babaannenin her bir köşesine fındıklar sakladığı odasına girdiğimiz zaman başka bir boyuta geçmişçesine ışığın ve atmosferin değişmesini hatırlarım. bir de dedemin bizden gizli silahlarını kurcalayışını ve hiçbir zaman içerisinde neler saklandığını öğrenemediğim üst kattaki ufacık odayı...
koku hafızası hafızalar içerisinde en güçlü ve büyüleyici olanı belki de. insanı saniyeler içerisinde zaman yolculuğuna çıkartıp yaşattığı hüznüyle can acıtsa dahi tesirini hiçbir zaman kaybetmeyip belleğimizden silinmesin isteyişimiz de bundandır.
bu yüzden en kıymetli hatıralarım her daim kokular ve notalar arasında saklı.
pek bir güzel esasında. insana bulaşmadan, açık verme korkusu da taşımadan kafası rahat takılırlar fakat onlar kendilerini tanıyabiliyorlar mı acaba? sözlükteki hallerine dışarıdan bir yabancı gözüyle baksalar, yazıp çizilenden ne denli farklı olduklarını da görürlerdi muhtemelen. böyle bir kıyas için aynadan fazlası gerek.
soğuk bir bir cumartesi akşamı cadde-i kebir'de yürüyordum; kulaklarımda saatler boyunca hep aynı piyanodan gelen melodi. onlarca insan geçiyor yanımdan. sesler ve görüntüler birbirine karışıyor, o anlaşılması güç tablolar ve sınırları zorlayan müzikler gibi. içlerinden bazılarının suretini yakalamayı başarıyorum ve kaybolmaya başlayıncaya kadar uzun bir süre seyre dalıyorum yüzlerini...
13-14 yaşlarında bir oğlan çocuğu. yüzünde sivilceler, saçları dağınık, kızarmış burnu, elleri ceplerinde. sırtında vücudunun yarısını tartabilecek kadar kocaman çantası. gözlerini yerden kaldırmıyor; karolardaki çizgileri takip ederken yavaşça geçiyor yanımdan. kim bilir ne hayaller peşinde... ihtiyar bir amca beliriyor sonra. elinde benden daha yaşlı gözüken bir baston; en az kendi kadar yorgun. pamuktan daha beyaz saçları var. yüzünü saran çizgiler öyle derin ki, içlerinde binlerce hikaye gizli sanki. kendi kendine konuşuyor. yüzündeki o hüzne rağmen öyle güzel, sıcacık gülümsüyor ki, insan onu görünce keşke böyle bir yaşlılık bize de nasip olsa diyor. kim bilir hangi güzel anılarını aklına getiriyor... o eski sinemalardan birinin önünde genç bir adam bekliyor. boynuna sıkıca doladığı upuzun atkısı ve kalın çerçeveli gözlükleriyle fazlasıyla dikkat çekici. biraz takıntılı gibi. sol ayağını sürekli sallarken saçıyla oynayıp sık sık saatine bakıyor. tedirginliği yüzünden okunabiliyor. öylesine delici bakışlarla etrafını süzüyor ki, gözlüğünün camları yerinden çıkacak sanki. kim bilir böylesine telaşlanmasının sebebi ne idi... tramvay durağında genç bir kız oturuyor. kucağında çantası, tırnakları ile kapağını parçalıyor. ağlamaktan şişmiş gözleri kıpkırmızı, yanaklarından süzülen damlaları gizlemek için mor beresiyle yüzünü örtmeye çalışıyor. öfke, acı, hayal kırıklığı ve pişmanlık iç içe geçmiş sanki. kim bilir neydi o dinmeyen gözyaşlarının müsebbibi... caddenin tam ortasındaki o eski okulun bahçe duvarına yaslanmış otuzlu yaşlarda bir kadın. telefonu çalıyor ve kısacık bir konuşma yapıyor. ardından yüzünde kocaman bir tebessüm beliriyor. kucağında sıkı sıkı tuttuğu minik bir yavru kedi, sürekli başını okşarken akıp geden insanları izliyor. sanki mutluluğunu onlarla paylaşmak istiyor gibi. göz göze geldiğimizde gülüşü belirginleşiyor. onu anladığımı ifade edercesine başımı hafifçe sallayıp gülümseyerek uzaklaşıyorum oradan. kim bilir onu bu kadar çok mutlu eden o güzel haberi veren kişi kimdi...
onlar ve diğerleri... akşam eve gidip yatağıma uzandığımda derin düşüncelere dalmama sebep olan hiç tanımadığım ve belki tanıyamayacağım insanlar... ziyadesiyle merak ediyorum; o gördüğüm suretlerin ardında sakladıkları gizemli hikayelerini...
çok uzun bir zaman sonra yeniden bir mektup yazdım bugün. mail değil, kağıttan sayfalar üzerine yazılan eski usül. dolu dolu bir şeyler karaladım. bir hayli vakit olmuştu yazmayalı. muhtemelen beş yıl. iki sayfalık mektubu defalarca okudum ve sonra dışarı çıkıp boş bir parkta keyifle yaktım. dumanını savurdum bulutlara; rengi oldukça güzeldi. yazım da feci şekilde çirkindir, okuması güçtür fakat o sebepten yapmadım bunu. dumanla haberleşmeyi denemek istedim. bir takım iyi niyetlerlele yükleyerek gökyüzüne ilettiğim cümleler dumanın üzerinde dans ederken rüzgarla beraber uçup gittiler bir hiçliğe. cevap gelir mi orası bilinmez. fakat pek bir iyi geldiği aşikar. kesinlikle tavsiye ederim. siz de yazmayı deneyin. gerçi kağıtları yakmayın, yüreği kağıttan narin olanları da tabi. kalmışsa eğer, henüz kirlenmemiş inceliklerinizden öpülesiniz. güzel günler yakındır umarım.
tanımadığım insanların kalplerine(?) dokunmak, hayal dünyalarına bir iki renkli fırça darbesi ile katkıda bulunup büyülü cümlelerimle(!) hiç yaşayamadıkları hayatların içine düşmelerini sağlayarak kısa bir anlığına da olsa mutsuzluklarına(…) mani olup onlara yepyeni deneyimlerle dolu keyifli yolculuklar yaşatmak ve tabi ki dünya barışına destek olmak!!!
yazmasaydım içimde biriktirdiklerim beni boğacak, yaşarken öldürecek ve dönüştürecekti; ben olmaktan çıkacaktım…
şaka şaka, değil tabi ki. ciddiye alıp küfretmeyin hemen.
yalnızca can sıkıntısı, zaman öldürme modasına uyma ve bak böyle de güzel bir sözlük varmış diyerek üye olup eğlenme çabası.
oku, içini dök ve çık. cümlesinin cümlelerine sağlık.
taksim-hacıosman metrosu ile eve dönüyordum. her zamanki gibi balık istifi dolmuştu vagonlar. bir kız ve bir erkek, muhtemelen üniversite öğrencisi iki çocuğun önünde ayakta yolculuk yapmak zorunda kalmıştım. kendimi tutamadım ve merakıma yenilerek konuşmalarını dinlemeye başladım. kızın hoşlandığı çocuktan bahsetmesiyle iyice emin oldum; sevgili değillerdi. gayet arkadaşça yaklaşıyordu esas oğlana. lakin diğer tarafta durum hiç de öyle görünmüyordu. kıza her bakışında içi gidiyordu sanki. gözlerini bakışlarından kaçırıyor, sesi titriyordu. mevzubahis diğer çocuk olduğunda ise hiç de olumlu şeyler söylemiyordu. kız ise bu halleri fark edecek gibi değildi. durum vahim görünüyordu... tam da inmem gereken durağa yaklaşırken kendimi tutamadım ve eğilerek kızın kulağına fısıldadım:
"farkında değil misin? bu çocuk senden hoşlanıyor..." kızın şaşkın bakışları ve tedirgin oğlanın ne dediğimi öğrenmek için ondan cevap bekleyişi esnasında kendilerine el sallayarak vagondan çıktım.
seneler geçti bu olayın üzerinden. acaba o kız kulağına fısıldadığım şeyi yanındaki malum çocuğa söyledi mi? gerçeği söylediyse çocuğun tepkisi nasıldı? haklı çıkmışsam eğer arkadaşlıklarının akıbeti ne olmuştu?
o gün bugündür hikayelerini feci şekilde merak ediyorum.
merhaba, sayın sen; kim olduğunun hiçbir önemi olmayan herhangi bir insan... yolları düşünüyorum aklıma her gelişinde. yollar, gitme isteğini tetikliyor. her şeyden ve herkesten sıyrılarak hem de. arşa değmiş dört duvarın içinde gizlenmiş biri var o yolların sonunda, o sensin. dışarıdan bakılınca çok kalın duvarlar, senin gözlerinden bakınca aslında ne kadar da şeffaf. insanların sana dair bazı şeylere anlam verememesine, yorulmasına şaşırıyorsun. duvarın üzeri yarıda kalmış teşebbüslerle dolu, kırık çatlak duvarların var bu yüzden. sessiz, sakin, kabuğuna çekilmiş; ruhunu da en az bedenin kadar korumak için çırpınan. çevrelerine çit çekilmemiş düşüncelerin çok hızlı hareket ettiğinden çekip birini sımsıkı tutup söyleyemiyorsun. sıklıkla susup cümlelerini esirgeyişin bundan. tutmayı başarabildiğinde ise, zaman çoktan geçmiş oluyor. o zaman çok şey ifade eden sözler sana bir şey ifade etmiyor. anlamsızlık, boşluk... sezgilerine güveniyorlar, hislerine güveniyorlar. bunun sana verilmiş bir armağan olduğuna inanıyorlar ve bunu kullanıyorlar da. aslında, o senin çaban. görmek için çabalarsan, söylenenden fazlasını duymaya çalışır, kelimelerin seslerini duyabilirsen, çok şeyi tahmin edebilirsin hayatta. insanlar bunu görmez hiç. bilirsin. onun senin çaban olduğunu görmek istemez. çaba harcamayı sevmediklerindendir belki de... olmak istediğin yerde değilsin sen de. taze çimen kokusu olan, suları, havası ve düşleri kirlenmemiş bir yer istiyorsun. hayatta bazı insanların kendiyle derdi vardır; sen de onlardan birisin. düşünmelerin, sorgulamaların, kimse için bir şey ifade etmez. insan bazan bir kelimeyi, bir imayı, bir gülüşü, bir dokunuşu, güzel bir anı binlerce defa tekrarlayarak yaşar kafasında. düşünür, irdeler, anlamlandırmaya çalışır. bu sana tanıdık geliyordur, eminim. çok güvenmek istersin. birine çok güvenmek, ona koşulsuz inanmak ve tüm sırlarını bilmek. onun da sana aynı duygularla yaklaştığına inanmak. tereddütlere ve yalanlara yer bırakmamak... yitik bir geçmişin olmadık zamanlarda sızlayan dinmeyen yarası değil de sonraki zamanların kalp acısından uzak başrol oyuncusu olabilmektir aslında en çok istediğin. kimi zaman gözlerini kapatıp her şeyin düşlediğin gibi olup olmadığını görmek için yeniden açarsın. sonra hayal kırıklığı ve gözyaşları ile tanışırsın, her defasında ilk kez yaşanmış gibi, tekrar tekrar. yılmak için bundan daha elverişli bir ortam olamaz. ama hayır, bunlar en derinlerde bir yerlerde gömülü kalmalı aslında. kalem senin elinde. silebilme gücü de öyle. istersen tüm bu korkulardan arınmış öyküleri en başından yazabilirsin. en köşesiz, en gösterişsiz ve en hafif çizgilerin hakim olduğu tebessümünle bile taşlaşmış bir kalbi yumuşatabilecek bir insansın. kırılgansın, yorgunsun, cesaretini yitiriyor gibisin. fakat her dem umutlusun. sen umut ışığısın aslında, umudu taze tutan. inat et, vazgeçme ve inan. işitmen gereken yegane sesin kaynağını herkesten iyi biliyorsun. tüm seslerden kaç ve sadece onu dinle; ona dokun, onun gösterdiği yöne doğru bak... sonsuza dek olman gereken yerde dur. kendinle kal.
çocukken beraber büyüdüğüm en yakın arkadaşımla beraber filmlerden etkilenip küçük bir teneke bisküvi kutusunun içerisine bir şeyler koyup toprağa gömmüştük. yaşımız kırkı geçince açmak için sözleşmiştik. birkaç oyuncak, bozuk para, beraber çektirdiğimiz bir fotoğraf, kan kardeşi olduğumuz andan kalma kanlı parmak izlerimizin olduğu bir kağıt ve iki mektup. uzunca bir şeyler yazmıştık o mektuplara. geleceğe, kendimize, hayallerimize dair. yazdıklarımızı birbirimize okumamıştık. sürpriz olacaktı ikimiz için de...
gömülü olduğu yerde arşa değen kocaman çirkin binalar var artık. kutuya ne olduğu ise meçhul. muhtemelen makinelerin altında parçalanmış ve hiç bulunmamıştır. 32 sene evvel kutunun içerisine koyduğumuz o mektuplarda neler yazmıştık çok merak ediyorum.
yirmilerine yeni girmiş z kuşağı gençlerin birçoğu bilmez kasetleri. bilmez derken kullanmamışlardır yani. ucundan yakalamış olsa da bizim kadar içli dışlı olmamıştır bu güzel icatlarla. o kasetler ki parça aralarındaki boş bekleyişleri anlatan tıssss seslerini bile sevdirmişti bizlere. hele ki tamamı güzel şarkılarla örülü şahane albümlerse, o tıssslamaların bile ayrı anlamı vardı birçoğumuz için. sabırsızlıkla beklenen sıradaki parçaya rağmen tuşlara dokunulmaz, bekleyişle daha da kıymetlenirlerdi. bir zamanlar müzik endüstrisinin temel taşlarından olan bu kasetlerin albüm anlamında kullanıldığı o dönemlerde bazan öyle parçalar çıkardı ki dinlemeye doyamadığımızdan başa alıp tekrar tekrar dinlemekten kasetlerin pörsümesine ve bozulmasına neden olurdu. içlerindeki ince bantlar böylesi hırpalanmaya dayanamadığından ya esnemekten seste bozulmalara sebep olur ya da tamamen kopar; sonunda haşat hale gelip çöpe gidecek o kasetler de çocukların oyuncağı olmaktan kurtulamazlardı.
çokça dinlemekten cortlayan mp3 ve benzeri ses dosyaları yok. zaten gerek de kalmadı. kasetler bir yana cd’lerin bile pek yüzüne bakmıyor insanlar. spotify ve benzerleri sağ olsun, istediğiniz tüm albümler akıllı telefonlarla bile kolaylıkla ulaşılabilir artık. muhtemel ki bu yüzden kıymeti fazlaca bilinmiyordur yeni çıkan işlerin. dinle, çabucak sıkıl ve geç. eski zamanlar ne güzelmiş arkadaş, hatırına gidip zuladaki kasetlerimizi tekrar ortaya çıkarsak fena olmayacak. belki yine eski zamanlardaki gibi moda olur kasetler ve kasetçalarlar.
karanlığın en köşesindeydim, geceydi. gecenin sessiz çığlığını bastırmak gerekti. notalara sığınmak demekti. let down çalmaya başladı. sonra bir kez daha, bir kez daha... bıraktım onu, dilediği kadar dönebilirdi. olduğu yerde dönmesini iyi bilirdi. sol yanımdan bir tane süzüldü. en derine saplanıverdi. ilk duyduğum ana gidiverdim. muhtemelen sana da olmuştur ey okur. ya da henüz okumamış ve muhtemelen hiç okumayacak olanlara... kanatlarım yok, kabuklarım kırık. duvarlar daha da yüksek, tanıdığım insanların çoğunun hayalleri sönmeye yüz tutmuş artık. zibilyonlarca şey hayal ederdim. hayallerim olsun isterdim. şimdilerde tamamına yakını kayıp... uzunca bir yokuşun tepesinden aşağı sonsuza dek koşacak kadar gücüm olsun istiyorum. güneş hiç batmasın lakin sıcağı da can yakmasın istiyorum. rüzgar bir anne gibi yüzümü okşasın, anneler ve çocukları hiç ölmesin istiyorum. böcekler insanlardan korkmasın, insanlarsa böceklerden tiksinmesin istiyorum. sol yanımızda taşlar kamp kurmasın, dudaklarımız gözlerimize el uzatsın istiyorum. keşkeleri küstürüp düşlerimizi kıskandıracak kadar güzel günler yaşayalım istiyorum... ve let down demişken, radiohead lütfen türkiye'ye gelsin, dünya gözüyle onları izleyebilelim istiyorum.
biri senin ruhuna dokunabilen güzel bir şey yazar, sen yazdığını beğenirsin ve vay canına şuna bak ne güzel yazmış der geçersin. ben mesela, o kelimeleri yazdıran şeyleri düşünüp ardındaki muhtemel hikayelere hayran oluyorum. öyle ki, bazen ben de bir kelime kullanıyordum, mesela o kelime sanki senin yıllardır kullanmayı unuttuğun ve yana yakıla aradığın kelime oluyordur. iç çektiriyorduk hep birbirimize, rahatlatıyorduk. biraz da acı elbette... çevremdeki herkes tarafından kendisinin ve başkasının duygularını ifade etmek ve birilerine iyi gelmekte başarılı sayılabilecek biri olarak bilinmeme rağmen, kendi duygularını anlatmak konusunda aslında pek de yeterli olamadım. anlatırım, ama iş işten geçtikten sonra. bant yayını gibi. o nedenle anlattıklarım bir geçmiş zamanlar müzesine konulmaktan başka işe yaramaz. biri karşıma geçer bir şey anlatır, anlatmaya çalışır, sonra ben ona aslında gerçekten ne hissettiğini anlatırım ve karşılık: ah evet, işte tam da bu! insanlar benim hep önce kendine güvenen, soğuk ve ukala, sonra gizemli, sonra samimi, sonra iyi niyetli ve en sonunda çok tuhaf biri olduğumu düşünürler. tanımsız bir tuhaflık... gün boyu güneşin altında güneşlendikten sonra birden nane kokulu buz dolu bir küvete düşmek ve kocaman bir bardak zencefilli gazoz eşliğinde küvette uyumak, işte buydu! aslında benim hissettiğim sadece buydu. önce irkildim sonra rahatladım. ah yine değil mi, her zamanki gibi sağlam saçmaladığımın farkındayım... hayatta altın plaketlerden, kaynayan çaydanlıklardan, renkli çizgi roman sayfalarından, ekose kumaşlardan, doğum günü ve yıl dönümü kutlamalarından, sıkıcı bayram kalabalıklarından, yumuşacık şekerlemelerden, şekerlerden daha sevimli pofuduk bulut resimlerinden, kuyruğunda binlerce çocuğun gülümseyişi saklanan uçurtmalardan, bir çocuğun grip olduğu mutlu mutsuz zamanlardan, sonsuz uykuya özlem dolu öğle aralarından, sıkıcı yaz tatillerinden, beş yıldızlı ultra dahil otellerden, okul birinciliklerinden ve terfilerden ayrıldığın; bütün bunlardan sıyrıldığın bir nokta var. o nokta küçük, varla yok arası ve kör. içinde olmayanların asla göremeyeceği bir yer. o noktayı görmüş insanlar bir şekilde kendini var etmeyi başarmış iki dünya arasında sıkışmış gibiler. aslında başka bir yerde hayat var, onlar bunu bilirler. ama o iki kürenin arasında her şeyden iki tane. bütün duygular ve düşünceler iki tane. bu insanlar çoğu zaman yaşıyor gibi değillerdir, hava boşluğunda sıkılarak ve yalnızlaşarak asılı dururlar. ben bu insanlardandım, sanırım sen de. ve bu insanlar okuyarak, dinleyerek, izleyerek, hissederek daha da yalnızlaştılar... intihar! intihar üzerine konuşmak istemiyorduk değil mi? zaman zaman rüyalarıma giren bir uzak ülkenin büyülü sokakları gibi düşünüyorum bunu. en çok da aslında her şeyin kısmen düzgün gittiği ama benim bir türlü içimde bir şeyleri dolduramadığım ve yalnız hissettiğim zamanlar. yolda tanıştığım küçük bir çocuk vardı. üst geçitte mendil satarken önüne kitap açan ve okurmuş gibi yapan bir çocuktu. üstelik de ters tutuyordu kitabı. arada parmaklarını inceliyor ve sıkıldığı her halinden belli oluyordu. bu rolü son derece kusursuz kotaran diğerlerinin aksine, yarım yamalak yapan bu kocaman gözlü çocuğu sevmiştim. sonra birkaç kez daha gittiğimde konuştuk, birlikte yemek yedik. bu ülkede o sokak çocuğunun başını okşayıp beraber yemek yedim diye uyaran insanlar var. bit-pire bir şeyler olabilirmiş. işte intiharı düşündüğüm ve çok bunaldığım zamanlar o çocuğun gözlerini kocaman açarak tüm içtenliğiyle bana bakması, kendinden geçerek bir şeyler anlatması ve plastik ayran yerine şişe ayran isteyişini hatırlayıp vazgeçiyorum. belki bu da sana tuhaf gelecek, evet... insanlar düşman olsunlar, uzak olsunlar, kötü görünüyor olsunlar ama ölmesinler. bilmem farkında mısın ama bir ölümün yarattığı boşluk ve yara asla kaldırabilecek, silinebilecek türden değil. belki sadece unutma yanılgısı ile telafi edilebilir. diren, savaş kendinle. ölme, yaşamayı dene. fesleğenlerden ya da plastik papatyalardan taç yap kendine, çay içme, acı kahveyi dene, kendi falına bak, hiç bıkmadan küçük domateslerin üzerine kekik serp, fırından yeni çıkmış kurabiye kokusunu savur bulutlara, saçlarını dağıt, ağlayarak yazmaya devam et, notalar arasında gezin, kitapları dinle, filmlerdeki görülmeyen sahneleri yaz zihninde, başka dünyaları ve paralel evrenleri düşle, gerekirse teslim et kendini... kendimi koluma takıp çok uzun bir yokuştan aşağı hiç durmadan koşmak istiyorum ben. sen de dene; vakit gelmeden evvel doyasıya yaşa! gözlerini kapat ve hep düşlediğin o ana gülümse...
parıltılı geçmiş zamanların dinmeyen yalnızlıkları. bilmem hangi gün, bilmem hangi dünden bir an. dağınık iç dünyasının yansıması olan odanın içerisinde bir uçtan öbürüne doğru dönüp dururken bir şeyler arıyordu. tam olarak neyi aradığını da bilmiyordu aslında. öylece karıştırıp duruyordu eline geçen eşyaları, ne olduklarını görmeden. uzunca bir süredir gözleriyle değil de parmaklarıyla görmeyi denediğindendi belki. dikenli, keskin, sert hatlı olanları karanlık bir çöp poşetine doldurup arka bahçedeki kapının önüne atmayı düşünmüştü. elinde donuk bakışları ve ne idüğü belirsiz cisimler. geri kalanları ne yapacaktı? yumuşacık ve can acıtmayanlar; onlar için de uygun bir yer bulunurdu elbet. dolabın üzeri, masanın altı ya da zihninin herhangi bir köşesi. rengini yitirimiş bir kefene sarılmamış olması fark etmezdi... uzunca bir süre karşısında dikili durduğu kitaplıktaki tozlanmış rafların önünde diz çöktü. zamanın yorgunluğu yahut haklı bir direnişin ardından görkemli zaferlerle gelen mağrurluğun izlerinden sararmış olan sayfalara bariz bir saygı duyar gibiydi. eskiyen bu yaprakların üzerlerinde neler yazıldığı mühim değildi şu an. yalnızca yıllanmış varlıklara karşı içgüdüsel bir imrenmeyle yaklaşıyordu; kendisinin dışındaki tüm eskimişlere... parmaklarının rastgele seçtiği kitaplardan birinin aylardır açılmamış sayfalarını ışığa kavuştururken bir fotoğraf buldu. hastalıklı bir gülümseme ile canlılığını kanıtlama çabası içerisindeki bir çocuk. bu gülümsemeyi hatırlıyordu. her sabah ayna karşısında kusurlarını tekrar tekrar incelediği o yüzün henüz eskimemiş haliydi; unutmamak için çabaladığı ama geçen her saniyenin ondan giderek uzaklaşmasına neden olan geçmişi. koca kafasının tam ortasındaki minicik burnu soluk beyaz yüzündeki o tuhaf gülümsemeyi daha belirgin kılıyordu. zamanı donduran bakışlarının ardında nasıl da mutlu görünüyordu. üzerindeki tozları sildi ve yüzüne dokunurcasına okşadı fotoğrafı. renklerin birçoğu tozlarla silikleşse bile bazı şeyler yok edilemezdi; yılların verdiği içine işlemişlik vardı. rafların üzerinde gezinirken yerdeki cam kırıklarına ilişti gözü. hangi dikkatsizliğin, kendini kaybetmişliğin ya da tamamen keyfiliğin doğurduğu bir eylemin sonucuydu kim bilir. pencereden süzülen ışığı kırarak rengarenk elbiselere bürünen parçalar. tüm o güzel görüntüye karşın çöp poşetinde yerleri çoktan hazırdı. kırıkları incelerken bir süre yerde emekledi, dizlerini ve ellerini kanatmamak için büyük bir gayret sarf ederek. dikkatle topladığı parçalardan kusursuz bir bütün yaptı kendisine; camdan bir fincan. içine doldurduğu acı ve sert kahveyi yudumlarken kırıkların dokuduğu keskin kenarlar dudaklarını kanattı. kahveyi yere döktü, fincanı çöp poşetine koydu ve kanayan dudaklarını aralık duran kitabın sayfalarıyla sildi... dudaklarındaki sızlayan yerin de bir gün diğer yaralar gibi unutulacağını hatırladı ve kirlerini saklayacağı gölgedeki yerini bulmak için kendini dışarı attı. bir anı daha eskimeye başlamıştı çoktan.
sanki herkesten evvel o vardı. 30 seneye sığdırılan yüzlerce insandan daha az, daha çok... yirmisine merdiven dayamış bir çömezken, yirmi sekizinde hayattan bezmiş bir yorgunken, yolun yarısına iki basamak kaldı diyerek kaygılandıktan sonra okkalı bir küfür savurup daha yaşanacak onca güzel gün bizi bekliyor avuntusu ile kendimizi sahte masallarla kandırırken, yarın acaba son olur mu sorularını zibilyonlarca kez sorarken, dün bir başlangıçtı da acaba farkında mı olamadık derken, bugünü acımasızca tüketip yarına ne kaldı demeden uykuya dalarken, yolda kalınmış herhangi bir anda omzunu arayıp sağlam bir yumruk atarken, pek de karanlık olmayan bir gecede ayın görünen yüzünde görmek istediğimiz yegane sureti ararken, güneşin cehennemle aşık atan ateşi inceden inceye mesaj verip tenleri kavurduğunda el yordamı ile yön bulmaya çalışırken, iki buçuk milyon liralık piyango ikramiyesi ya bize çıkarsa ne yaparız düşüncesi ile çocuk gibi korkarken, dudaklarının kenarında kurumuş şeker izleriyle dünyadaki en sevimli gülümseyişe sahip sarı saçlı küçük bir kız çocuğunu severken, belki bir gün o kız çocuğuna eşdeğer güzellikte bir kıza babalık ederken, anne adayını henüz tanımıyorken, ilk görüşte aşka hadi be çekerken, hayır belki de tükürdüğümüzü bilmem kaçıncı kez yalarken, inanıyorum bu kadın çocuklarımın annesi olabilecek biri derken, o mühim mevzuyu ilk kez paylaştığımız insan olduğumuzu ikimiz de bilmiyorken, nedense epey bir zaman geçtikten sonra bunu birbirimize itiraf etme ihtimalini düşünürken, dalgaların üzerinde iki paralel çizgi olup bulutları izlemeye çabalarken, kumların altında ateşten bir gölge ararken, ufak bir adanın kalabalığında yıldızların altında çekip giden gözleri anarken, soğuk bir balkon köşesinde hep aynı hüzünlü ezgiye eşlik edip tek bir kelime etmeden sessizce ağlıyorken, çikolatalı milkshake içerisine bin yudum mutluluk sığdırırken, asidi kaçmış mutlulukların ardından ağıt yakarken, dumanı tüten zıkkımın kökünü yolup yolup yine ona tutarken, tekerrürlerin mide bulantısına sayısı unutulmuş poşetlerden birini daha açarken, belki hayatının imzasını attığında göz göze geldiğin an tek bir tebessümle o vakit ihtiyacın olan tüm desteği kalbinde hissederken, olmuyor olmayacak diye diye içindeki tüm boşluklar hızla büyüyüp birleşerek seni kemirirken, aşk acısı ile arşa kafa tutan dağlara tırmanıp haykırmak geçerken içinden tüm miskinliğinle bundan da vazgeçmeyi düşündüğün an dilediğini yapabilmen için sana el uzatırken, aynı günaha paydaş olup pişmanlıklara yelken açarken, aynı sevabı eşit bir biçimde pay etme telaşına düşerken, aynı fıçıdan dökülen zehirde çaresizce kulaç atarken, aynı secdeye baş koyup incecik tozu ciğerlerine gömerken; o hep vardı, aynı yerdeydi.
4 yıl kapalı kapılar ardında, belki dört duvar arasında, belki küçücük ıssız bir adada, kim bilir kimsenin asla göremeyeceği bir gezegeni keşfederken, yolların asla kesişmediği yolculuklarda, unutulanların unutulmaktan dert yanmadığı, unutanların unutulmaktan korktuğu zamanlarda, dirsek dirseğe cümleleri eskitmiş yitik kuşağın birbirlerinden kaçmak için gizliden gizliye gün saydığı yıllarda isimler hariç her şeyi, eskiye dair ne var ne yok güzel saydığımız şeyleri hatırlama çabasıyla yırtındığımız bir zaman diliminde gönüllü esarete teslim olmak için topuklarını bilmem kaç santim yukarıda neşeyle tokuşturup hayırlara karışarak tek atımlık cesaretin artığından yokluğunla varlığını ispat edebilme düşüncelerine dalarken başını kapıya doğru çevirdiğin bir anda bir tesadüfe yahut bin bir tilkinin çıldırtan sorularına maruz bırakan yazgı denilen o tuhaf bilinmezliğin tokadı ile sersemleştiğin bir anda tek bir selam sözcüğünün içinde sayfalara sığdırılamayacak kadar uzun bir nerede kalmıştık alt metinli öykülere başlangıç yapıp sanki hiçbir vakit ayrılık yaşamamış sayarak aradaki o karanlık parçaya makas atıp filme devam ediliyor... mürekkebe bulanmış beceriksiz parmaklara beraber güldüğüm, hayatın çelmesini yediği bir anda havada süzülerek yürüdüğüne şahit olduğum, moloz yığınlarından nasıl edip de eşsiz renklerde çiçek bahçeleri yaratabiliyor olmasına şaşırdığım, acılarını toprağa gömüp izlerini kıta sahanlığımdan kaçırırken, acılarıma neşter vurup itinayla dikişleri tutturmaya çalışan, düşler aleminin kıytı köşesinde tırnaklarıyla kazıyarak inşa ettiği o görkemli köşkün en güzel odasını benden hiçbir zaman esirgemeyen, sırtındaki ayrıntıları ezberleyememem için daima omuz hizamda ve yanımda olup sırtımdaki dikenleri hiç üşenmeden söken, her defasında karşıma geçerek bana tertemiz bir ayna tutan, yara izinden öptüğüm güzel yüzlü insan; can dostumdun…
kıymetin emsalsiz, bendeki yerin tarifsiz. eksiliyorum ve birer birer kayıplar vermeye başlıyorum. sen yoksun artık, boşluğun neyle dolar bilmiyorum. yüreğime dokunan kalanların her birinde seni görüyor, sımsıkı sarılıyorum. dilerim kavuşmak gerçekten mümkün olur, seni özlüyorum.
akrep tüm ağırlığıyla yelkovana yetişmeye çabalayıp gün aydınlanmaya başlarken kalan işlerini toparladı. havanın soğukluğuna aldırış etmeden yanına aldığı ince ceketini giydi. son günlerde oldukça dalgındı. uzun bir süre neye odaklandığını fark edemediği gözleri boşlukta tek bir noktaya sabitlenmişken kendine geldi. kısa kısa notlar tuttuğu defterinin yapraklarından birinde defalarca kez yazılmış aynı kelimeyi görünce onu düşündü; uzaklardaki ismin sahibini. masaya son bir kez bakındı, unuttuğu herhangi bir şey olmadığına emindi. artık eve gitme zamanı gelmişti...
yürüyerek gittiği evine varış süresi uçları nasırlaşmış parmaklarının sayısını geçmeyecek dakikalarla sınırlı olsa da uyanık olduğu hiçbir anı müzikten yoksun bırakmak istemiyordu. henüz uyanmayan şehir ve insanlar sessizliğini koruyor olmasına karşın yolda bir iki parça dinlemek istedi. telefonunu eline aldığında tıpkı canlılar gibi bataryanın da uykuya, enerji depolamaya ihtiyacı olduğunu hatırlatan uyarısını görünce kendi aralarında ne yaptıklarını çözemediği, tuhaf oyunlar oynayan birkaç huysuz martı ve rüzgarın sesi ile yetinmeye karar verdi. karga sesini tercih etme şansı olsaydı eğer martıları dinlemezdi. yine de severdi onları. içinden deniz geçen bu büyülü şehirde yaşadığını hissettiriyordu varlıkları. tüm o keşmekeşin ve kalabalığın gürültüsünden uzaklaşıp yalnızlığıyla başbaşa kaldığı anlarda sığınmaya çalıştığı, kokusunu özlemeyi sevdiği denize kıyısı olmayan bir şehirde hayatını sürdürmenin onun için ne berbat bir kabusa dönüşeceğini düşündü ve kendini şanslı hissetti.
eve geldiğinde vakit kaybetmeden soğuk suyla buluşturdu bedenini. yorulan ruhuna neyin iyi geleceğini hala keşfedememiş olsa da bedeni için geçerli olan cevap belliydi; tenini saran buz gibi suyla tazeleneceği kısacık bir duş keyfi.
çocukluğundan beri vazgeçemediği tutkularından biri olan minik köpük balonlarıyla oynayarak renklendirirdi noktasız düşlerini. her birine ayrı bir anlam yükler, isimler verirdi. doyasıya eğlenemeden havada patlayanlar için çokça canı yanmıştı. birkaç saniyelik kısa ömürlerinde üzerlerinde taşıdıkları ışığın eşsiz yansımalarını kaleydoskop içinde dans eden rengarenk çiçeklere benzetirdi. her biri o kısacık anlarda sanki çok yakından tanıdığı hayat hikayelerini tekrar tekrar anlatıyor gibiydi.
ne yaparsa yapsın sıyrılamadığı miskinliğinin göstergelerinden biri de havlu ile kurulanmayı sevemeyişiydi. üzerine giydiği büyükçe bornozun ağırlığı ile hareket etmekte zorlanırken bir süre öylece aynada kendine bakındı. sanki görmek istemediği kusurlarını örtüyormuş hissi veren kırlaşmaya başlamış sakallarında gezindi parmakları. fazlaca uzamışlardı. gölgelerden arınmış pürüzsüz yüzünü hayal edip tıraş olmaya niyetlense de, daha önce defalarca kez yaşadığı bu anı rolünün hakkını layığıyla yerine getirmeye çalışan tiyatrocular gibi kusursuz bir tekrarla tamamladı ve vazgeçti. yüzündeki o koyu izlerden kurtulduğunda oluşan çocuksu görüntüsüne tahammül edemiyordu. yaşlandıkça zamana yenik düşen bedeninde yitirdiklerinin yerini derin kesiklerle kaplı büyük bir boşluk almaya başlamıştı. kaybettiği ne çok şey olduğunu hatırladı; kendisini ve diğerlerini terk edenleri. bir gün olsun onların eksikliğini hissedeceğini aklının ucundan geçirmemişti bile...
can sıkıcı düşüncelerden uzaklaşmak ve sallantıdaki bedenini biraz daha ayık tutabilmek için zihninde dolanan düşüncelerden daha da koyu bir kahve demledi. büyük bir fincan, şekersiz ve sütsüz. iyiden iyiye aydınlanan havaya karşın fincandaki kahvenin rengi uykuya yatan gecenin karanlığından daha koyu bir tondaydı. kendi küçük dünyasının yansıması olan yatak odasına geçti. kapıyı kapattı, anahtarla sağa doğru iki daire çizdi. bu durum onda takıntı haline gelmişti. sebebini net olarak hatırlayamasa da çocukluğundan bu yana odasının kapısının açık kalmasından hoşlanmıyordu. dışarıdaki buz gibi havaya rağmen pencereyi açtı, göğü delerek güneş ışınlarının ona ulaşmasına mani olan zevksizlik abidesi devasa beton mezarlarının inşaatını seyretti. modern zamanın insanlığa kazandırdığı birçok yeniliğe karşın onlardan çaldığı güzelliklerin fark edilmeyişlerine lanet okudu. ciğerlerini yeterli oksijenle doldurduktan sonra pencereyle beraber perdeyi örttü ve bilgisayarının başına oturdu. var olmayan sigara paketinden eğri bir dal alıp dumanı ciğerlerine çekti; bu kez nefesi kesilmemişti. acı bir çikolatayla geçiştirdiği açlığına aldırış etmeden önceki akşamdan kalma soğuk pizza diliminin tabaktaki kalıntılarının tadına baktı; hala çok lezzetliydi. çalma listesi için iki parça seçti; biri ona kendini anlatan, diğeri her dinleyişinde onu hatırlatan. duvarlarda yankılanmaya başladı müziğin sesi. ekranın tam arkasındaki büyük siyah beyaz frisco posterine baktı; caddenin ortasındaki tramvay üzerine üzerine geliyordu sanki. telefonunu eline aldı. ondan gelen son mesajları defalarca okudu. bir karşılık bulamayacağından ötürü cevap veremeyişi canını sıkmıştı. o son telefon konuşmasında kendisine söylemek istediği ama meşguliyetini bahane ederek geçiştirdiği için hiçbir zaman öğrenemeyeceği şeyin ne olduğunu bir kez daha merak etti. yazmak istediği tüm o cümlelerin hislerini anlatmaktaki kifayetsiz kalışlarına takıldı. gözlerini kapadı, bu kez hazırdı. onu düşündü, o bir düştü sanki; gerçek olmasını istediği tek düşüydü... onun için bir şeyler yazmalıydı. ötekiler henüz düşlerinden uyanmamışken gerçekliğini düşselleştirmeye çalışmalıydı. hayatına kattığı renkleri, dostluğuyla huzur veren, düşle gerçek arasındaki o ince çizgide gezinebilmesini sağlayan anılarını; derinliklerde kaybolmanın, uyananların getirdiği yeni günden kaçarken uykusuzluğun misafir ettiğii gün ışığına yakalanmanın rengi kadar tanımsız ve eşssizdi. rüyalar lordu ile cebelleşip uykularına yenik düştüğü anlarda inatla bekleyişini; her koşulda, yaptığı tüm o saçma hareketlerine karşın kendisini olduğu gibi kabul etmeye devam ettiği anları. zaman ve mesafe gibi kavramların onunla beraber yerle yeksan olduğu dünleri, buruk bir rakam içine sığdırılan sonsuzluğu, sonsuz bir çemberde dönüp duran mesafelerin nasıl da ufaldığını ve meçhul yarınları…
sancıyan midesindeki kaya gibi sertleşmiş yumruyu hissetti. en mühim olandan kıymeti olmayana doğru geçişin görünmez incelikte bir çizgi kadar keskin ve yakıcı olabileceğini gördü. doğru sandığı ya da inanmadığı bir çok şeyin ardındaki sürprizler gibi. anlamını yitirmesine aldırış etmedi ve defalarca kez söylediği o cümleyi tekrar etti...
vakit çoktan gelmişti. artık hiç olmadığı kadar kendinden emindi; korkacak bir şey yoktu ve uyanmaya hazırdı.
karanlığa inat el yordamı ile aydınlığı bulma çabası, sonsuz tekrar ile dönen çembere eş yorgunluk, derin mavi çizginin ardında duyulan kendi cümlelerimin kaynağındaki meçhul ile karşılaşma olasılığı, yeni bir sabaha daha uyanmış olmanın telaşı ve bilinmezliğin getirdiği çaresizlik...
teneke solucanlarda yolculuk ederek güne başlayan lakin içinde zamanı tükettiği gün boyunca ne kadar yol aldığını hiç bilemeyen yüzleri yerçekimine yenik insanlar görüyorum. harama uçkur çözen veled i zinalar, helale şüphe ile bakan cesareti noksanlar, doğruyu unutmuş yalana tapanlar, yüzündeki çizgilerde yitik öykülerini saklayanlar; onlarca ses, onlarca ten, onlarca renk, onlarca koku... her birinin gözlerinin ardından sakladığı sırları, başlarının tepesinde birbirleriyle dirsek temasında düşünce balonları var fakat yanıbaşındakinin neler düşündüğünden bile bihaber durumdalar... balonlardan düşen parçaları tek tek toplayınca kendini görüyor insan. noktalar çizgileri, çizgiler resimleri, resimler geçmişi çağırıyor. çocukken üzerinde oyunlar oynadığım yorgun parktaki soluk kum tanelerine selamlar olsun; gördüğüm her karede bana benden bir şeyler hatırlatan o eski izler var.
eşiğin kıyısında bir adım daha atıyorum ve tamamlanmayı bekliyorum.
normal sözlük'ü kullanarak 3. parti dahil tarayıcı çerezlerinin kullanımına izin vermektesiniz.
Daha detaylı bilgi için çerez ve
gizlilik politikamıza bakabilirsiniz.
online yazar listesini görmek için lütfen giriş yapın.