yarımporsiyonaydınlık yazar profili

yarımporsiyonaydınlık kapak fotoğrafı
yarımporsiyonaydınlık profil fotoğrafı
rozet
karma: 474 tanım: 13 başlık: 2 takipçi: 2

son tanımları


elle yemek

günümüzde hindistan başta olmak üzere afrika ve orta asya’da halen el ile yeme alışkanlığı var.işin teknik kısmına baktığınızda ise durum şöyle; yemeğinize elinizle dokunduğunuz an, sıcaklığı, dokusu, size hissettirikleri ve enerjisi ile ilgili tüm bilgiler ellerimizde bulunan milyonlarca sinir ucu sayesinde beynimize ulaşıyor. beyin de durmuyor ve bu bilgilerin hemen mideye göndererek uygun enzimlerin ve sindirim sıvılarının salgılanmasını sağlıyor. aslında parmaklarımızda bile sindirim sistemini harakete geçiren bir takım enzimler var. uzmanlara göre, yemek yerken araya çatal, bıçak, kaşık gibi araçlar sokmak his ve enerji döngüsünün tamamlanmasına engel oluyor. elinizle yiyeceğinize dokunmak ona daha fazla odaklanmanızı sağlıyor ve bu da yediğiniz şeyden daha çok zevk almanızı sağlıyor.
devamını gör...

yasa

ve bir avukat dedi ki, "ya kanunlarımız, efendimiz"

ve o dedi ki: siz kanunlar koymaktan mutlu olursunuz, ama onları çiğnemek daha çok hoşunuza gider. tıpkı okyanus kıyısında kumdan kaleleri azimle yapıp bir vuruşta kahkahalarla bozan çocuklar gibi. siz kumdan kalelerinizi yaparken, okyanus kıyıya daha çok kum yığar, ve siz onları bozunca da okyanus size sizinle birlikte güler. aslında okyanus daima masumlara güler. hayatın kendileri için bir okyanus değil de bir kaya, kul yapısı kanunların da kumdan kaleler değil de, dilediklerini bu kayaya kazıyacakları bir keski olanlara ne demeli? dansçılardan nefret eden topala ne denir ki? ormanda özgür dolaşan geyiği ve ceylanı başıboş ve serseri zanneden, başının vurulduğu boyunduruğu seven öküze ne demeli? kendi derisini değiştiremeyen ve diğerlerini çıplaklık ve utanmazlıkla suçlayan yaşlı yılana ne demeli? düğün şölenine erkenden gelip, tıka basa yiyen ve yorulunca giderken tüm ziyafetlerin düzeni bozduğunu ve şölen verenlerin de kanun çiğneyenler olduğunusöyleyene ne demeli? ben bu kişilere güneşin altında duruyorlar ama güneşe sırtlarını dönmüşler demekten başka ne diyebilirim ki? onlar sadece kendi gölgelerini görmektedirler ve gölgeleri de onların kanunlarıdır. ve güneş onlar için gölge dağıtan bir kaynak değil de nedir ki? ve bu kişiler için kanunları bilmek eğilip topraktaki gölgelerinin izini sürmekten başka nedir ki?

ama siz yüzleri güneşe dönük yürüyenler, hangi gölge şekilleri sizleri yolunuzdan alıkoyabilir? siz rüzgârı arkasına alanlar, hangi rüzgârgülü sizin yönünüzü tayin edebilir? hangi kul yapısı kanun insanlığın zindan kapılarında boyunduruğunuzu söküp atmanıza engel olabilir ki? dans ederken ayaklarınız insanlığın demir zincirlerine takılmazsa hangi kanunlar sizi korkutur ki? giysilerinizi parçalayıp, insanlığın yoluna atmadıkça, kim sizi yargı önüne çıkarabilir ki? ey orphalese halkı, davulun sesine kulaklarınızı tıkayabilirsiniz, lirin tellerini gevşetebilirsiniz, ama hanginiz tarla kuşunu ötmekten alıkoyabilir ki?

(bkz: halil cibran)
devamını gör...

ömer aydın

senarist, yönetmen kaynak
devamını gör...

kadıköy

güneş kadıköy'de batıyordu ve doğu ve batının arasında , üçüncü tekil şahıslar tarafından kemirilmenin, üçlü bir ilişkide bir tarafın suistimalini andıran belediye yapımı arnavut kaldırımlı sokakları yavaş yavaş karanlık esir alıyordu. kadıköy'ün tüm sokakları birbirine benzer ama hep aynı yere çıkar, mc.donaldsdan adını alan havuza. semti iyi bilmeyenler sinirlenerek kan ter içinde kaybolup yine aynı yere geldiği, semti iyi bilenlerin ise ilk biralarını yudumlamaya başladığı zamanlardı. vitrin canavarları çoktan evlerine gitmiş ve kaybolan değerlerin vitrinini zoomlayan yönetmenlerin dizilerindeki rollerin, oynayan aktörlerden daha fazla ciddiye alarak, dedikodularını yapmaya başlamışlardı. o sırada adı geçen aktörse, kendini kurtaramayarak bir süre sonra teslim olduğu sado mazolu tutkusunun kırbaçlarıyla bol çığırtılı ve şiddetli bir orgazma ulaşıyordu. koalisyon güçleri sigaralık paketlerinin parasını tamamlamak için etrafa iş olup, ona buna sinyal çakıyorlardı. kadıköy'ün sakallı delisi meraklı bir bakış aldığı herhangi birinin peşine takılıp dini nutuklar çekiyordu. liseli sevgililer sarhoş sallanarak minibüslerine doğru ilerliyor, konsomatrisler yenilmiş türk islam sentezli bıyıklı adamların arasından meyhanelere doğru işe çıkıyorlardı. seyhan müzik satabileceği müzikleri prime time saatlerde çaldıktan sonra kapanmaya yakın saatlerde grup yorum'un son kasedini çalmaya başlıyordu. moda'nın kibar insanları istanbul'un kalabalıklaşmasından şikayet ederek kibarlıklarının daralan metrekarelerini ekşimiş bir suratla düşünerek evlerine ilerliyorlardı. pideciler pidelerini bitirip müşterilerinden kurtuldukları zamanlarda kürdistan'ı kurarcasına bir ışıltıyla dinledikleri ahmet kaya eşliğinde temizlik yapıyorlardı. müziklerin yüksek dinlendiği evlerdeki öğrenciler kadıköy'deki umutsuz hatun avlarına çıkıyorlardı. bu saatler gece ve gündüz insanlarının bir arada olduğu belki de tek saatlerdi, yazıcıoğlu'nun sokağındaki tezgahlarda aile boyu filmler indirilip, kaygısızca pornolar diziliyordu, zaman ise kimseden habersiz kendini kovalayanların en hızlılarına verip kan ter içinde bırakıp orospulaşarak ilerliyordu, kadıköy'de gündüzün insanları yerini gecenin karanlık çocuklarına bırakıyordu. kadıköy'de yine yeni bir akşam oluyordu.
devamını gör...

bar klişeleri

üç kişi içeride elektronik müzik çalan barın kapısından adeta evimize giren bir rahatlıkta girmiştik. evden yeni çıkan annesini babasını azarlayıp, tırtıklayan 16 yaşındaki yeni yetme kızlardan değildik ve bir bardan içeriye güvenle girmek için içeride tanıdıklar olması, barmenle kısa bir muhabbete girecek kadar bu ortamın içindeyiz mesajları gereksizdi. bizler hiçbir yere ait olamayacak kadar her yere ait olmuştuk artık. içeridekilerden üç saniyelik geleneksel bakışımızı aldıktan sonra refleks olarak hep birlikte en köşedeki masaya geçtik. okuldan gayet normal gözüken, derslerinde başarılı biri söylemişti, “aslında içinde olmak istemediğin yerlerde köşeleri tercih edersin” diye, mekanın orta bahçesinde biz en köşedeki masaya doğru ilerlerken. doğruydu. baktım, eroinin de etkisiyle herşeyi küçülten başka bir şahsiyetin ertesi günü de uyuşturucunun etkisiyle anlattığı odalar teorisini hatırladım.

“abi düşünsene bir oda var, insanlar toplanmış, dj dedikleri yarı tanrı modu belirliyo müzik şekli. masalarda oturan insanlar ve alkol getiren birkaç kişi. bar dedikleri bu, ama nedir, geçen akşam airdeydim, sen nerdeydin?” kodein muhabbetleri böyle uzayıp giderdi . fazla vizyon gerektiren bir tahlil değildi, dünyaya yeni gelen bir çocuk da konuşabilse burayı görünce bu yorumları yapardı ama belki de hayat doğarken dürüsttü, yaş ilerledikçe sahip olunan şeyler artıyor, sahip olunan şeyler arttıkça yırtıcılığımız azalıyor, makullaşıyor ve gerçekleri büküp yumuşatark hayatımıza uyduruyorduk. kendi çıplak gerçeklerinden bahsetmek , canı ne isterse onu söylemek çocuklara ve delilere ait bir özgürlüktü belki de, ve torbacıları zengin etmek de bunu yapmak için biz normal yetişkinlere ödetilen bir bedeldi.

masaya oturduğumuzda işte bu karışık duygular içindeydim. sonra etrafı incelemeye başladım, masada oturan ve ilk baştaki tarifime uyan 17- 18 arasındaki üç kız bizim masaya doğru bakmaya başladı. bakmadıkları zaman ise kendi aralarında neşeli sohbetlerine devam ediyorlardı. etrafa baktım, ve 17 yaşlarımdaki krizim yeniden geri gelmişti, barlarda, aptal siyasi parti toplantılarında, okulda, kalabalık bir ortamdaki, o hepimizin başına gelen, ancak benim teoriler üretecek kadar gölgem olan o duygu, “ne işimiz var burada” duygusu.niye buradaydık? ölçülü hayatlarımız yoktu , ölçülü hayatlarının ölçüsüz intikam gecesinde ne yapıyorduk bu insanların içinde? haftasonunu neşeli bir eğlence ile geçirecek kadar sosyalliğin bireyleriyiz diye mi, yoksa bardan bir kız kaldırarak onun verdiği tatminle öğretmenine veya patronuna beş gün ezilen insanlar gibi mi olmak için mi? hiçbiriydi, belki de son demlerimizi yaşıyorduk, belki de normalliği yaşayan insanlarla beraber olmak için barlar artık tek mekanlarımızdı, normal insanların kendini salma ve delirme mekanlarıydı artık tek birleşebileceğimiz yerler. evet, neden buydu, durmaması gereken bir beyin ve akan binlerce gereksiz yargılar dizisi, devam. evet, insanların belli bir amaç için bir araya geldikleri yerlerdeki o duygu, aidiyetsizliğin ilk karın ağrıları, ilk gençliğin ne işim var burada duyguları... hepimizin başına gelmiştir, bu duyguyla başetmenin sayfalarca yöntemlerini anlatabilirim size, çünkü her zaman yanımda olmuştu, eğlenceli hikayelerimin , bir kıza yönelik o delikanlı ağızlarda dolaşan “güldürdüğünü sikersin” mantığının ürünü olan öykülerin arasına sızardı, aramızdaki fark ise bu duygu genelde diğer insanların yanına bir başarısızlığın, sosyal beceriksizliğin üstüne gelirdi, benimse başarılı olduğum zamanlar dahi peşimi bırakmazdı bu duygu. sorun burdaydı, insanlar bu duyguyu tatminlerle boğmayı biliyorlardı, oysa ki tatmin panzehirim değildi benim, başka şeylere ihtiyacım vardı. bir yere ait olamayacak kadar her yere ait olmak belki de*.

barlarda iki çeşit insan vardı, ilk çeşidi barın demirbaşları olarak adlandırılan insanlardı, bu insanları her yerde görmüşsünüzdür, her hafta aynı bara gelir, artık onlara tanıdık olmuş simalarla bir kokteyl havasında sohbetlerini yapar, barmenleri tanır, zaman zaman bedava bir bira içer ve bundan “çok mutlu” olurlardı. bunların bir özelliği de bara gelen her insanı o barda bir yer edinmek için geldiğini düşünmeleri ve çömez muamelesi yapmaları, barın ilerlenecek bir yol olduğunu düşünecek kadar salak olmaları, ve herkesin onlara özendiğini sanmalarıydı.gerçi bu yalnızca buraya ait bir felsefe değil, ilerlemeci uygarlık mantığının her yere sızdırdığı bir ayrıcalıklı olmaya çalışma yetenek yarışmasıydı. bir keresinde trash müzik yapan bir barda böyle birine rastlamıştım, türünün en salak örneklerinden biriydi. üstünde bir manowar t-shirti ve altında siyah pantolonu vardı, yaklaşık kırk yaşlarında ve dökülen saçlarına rağmen saçlarını uzatma çabası içindeydi ve yanında 18-20 yaşlarında bir gençle grup kurma planları üzerine konuşuyordu, tuvalet müthiş bir kaybeden kokusu dolmuştu. kaybedenleri severdim, amerikalıların, türkler’in uğruna adam öldürdükleri, orospu çocuğu kadar etkili küfrü “loser” bende bir alay duygusu yaratmazdı ama bu kadar aptalını sevemezdim. binlerce kez dünyaya gelse binlerce kez loser olurdu böyleleri ve uygar dünyaya kızmıştım doğal seleksiyonu geçersiz kıldığı için kanunlarıyla, kimileri hayattan ayıklanmalıydı. ikinci çeşit için ise barın sadece işlevsel bir yanı vardı, amaç felekten bir gece çalmaktı, kadın veya erkek bulma amaçları varsa da ona uygun hareketlerini geliştirirlerdi, etraftaki demirbaşları pek takmazlar, iyi bir kahvaltı ve vitaminle de ertesi güne devam ederlerdi. iki çeşitten de hiç bir zaman olmamıştım, belki benim de bir çeşidim vardı başkalarının muhabbetlerinde, yazılarında geçen “orta yolcu barcılar” diye, bilemiyorum. ne oyunu bu kadar ciddiye alacak kadar salak görünmek istedim demirbaşlar gibi, ne de ikinci çeşit kadar hissiz olabildim, çünkü bir bar da olsa ruhu vardır her yerin. hangi çeşit olursak olalım aynı suyun içinde yüzen boklardık hepimiz, ayyaş moruk olsa belki sıcak bok, soğuk bok derdi aci ve alayla karışık gülümsemesiyle.

içeri yeni gelen bir çiftin gelmesi üzerine düşüncelerim dağıldı ve kafamı kapıya doğru çevirdim, üzerine bir servet ödenmiş takım elbiseli bir adamla, büyük ihtimalle üzerine servet ödediği,muhteşem kıyafetler içinde çok çekici bir dişi girmişti içeri. femme fatale dedikleri bu olsa gerekti, öldüren çekicilik...yan masada “bende de bu kadar para olsa” ile başlayan üst sınıflara kadar sızmış alt-kültür muhabbetleri başlamıştı bile, herkesin bakışlarını alan muhteşem vücuduyla ve pahalı elbiseleriyle de photoshoptan geçerek çekiciliğinin doruğuna ulaşmış dişi gururla etrafına bakınıyordu, o artık yüzyıllar öncesinin doğurganlık için var olan kadını değildi ve belki de cinsinin intikamını almaktan doğan gurur dolu bir gülümseme vardı yüzünde ve gelip tam karşımızdaki masaya oturdu.

üçüncü büyük biram bitti ve tuvalete gitmek için ayağa kalktım. ilk gençliğimde tuvalete az gitme metodu olarak keşfettiğim, üç büyük biraya kadar tutma metodumu uyguluyordum ve karşı masadaki dişiden bir bakış aldım, kadıköy çıkışı kaybedenler klubünden çıkan ve daha sonra her grupsal düşüncenin boktanlığını kanıtlarcasına onlardan ayrılmış bulunan ve hikayelerini yazmış olan şahsiyetin yazdığı satırlar geldi aklıma geldi; “herkes kendinde eksik olan şeyi arar şu hayatta, ve kadınlarda eksik olan ise doğaları gereği cesarettir. o yüzden cesur erkekleri ararlar, ve nasıl anlarlar bilmem ama ölümden korkusuz olan erkekleri tanırlar, belki de bilim çözer korkusuzluğun bir kokusu olduğunu” bu cezayı doğa onlara belki de karınlarındaki çocukları güvenli bir şekilde taşımaları için vermişti belki de, ya da tam cesaretlerini toplamaya çalıştıkları zamanda insanların mağaralarda yaşadığı dönemlerde, adet dönemindeki gelen kanların kokusuna gelen hamamböcekleri ve fareler demoralize etmişti onları ve bir daha kendilerine gelememişlerdi.

ve yanındaki erkeğin yanında güvenliğini sağlamış olan bu kadın, belki de biraz oyun oynamak istiyordu, canı sıkılmıştı güvenlikten, erkek mastürbatörü olan giysilerden. (kadınların her yaptığı şey 15 yaşından beri bana oyun oynayan bir çocuğun yaptıklarını çağrıştırdı. belki de sosyal hayata geç atılmalarından kaynaklanan tarihsel ve bireysel bir sonuçtu.) bu ihtiyacını hissetmiştim ve otomatize neden sonuç ilişkileri kurmaktan ve yorulup uyumaktan başka bir şeye yaramayan beynim kendine göre bu olayı çözmüştü. geri dönmeme hoşgeldin diyen yine bu dişinin bakışları oldu ve yerime otururken, yeni erkek bir çiçek yutmak isteyen bir dişi çiçek gördüm karşımda, eritme uzun süreli bir ilişkide kaçınılmazdı ve ayrıldığınızda posanız çıkmış olarak kalırdınız. erkeğin vahşiliğini ellerinden alarak kravat bağlatan kapitalizm, kadınların ruhlarını james dean, jim morrison gibi asilere verirken, bedenlerini onlara elbiseler alan şu karşı masadaki gibi salaklara vermişti ve bu salaklar karılarının onlara aşık olduklarını zannediyor ve en ufak duygusal boşluklarında neden onları aldattıklarını, ya da ayrıldıklarını bir türlü anlayamıyorlardı. uygarlığın yılmaz savunucuları bu kravatlı aptallar ordusunun bilmediği bir şey vardı, erkeğin vahşi bir damızlık olduğu ve kimi içgüdüleri ne doğanın ne de toplumsal sözleşmelerin yok edemeyeceği gerçeği. ilk çağlarda bedensel gücün birincil önemde olduğu zamanlarda, erkekler kadınları döverek götürürlerdi cinsel ilişkiye girmek için. kadınlar ise içgüdüsel olarak buna razı olurlardı, doğada güçlü bir çocuğun doğması ve türün devamlılığı için. güce taparlardı ve bu onların koparamadıkları bir parçası idi. uygarlık toplumunda ise bu önemsedikleri konularda yüksek statü sahibi olan erkeklerle beraber olma olarak gösterirdi kendini. yine doğal bir içgüdü olarak evcilleştiremediği erkekleri evcilleştirmek için yatardı onlarla kadınlar, ve başarılı olduktan sonra da kendini hukuğun da verdiği güçle aile resisi sanan erkeklerin, üzerinde hürrem sultanvari bir iktidar kurar ve onları yönlendirirlerdi. bu doğasal bir gelişim süreciydi ve statüler, kültür ve diğer şeylerin hiçbir önemi yoktu. bu yüzden erkek adlarının bolca geçtiği ve onların yazdığı düşünülen tarihin içinde aslında kadınların tarihi de vardır ve aynı soyadlarını taşıyan kadın isimleriyle değiştirilecektir yakın tarihin tarih kitaplarındaki isimler.

ama kravatlı aptalların hiçbirinin bunlardan haberi yoktu. hiçbirinin hiçbir kadının patronuna söyledikleriyle ilgili şeylerin inanmadığına ve bıyık altından gülümsediğinden haberi yoktu. ve hiçbirinin haberi yoktu kendilerini aldatmasalar bile rüyalarında başka erkeklerle seviştiklerinin hiçbirinin haberi yoktu hayranlık duydukları sistemin hiyerarşik özelliğinin onları hadım ettiğinden

beynimden geçen düşünceler eşliğinde biramı yudumlayarak karşımda bu güzelliğe bakıyordum ve onun da bunmu farkettiğini ve hoşuna gittiğini biliyordum çünkü kadınlar kendilerine bakıldığını, ve beğenilerek bakıldığını bir kaç saniye içinde anlarlar yan gözle bile. “ama ben seni hiç öyle düşünmemiştim, hep arkadaş olarak görmüştüm.” denen ergenlik cümlesinin tercümesi şudur; “seni sevgili olmaya layık görmüyorum, uzaktan benden hoşlan ve beni böylece diğer erkeklere karşı güvenli kıl.” yıllar önce düşüncelerin kafamdan geçtiğinin gözlerimden belli olmasını kamufle ettiğim için, kaçamak bakışlarından kafamın karışık olduğunu anlamadığını biliyordum ve anlasa da masama otruduktan sonra anne tadında bir şevkatörlüğe geçebileceğini ve onla yatma şansımın hiç kalmayacağını biliyordum. zaten gözlerimle yalan söylemeyi öğrendikten sonra başarılı olmaya başladım hayatta, daha önce herkes kurt cobain türevi burcuma özgü bakışlardan anlayabiliyorlardı kararsızlıklarımı. en usta aktörüydüm hayatın, kimse göremezdi, saliselik göz dalmlarımı, karşıdaki deri elbiseler içinde femme fatal bile.

haftasonu evde oturnın sıkıcı olacağını düşünen ve haftasonu eğlenildiğinin öğretildiği insanlar yavaş yavaş barı doldurmaya başlamıştı. cumartesi gecesiydi. ölçülü hayatların ölçüsüz intikam gecesi. bardakilerin evde geceye hazırlanan arkadaşları ise telefonlarla bardakileri arıyor ve kaçırdıkları dakikalar için muhtemelen üzülüyorlar ve sabırsızca kuaförde saçlarını yaptıran karılarını bekliyorlardı. evdeyken, bir şeyleri kaçırdığım hissine 19 yaşlarında bırakmıştım, dışarı çağırdığım bir arkadaşın telefonda “ dışarda da sıkılıyorum evde de, en azından para harcamadan sıkılırım.” cevabını verdiği zaman. o zaman anlamıştım kaçan hiç bir şey olmadığını, coca cola’nın “herkes burda sen de tıkla” reklamının hedef kitlesi dışında olduğumu. ( yaşamın kimseye yetmediği zamanlardayız, siz hiç bu kadar şizofreni bir arada gördünüz mü tarih boyunca? filmlerde ağlayıp gülmek mi olacaktı tarihin son noktası, hangi endüstri mühendisinin fikriydi bu duygu boşaltımı?)

“kravatlı aptal ben senin hayallerinim.” ağzımdan küfür gibi çıkan cümleyi sesli söylediğimi fark ettim ve bira bardağının dipte kalan son yudumuna uzanarak, son yudumumu da bitirdim. yan masadaki insanlar garip garip bakmaya başlamışlardı kendi kendime konuştuğumu duyunca. garsonu çağırıp hesabı isteyip, buradan çıkıp biraz hava almalıydım sanırım. hesabı ödedim, vestiyere parayı vererek paltoyu aldım ve femme fatal’i tahtayarrak hesap ödeyicisi sevgilisine bırakarak dışarı çıktım. garip bakışları üzerimde hissetmek alıştığım bir durumdu, lisede, üniversitede bir kaç kankam dışındaki herkesin bakışlarını hatırlıyorum, o garip kuşku dolu bakışlarını, her ders çıkışı mimarlık fakültesinin önünde içtiğimiz zamanlardan sonra eve doğru dönmek için giderken, anlaşılmayana duyulan korku ve kuşku dolu bakışları üzerimde hissettiğimi hatırlıyorum, fakat liseden alışık olduğum için etkilenmiyor ve eskiden olduğu gibi bu bakışlar yürüyüşümü acemileştirmiyordu. (garip gözlerle bakıyorsunuz bize, peki en son gündelik yaşamını, duygulara harcayanlar da yok olunca ne yapacaksınız? kahramanlarınızı nereden toplayıp, nasıl çekeceksiniz filmlerinizi?)

“kravatlı aptal, ben senin yapamadıkların, söyleyemediklerinim.” kendi kendime konuşma krizim tutmuştu yine ve kurtulmam gerekiyordu, kafam esrarlı gibi işliyordu ve bunu durduramıyordum. bir keresinde bir arkadaşımdan “born as stonned” diye bir deyim olduğunbu duymuştum ve “işte o sensin, kafamızı sikip durma oğlum,manitalardan bahset, eve gidince de git kitap yaz, hem birkaç manita da bize paslarsın.” demişti gülerek. belki de yazmalıydım kitabı ve onun getirdiği yazar statüsüyle hareketlerimi meşrulaştırıp garip gözleri egale etmeliydim, ama sorun hiç bir şey yapmak istemememdi zaten. meşgul olsaydım ve bir şeyler yapıyor olsaydım zaten düşünmezdim hiçbir şeyi.( ve hiçbir şey yapmayanlar ve sıkıntıdan delirenler için de bir yol bulmuştu insanlık, yazar olmak.) üretim sürecine katılmayı saçma buluyordum , ölümlü bir dünyada ölümsüz bir sistemin kurulmasına katkıda bulunmak bana çok fazla mantıksız geliyordu. makinelerin dönmesi için, 8 saat bir büroya tıkılmak, ya da bir yer açıp orada oturup müşterilerin gelmesini beklemek... hepsi çok saçmaydı ve eninde sonunda sıkılacaktım, o zaman neden başlamalıydım ki. lisede içtiğimiz kadıköy’deki mendireğe mi gitsem diye düşündüm buradan, oraya gitmeyeli 5 bucuk 6 sene filan olmuştu, sonra orada olmamın hayali bile sıkılmama yetti ve vazgeçtim. lisedeyken hayattan sıkıldığım zaman 1-2 bira alıp kafa dinlemeye giderdim mendireğe.(sosyal hayat kimi zaman bunaltıcı olurdu. sadece köşenizde çay içip, tavla oynamak isterdiniz, ama onlar size sevgilin var mı derlerdi. yeteneksizce hazırlanmış yetenek testleri yapıp, neye yeteneğiniz olduğunu belirleyerek, emek yetenek sentezi başarıdır ana fikirli nutuklar çekerlerdi. siz sadece balık tutmak isterdiniz, insanların özsaygısının başkalarının saygılarına muhtaç olduğunu çok iyi bilirler ve “loser” tadındaki gazlamalarıyla mutlaka içinize bir kurt düşürmekte çok başarılılardı, akıllıca üretim- aptalca tüketim oyunu* bu yüzden hala devam ediyordu, eğer bu oyunun dışında kalmak isterseniz size bir boka yaramadığınızı hissetirmek için her şeyi yaparlardı.) en son gittiğim zaman eski tadı alamadığımı ve biralarımı yarım bırakıp oradan gittiğimi hatırladım. keşke gelmeseydim de, kafamdaki imge güzel kalsaydı demiştim, içimden.

“bi winston kutu verir misin?” dedim markete girip,
“winstın box mı abi” dedi bakkaldaki adam hafiften sırıtarak.
“ha ha box” dedim biraz da bezgin bir ses tonuyla. ingilizceyi okuyan bendim , ama onun ukalalığını yapan bakkal amcamdı. onun adı senelerden beri aramızda winstondu, öğrenci sigarası winston. orta 3’teyken okul temsilcisi elemanın “winston light çıktı” gazete ilanını kesip “beyler winston light çıkmış” diye bağırarak sigara içilen tuvaletleri dolaşmasını hatırladım ve gülümsedim.
tuvaletler her zaman lisenin en eğlenceli ortamları olmuştur, (bir yerin arka sokaklarını bilemeyenler orada eğlenemezler zaten.) tüm güzel anılarım okulun tuvaletlerinde saklıydı. “bir gün okula gidersem tuvaleti ziyaret ederim.” dedim kendi kendime. okul en güzel yerinin bok kokan tuvaletler olduğu bir yerdi ve eğlence tuvaletlerdeki bir hücre örgütlenmesine kitlenmişti eğitim kurumlarımızda. üzerine söylenecek hiç bir şey bıraktırmıyordu bu özelliğiyle. 50 dakikalık dersler, 10 dakikalık teneffüs mekanikliğinin oksijen tüpüydü bizim için o tuvaletler, ne kadar kötü koksalar da. (makineler arasındaki soluğunuz biz sizin, insanlığa dair son kalıntılarız, bir gün tutuklanır tüm “serseri”ler, o zaman hepiniz yaralı gideceksiniz evinize*.) ilk gördüğüm bara girmeye karar verdim, nasıl bir yer olursa olsun, hava soğuktu ve üşümüştüm, hava almam beynimde düşüncelerin dönmesini engellemiyorsa sıcakta kalırdım , en azından üşümezdim...
devamını gör...

marihuana

.....kanka kovala...önce kapalıydı bütün gözler sonra kimi insanların ve kimi insanların kitapları jiletler oldu gözkapaklarını gözden ayıran, ve faltaşı gibi açıldı gözler.(konuşmayı da babamızdan öğrenmiştik zaten.) esen rüzgar gözyaşlarını dökerken, birer terdi onlar hayatın akıttığı ve sonra terkedip gitti bizi belki de son güne dek. ve sonra yakılan her sigarayla sertleşti gözbebeklerimiz.

100 cümlelik sosyal yaşam hegemonyalarını yıkmak için dans ettik anlamlar dünyasında, onlarsa her an "up"tılar ve "enerjik.",e (kazanmak değil, çok göreli o) rahat olmak için kaybetmeler gerekiyordu, tecrübe yenilen kazıkların toplamıydı. sonra kadıköy'ün arka sokaklarından yürürken, öğrendik, alay etmeyi,toplu olarak sürekli eğlenmek yeterliydi kuşkulu ve nazarlı bakışları için, eğlence 21. yyın başlarının tanrısı'ydı ve kaçırılan ne var diyerek kan ter içinde hayatın kaçırıldığı zamanlardı. ve gözlerini kısıp, gülümsemek intikamıydı toplumun neşeli ve "ı made the day" güruhuna karşı. ve sonra yakılan her sigarayla sertleşti gözbebeklerimiz.

ve sonra kuşbakışı bakışımızla alay etmeye başladık herşeyle, çünkü her bürokratın yüzü ciddi ve sadece poker oynarken anlamlıydı. anlamlar ayırdı insanları, rasyonalizm dedikleri içgüdülerin rasyonalize edildiği herkesin bildiği ama herkesin paranoyak olduğu bir oyundu, toplu bir gülüşle hepimiz herşeyini biliyoruz diyerek gülme korkusundan başka birşey değildi sosyal yaşam. herkes aynıydı, o yüzden miydi farklı ya da farklı olmaya çalışan toplumsal sınıfların kültürünü oluşturan anlamlar. biz de intikam almak için anlamları yaratanlardan en lümpen sınıfın anlamlarını aldık yüreğimize. ve sonra yakılan her sigarayla sertleşti gözbebeklerimiz.

amaçlar doğuştan tamamlanmıştır, sonradan eksiltilirler zaten. bir gölge edindik koyu bir ağacın altında bunu anlayınca, ve taşlar atmaya başladık koşarken traji-komikleşen insanların amaç çemberlerine. sonra gölgemize döndük, yaramazlık yapan kızların gecici durağı olan , bir çembere atlayıp giden ve dikkat et diye gönderilen. ve yine sonra yakılan her sigarayla sertleşti gözbebeklerimiz. anlayamayanların kafasını karıştırmak için metaforlardan anaforlardan yaptık, sonra da içine attık, sonra içine girdik çıkarmak için, bizim de kafamız karıştı. dizdik kibrit çöplerini sonra da üfleyip devirdik. sonra dizdik yine kibrit çöplerini ve... ve sonra yakılan her sigarayla setleşti gözbebeklerimiz.

hep unutulur da bir merdiven olmadı ki hiçbir zaman dünya, hatırlatmak için burada olacağız. kanka kovala, "kadıköy on numara be abi"
devamını gör...

normal sözlük yazarlarının dizi önerileri

1- (bkz: breaking bad)
2-(bkz: sherlock)
3-(bkz: boardwalk empire)
4-(bkz: narcos)
5-(bkz: the sopranos)
6-(bkz: better call soul)
7-(bkz: fargo)
8-(bkz: black mirror)
9-(bkz: band of brothers)
10-(bkz: peaky blinders)
11-(bkz: vikings)
12-(bkz: the mandalorian)
13-(bkz: justified)
14-(bkz: line of duty)
15-(bkz: the wire)
16-(bkz: shameless)
17-(bkz: game of the thrones)
18-(bkz: the boys)
19-(bkz: quenn of the south)
20-(bkz: trailler park boys)
21-(bkz: el chapo)
22-(bkz: the end of the fucking world)
23-(bkz: mad man)
24-(bkz: spartacus)
25-(bkz: the crown)
26-(bkz: dark)
27-(bkz: la casa de papel)
28-(bkz: marco polo)
29-(bkz: bir başkadır)
30-(bkz: the good place)
31-(bkz: son of anarchy)
32-(bkz: the messiah)
33-(bkz: doc martin)
34-(bkz: true detective)
35-(bkz: lillyhammer)
36-(bkz: ozark)
37-(bkz: sick note)
38-(bkz: top boy)
39-(bkz: blacklist)
40-(bkz: behzat ç)
41-(bkz: louie)
42-(bkz: sıfır bir)
43-(bkz: masum)
44-(bkz: şahsiyet)
45-(bkz: rise of empirer ottoman)
46-(bkz: escobar /kötülüğün efendisi)
47-(bkz: leyla ile mecnun)
animasyon :
48-(bkz: rick and morty)
49-(bkz: f is family)
50-(bkz: bojack horseman)
51-(bkz: south park)
devamını gör...

ileri demokrasi

yaşadığımız bu ülke dünya demokrasi endeksinde bu yıl 104. sıradadır. son yıllarda 20 basamak daha düşmüştür. evrensel demokrasi anlayışına göre kısaca bu ülke demokratik falan değildir. diyeceksiniz ki seçim oluyor daha ne istiyorsun ? seçim bir demokrasinin en son göstergesidir. kuzey kore , mısır , nijerya’da da seçim oluyor . bir ülkeyi demokratik yapan kurumlarıdır ve demokratik ilkelerin uygulanmasıdır. ülkede basın özgürlüğü yoksa ; ‘’kardeşim biz millet öğrenmesin diye meclis televizyonunu kesiyorsuz sen hala yayınlıyorsun’’ veya ‘’alo fatih kaldır o altyazıyı’’ diyorsa , ödediğim vergimin nereye gittiğini hükümete sormamın bir yolu yoksa , toki ‘’sarayın maliyeti açıklanırsa kişiler ve kumu zarar görür’’ diyorsa , sayıştay raporları meclise gelirse duman oluruz diyenlerin hesap verme kültürü yoksa, şeffaflık yoksa , millet semtinde ki ağaçların kesilip gökdelen yapılmasının karar mekanizmasına katılamıyorsa , katılmak istediğinde coplanıp gazlanıyorsa , taraftar grupları bile darbecilik ile suçlanıyorsa o ülkede demokrasi falan yoktur geçiniz … bu şartlarda her pazar seçim yapsanız dünya sizden bir demokrasi olarak bahsetmez.

özgürlük tılsımlı bir kelimedir. çiçekler ,ağaçlar bitkiler için su , güneş ne ise , insanlığın gelişmesi için özgürlük gerekir. bu özgürlüklerin başında da ifade özgürlüğü denir. ifade özgürlüğü aykırı farklı düşünceleri ifade etmek için vardır. diktatörler ve onun dalkavukları zaten özgürdür. mesele alkışlanmayı değil yuhalanmayı özgür bırakmaktır. ortaçağ kafası da dünya yuvarlaktır diyen şahsa etmediğini bırakmamıştı ama o adam sayesinde şu dakika hür ve ileri ülkeler marsta bilimsel çalışmalar yapabiliyor . dünyaya sinyaller gönderiyor. bu esnada bizimkiler çaycıyı dışişlerimizi kim dinledi diyerek sorguluyor.

demokrasinin bir başka olmazsa olmazı kuvvetler ayrımıdır. 7 haziranda seçeceğiniz insanları ankara’ya kanun yapmaktan önce sizin adınıza hükümeti denetlesinler diye gönderecek vergilerinizle maaşlarını ödeyeceksiniz.ama sistem o kadar kokuşmuş ki vekil denetlemesi gereken bakanlar için ‘’onlar bizim kankalarımız nasıl gönderelim yüce divan’a’’ diyebiliyor. burhan kuzu ‘’ devlette bir israf varki anam anam’’ yada bülent arınç ‘’ devlette ki israfı bitirsek vergiye gerek kalmaz ‘’ dememiş miydi ? israf dedikleri bizim alın terimizden alınan vergilerdir kardeşlerim . az buz değil bugun 4 kişilik bir aile günlük 60 lira vergi verecek devlet babasına …

şimdi milletinvekillerine sormak lazım koca bir hiç dışında ne işe yararsın ?
yargının bağımsız tarafsız olmadığı bir ülke bitmiştir. sokakta ki insanın despotizme karşı sığınacak bir limanı kalmamıştır. adalet ekmektir bayanlar baylar . ülkeyi yönetenler çalsamda çırpsamda kimse bana dokunamaz konumuna girdiyse boku çıktı demektir. ülke ekonomisi başaşağı gitmeye hazırdır demektir. cemil çiçek ‘’anayasanın 138. maddesi yargı bağımsızlığını garanti altına alan madde ölmüştür’’ polisin yani canınızı alma hakkı olan insanların bağlı oldugu içişleri bakanı ‘’anayasayı tanımıyoruz’’ diyor . cuntacı bir generalin kendisi için koydurttuğu cumhurbaşkanı yetkilerine gelince maşallah beğenmedikleri anayasayı babalarının oğlu gibi tanıyorlar .

türkiye ileri gidiyor diyen kardeşlerim yukarıda örnekleriyle özetlediğim durumda ki bir ülkeye para yatırım gelmez, para gelmez. bırakın para gelmesini içinde ki beyin gücü de para da kaçar. kaçıyor da . bu gidişat değişmez ,bu ülkeyi bu konuma getirenler görevden alınmazsa fatura hepimiz çok daha ağır olacaktır. yolsuzluk ve rüşvet her ülkede olur . asıl mesele yolsuzluğun üstüne gitmesine izin verilmeyen adaletsizliktir. toplumda huzurun temeli adalet duygusudur. bir ülke rüşvet sıralamasında rekor kırıp 1 yılda 11 basamak düştüyse o ülkede sefaletin artması zaman meselesidir. şantaj , montaj , dublajla bizlere masal anlatanlar yatırımcıya bu durumu anlatamazlar. çalıyor ama çalışıyor demek bizim çocukta kötü yola düştü ama eve çok iyi para getiriyor demektir. türkiye özgürlükler, demokrasi ,rüşvet ,yolsuzluk, yargı bağımsızlığı sıralamasında başaşağı gittikçe dev finans , elektronik , enerji , havayolu şirketleri, bankalar , yatırım gruplarıda tası tarağı bırakıp gitmektedirler. onlar çekip gittikçe ülkede işssiz ve fakir sayısı artmaktadır. mitinglerde asgari ücreti şu yapıcam bu yapıcam işssiz fakir bırakmayacağım demek ile işssizlik bitmez ücretler artmaz. zekası tencerede kaynayan tavuğun kine eşit insan bile buna inanmaz. işyerleri ve fabrikalar açılacak ki emeğe talep olsun . işverenler çalıştıracak adam bulamadığında ücretler artar. adam 10 veriyorsa 15 verir . çünkü başka çaresi yoktur.

hiçbir siyasi liderin ağzına almadığı bir kavramın öneminden söz etmek isterim ‘’mutluluk’’ mutluluk hür dünya ülkelerinin temel değerlerden biridir. ileri demokrasiler şöyle derler ‘’ yaşam özgürlük ve mutluluğun peşinde koşma hakkıdır’’ yine avrupa birliği marşının adı ‘’mutluluğa övgüdür’’ yasaklamak mutluluk getirmez .baskı ,despotizm, yaşam tarzı dayatmak mutluluk getirmez. mutsuz insan vatanını sevmez. özgürlük mutluluk getirir. ne diyor akp liler ‘’anaokulundan itibaren belli bir yaşam şekli öğreteceğiz ‘’ sonra ise ‘’biz kimin yaşam tarzına karışıyoruz diyorlar’’ resmen bizimle dalga geçiyorlar . anlattıklarımdan ikna olmadıysanız sizden ricam google da görsellere girin . ülkeler arası ifade ,basın, internet, inanç özgürlükleri sıralamaları var.özgür ülkeler açık yasakçı baskıcı lanet ülkeler daha koyu renklerde .. sonrasında milli gelir zenginlik refah huzur haritalarına bakın . orada göreceksiniz ki zenginleşmiş ülkeler özgürlüğe saygılıdır. sefalet içinde yaşayanlar ise demokratik değerlerden nasibini almamış baskıcı,yasakçı , dayatmacı otokrosiler tek adam yönetimleridir. işte o yüzdendir ki haberlerde iran ‘a suudi arabistana afrika ya diğer körfez ülkelerine kaçak girmeye çalışırken boğulan göçmen haberleri duymayız. 3. dünyanın tüm garibanları hür dünya’ya kaçmaktadır.

bir toplum için en büyük tehlike ülkeyi yöneten gücün bir noktada odaklanmasıdır. çarpık seçim sistemli bir genel başkanlığı olan ülkemizde cumhurbaşkanı , başbakan , meclis başkanı , meclis çoğunlu aynı parti ve zihniyetten olursa zamanla yargıda o zihniyetin kontrolü altına girer. bugun arap ülkelerinde onbinlerce adil seçim ve hakkı için keskin nişancı kurşunlarıyla can verirken biz yarın ülkemizde iddaa ediyorum ki son veya sondan bir evvelki yarı adil yarı serbest seçimi yapacağız. burada particilik oynamıyorum . 14 yıl önce bu ülkeyi çiçek çocukları yönetmiyordu. hatırlıyorum. ben sizlere demokratik bir ilkenin katledilişini anlatmaya çalışıyorum. referandum sonrası kim ne dersin yüksek yargı belli bir siyasi zihniyetin kontrolune geçmiştir. yüksek seçim kurulu üyeleride yüksek yargı üyelerinden oluşur. bugun yargıtay ve danıştay başkanlığı seçimleri sadece iktidar partisi mensuplarını ‘’güzel allahım verdikçe veriyor’’ diye sevince boğuyorsa . tüm partilere eşit mesafede yaklaşması tarafsız ve adil kalması gereken ysk nında tarafsızlığını tartışmak artık zaman meselesidir. aziz yıldırım veya bir futbol başkanı maçlara kendi hakem seçebilseler ancak bu kadar keyifli olabilirdi.

evlerimizin özel yaşamlarında çocukları kullanan cinsellik ve uyusturucu siteleri dışında hiçbir internet sitesine erişim yasaklanmamalıdır çoluk çocugun ahlakından heykelden tahrik olan bürokratlar değil aileler sorumlu olmalıdır. seçim meydanlarında futursuzca küfür serbestken stadlarda küfürün yasaklanmasını anlayamıyorum . kadına şiddet bu iktidarda %1400 artmıştır. beni koruyun diyen yalvaran kadınlarımız daha sonra bıçaklanmak ağzı burnu kesilmek katledilmek üzere evlerine gönderilmiştir. somut öneri mi istiyorsunuz ? ceza verirken yargıçların gelenek , görenek ,töre , tahrik , namus gibi saçmalıkları taktir haklarını kullanmalarının önüne yasalarla geçmek gerekir.

tayyip erdoğan ı şiir okuduğu için hapse gönderen zamanında benimde anlamlandıramadığım yargı, yarın muhalif bir siyasiyi şiir okumaktan mahkum edilecek yargı şekline sokulmuştur. bu gidişat herkes işin tehlikelidir. insanlar fakirliğe , yoksulluğa tahammül gösterilirler ama adaletsizliğe asla ! bu ülkede ciddi bir halk ayaklanması olursa etnik nedenlerden fakirlikten yoksulluktan değil , tunusta tezgahını geri alamayan üniversiteli seyyar satıcı gencin kendisini yakması gibi adaletsizlikten olacaktır. akp bu ülkeyi gerçekten sivilleştirdi teşekkür ederim . fakat sayelerinde öğrendik ki her sivilleşme illaki demokratikleşme getirmiyormuş. mevcut sistemimizde hiçbir partiye bu kadar uzun süre bu kadar kontrolsüz güç verilmemelidir. bunu akp ye karşı olduğum için söylemiyorum . chp ye de mhp ye de hdp ya da diğer partilere de bu hakkı vermemeliyiz. yıllardır bir kafa geliyor türbanlıyı geliyor joplatıyor ağlatıyor.bir kafa geliyor ücretsiz eğitim isteyenleri hapse atıyor diğer bir kafada güneydoğuda ki kardeşlerimize hayatı zehir ediyor. ya arkadaş rahat verin huzur verin insanlara … siz önce musluktan içilebilir su akıtın .

dünya çapında türk devletiyle milyarlarca dolarlık iş yapan 3 büyük firma kendi ülkelerinde yetkililere ‘’bir suç işledik türkiyede dahil onlarca ülkede rüşvet verdik. cezamiza razıyız ‘’ dediler . iftira değil itiraf ediyorlar. türkiye hariç bütün ülkelerde tatbikat başladı . fakat türkiye ‘de hukuk bunu iftira edip soruşturma başlatamıyor, basın yazmaya korkuyor. günlük insanı ihtiyaçlarını karşılamak için en çok rüşvet veren ülke avrupa 1. si türkiye’dir. bu rüşveti alanlarda 14 yıllık hükümetin atadığı kişilerdir. rüşvet hırsızlıktır. vatandaşın cüzdanından para çalmaktır. ahlaksızlıktır. siyasetçinin uçkuru günlük yaşamımızı etkilemez kendi ailesini ilgilendiren bir meseledir. fakat rüşvetçi hırsız ahlaksızın yuzunden bizler ekmeği , benzini , suyu , otobüsü , doğalgazı daha pahalı kullanıyoruz.dini açıdan baktığımızda da allah korkusu olan adam çalmaz. çalana da oy vermez.

kişi başına düşen jop darbesi ve biber gazı tüketiminde hapishanede ki gazeteci sayısında çin, iran, mısır , kore gibi ülkeleri geçip dünya 1. si olan ülkemiz dünya demokrasisinde de 98. sırada olması gayet normaldir. demokrasinin temeli hoşgörüdür. yıllar içinde muhalif ama barışçıl gençlere, muhalif gazetecilere, iş adamlarına , sivil topluma karşı sergilenen tahamulsuzluk 74 milyonun önündedir. hükümet , osmanlı nın cografyasından önce hoşgörüsünü kendilerine hedef koymalıdırlar.

seçimde akp ye oy vermeye kararlı olsanız bile lütfen elinizi vicdanınıza koyun kendinize sorun ! farzedelim türkiye de bir ilde 100.000 oy alan partinin adayları baraj yuzunden meclise gidemezken 1000 oy alan partinin tüm adayları meclise girmektedir.avrupa da konuşmasında %10 barajı demokrasi ile alakalı değildir diyen bay cumhurbaşkanı milli irade diyerek kül bırakmaktadır.iktidar partisinden önde gelen profesör sıfatlı bakan ’yok ya barajı kaldıralım da millet partisine oy versin var mı öyle dava ‘’ diyor ve bu zat seçimden sonra hazırlamayı planladıkları sözde özgürlükçü sivil anayasa metninde söz sahibi olacaktır. bu yasak delisi zihniyetin özgürlükçü anayasa hazırlaması mudurnu tavukçuluğun tavuk hakları bildirgesi hazırlaması gibi bir şey olacaktır. milletini yere göğe sığdıramayan bay cumhurbaşkanı ‘’milletimiz barajın kalkmasına hazır değil’’ demektedir.. yani siz sevgili yurttaşlar cumhurbaşkanına göre meclise henüz kimi gönderebileceğinizin bilincinde değilsiniz. kafamı karştıran şu ki ; milletvekili seçmek bilincinden yoksun bu halkımız 12 eylül referandumunda hakimler savcılar yuksek kurulu kaç üyeden oluşsun ? anayasa mahkemesine sayıstay ve yök kaç üye göndersini belirleyecek kadar bilinçli ve bilgili değil miydi ? her fırsatta tarafsız olduğunu idda eden basından yürekli bir gazeteci çıkıpta ‘’hangisi bay cumhurbaşkanı bu milletin zeka ve bilinç düzeyi sizin siyasi ihtiyaçlarınıza göre günden güne değişecek mi ? ‘’ diye korkudan soramıyor . hükümet bu sorulara cevap veremeyeceği için bucak bucak rakip siyasi partilerden tv ekranlarında tartışmaktan kaçıyorlar. seçim meydanlarında kalabalıklara yapılan konuşmalar taraftarları türbüne toplayıp boş kalaye gol atmaya benziyor. ne acıdır ki 3 partinin milletin vergilerinden bu yıl seçime kadar her gün 2 milyondan fazla para ile otomatiğe bağladıkları medya da boş kaleye atılan bu golleri bizlere demokrasi diye yayınlıyor. helal kavramını dillerinden düşürmeyenler haramla siyasetin önde gidenleridir. seçime giren her partinin seçmeni vergi veriyor . ama kamu ihale yasasını neredeyse 20 defa değiştiren sözde adaletin partisi kendi kasasına bu yıl 186 milyon koyarken seçime giren baraj altı partilere tek kuruş vermeyen yasayı değiştirmiyor.

hükümet tutuklanan her muhalif için bu bir yargı kararıdır. saygı duymak lazım edebiyatı ile topu başkalarına atıyorlar. o halde sizde partinizin laiklilk karşıtı eylemlerin odağı olmaktan mahkum edip cezalandıran 11 yargıçtan 10 unun kararına saygı duymalısınız .

laiklik olmadan demokrasi olmaz gerçi bizim ülkemizde laiklik tanımıda evrensel tanımın dışında kişisel bir boyut kazanmıştır .ama bunu birlikte düzeltebiliriz. laiklik ülke yönetimini kural ve kaidelere bağlar. keyfiyetten kurtarır. yakın tarihten hatırladığımız george bush laikliğe inanmayan hersabah tanrı ile konuştuğunu iddaa eden bir insandı . dünyanın başına neler açtı hepimiz gördük.din devleti israil in bu toprakları bize tanrı verdi diyerek bölgeye getirdiği zulmü görüyoruz. söz konusu devletse hak hukuk adalet teferuattır diyen bir yanlış yargı düzeni söz konusu bizim cemaat ise hak hukuk adalet teferuattır diyen bir başka yanlış düzen ile değiştirilmeye çalışılıyor. yanlış yanlışla nasıl düzelir ?

demokrasinin d sinden anlayan adam kürt açılımı roman açılımı alevi açılımı gayrimüslüm açılımı yapmaz. bi tane açılım yapar ve tanrı dinine diline ırkına etnik kökenine bakmadan her insanı bazı temel hak ve özgürlüklerle eşit yaratmıştır. bu hak ve özgürlükleri siyasi liderler insanların elinden alamaz veya da bir lutuf gibi veremez. siz hala bu yasakçı zihniyetten ileri demokrasi bekliyorsanız taksim veya kızılay meydanında vapur bekleyin o da gelir. senin başkalarının yaşamına saygı duymamanda ego ve komplekslerinden başka bir şey değildir.
devamını gör...

filtre kahve

türkiye sınırları içinde bulabileceğiniz, kaliteli kahve çekirdekleri satan ve çekirdeğin niteliğine göre doğru standartlarda kavurma işini beceren kahve dükkanları ne yazık ki bir elin parmağını geçmiyor. bir kahve tutkunu olarak denediklerim içinde beğeni sırama göre yazarlara önerilerim ;

(bkz: coffee department)
(bkz: probador colectiva)
(bkz: boxx coffee roasters)
(bkz: petra roasting co)
(bkz: roast and found)

bu firmalarda nitelikli kahve çekirdekleri ve her çekirdek ile alakalı detaylı bilgi bulunuyor. tr'de her noktaya online siparis ile kargo gönderiyorlar. fiyatları diğerlerine göre pahalı gelebilir. ama imkan dahilinde ise denemenizi mutlaka tavsiye ederim.(iyi kahve pahalıdır)

çekirdekleri aldıktan sonra bugünün parası 250 tl civarı başlangıç ekipman maliyeti ile kahve keyfinize bambaşka bir boyut kazandırabilirsiniz. gerekli olan french press, ucuz bir hassas tartı ve öğütücü...

french press tarif :

tek kisilik : 20 gram kahve icin 280 ml su gerekiyor.. (1'e 14 kuralı yani 1 gram kahve icin 14 ml su.. (kahve damak tadina ağır gelirse 1'e 15 veya 1'e 16 gram kullanilabilinir. ben biraz sert seviyorum) hassas tarzı yok ise bir tepeleme tatlı kaşığı öğütülmüş kahve, aşağı yukarı 5 grama karşılık geliyor.

(tek kisilik)
1'e 14 : 20 gram kahve 280 ml su (sert)
1'e 15 : 20 gram kahve 300 ml su (orta)
1'e 16 : 20 gram kahve 320 ml su (hafif)

kahveyi french press icin deniz tuzu kalinliginda öğutmemiz gerekiyor. her farkli kahve ekipmanı için öğütme ayarı farklı..

ideal su sicakligi kahvesine gore 96 ile 93 derece.. 100 derece su kahveyi yakıyor. ısı ayarli ısıtıcınız yok ise su kaynattiktan 1 dk sonra kahve ile bulusturun.

kahveyi su ile temas ettirdikten sonra tahta kasikla karştırın. metal kasık aromayı zedeliyor.. suyun taze ve ph seviyesi 6 7 arasinda olmasi onemli bir lezzet detayi..

kısaca ideal sıcaklıktaki suyu ideal ölçüde ki nitelikli kahve ile bulusturup, kaşıkla karıştırıp tam 4 dakika bekliyoruz. (detaylar önemli) akabinde yavasca pressleyin. kahvemiz hazir. hersey tam hesabiyla yapilirsa ideal lezzetin yakalanmasi standart bir hal aliyor.

daha fazla aroma ve pürüzsüz içim için v60 ile demlemeyi öneririm. lakin ustalaşmak biraz deneyim ve el becerisi gerektiriyor.

her kahve cekirdeği ise bambaşka bir lezzet deneyimi.. damak tadina uygun olanları deneyerek bulabilirsiniz

afiyet olsun...
devamını gör...

acı çekmekten zevk almak

acınız, anlayışınızı saklayan kabuğun kırılışıdır. ve eğer kalbinizi, yaşamınızın günlük mucizelerini hayranlıkla izlemek üzere açarsanız,acınızın, neşenizden hiç de daha az harikulade olmadığını göreceksiniz; ve kırlarınızın üstünden mevsimlerin geçişini kabul ettiğiniz gibi, aynı doğallıkla, kalbinizin mevsimlerini de onaylıyacaksınız. ve kederinizin kışını da, pencerenizden huzur içinde seyredeceksiniz. acılarınızın çoğu sizin tarafından seçilmiştir. "bugünün acısı, dünün hazzının anısıdır" demiş halil cibran
devamını gör...

entropi

entropi artık eskisi gibi değil !

not : entropi, termodinamiğin 2. yasası'na göre sürekli artar. yani evrende sürekli artan bir düzensizlik hali vardır. her an entropi değişmektedir. bu nedenle entropi şu an, bir öncekinden daha düzensizdir ve eskisi gibi değildir.
devamını gör...

ihsan oktay anar

benim için türkiye'nin tolkien'idir. yaşayan en iyi türk roman yazarlarından biri olduğunu düşünüyorum. son dönem türk romanının dikkat çeken, çok okunan yazarlarındandır. yazarın romanları, kurgu ve anlatım teknikleri bakımından geleneksel anlatılardan izler taşır. bu durum, yazarın dilinde sözlü geleneğe ait birtakım özellikleri ortaya çıkarmıştır. romanları postmodern bir tavır sergiler. ancak, bunları tam bir kategori içerisinde değerlendirmek mümkün değildir; kendisi de buna karşıdır: “romanlarımın ille de bir kategori içine sokulması gerekmiyor. … her şey kendi ile vardır. neyse odur, ille de bir yerlere bağlamak gerekmiyor. postmodern roman olsun mu olmasın mı beni pek ilgilendirmiyor.” ihsan oktay anar’ın romanlarının hepsinde de ortak olan bir dil ve üslup vardır. romanların geçtiği zaman ve mekân bu üslubu destekleyen önemli unsurlardandır. romanlarında zaman, osmanlı dönemi; mekân, istanbul’dur. yazar, kullandığı dil ile bu dönemi yansıtmaya ve yaşatmaya çalışır. arapça ve farsça kaynaklı sözcükler romanlarında geniş yer tutar. istanbul, yazar için zengin bir fon oluşturur. romanlarında tarihî ve felsefi unsurların bir araya geldiği, simgelerle örülü fantastik bir kurgu vardır. gerek içerik gerekse biçim olarak eserlerinde halk edebiyatı unsurları bulunur, kurgu ve anlatım geleneksel anlatılarla paralellikler gösterir. bunlar, postmodern tekniklerle de örtüştüğü gibi, doğulu anlatı geleneklerine işaret eder
devamını gör...

üçgen aşk teorisi

bir varmış, bir yokmuş. çok uzaklarda bir yerde bir üçgen varmış, bildiğimiz insanların yaşadığı bildiğimiz bir üçgen. ütopyalar ülkesinden filan değil anlatacağım öykü. bildiğimiz insanların yaşadığı bildiğimiz bir yer.

önce uzaktan gördüler birbirlerini, bir iç açıyla bir dış açı. dış açı burnunu restoranın camına dayayan bir sokak çocuğu gibi yaklaştı üçgenin köşesine, iç açı da evden kaçan yaramaz bir çocuk gibi gitti üçgenin köşesine. masal bu ya bir garson elinde bir sopayla gelip kovalamadı sokak çocuğunu. iç açı bir best seller kitaptan filan değil, dış açının gözlerinden okuyup öğrendi içini. dış açı ise iç açının gözlerinin içine baktı, sobanın yanında kıvrılmaya alışmış bir kedinin bakışları vardı, gördü görmedi değil ama hayatında bir kez olsun görüp de görmemezlikten gelmeyi istedi. gözlerindeki yalnız gecelerine sakladığı tüm yaralı anıları çekti içine uyuşuk kedigözlerini unutmak için. büyük bir andı bu, romeo ve jüliet ten daha öte bir şeydi, bir serseriyle bir kedinin büyük aşkı başlıyordu, zaman ve mekân donmuştu, konumları donmuştu, yaşam donmuştu, ufukta güzel bir manzara, üç yüzyıl boyunca bir çay bahçesinde çay içiyorlardı. iç açı ne zamandan beri kaçmak istiyordu, ne zamandan beri gerçek şeyler yaşamak istiyordu, hissettikleri duygu yoğunluğu karşısında tüm dünya diz çökmeliydi, tüm dünya bu sahneyi ıslak gözlerle izlemeliydi. iş te o an her şey olabilirdi, dış açı iç açıyı takıp koluna götürebilir, kulübelerini o adada kurup sonsuza kadar mutlu olabilirler, 50 yaşlarında yataktan huzur içinde uyanıp onun yanındaki varlığını hissedip dışarıdaki yağmur sesiyle uykularına dalabilirler...
(hooop dedi hayat bir masalda bile birleşemez bir iç açıyla bir dış açı)

hayvan ölülerinden paltolarıyla meraklı arkadaşları kapıya damlamakta gecikmedi, meraklı bakışlarıyla. iç açı onlara baktı sarhoşluğunun bahanelerini hazırladı kafasında ertesi gün için, üşüdüğünü fark etti birden paltosu yoktu. ve tüm kaçışları erteleyip sıcak yaz gecelerine, içeri kaçtı o eski yaşamına yine. söylendiğine göre iç açı hiç unutamamış dış açıyı ve canı çok sıkılıyormuş içerde, dış açıysa çoktan unutmuş iç açıyı, gözlerindeyse hala o çocuk bakışları, asi bir rüzgâr alaycılığı...

belki de bir filozof söylese aforizma olarak okuyabileceğimiz cümleler çıkmaya başladı ağzından: “her şey oyun, her şey ve bunu ciddiye almak hata... çünkü hayat ekmek almaktan ibarettir, çünkü felsefe eski yunan’dan itibaren havuz başında oturup, halkın sözcüsü olma yolunda çalışan salak gebeşlerin işi... çünkü kabile hayatından bireysel yaşama geçerken bir boşluk kaldı içimizde hiç kapanmayan... aldatmaya ve aldatılmaya yakınlığımız bundan... çünkü kargalar birbirine en bağlı hayvanlardır, bir karga sürümüz olmadığı için bu yaralar...çünkü eski taksimde eve çıkmalar bir intihar vakası ile son bulurdu her zaman...çünkü gerçeği keşfedemeyiz, çünkü algılar, çünkü gerçeğin göreceliği..
devamını gör...

normal sözlük'ü kullanarak 3. parti dahil tarayıcı çerezlerinin kullanımına izin vermektesiniz. Daha detaylı bilgi için çerez ve gizlilik politikamıza bakabilirsiniz.

online yazar listesini görmek için lütfen giriş yapın.
zaman tüneli köftehor rehberi portakal normal radyo kütüphane kulüpler renk modu online yazarlar puan tablosu yönetim kadrosu istatistikler iletişim