alkol sofrası görünce bilinçaltı meyhaneye kayan, efkarlanan elemandır, uzak durulmalıdır.

partnerini kıskandırmak için sizle dans etmeye çalışan, büyük ihtimalle dayak yemenize sebebiyet verecek karşı cinsten elemandır, ondan daha da uzak durulmalıdır.
devamını gör...
elinde içkisiyle barın önünde ritme uygun şekilde bir sağa bir sola sallanıp, donuk bakışıyla güdümüne aldığı avıyla bakışma çabasına girmiş zalım.

demeyin sakın nerelerde takılıyorsun diye. meslek icabı her türlü mekanda bulundum. farklı olan sadece kişilerin üzerindeki kıyafetlerin markaları. içler aynı.
devamını gör...
tuzlu fıstık alalım.
devamını gör...
üç kişi içeride elektronik müzik çalan barın kapısından adeta evimize giren bir rahatlıkta girmiştik. evden yeni çıkan annesini babasını azarlayıp, tırtıklayan 16 yaşındaki yeni yetme kızlardan değildik ve bir bardan içeriye güvenle girmek için içeride tanıdıklar olması, barmenle kısa bir muhabbete girecek kadar bu ortamın içindeyiz mesajları gereksizdi. bizler hiçbir yere ait olamayacak kadar her yere ait olmuştuk artık. içeridekilerden üç saniyelik geleneksel bakışımızı aldıktan sonra refleks olarak hep birlikte en köşedeki masaya geçtik. okuldan gayet normal gözüken, derslerinde başarılı biri söylemişti, “aslında içinde olmak istemediğin yerlerde köşeleri tercih edersin” diye, mekanın orta bahçesinde biz en köşedeki masaya doğru ilerlerken. doğruydu. baktım, eroinin de etkisiyle herşeyi küçülten başka bir şahsiyetin ertesi günü de uyuşturucunun etkisiyle anlattığı odalar teorisini hatırladım.

“abi düşünsene bir oda var, insanlar toplanmış, dj dedikleri yarı tanrı modu belirliyo müzik şekli. masalarda oturan insanlar ve alkol getiren birkaç kişi. bar dedikleri bu, ama nedir, geçen akşam airdeydim, sen nerdeydin?” kodein muhabbetleri böyle uzayıp giderdi . fazla vizyon gerektiren bir tahlil değildi, dünyaya yeni gelen bir çocuk da konuşabilse burayı görünce bu yorumları yapardı ama belki de hayat doğarken dürüsttü, yaş ilerledikçe sahip olunan şeyler artıyor, sahip olunan şeyler arttıkça yırtıcılığımız azalıyor, makullaşıyor ve gerçekleri büküp yumuşatark hayatımıza uyduruyorduk. kendi çıplak gerçeklerinden bahsetmek , canı ne isterse onu söylemek çocuklara ve delilere ait bir özgürlüktü belki de, ve torbacıları zengin etmek de bunu yapmak için biz normal yetişkinlere ödetilen bir bedeldi.

masaya oturduğumuzda işte bu karışık duygular içindeydim. sonra etrafı incelemeye başladım, masada oturan ve ilk baştaki tarifime uyan 17- 18 arasındaki üç kız bizim masaya doğru bakmaya başladı. bakmadıkları zaman ise kendi aralarında neşeli sohbetlerine devam ediyorlardı. etrafa baktım, ve 17 yaşlarımdaki krizim yeniden geri gelmişti, barlarda, aptal siyasi parti toplantılarında, okulda, kalabalık bir ortamdaki, o hepimizin başına gelen, ancak benim teoriler üretecek kadar gölgem olan o duygu, “ne işimiz var burada” duygusu.niye buradaydık? ölçülü hayatlarımız yoktu , ölçülü hayatlarının ölçüsüz intikam gecesinde ne yapıyorduk bu insanların içinde? haftasonunu neşeli bir eğlence ile geçirecek kadar sosyalliğin bireyleriyiz diye mi, yoksa bardan bir kız kaldırarak onun verdiği tatminle öğretmenine veya patronuna beş gün ezilen insanlar gibi mi olmak için mi? hiçbiriydi, belki de son demlerimizi yaşıyorduk, belki de normalliği yaşayan insanlarla beraber olmak için barlar artık tek mekanlarımızdı, normal insanların kendini salma ve delirme mekanlarıydı artık tek birleşebileceğimiz yerler. evet, neden buydu, durmaması gereken bir beyin ve akan binlerce gereksiz yargılar dizisi, devam. evet, insanların belli bir amaç için bir araya geldikleri yerlerdeki o duygu, aidiyetsizliğin ilk karın ağrıları, ilk gençliğin ne işim var burada duyguları... hepimizin başına gelmiştir, bu duyguyla başetmenin sayfalarca yöntemlerini anlatabilirim size, çünkü her zaman yanımda olmuştu, eğlenceli hikayelerimin , bir kıza yönelik o delikanlı ağızlarda dolaşan “güldürdüğünü sikersin” mantığının ürünü olan öykülerin arasına sızardı, aramızdaki fark ise bu duygu genelde diğer insanların yanına bir başarısızlığın, sosyal beceriksizliğin üstüne gelirdi, benimse başarılı olduğum zamanlar dahi peşimi bırakmazdı bu duygu. sorun burdaydı, insanlar bu duyguyu tatminlerle boğmayı biliyorlardı, oysa ki tatmin panzehirim değildi benim, başka şeylere ihtiyacım vardı. bir yere ait olamayacak kadar her yere ait olmak belki de*.

barlarda iki çeşit insan vardı, ilk çeşidi barın demirbaşları olarak adlandırılan insanlardı, bu insanları her yerde görmüşsünüzdür, her hafta aynı bara gelir, artık onlara tanıdık olmuş simalarla bir kokteyl havasında sohbetlerini yapar, barmenleri tanır, zaman zaman bedava bir bira içer ve bundan “çok mutlu” olurlardı. bunların bir özelliği de bara gelen her insanı o barda bir yer edinmek için geldiğini düşünmeleri ve çömez muamelesi yapmaları, barın ilerlenecek bir yol olduğunu düşünecek kadar salak olmaları, ve herkesin onlara özendiğini sanmalarıydı.gerçi bu yalnızca buraya ait bir felsefe değil, ilerlemeci uygarlık mantığının her yere sızdırdığı bir ayrıcalıklı olmaya çalışma yetenek yarışmasıydı. bir keresinde trash müzik yapan bir barda böyle birine rastlamıştım, türünün en salak örneklerinden biriydi. üstünde bir manowar t-shirti ve altında siyah pantolonu vardı, yaklaşık kırk yaşlarında ve dökülen saçlarına rağmen saçlarını uzatma çabası içindeydi ve yanında 18-20 yaşlarında bir gençle grup kurma planları üzerine konuşuyordu, tuvalet müthiş bir kaybeden kokusu dolmuştu. kaybedenleri severdim, amerikalıların, türkler’in uğruna adam öldürdükleri, orospu çocuğu kadar etkili küfrü “loser” bende bir alay duygusu yaratmazdı ama bu kadar aptalını sevemezdim. binlerce kez dünyaya gelse binlerce kez loser olurdu böyleleri ve uygar dünyaya kızmıştım doğal seleksiyonu geçersiz kıldığı için kanunlarıyla, kimileri hayattan ayıklanmalıydı. ikinci çeşit için ise barın sadece işlevsel bir yanı vardı, amaç felekten bir gece çalmaktı, kadın veya erkek bulma amaçları varsa da ona uygun hareketlerini geliştirirlerdi, etraftaki demirbaşları pek takmazlar, iyi bir kahvaltı ve vitaminle de ertesi güne devam ederlerdi. iki çeşitten de hiç bir zaman olmamıştım, belki benim de bir çeşidim vardı başkalarının muhabbetlerinde, yazılarında geçen “orta yolcu barcılar” diye, bilemiyorum. ne oyunu bu kadar ciddiye alacak kadar salak görünmek istedim demirbaşlar gibi, ne de ikinci çeşit kadar hissiz olabildim, çünkü bir bar da olsa ruhu vardır her yerin. hangi çeşit olursak olalım aynı suyun içinde yüzen boklardık hepimiz, ayyaş moruk olsa belki sıcak bok, soğuk bok derdi aci ve alayla karışık gülümsemesiyle.

içeri yeni gelen bir çiftin gelmesi üzerine düşüncelerim dağıldı ve kafamı kapıya doğru çevirdim, üzerine bir servet ödenmiş takım elbiseli bir adamla, büyük ihtimalle üzerine servet ödediği,muhteşem kıyafetler içinde çok çekici bir dişi girmişti içeri. femme fatale dedikleri bu olsa gerekti, öldüren çekicilik...yan masada “bende de bu kadar para olsa” ile başlayan üst sınıflara kadar sızmış alt-kültür muhabbetleri başlamıştı bile, herkesin bakışlarını alan muhteşem vücuduyla ve pahalı elbiseleriyle de photoshoptan geçerek çekiciliğinin doruğuna ulaşmış dişi gururla etrafına bakınıyordu, o artık yüzyıllar öncesinin doğurganlık için var olan kadını değildi ve belki de cinsinin intikamını almaktan doğan gurur dolu bir gülümseme vardı yüzünde ve gelip tam karşımızdaki masaya oturdu.

üçüncü büyük biram bitti ve tuvalete gitmek için ayağa kalktım. ilk gençliğimde tuvalete az gitme metodu olarak keşfettiğim, üç büyük biraya kadar tutma metodumu uyguluyordum ve karşı masadaki dişiden bir bakış aldım, kadıköy çıkışı kaybedenler klubünden çıkan ve daha sonra her grupsal düşüncenin boktanlığını kanıtlarcasına onlardan ayrılmış bulunan ve hikayelerini yazmış olan şahsiyetin yazdığı satırlar geldi aklıma geldi; “herkes kendinde eksik olan şeyi arar şu hayatta, ve kadınlarda eksik olan ise doğaları gereği cesarettir. o yüzden cesur erkekleri ararlar, ve nasıl anlarlar bilmem ama ölümden korkusuz olan erkekleri tanırlar, belki de bilim çözer korkusuzluğun bir kokusu olduğunu” bu cezayı doğa onlara belki de karınlarındaki çocukları güvenli bir şekilde taşımaları için vermişti belki de, ya da tam cesaretlerini toplamaya çalıştıkları zamanda insanların mağaralarda yaşadığı dönemlerde, adet dönemindeki gelen kanların kokusuna gelen hamamböcekleri ve fareler demoralize etmişti onları ve bir daha kendilerine gelememişlerdi.

ve yanındaki erkeğin yanında güvenliğini sağlamış olan bu kadın, belki de biraz oyun oynamak istiyordu, canı sıkılmıştı güvenlikten, erkek mastürbatörü olan giysilerden. (kadınların her yaptığı şey 15 yaşından beri bana oyun oynayan bir çocuğun yaptıklarını çağrıştırdı. belki de sosyal hayata geç atılmalarından kaynaklanan tarihsel ve bireysel bir sonuçtu.) bu ihtiyacını hissetmiştim ve otomatize neden sonuç ilişkileri kurmaktan ve yorulup uyumaktan başka bir şeye yaramayan beynim kendine göre bu olayı çözmüştü. geri dönmeme hoşgeldin diyen yine bu dişinin bakışları oldu ve yerime otururken, yeni erkek bir çiçek yutmak isteyen bir dişi çiçek gördüm karşımda, eritme uzun süreli bir ilişkide kaçınılmazdı ve ayrıldığınızda posanız çıkmış olarak kalırdınız. erkeğin vahşiliğini ellerinden alarak kravat bağlatan kapitalizm, kadınların ruhlarını james dean, jim morrison gibi asilere verirken, bedenlerini onlara elbiseler alan şu karşı masadaki gibi salaklara vermişti ve bu salaklar karılarının onlara aşık olduklarını zannediyor ve en ufak duygusal boşluklarında neden onları aldattıklarını, ya da ayrıldıklarını bir türlü anlayamıyorlardı. uygarlığın yılmaz savunucuları bu kravatlı aptallar ordusunun bilmediği bir şey vardı, erkeğin vahşi bir damızlık olduğu ve kimi içgüdüleri ne doğanın ne de toplumsal sözleşmelerin yok edemeyeceği gerçeği. ilk çağlarda bedensel gücün birincil önemde olduğu zamanlarda, erkekler kadınları döverek götürürlerdi cinsel ilişkiye girmek için. kadınlar ise içgüdüsel olarak buna razı olurlardı, doğada güçlü bir çocuğun doğması ve türün devamlılığı için. güce taparlardı ve bu onların koparamadıkları bir parçası idi. uygarlık toplumunda ise bu önemsedikleri konularda yüksek statü sahibi olan erkeklerle beraber olma olarak gösterirdi kendini. yine doğal bir içgüdü olarak evcilleştiremediği erkekleri evcilleştirmek için yatardı onlarla kadınlar, ve başarılı olduktan sonra da kendini hukuğun da verdiği güçle aile resisi sanan erkeklerin, üzerinde hürrem sultanvari bir iktidar kurar ve onları yönlendirirlerdi. bu doğasal bir gelişim süreciydi ve statüler, kültür ve diğer şeylerin hiçbir önemi yoktu. bu yüzden erkek adlarının bolca geçtiği ve onların yazdığı düşünülen tarihin içinde aslında kadınların tarihi de vardır ve aynı soyadlarını taşıyan kadın isimleriyle değiştirilecektir yakın tarihin tarih kitaplarındaki isimler.

ama kravatlı aptalların hiçbirinin bunlardan haberi yoktu. hiçbirinin hiçbir kadının patronuna söyledikleriyle ilgili şeylerin inanmadığına ve bıyık altından gülümsediğinden haberi yoktu. ve hiçbirinin haberi yoktu kendilerini aldatmasalar bile rüyalarında başka erkeklerle seviştiklerinin hiçbirinin haberi yoktu hayranlık duydukları sistemin hiyerarşik özelliğinin onları hadım ettiğinden

beynimden geçen düşünceler eşliğinde biramı yudumlayarak karşımda bu güzelliğe bakıyordum ve onun da bunmu farkettiğini ve hoşuna gittiğini biliyordum çünkü kadınlar kendilerine bakıldığını, ve beğenilerek bakıldığını bir kaç saniye içinde anlarlar yan gözle bile. “ama ben seni hiç öyle düşünmemiştim, hep arkadaş olarak görmüştüm.” denen ergenlik cümlesinin tercümesi şudur; “seni sevgili olmaya layık görmüyorum, uzaktan benden hoşlan ve beni böylece diğer erkeklere karşı güvenli kıl.” yıllar önce düşüncelerin kafamdan geçtiğinin gözlerimden belli olmasını kamufle ettiğim için, kaçamak bakışlarından kafamın karışık olduğunu anlamadığını biliyordum ve anlasa da masama otruduktan sonra anne tadında bir şevkatörlüğe geçebileceğini ve onla yatma şansımın hiç kalmayacağını biliyordum. zaten gözlerimle yalan söylemeyi öğrendikten sonra başarılı olmaya başladım hayatta, daha önce herkes kurt cobain türevi burcuma özgü bakışlardan anlayabiliyorlardı kararsızlıklarımı. en usta aktörüydüm hayatın, kimse göremezdi, saliselik göz dalmlarımı, karşıdaki deri elbiseler içinde femme fatal bile.

haftasonu evde oturnın sıkıcı olacağını düşünen ve haftasonu eğlenildiğinin öğretildiği insanlar yavaş yavaş barı doldurmaya başlamıştı. cumartesi gecesiydi. ölçülü hayatların ölçüsüz intikam gecesi. bardakilerin evde geceye hazırlanan arkadaşları ise telefonlarla bardakileri arıyor ve kaçırdıkları dakikalar için muhtemelen üzülüyorlar ve sabırsızca kuaförde saçlarını yaptıran karılarını bekliyorlardı. evdeyken, bir şeyleri kaçırdığım hissine 19 yaşlarında bırakmıştım, dışarı çağırdığım bir arkadaşın telefonda “ dışarda da sıkılıyorum evde de, en azından para harcamadan sıkılırım.” cevabını verdiği zaman. o zaman anlamıştım kaçan hiç bir şey olmadığını, coca cola’nın “herkes burda sen de tıkla” reklamının hedef kitlesi dışında olduğumu. ( yaşamın kimseye yetmediği zamanlardayız, siz hiç bu kadar şizofreni bir arada gördünüz mü tarih boyunca? filmlerde ağlayıp gülmek mi olacaktı tarihin son noktası, hangi endüstri mühendisinin fikriydi bu duygu boşaltımı?)

“kravatlı aptal ben senin hayallerinim.” ağzımdan küfür gibi çıkan cümleyi sesli söylediğimi fark ettim ve bira bardağının dipte kalan son yudumuna uzanarak, son yudumumu da bitirdim. yan masadaki insanlar garip garip bakmaya başlamışlardı kendi kendime konuştuğumu duyunca. garsonu çağırıp hesabı isteyip, buradan çıkıp biraz hava almalıydım sanırım. hesabı ödedim, vestiyere parayı vererek paltoyu aldım ve femme fatal’i tahtayarrak hesap ödeyicisi sevgilisine bırakarak dışarı çıktım. garip bakışları üzerimde hissetmek alıştığım bir durumdu, lisede, üniversitede bir kaç kankam dışındaki herkesin bakışlarını hatırlıyorum, o garip kuşku dolu bakışlarını, her ders çıkışı mimarlık fakültesinin önünde içtiğimiz zamanlardan sonra eve doğru dönmek için giderken, anlaşılmayana duyulan korku ve kuşku dolu bakışları üzerimde hissettiğimi hatırlıyorum, fakat liseden alışık olduğum için etkilenmiyor ve eskiden olduğu gibi bu bakışlar yürüyüşümü acemileştirmiyordu. (garip gözlerle bakıyorsunuz bize, peki en son gündelik yaşamını, duygulara harcayanlar da yok olunca ne yapacaksınız? kahramanlarınızı nereden toplayıp, nasıl çekeceksiniz filmlerinizi?)

“kravatlı aptal, ben senin yapamadıkların, söyleyemediklerinim.” kendi kendime konuşma krizim tutmuştu yine ve kurtulmam gerekiyordu, kafam esrarlı gibi işliyordu ve bunu durduramıyordum. bir keresinde bir arkadaşımdan “born as stonned” diye bir deyim olduğunbu duymuştum ve “işte o sensin, kafamızı sikip durma oğlum,manitalardan bahset, eve gidince de git kitap yaz, hem birkaç manita da bize paslarsın.” demişti gülerek. belki de yazmalıydım kitabı ve onun getirdiği yazar statüsüyle hareketlerimi meşrulaştırıp garip gözleri egale etmeliydim, ama sorun hiç bir şey yapmak istemememdi zaten. meşgul olsaydım ve bir şeyler yapıyor olsaydım zaten düşünmezdim hiçbir şeyi.( ve hiçbir şey yapmayanlar ve sıkıntıdan delirenler için de bir yol bulmuştu insanlık, yazar olmak.) üretim sürecine katılmayı saçma buluyordum , ölümlü bir dünyada ölümsüz bir sistemin kurulmasına katkıda bulunmak bana çok fazla mantıksız geliyordu. makinelerin dönmesi için, 8 saat bir büroya tıkılmak, ya da bir yer açıp orada oturup müşterilerin gelmesini beklemek... hepsi çok saçmaydı ve eninde sonunda sıkılacaktım, o zaman neden başlamalıydım ki. lisede içtiğimiz kadıköy’deki mendireğe mi gitsem diye düşündüm buradan, oraya gitmeyeli 5 bucuk 6 sene filan olmuştu, sonra orada olmamın hayali bile sıkılmama yetti ve vazgeçtim. lisedeyken hayattan sıkıldığım zaman 1-2 bira alıp kafa dinlemeye giderdim mendireğe.(sosyal hayat kimi zaman bunaltıcı olurdu. sadece köşenizde çay içip, tavla oynamak isterdiniz, ama onlar size sevgilin var mı derlerdi. yeteneksizce hazırlanmış yetenek testleri yapıp, neye yeteneğiniz olduğunu belirleyerek, emek yetenek sentezi başarıdır ana fikirli nutuklar çekerlerdi. siz sadece balık tutmak isterdiniz, insanların özsaygısının başkalarının saygılarına muhtaç olduğunu çok iyi bilirler ve “loser” tadındaki gazlamalarıyla mutlaka içinize bir kurt düşürmekte çok başarılılardı, akıllıca üretim- aptalca tüketim oyunu* bu yüzden hala devam ediyordu, eğer bu oyunun dışında kalmak isterseniz size bir boka yaramadığınızı hissetirmek için her şeyi yaparlardı.) en son gittiğim zaman eski tadı alamadığımı ve biralarımı yarım bırakıp oradan gittiğimi hatırladım. keşke gelmeseydim de, kafamdaki imge güzel kalsaydı demiştim, içimden.

“bi winston kutu verir misin?” dedim markete girip,
“winstın box mı abi” dedi bakkaldaki adam hafiften sırıtarak.
“ha ha box” dedim biraz da bezgin bir ses tonuyla. ingilizceyi okuyan bendim , ama onun ukalalığını yapan bakkal amcamdı. onun adı senelerden beri aramızda winstondu, öğrenci sigarası winston. orta 3’teyken okul temsilcisi elemanın “winston light çıktı” gazete ilanını kesip “beyler winston light çıkmış” diye bağırarak sigara içilen tuvaletleri dolaşmasını hatırladım ve gülümsedim.
tuvaletler her zaman lisenin en eğlenceli ortamları olmuştur, (bir yerin arka sokaklarını bilemeyenler orada eğlenemezler zaten.) tüm güzel anılarım okulun tuvaletlerinde saklıydı. “bir gün okula gidersem tuvaleti ziyaret ederim.” dedim kendi kendime. okul en güzel yerinin bok kokan tuvaletler olduğu bir yerdi ve eğlence tuvaletlerdeki bir hücre örgütlenmesine kitlenmişti eğitim kurumlarımızda. üzerine söylenecek hiç bir şey bıraktırmıyordu bu özelliğiyle. 50 dakikalık dersler, 10 dakikalık teneffüs mekanikliğinin oksijen tüpüydü bizim için o tuvaletler, ne kadar kötü koksalar da. (makineler arasındaki soluğunuz biz sizin, insanlığa dair son kalıntılarız, bir gün tutuklanır tüm “serseri”ler, o zaman hepiniz yaralı gideceksiniz evinize*.) ilk gördüğüm bara girmeye karar verdim, nasıl bir yer olursa olsun, hava soğuktu ve üşümüştüm, hava almam beynimde düşüncelerin dönmesini engellemiyorsa sıcakta kalırdım , en azından üşümezdim...
devamını gör...

bu başlığa tanım girmek için olabilirsiniz.

zaten üye iseniz giriş yapabilirsiniz.

"bar klişeleri" ile benzer başlıklar

normal sözlük'ü kullanarak 3. parti dahil tarayıcı çerezlerinin kullanımına izin vermektesiniz. Daha detaylı bilgi için çerez ve gizlilik politikamıza bakabilirsiniz.

online yazar listesini görmek için lütfen giriş yapın.
zaman tüneli köftehor rehberi portakal normal radyo kütüphane kulüpler renk modu online yazarlar puan tablosu yönetim kadrosu istatistikler iletişim