sahnelerden kaynaklanan bir durum olur bazen..

dünya'nın birden fazla sahnesi vardı. kimileri gün yüzünde, kimileri ise ancak histeri ve anksiyete nöbetlerindeyken belirsizce seçilebilen bahçeler. en çok tanınan sahnesi, içinde yaşamak zorunda bırakıldığımızdı. öyle ki, tanrı adı verilen gizemli ve firari tiyatro sahibi ne seyircilerden ne de oyunculardan para almamasına karşın, tiyatrosunu dolduran herkesi günün birinde yargılayacağını söylüyordu. oyuncular neyse de, seyirci olarak tiyatroyu doldurmak zorunda bırakılanlar, seyrettikleri oyundan memnun olmayanlar ve üstüne üstlük çıkmak istediklerinde zorla yerlerine geri oturtulanlar buna bir hayli içerliyordu doğrusu.

seyirciler... onlar tiyatronun sahneyi seyretme köleleriydi. hiç istemedikleri bir salona doluşturularak, sahnede olma şansına erişmiş birtakım insanları izlemek zorunda bırakılmışlardı. sahnedikilerse birbirlerini parçalıyorlardı! sergiledikleri oyunu her seferinde daha anlamsız ve daha kafa karıştırıcı yapmak adına neler yapmıyorlardı ki!

kendilerine ve amaçlarına bir mana katabilmek adına tarih örgüsündeki mitleri, sembolleri ve metafiziği çarpıtarak, her mistik değneğin ucunun kendilerini işaret ettiği belirterek geleceğe dair hiç olmadık manalar yaratıyorlardı.

en alt tabakada milliyetçiler yer alıyordu. onlar çoktan ölmüş birtakım boklu kutsal miraslara elvada demesini bir türlü öğrenememiş sıkıcı ağlaklardı. onlar her sabah, her öğlen ve akşam aynı yemeği yemek isteyen takıntılı bir topluluktu. milliyetçilik nedir söyleyeyim: büyüyen çocuklarının evden ayrılmasına izin vermeyen, kimsenin kendi odasının olmasına tahammül edemeyen, evdeki yemeği bırakıp da dışarıdan yemek siparişi verdiğinizde sizi garip olmakla itham eden ve size sürekli olarak hiç de komik olmayan bir komikli videoyu izleterek onunla beraber gülmenizi isteyen bir babadır.

milliyetçilik, minik bir salonda her akşam babanın tv seyredip, annenin portakal doğrayıp, minik kardeşin cep telefonundan mesaj çekip ve ablanınsa kan ter içinde sıkılarak duvara bakmasından sarsılarak boşalan bir nevrozdur.

onların hemen üstünde sosyalistler yer alıyordu. haklılardı. ancak erken öten horozun başının kesileceğini unutmuşlardı. hangi siyasi yöntem ya da denklem denenilirse denenilsin başarasız olmak zorunda kalacağını fark edememişlerdi. sorunu yöntemlerinde, kahramanlarında ve hükümcülerinde ararken, dünyanın sosyalist bir yapıya hazır olmadığını anlayamamışlardı. sosyalistler bütün happy tree friends tatlılıklarına rağmen ellerindeki yuvarlak plastik çubuğu zorla üçgen deliğe sokmaya çalışan maceraperestlerden öte değildi. üçgen plastik deliğin elips şeklinde bir görünümü, dokundukça ıslanan iç çeperleri ve kasılan özlemleri hiç olmamıştı. haliyle üçgen bir deliğe zorla sokulmaya çalışılan bir plastik yuvarlak çubuk, görüntüde, horos’un gözüne dönüştürüyor ve sosyalistler çığlıklar içinde "a, olur şey değil! yine aynı şey oldu! iskenderiye bir kere daha yanıyor!" diyerek kaçıyorlardı.

sonrasında şirketler vardı. hükümetler. altındaki bezi haricinde çıplak bir bebek gibi koltuğa oturup bacaklarını da iki yana açmış bacak parmaklarıyla oynarken, "sabahtan akşama dek çalışıyorum popom yine parasız kalıyor" şeklinde sizi şaşkınlığa uğratan, orta sınıfın yok edilmesi üzerine kurulmuş ve olduğunuz yerle varmak istediğiniz mesafe arasındaki yeri her seferinde sıfırla çarpmanız koşuluyla sizi hayatta her şeyi yapmakta özgür bırakmış bir sistem. ama bu sonuncu paragraftakileri zaten komplo teorisi oluşturmaktan portakala bile şüphe ve derin bir hınçla bakar hale gelmiş götlü göbekli çirkin suratlı yazarlardan çokça okudunuz değil mi?

bana kalırsa sahnedeki bu piramitin en üst kısmında ne medya kartelleri, ne işi ile evi arasındaki yolu roket atarlı apaçilerle gidip gelen konuşmayı bile bilmeyen ayı yogiden bozma inşaatçılar, ne de zenginliğin verdiği her şeyin yapmış olma sıkıntısından dolayı götüne buzlu badem sokar hale gelmiş insanlar yer alıyor.
ne izlemekten kurtulabildiğimiz ne de yıkıp dökebildiğimiz bu sahnede bizi en çok kıskandıranlar, şaşırtıcı bir şekilde, çok daha aşağılarda yaşayan sürüngen familyasından bir oyuncu kitlesiydi!

onlar zengin, bayağı zevk sahibi olan ve yakışıklı ve güzel oyunculardan oluşan gruptu!

yan masamızda otururken yaptıkları şakalarının seviyesizliği karşısında kulaklarımızı kızarttılar.

bir avmde dolaşırken eski alamancı kadınların taktığı sıra sıra altın bilezikler gibi kollarına sıraladıkları zara, pierre cardin gibi mağaza poşetleri karşısında ağzımızı buruşturduk.

düşük belli yoga taytının arkasından fırlayan tangalarını sergilemenin hayatlarındaki en büyük başarısı olan kızlar karşısında kendi hayatımızı cern’in baş proje müdürünün hayatınınki kadar değerli ve dünya hayatına katkılı hissettik.

1 milyon liralık 79 model iki kapılı klasik spor mercedes slr’de queen’den ‘white queen’ dinlemek varken bangır bangır madonna dinleyenler karşısında nutkumuz tutulmadı da değil...

ancak şimdi biz diyeceğim ve aslında yakından bakıldığında hepsi de birbirinden ayrı ayrı özenle nefret edecek ve birbirinin parçalarını sonsuza dek allahından belasını bulana dek lanetleyek de olan biz, hiçbir medya kartelini, hiçbir ticaret hokkabazını, hiçbir dolandırıcıyı ve topyekün cayır cayır yanan dünyayı dahi şu son grup kadar düşünmedik ve kıskanmadık.

elimize büyük miktarda para geçtiğinde bunu herkes için yaşanılası bir dünya kurmaya harcamaya çalışmadık. para bizi sorunlarımızdan ayıklıyordu ve sorunlar aklanınca da bir gerçekle başbaşa kalıyorduk: içimizdeki hayvansı dnaların sonuna dek yakamıza yapışmış olduğu gerçeğiyle. sıkıntılarından kurtulan bir insan için kendini sergilemekten daha keyif verici bir şey olamazdı. sıkıntılarından kurtulmuşlar için 79 model iki kapılı klasik bir spor mercedes slr’de white queen kadar kalp sikici bir şey dinlemek kadar yersiz bir şey olamazdı.

biz öncelikle hayvandık!

ekonomik refaha ulaşan bir insanın da bunu fark etmesi, buzdolabına giren kinder’in tüketilme oranıyla aynı hızdaydı.

yeryüzünde her birimizin seks objesi ve tüketim müptelası olduğunu kabullenmekten ve mutluluk gözyaşları dökerek ağlamaktan daha iyi bir arınma ve kavrayış olamazdı.

yazının başında da dediğim gibi:

dünyanın birden fazla sahnesi vardı.

diğer sahneler.. onlar geride olan, gece yarısı sinemasında 3-4 kişiye gösterilen filmlerdi. ve bu sahnelerden bazıları gerçek bile olmayabilirdi! bazıları sadece kendi aklımızdaydı.

bu sahnelerde ne mi vardı?

neler yoktu ki!

o sahnelerde tozlu kütüphaneler, sonsuz çöllerin altında yatan ve keşfedilmeyi bekleyen büyülü efsunlu masalsı şehirler, şarkı ve sarhoşlukla açılan 6. duyular, yağmur krallıkları, her hapşuruşunda farklı bir yüzyıla sekenler, antartik denizinin dibinde yatan laboratuvarlar, gece 3’lerde beliren gayp kapıları, bu kapılardan geçememenin acısıyla kuyruk gibi dizilmiş intiharlar, kelimelerle değil duygularla düşünenlerin inşa ettiği kadim bahçeler ve bu bahçelerde dinleyenleri bedenlerinden alıp bir romanın en yağmurlu virgülüne bir hamağa bırakır gibi bırakan şarkılar, uçsuz bucaksız uzak doğu topraklarında uçsuz bucaksız dağların eteklerinde zaman katili tapınaklar ve tapınaklar sayısınca keder ve yas ve ama son tahlilde de hepsinden de önemlisi: bir kış günlüğü!

içinde yaşayanların, günün her saniyesini ve saniyelere çarpan her akşam güneşindeki tozu derin bir içerlemeyle karşıladıkları ve bu içerlemeye de, "içimizde varını ve yokunu hissettiğimiz, beş duyunun beşine de hükmedecek olan o kederli ve o arsız ve o şehvetli ve o bilge ve katil ve o sarhoş 6. duyu nerede?" diye soran, kış günlüğü!

ama insan bir yaştan sonra öğreniyor..

hayvanlaşmanın, bayağılaşmanın, en düşük zevklerden hoşlanmanın, kullanılmanın ve köşeye atılmanın değerini ancak fil dişi kuleyi gördükten sonra kavrayabiliyor.

neden mi?

çünkü ancak yeterince yaklaştığında fark edebiliyorsun ki, fildişi kule bazı açılardan cennetin kapısına, bazı açılardansa eşek sikine konmuş kelebeğe benziyor.

"burn after reading" diyerek artık sen de seni bir kere siklememiş arzularını siklememeye başlıyorsun.

ve bir insanın kendine söylemesi en küfür ve kabullenemez olan, bütün kabuslardan dahi korkunç olan "ben diğerleri gibi basit ve özel olmayan bir insanım" diyerek yataktan uyanmaya cesaret edebildiğin o ilk sabah, ilk defa, yaşama karşı koymadan yaşamanın ne denli kolay olduğunu fark ediyorsun.
devamını gör...

bu başlığa tanım girmek için olabilirsiniz.

zaten üye iseniz giriş yapabilirsiniz.

"birtakım şeylerin öyle olması" ile benzer başlıklar

normal sözlük'ü kullanarak 3. parti dahil tarayıcı çerezlerinin kullanımına izin vermektesiniz. Daha detaylı bilgi için çerez ve gizlilik politikamıza bakabilirsiniz.

online yazar listesini görmek için lütfen giriş yapın.
zaman tüneli köftehor rehberi portakal normal radyo kütüphane kulüpler renk modu online yazarlar puan tablosu yönetim kadrosu istatistikler iletişim