ukaladost yazar profili

ukaladost kapak fotoğrafı
ukaladost profil fotoğrafı
rozet
karma: 2461 tanım: 153 başlık: 59 takipçi: 22
audaces Fortuna juvat

son tanımları


muhaliflerin ekonomi tutarsızlığı

ekonomik krizden dolayı ak parti'ye oy vermemek sadece ekonomik nedenlerden dolayı akp'ye oy vermemek anlamına gelmiyor. döviz krizinin nedenlerinden biri, yabancıların "erdoganomics" diye dalga geçtiği olay. erdoganomics nedir? erdoganomics, normal herkes tarafından kabul edilen monetary politika, inflasyon olduğunda faizin arttırılması gerektiğini savunurken, erdoğan'ın normalde bağımsız olması gereken merkez bankasının yönetimine karışarak faizi düşük tutması.

peki, bu olay ülke yönetimi ile ilgili bize ne anlatıyor? birinci olarak, erdoğan'ın, herkesin kabul ettiği ekonomik kuralların tersine gitmesi mantıklı bir hareket değil. bunu, normalde bağımsız olması gereken başka bir devlet kurumunun otoritesini hiçe sayarak yapması durumu daha da feci hale getiriyor ve ayrıca hükümetin ekonomik politikasında yaptığı hatayı daha da ağır hâle getiriyor.

bu olay, bize erdoğan'ın aldığı kararların doğasının otoriter olduğunu gösteriyor ve ayrıca, şu anki ekonomik durumdan anladığımız gibi, bu otoriter kararlar başarılı sonuçlar doğurmuyor. yoksa erdoganomics, türkiye ekonomisini zirveye taşımış olurdu. tabii, hükümetin otoriter tendansı bilmediğimiz bir şey değil lakin, söylemek istediğim bu otoriter tutum, ülke ekonomisinde kötü sonuçlar doğuruyor. bu yüzden, eğer insanlar kime oy vermek konusunda fikrini değiştiriyorsa, bunun nedeni iddia edilen gibi sadece ekonomik durum değil ama bu ekonomik durumu yaratan politik koşullar. evet, eğer muhallifler oy vermiyorsa bunun nedeni ideolojik karşıtlık ama ekonomik durumda zaten, ak parti'nin günümüzdeki ideolojik tutumunun başarılı olmadığı gösteriyor.

başlık trol olsun ya da olmasın, hükümetin ekonomik politikasını başarısızlığı ile politik ideolojisinin arasındaki ilişki konuşulması gereken bir konu. çünkü siyasal konularda otoriter yönetimler, genel olarak ekonomik anlamda başarısız sonuçlar doğuruyor.
devamını gör...

aşık olduğunuzu fark ettiğiniz ilk an

yüzüğünü evimde unutmuş. "bulursan getirebilir misin?" diye sordu. yüzüğü aramadım. kaotik bir insanımdır ve evimde sürekli bir şeyler kaybederim. bahanesi bir yana, açıkcası pek umursamadım da. o zamanlar daha farklı bir insandım, sanırım. böyle şeyler pek umrumda olmazdı. birkaç gün sonra, yüzüğü odamdaki masanın üzerinde buldum. yüzüğünü elime aldığım an, içimde böyle garip bir his uyandı. yüzüğünü ona geri vermemek istedim. bende kalsın istedim. ondan bir parça hep yanımda olsun istedim. o andan itibaren, ondan başka hiçbir şey düşünemez hale gelmiştim.

ben, hiçbir zaman, bir anda aşık olunabildiğini düşünmüyorum lakin bazen, bazı nesnelerin insana bir insan hakkında neler hissettiğini hatırlatma gibi bir gücü oluyor. mesela babamın bana hediye ettiği bir kitabı ya da eski bir dostun ödünç verip unuttuğu bir tişörtü elime aldığımda, onlarla yaşadıklarım aklıma gelir. ben de, o gün, o yüzüğü masamın üzerinde gördüğümde, daha çok kısa bir süredir onu tanıyor olmama rağmen, bu kısa sürede bana neler hissettirdiğini farkettim. o his, aşktan başka bir şey olamazdı. yıllar ve insanlar sonra, aşk denince halen o anı hatırlıyorum.
devamını gör...

yazarların en çok özlemini duyduğu şey

bazen çocuk olsam şimdi ne yapıyor olurdum diye düşünüyorum. bir kış akşamını düşlüyorum çocukluğumdan kalma. film izlemek için istiklal caddesine gelmişim annem ve babamla. sinema çıkışı hava soğuk. havada, o kışın karakteristik kömür kokusu ile istiklal caddesindeki kestane satıcılarından gelen kestane kokusu karışıyor. istiklal caddesinde yılbaşı ışıkları gözümü büyülüyor, onlarca insanın arasında yürümek bile zor geliyor. bir kese kağıdında kestane alıyoruz. o kese kağıdının dokusunu bile hatırlıyorum hâlâ. hiçbir kestanenin tadı o kadar güzel gelmiyor artık. kestaneleri yerken düşündüğüm tek şey elimin üşümesi. başka hiçbir derdim yok. o günü özlüyorum. her şeyin çok daha basit, her şeyin çok daha saf ve mükemmel olduğu çocukluğumu özlüyorum.
devamını gör...

yazarların koleksiyonunu yaptığı şeyler

otel odası kartı. nedendir bilmiyorum, kendimi bildim bileli topluyorum. şu anda yüzlerce otel odası kartım var boşboş duran.
devamını gör...

hayata dair iç burkan detaylar

sanırım hiçbir şey hayallerimizde olduğu kadar güzel hissettirmeyecek. hayat gerçekten bir kutu çikolata gibi. kutuyu açana kadar bir sürü hayallerimiz ve umutlarımız var. lakin kutunun içinden her zaman bambaşka bir şey çıkıyor. bazen bu beklenmedik şeyler bizi mutlu edebiliyor belki ama hiçbir zaman, hiçbir şey hayallermizdeki kadar güzel olamıyor. bunlar hayatın gerçekleri tabii ki ve hiçbir zaman hayallerde yaşamamak gerek kesinlikle. lakin insan kendini hayal etmekten alı koyamaz. yoksa hayvanlardan pek bir farkımız kalmazdı değil mi? hayatı kendi yaratıcılığımızın etkisi olmadan olduğu gibi yaşasaydık, halen insan olur muyduk gerçekten? insan, gerçeklik ve hayal arasında sıkışmış bir varlık. ve hayatın hiçbir zaman hayallerimiz kadar kusursuz olmayacağı gerçeği iç burkucu.
devamını gör...

tanrının acımasız olma ihtimali

insan, tanrıya hayata nasıl yaklaşıyorsa öyle yaklaşır. tanrının acımasız mı yoksa merhametli mi olduğuna cevap veremem. kimse veremem. ama tanrıyı kendi hayat tecrübemizin lenslerinden görürüz. her metafiziksel kavram gibi, tanrı da hiçbir zaman kendi tecrübemizin sübjektivitesinin etkisinde kalmadan yargılayamayacağımız bir konsept.

insan, hayat veya dünya tarafından ihanete uğradığını; hayatın kendisine acımasız olduğunu düşünüyorsa tanrı da kesinlikle acımasızdır. bu kadar insan acı çekerken, dünyada bu kadar ızdırap varken, her şeye gücü yeten bir varlığın sessiz kalması onu kesinlikle acımasız yapar. hatta kötü yapar. lakin, insan acısına isyan etmek yerine, hayatından olanlara şükür ediyorsa, o zaman tanrı kesinlikle merhametlidir.

gerçek şu ki, kimin tanrı veya hayat hakkında düşündüğünün pek bir önemi yok. çünkü mutlak bir hakkikat olmadığı sürece ne hayatın, ne de tanrının objektif bir doğası yok. mutlak bir hakkikatin olup olmadığı da şu fani dünyada o kadar da önemli değil sanırım.

kendi fikrimi söylemem gerekirse, ben tanrının nasıl bir varlık olduğunu düşünmeyi bıraktım. hayatımda başıma gelen olaylar için kendimden üstün bir gücü suçlamayacağım. hayatımda olan her güzel şey için ona şükretmeyeceğim gibi. ben kendi kaderimin kapatanıyım ve hiçbir şey bunu değiştirmeyecek.
devamını gör...

franz liszt

en sevdiğim klasik müzik bestecisidir. romantik akımın bir parçasıdır. liszt, 1811 yılında avusturya imparatorluğu hükmündeki macaristan krallığında doğmuştur. babası da müzisyendir ve jospeh franz haydn ve ludwig van beethoven gibi klasik dönemin en önemli bestecilerini bizzat tanımaktadır.
franz liszt, bestelerinden önce avrupa'da olağanüstü piyanistliği sayesinde tanınmıştır. daha besteleri ile ünlü olmadan avrupa'da sergilediği performanslar lisztomania'ya yol açmıştır. bunun yanı sıra, liszt döneminin birçok bestekarını da finanse etmiştir. gençliğinde niccolo paganini ve frederic chopin'den önemli derecede etkilenmiştir. chopin ayrıca arkadaşıdır.
1860'lı yıllarda iki çocuğunu kaybetmesi üzerine roma'da franciscain keşiş olmuştur. bunun yanı sıra hayatını sonlarına doğru budapeşte'de ulusal konservatuvarda öğretmenlik yapmış ve konservatuvara, büyük bağışlarda bulunmuştur. günümüzde de, ulusal konservatuvar liszt'in ismini taşımaktadır.
liszt, ilk zamanlarında ciddi eleştirilere maruz kalsa da, 20 yüzyıl müziğini derinden etkilemiştir.

hungarian rhapsody:
devamını gör...

goriot baba

honore de balzac'ın 1834'de aylık olarak yayınlanmaya başlayan ve 1842'de tam olarak yayınlanan romanı. sadece fransız realizminin değil, 19.yüzyıl fransız edebiyatının en meşhur örneklerinden biridir*. balzac'ın 100'e yakın eserden oluşan insanlık komedyası serisinin scènes de la vie privée (özel hayattan sahneler) bölümündedir.

romanın başkarakteri goriot baba değil, köyden paris'e hukuk okumaya gelen eugène de rastignac'tır. derslerinde başarılı olmanın haricinde, paris yüksek sosyetesine girme hayalleri kuran genç rastignac katıldığı balolarda goriot baba'nın iki kızı ile tanışır. romanın ana konusu mantıksız bir seviyeye çıkan baba sevgisidir. goriot baba, kızları için bütün serveti harcarken kızları damatlarının bahanesiyle onu terketmektedir. goriot baba da en sonunda vahından ölür*. aslını söylemek gerekirse sonsuza dek süren girişi ve klişe konusu ile sıkıcı gözükebilir. bundan mütevellit bu kitabın neden bu kadar meşhur olduğunu sorabilirsiniz. balzac, baba goriot'nun hikayesinin arka fonunda, paris sosyetesini ve şehrin bütün sosyal sınıflarını anlatmaktadır. hatta anlatmaktan çok betimelemek de diyebiliriz. en fakir proleteryadan, yüksek sosyetenin parçası yüksek burjuvazi ve büyük soylulara kadar paris sosyetesinin bütün sosyal gruplarını değinir balzac. bu anlatım da sonradan fransız realizminin imzası haline gelecek olan bir edebi stil ile yapılmaktadır: her sosyal grup kendi sosyal çevresine yerleştirilir yani her sosyal grup bir mekan ile özdeşleştirilir. o yüzden bir bakıma sadece paris halkının değil, paris'in kendisinin de bir betimlemesidir.

söylediklerim ile pek alakası yok lakin kitapta beni en çok etkilemiş söz söyledir:

« vous saurez alors ce qu’est le monde, une réunion de dupes et de fripons. ne soyez ni parmi ni parmi les autres. ». "o zaman dünyanın ne olduğunu bileceksiniz: saflarla dolandırıcıların bir buluşması. siz ne saf, ne de dolandırıcı olun."
devamını gör...

into the wild

2007'de yayınlanan, sean penn'in yazıp yönettiği biografik film. film, gazeteci jon kraukauer'in cristopher mccandless'ın hayatı üzerine yaptığı araştırmaları kapsayan, 1996'da yayımlanan into the wild kitabının beyaz perdeye uyarlamasıdır.

into the wild'ı ilk kez, ciddi anlamda başımı alıp gitmeyi düşündüğüm bir vakit seyretmiştim. lise 3'teydim. bütün hayatımda geçirdiğim en zor dönemdi belki de. küçüklüğümden beri dağcılık başta olmak üzere doğa sporlarıyla ilgilenen biriydim. biliyorum, başımı alıp gitsem, gerçekten gidebilirdim. kendimi şehirde, sosyetenin, toplumun içinde kaybolmuş hissediyordum. nereye gitsem, ne yapsam bir ait olduğum yeri bulamama hissi vardı içimde. hayatımda ilk kez, okulda kötü notlar alıyordum. arkadaşlarımın hepsinden giderek uzaklaşıyordum. bir liseliye göre inanılmaz derecede yalnızdım. artık hayat dayanılmaz bir hale gelmişti. doğanın, yabanın içinde tek başıma olduğum her an cennet gibi geliyordu. öte yandan, şehirde, insanların içinde geçirdiğim her an işkence gibi geliyordu.

işte hayatımın böyle bir döneminde ilk kez izledim into the wild'ı. cristopher mccandless'dan çok kendimi özdeşleştirdiğim bir karakter olmamıştır muhtemelen hayatımda. nereye gitsem bir ait olamama, kimle beraber olsam bir bağlanamama hissi içerisindeydim. nasıl anlatılır bu duygu bilmiyorum ama film açıklıyor aslında bu duyguyu: insanlarla geçirdiğim vakitten zevk alıyordum lakin kimse benim hayatıma yerleşemiyordu. insanlar, benim hayat yolculuğumda mola verdiğim yerlerdeki hancılar gibiydi adeta. hayatımdaki bütün insanları öyle ya da böyle bırakıp gidiyordum.

filmi seyrettikten sonra, internette insanların film üzerine ne dediklerine baktığımı hatırlıyorum. ekşide bir sürü insan, mccandless'la ergen, salak, bilmem ne diye dalga geçiyordu. o vakit çok önemli bir şey anladım. bakınız film, lord byron'ın şu şiiri ile başlar:
"there is a pleasure in the pathless woods,
there is a rapture on the lonely shore,
there is society, where none intrudes,
by the deep sea, and music in its roar:
ı love not man the less, but nature more"
her insan, kendini anlaşılmaz, yalnız hissedebilir bazen. lakin bazı insanların hayatı anlaşılmamakla geçer, ne yaparlarsa yapsınlar kendilerini yalnız hissederler. kimseye bağlanamazlar, hiçbir yuvaları yoktur. lakin doğada, insanların yalnızlık olarak gördüğü yabanda kendilerini bulurlar. hakikati bulurlar. yaban belki de beni kimsenin dinlemediği kadar dinlemiştir, kimsenin sevmediği kadar sevmiştir. hiçbir zaman olmadığı kadar tam ve bütün hissetmişimdir.

peki bunlara rağmen neden ben buradayım? neden halen başımı alıp gitmedim mccandless gibi? birincisi, mccandless'ın geçirdiği devrimi geçirmeye cürretim yoktu: mccandless'in, bir bakıma, macerasının nedeni ailesinin/toplumun ondan beklentilerine karşı çıkması ve kişisel bir devrim geçirmesiydi. ikincisi, into the wild bana bir şey farkettirdi: "happiness is only real when shared" (mutluluk sadece paylaşıldığında gerçektir). chris'in yolculuğunun amacı aslında kendini bulmak ve chris'in, bütün macerasından yaptığı çıkarım bu cümleyle özetleniyor. chris gibi toplumda kendine yer bulamayan biri olsam da, doğada gerçek anlamda kendimi bulsam da; hayatımın en güzel anları, en mutlu anları başkaları ile paylaştığım anlar. sean penn de film boyunca bunu göstermekte aslında: chris, doğada ne kadar huzur içinde olsa da, insanlarla geçirdiği anlarda bir tık daha mutlu. ben de belki insanlara bağlanmakta zorluk çekebilirim, belki kendimi insanların arasında kaybolmuş ve yalnız hissedebilirim ama dönüp baktığımda insanlarla, şu an çoktan unutup gittiğim insanlarla bile geçirdiğim anların ne kadar değerli olduğunu fark ediyorum.
devamını gör...

therese raquin

emile zola'nın 1867'de yayınlanan romanı. zola'nın üçüncü romanı olmasına rağmen zola'yı meşhur eden romandır. edebiyatta, naturalist akımın öncülerinden biridir.
üzerine söylenecek çok şey var ancak okuyalı uzun zaman olduğu için sadece tek bir konuya odaklanacağım: küçük burjuvazi. roman başlı başına, küçük burjuvazinin bir eleştirisidir. kitap boyunca, küçük burjuvazinin hayat biçiminin ne kadar sıkıcı, banal olduğu birçok farklı şekilde okuyucunun gözüne sokulur. hatta ve hatta thérèse raquin'in yasak sevgilisi ile birleşip kocasını öldürmesinin sorumlusu, thérèse tarafından bu yaşam biçimi olarak gösterilir. thérèse'in suçluluk duygusundan kaçmak için bir kurban aradığı gerçeği gözardı edilemez ancak bir bakıma haklıdır. küçük burjuvazi, ahlaki değerlere çok bağlıdır ve thérèse'in küçüklüğünden beri güdülerinin, hislerinin bu ahlak bekçisi toplum tarafından baskılandığı bir gerçektir. thérèse ve sevgilisi, cinayeti aşk için işlediklerini iddia eder en başta. halbuki, yukarıdaki tanımda gandalgillerden'in de belirttiği gibi, işledikleri cinayet sadece güdüsel ihtiyaçlarını karşılayabilmek içindir. thérèse, kendi fikri bile sorulmadan, çocukluk arkadaşı/ kuzeni camille'le evlendirilmiştir. cinsel ihtiyaçları sürekli bastırılmıştır.
kitap yayımlandığında aldığı eleştiriler de bunu kanıtlayacak nitelikte. roman, zola'nın naturalist betimlemelerinin gerçekçiliğinden olsa gerek, pornografi olarak görülmüş ve zola, bir sürü kritik tarafından ahlaksızlıkla suçlanmıştır.
her ne kadar daha açık bir toplum olsak dahi, zola'nın eserinden günümüz türkiye'si hakkında da ders çıkarmak mümkün. thérèse raquin'in hikayesi, toplumun, bireyin içgüdüsel ve temel ihtiyaçlarının, ahlak kisvesi altında baskılanmasının sıradan insanları bile ne tarz canavarlara dönüştürebildiğinin bir kanıtıdır.
devamını gör...

madalyalı yazarlar özelliğinin gelmesi

beni çok mutlu eden özellik. katkıda bulunanların ellerinden öperim. karma puan sisteminin yenilenmesi ve yeni 21 madalyam sayesinde ilk rozetimi almayı başardım. kimse okumadığı için daha az tanım ve daha kısa tanımlar yazmaya başlamışken beni tekrardan daha kaliteli ve bilgi içerikli yazılar yazmaya itti. artık bir yazarın profiline girdiğimde de, ilk okuduklarım madalyalı tanımlar oluyor. böylece yazarın en iyi tanımlarını kolayca okuyabiliyorum. lakin içimde bir burukluk var: özellik tanıtıldığında, belki daha fazla insan uzun tanımlarını okur diye bekliyordum ama pek bir değişiklik yok. daha fazla karma puan almak iyi, güzel de, asıl önemli olan insanların okuması. gerisi hikaye.
devamını gör...

yabancı (kitap)

tanım romanın analizi olmasından mütevellit ağır derecede spoiler içermektedir.

albert camus'nun 1942 yılında yayınlanan ilk ve en ünlü romanı. sanılanın aksine varoluşçu bir eser değildir, absürt edebiyatının ilk örneklerinden biridir.
okuması gayet kolay olan bir roman olsa da, gerçek anlamda anlaması basit değildir çünkü olan olaylar üzerine birçok farklı bakış açısıyla, birçok farklı çıkarımda bulunmak mümkün.

romandaki en bariz fikir, muhtemelen insanın varoluşunun absürtlüğü. absürt edebiyatının ana fikirlerinden birisi insanın varoluşunun, insan hayatının koşullarının absürtlüğüdür. yani insan, varoluşunu, varoluş koşullarını anlayabilecek kapasitede değildir. bir örnekle açıklarsak: en kolay örnek ölümdür. ölüm, insanın gerçek anlamda kavrayabildiği bir konsept değil. insan, bir taraftan ölümün hiç gelmeyeceğini düşünür, diğer taraftan da bir şekilde sonsuza kadar yaşayacağını düşünür (bkz: din). varoluşun absürtlüğü de bu nokta da giriyor. tek bir insanın varoluşu, hayatı bir bakıma anlamsızdır. bir insanın hayatı sahip olabileceği en önemli şey ve hayat, bir insanın deneyimleyebileceği en uzun olay. ancak tek bir insanın hayatı, bütün dünya (hatta günümüzde evren) ile karşılaştırıldığında anlamsız, ufak. hepimiz birkaç jenerasyona unutulup gitmiş olacağız. bir insanın hayatına yüklediği anlam ile bir insan hayatının evrensel anlamı arasındaki ilişki absürt yani bir tutuşmazlık var.

romanın başkarakteri, meursault da burada işe dahil oluyor. roman, bir ölümle başlayıp bir ölümle bitiyor. kitapın dönüm noktasında ise yine bir ölüm var. lakin meursault, ne annesinin ölümünü, ne öldürdüğü arabın ölümünü, ne de kendi ölümünü ciddiye alıyor. ciddiye almamak tam doğru kelime değil aslına bakarsanız; meursault, kitaptaki bütün ölümlerin karşısında kayıtsız, umursamaz. lakin romandaki üç ölüm de, meursault'nun hayatını derinden etkiliyor. sonuç olarak, romanda insan hayatına iki farklı bakış açısı olduğunu söyleyebiliriz: birincisi, meursault'nun bakış açısı, ki bu insan hayatının doğadaki yerine benzer. meursault, bütün roman boyunca dış etkenlerden çok etkileniyor. annesinin ölümünde, arabı öldürdüğünde ya da mahkeme salonunda havanın sıcaklığı meursault'nun düşünmesine bile engel oluyor. meursault, devamlı dış faktörlerden etkilenen güdülerinin farkında yani meursault, bir bakıma, doğa ve çevre ile harmoni içerisinde. insan hayatına bir diğer bakış açısı ise okuyucunun ve meursault'nun arkadaşlarının olaylara bakış açısı.

iki bakış açısı arasındaki fark nedir diye sorarsanız cevabı aslında tanımın en başında verdim: insanın hayata bakış açısı ile insan hayatının dünyadaki yeri arasında bir tutuşmazlık var. toplum ve doğa birbiri ile zıt düşüyor bir bakıma. lakin yabancı'yı ilk okuduğumdan beri aklımda bir soru var: yabancı kim? bu soruya ilk cevabınız meursault olacaktır. meursault, topluma yabancı. lakin meursault, çevresine yabancı değil, doğaya yabancı değil. aksine, doğanın bir yansıması gibi hareket ediyor. her harekete, hisleri çevresel faktörlerin bir sonucu bir bakıma. diğer taraftan, meursault'nun dışındaki karakterler, toplumun normlarına yabancı olmasalar da, kendi çevrelerine yabancılar. meursault'nun annesinin cenazesinde, annesinin huzurevinden bir arkadaşı da katılır ve bu karaktere, meursault'nun mahkemesi sırasında meursault'nun annesinin cenazesi sırasında ağlayıp ağlamadığı sorulur. adam, cenazede çok ağladığını ve ağlamaktan hiçbir şey göremediğini söyler. bu etki, romanın meursault'nun gözünden anlatılması ile daha da güçlü hale geliyor çünkü meursault'nun gözünden yabancı olan kendisi değil, olamaz da.

aynı zamanda, camus insan hayatının absürtlüğüne de değinmekte. meursault'nun, romanın başından sonuna kadar başına gelen bütün olaylar şans eseri ve kendi içinde mantıklıymış gibi gözükse dahi saçma. meursault'yu cinayete sürükleyen olaylar silsilesi tümüyle şans eseri ve öldürdüğü kişi de kendisiyle hiçbir alakası olmayan biri. hatta meursault'nun gözünde o kadar yabancı ki, ismi bile yok: "arap" denilip geçiliyor. meursault'nun mahkemesi ise tam bir saçmalık. meursault, annesinin cenazesinde nasıl davrandığının üzerine yargılanıyor. işlediği cinayetle hiçbir alakası yok olmamasına rağmen. meursault, bir bakıma iyi bir evlat olarak görülmediği için idama mahkum ediliyor. toplumun normlarına yabancı, oluşu meursault'yu suçlu yapıyor, arabı öldürmesi değil.
devamını gör...

madalya müracaatları

tarih:
monarşi: #476255
bizans imparatorluğu: #476606
josef stalin: #478985
rosa luxemburg: #479070
dazlak karl: #479106
barbaros hayrettin pasa: #479343
kristof kolomb: #479684
ayasofya: #481164
verdun antlaşması: #488079
samurai: #488424

politika ve uluslararası ilişkiler:
fransa: #476515
gazetecilik: #479631
pax americana: #488559
siyaset: #635065
tableau politique de la france de l'ouest sous la troisième république: #973845

müzik:
bill withers: #483813

sinema:
anakin skywalker vs obi-wan kenobi: #488471

edebiyat ve felsefe:
godot'yu beklerken: #549038
gergedan: #559598
l'existentialisme est un humanisme: #568952
sanat ve devrim: #615584
bon sauvage: #616107
devamını gör...

ingiltere’nin biontech aşısına çamur atması

olayın komik olan tarafı avrupa birliği, ilk başta astrazeneca aşısından daha çok sipariş ediyordu lakin astrazeneca'nın verilen siparişleri zamanında yetiştirememesinden dolayı anlaşmazlık çıktı ve avrupa birliği pfizer ve moderna aşılarını tercih etmeye başladı. zaten astrazeneca'da kan pıhtılaşması olaylarından sonra kimse yaptırmak istemiyordu. şahsen, ben de yeni pfizer aşısı oldum fransa'da. pfizer ve moderna'nın aşıları hem daha efektif, hem varyantlara, mutasyonlara karşı daha etkili, hem de daha az istenmeyen yan etkisi olduğu söyleniyor.

bakalım ingiltere ve avrupa birliği arasındaki bu çirkefleşme nereye kadar gidecek. zaten balık avlanma bölgelerinden dolayı anlaşmazlıklar büyüyor. iskoçya ve kuzey irlanda'nın bağımsızlığının avrupa birliği tarafından destekleneceği de kesin.
devamını gör...

yazarların sevdiği albüm kapakları

marvin gaye'in i want you albümü
kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel
bu da albümden ı want you adlı parçası:
devamını gör...

tableau politique de la france de l'ouest sous la troisième république

tam ismiyle tableau politique de la france de l'ouest sous la troisième république (üçüncü cumhuriyet döneminde batı fransa'nın siyasi tablosu), andré siegfried'in fransız üçüncü cumhuriyeti'nin başında yani 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başında, batı fransa'da yaptığı çalışmaların bir analizidir. birinci dünya savaşı öncesinde 1913'de yayımlanmıştır. oy seçimi üzerine yapılan ilk sosyolojik çalışma olarak bilinir. siegfried, özellike dinin ve coğrafyanın bireyin oy seçimini nasıl etkilediğini araştırmıştır.

siegfried'in tezi şudur: kalker zeminde yaşayanlar sola oy verirken, granit zeminde yaşayanlar sağa oy verir. ilk duyduğunuzda kulağa çok saçma geliyor lakin siegfried'in tezi dönemin fransa'sı şartlarına uyuyor. granit zeminde, insanlar birbirlerinde daha uzak yaşıyorlar, arsalar daha geniş bir alana yayılmış durumda. granit zeminde, büyük arsa sahiplerini buluyoruz. bu tarz topluluklar da genelde katolik oluyor ve din adamları ile daha sağlam bir ilişkileri oluyor. bu tarz topluluklarda, din adamlarının sosyal ilişkilerde daha önemli bir yeri oluyor. diğer taraftan kalker zemin, daha yoğun, daha dip dibe, daha kentsel yerleşimlere neden oluyor. bu tarz topluluklarda, küçük toprak sahipleri, küçük burjuvazi bulunuyor. onların da kilise ve din adamları ile ilişkileri daha az gelişmiş oluyor ve din, bu tarz toplulukların sosyal ilişkilerinde daha az yer kaplıyor.
devamını gör...

adamantiyum

wolverine'nin bütün iskeletini kaplayan dünyadaki en güçlü ama bir o kadar da hafif olan hayali metal. logan'ın rejenerasyonunun yavaşlaması durumunda metal yorgunluğundan* dolayı ölümüne neden olur aynı zamanda. (bkz: house of m)

marvel cinematic universe'de kaptan amerika'nın kalkanı vibranyumdan yapılmıştır lakin çizgi romanlarda, vibranyum ve adamantiyum karışımıdır. adamantiyumun, vibranyumdan biraz daha güçlü olduğu söylenir. yakın zamana kadar x-men'in hakları fox'da olduğundan mütevellit muhtemelen marvel cinematic universe'de adamantiyumu görmedik.
devamını gör...

tordesillas antlaşması

ilk önce fransa kralı, ı. françois'nın italya savaşları'nda papa'dan antlaşmanın yeni bir yorumunu almasıyla (basitçe papa, tordesillas antlaşması'nın sadece imzalandığı dönemde--1494--keşfedilmiş olan toprakları kapsadığını söylemiştir), sonra da protestan reformasyonu ile beraber antlaşma, ispanya ve portekiz dışında anlamsız hale gelmiştir. politik gücü gerçek anlamda 30 yıl sürmüştür. 17. yüzyılda fransa, hollanda ve ingiltere'nin kolonileşmesinin ilerlemesi ile ise tamamen unutulup gitmiştir.

tordesillas antlaşması, bana bazı tarihi olayların yer aldıkları dönemde çok büyük etki yaratmasına rağmen aslında ne kadar çabuk anlamsızlaştıklarını hatırlatır. diğer bir örnek için tartışılır ama (bkz: justinian restoration).
devamını gör...

üç kelimeyle üniversite hayatı

kafein, alkol, makarna.
devamını gör...

düşün ki cumhurbaşkanı bunu okuyor

okuyacağını sanmıyorum. zamanı yoktur, muhtemelen arkadaşları özetini çıkaracaktır.
hatırlamayanlar için:
devamını gör...
devamı...

normal sözlük'ü kullanarak 3. parti dahil tarayıcı çerezlerinin kullanımına izin vermektesiniz. Daha detaylı bilgi için çerez ve gizlilik politikamıza bakabilirsiniz.

online yazar listesini görmek için lütfen giriş yapın.
zaman tüneli köftehor rehberi portakal normal radyo kütüphane kulüpler renk modu online yazarlar puan tablosu yönetim kadrosu istatistikler iletişim