1.
mesailere kaptırdığı babalarını zihinlerinde kahraman yapma uğraşındaki bütün işçi çocuklarının babalarının çalıştığı fabrikalar.
geçmiş zamanda yazmış olduğum bir öykü;
soğuk bir öğleden sonrasında sıcak bir pencere arkasında düşünüyordu.
babasının ilk işi memurluktu, o zamanlar ne kardeşleri ne de kendisi dünyaya teşrif(bu kelimeyi çok seviyordu) etmediklerinden halleri vakitleri yerlerindeydi. babası henüz mektepten ayrıldığından toplumsal kaygıları ve milli meseleleri kendine dert ediniyordu, ülkenin nereye gitmekte olduğunu kestirmeye çalışıyordu. demokrat soldan ve muhafazakâr sağdan hayır gelmeyeceğini söylüyordu, ülkeyi ancak yeni bir akım kurtarabilirdi, ne yazık! kendisi de o akımın ne olduğunu tam olarak bilmiyordu. siyasi toplantılara katılıyordu gizli gizli. kendine uygun görüşü bulma isteğini dizginleyemiyordu. komünizme merak sarmıştı, sosyalist arkadaşları çevresini sarmadan önce. doğru yoktur birey doğru olmadıkça diyordu son günlerde de ve üstleri kendi konumlarını tehlike altında gördüklerinden memurluk hayatı son bulmuştu bu sözler yüzünden.
o zamanlar memurluk böyle bir şeymiş diye düşündü pencere önünde, halkın eğitim düzeyi çok düşük olduğundan devlet meselelerini dert edinmek memurlara kalıyormuş, şimdiki gibi değil dedi gülümseyerek. ve şimdiki gibi o zaman da kim devlet meselelerini dert edinirse ipi çekiliyormuş.
uzun bir işsizlik döneminden sonra bir fabrikada iş bulabilmişti babası. bir süre sonra da kendisi doğmuştu. hatırlayabildiği kadarıyla babasının kaşları çatık değildi çocukluğunda, hatta güleç bir yüzden bile bahsedilebilirdi. hatırlayabildiği ilk anıda, babasına ne iş yaptığını sormuştu. babası da ben bulut yapıyorum demişti. hayır, bunu hatırlamıyordu, ancak akşama kadar balkonda fabrikanın dev bacalarından gökyüzüne süzülen bulutları izlerdi ve babasının böyle güzel bir işi olduğu için mutlu olurdu. annesi bu işi pek sevmezdi, hep neden memurlukta dilini tutamadığından yakınırdı, babasının da henüz heyecanı dinmediğinden devlet meseleleri açılınca sinirlenirdi, küçük çapta tartışmalar çıkardı evde. babasının yüzü bu çatık ifadeyi almaya bu tartışmalar yüzünden başlamıştı belki. annesi hem evi de sevmezdi, fabrikaya bu kadar yakın ev tutulur muymuş? "imanım gevredi" derdi, "temizlikten. sanki şununla uğraştığım yetmiyormuş gibi."
doğru, kendisinden şu diye bahsederlerdi, kardeşi doğduğunda ise ondan güzel kızım diye. daha sonra çok kardeşi doğmuştu, ancak ilki gülnihaldi. gülnihal kendisine hiç benzemezdi, gerçi diğer kardeşleri de kendisine pek benzemezdi. ancak gülnihal başkaydı. inanılmaz derecede sevimliydi, renkli gözleri, yumuşak teni, doğuştan upuzun ipeksi saçları, güldüğünde çıkan gamzesiyle insanı kendini sevdirmeye zorlardı. bu sevimliliğe sinir oluyordu. bazen ona kötü şeyler yapmak istiyordu ancak ne zaman bir şey yapmaya kalksa gülnihal ona bile gülümserdi. o zaman ancak yanağına bir gülücük kondururdu. gülnihal'e hiçbir zaman hiçbir şey yapmadı, ancak yine de annesi onu ne zaman gülnihal'in yanında görse azarlayarak uzaklaştırırdı. annesi kendisini de sevmiyordu galiba.
yiğit ve yavuz aynı anda dünyaya teşrif etmişlerdi. buna ikiz deniliyordu. ancak tahayyül ettiğinin aksine bu ikizler birbirlerine pek benzemiyorlardı. hele büyüdükçe huyları da birbirinden tamamıyla ayrılıyordu.
şimdi hatırlıyordu da annesi onlara çok sık uğursuzlar derdi. hatırlıyordu da kendisi de onlara uğursuzlar derdi. onların doğumu fabrikanın kapatıldığı yıla denk gelmişti. babası kendisine artık bulut yapılmayacağını söylemişti fabrikada. çok üzülmüştü, ancak ilk anda fiziksel bir tepki vermemişti, hatta her zaman sinirlendiğinde olduğu gibi gözleri bile seğirmemişti. annesi durumu öğrendiğinde(ki komşulardan öğrenmişti) yine tahayyül ettiğinin(bu kelimeyi hiç sevmiyordu çünkü her şey tahayyül ettiğinin aksine çıkıyordu) aksine sevinmemiş, bağırıp çağırmıştı. yine memurluktan sözü açmıştı, ancak bu sefer babası bu durum karşısında sükûtunu korumuş, hatta belki ilk defa hak bile vermişti karısına. demek ki toplumsal meseleler bile bir yere kadar dert edinilebiliyordu. insan evini düşünmeliydi, dört çocuğunu, karısını düşünmeliydi.
fabrikanın kapandığı günün ertesinde gökyüzünde hiç bulut yoktu. işte bu kendisini delirtmişti. bağırıp çağırmış, yerlerde yuvarlamıştı bedenini. kafasını yerlere vurmuştu. bulutlarımı verin, bulutlarımı verin diye bağırıyordu ağzından kanlı köpükler saçılırken, ancak bu anlaşılmıyordu ki kendisine ne istiyorsun diye soruluyordu. en sonunda da her zaman yaptıkları gibi bir iğne batırmışlardı koluna.
pencerenin önünde kolunu açtı iğne izlerine bakmak için. napolyonun yanındaki repçi şapkalı çocuk da bunu görünce kolunu açıp yalayarak karşılık verdi. bu repçilerin selam işareti olmalıydı, işaretler konusunda pekiyi değildi
babası bir süre boyunca hem iş aradı hem de halde hamallık gibi para getirmeyen enerji götüren işler yaptı. bu sıralarda babasının o yüklerin altına açları doyurmak için girdiğini düşünüyordu. babası da galiba kendisine bunu destekleyen bir açıklama yapmıştı.
gözleri seğirdi, pencere kenarından yatağına geçti, uzandı ve tavanı seyre koyuldu. neden tımarhanenin duvarları sarıydı da tavanı beyazdı? ilk başlarda bunu daha çok merak ediyordu. ancak burada insanı meraklarını hiçbir bilgi vermeden de arındırabiliyorlardı. bir ilaç vardı onu içtiğinizde ne napolyon’unun napolyonluğu kalıyordu ne hitler’in yahudilere öfkesi. repçi çocuğun bu ilacı içmediğini düşündü, bunu neden daha önce akıl etmediğini bilmiyordu. galiba repçi çocuğu sevmiyordu ve pencere önünden de o yüzden ayrılmıştı. kendisine kızdı, yine de bunu doktorlara söylemeliydi. o zaman yine kendisinde ilerleme olduğunu söylerlerdi, ilerlemek iyi bir şeydi. kendisi de hep ilerlemeye çalışıyordu, özellikle yemek sıralarında. herkes bu tımarhaneden ayrılmaya çalışıyordu, kendisi de bu furyanın(bu kelimeyi de seviyordu) içindeydi. gerçi burayı seviyordu da.
babası bir süre sonra daha iyi bir iş bulduğunda annesinin de yine karnı şişmişti, öğrenmişti ki bu yeni bir kardeşi olacağı anlamına geliyordu. babası bu sefer gerçekten kahramanca bir iş yapıyordu, ancak işini bu sefer kahramanca anlatmıyordu ona. kendisi de bu işi pek sevmiyordu; yeni taşındıkları bu evde durmadan kesilen suları babasının su fışkırtan kırmızı arabasına bağlıyordu. bunu ona yavuz söylemişti ve yiğit deyangınları söndürüyor babam demişti. yiğitle yavuz babalarının bu işini çok seviyorlardı. yıkanmaktan kurtuldukları için su kesintilerini de seviyorlardı. kendisi yıkanmayı seviyordu ve bu evi sevmiyordu, boğuk geliyordu. kırmızıyı da sevmiyordu, kendisine iğneleri hatırlatıyordu ve en çok da bu mahalledeki komşularını sevmiyordu. onun hakkında konuşuyorlardı, akıl melaikelerini yitirmiş diyorlardı, terelelli diyorlardı. terelelli komik geliyordu ona, bunu duyunca gülüyordu. ancak akıl melaikelerini yitirmek korkunç bir hüzün barındırıyormuş gibiydi. sanki melekler onu terk etmiş gibi hissediyordu, ağlıyordu o zaman. çocukluğunda çevresine karşı çok ilgisizdi, ancak o yaşlarına geldiğinde çevredeki her şey kendisini daha çok ilgilendirmeye başlamıştı.
kendisini buradan kurtaracak bazı şeylerin olduğunu düşündü, birisi de şu kendisi lafından kurtulmaktı. ancak ismini de bir türlü hatırlayamıyordu, burada kendine geldiğinde, kendisi de napolyon, hitler ya da gogol gibi bir isim seçebileceğini düşünmüştü, kendisine bir melek adı verebilirdi, israfil adını seviyordu, hem pek bir iş yapmasına da gerek olmazdı o zaman kıyamete kadar. ancak kendisine kendisi diyen bir adam, kendisine bir isim seçerse buradan kurtulamayacağını söylemişti, o da kendisi gibi ismini unutmuştu ve kendisinden kendisi diye bahsediyordu. istersen sen de kendine söyleyebilirsin demişti, ismini bulana kadar. ismini bulduğunda buradan kurtulabilirdi. ancak buradan başka nereye gidebilirdi.
kahraman doğduğunda ona bu ismin verilmesinin yanlış olduğunu düşünüyordu. ancak babası içindeki son vatanperverlik kırıntısıyla, on yıl önce idam edilen ve suçu gerçekleri yazmak olan gazetecinin adını çocuğuna vermenin doğru olduğuna inanmıştı. elbette gazetecinin isminin verilmesine karşı çıkmıyordu, ancak kendisinin düşüncesi, gazetecinin öteki adının daha uygun olduğuydu. bunu babasına söylememişti galiba, eğer söyleseydi belki de gazetecinin tam ismi verilebilirdi, kahraman kâtip paksoy ismi kardeşiyle yeniden can bulabilirdi. ya da söylemişti ancak babası, bu işini de elinden kaybetmek istemediğinden tedbirli davranmak gerektiğini düşünmüştü.
kahramanın dünyaya gelişinin altıncı yılında, gülnihal de ilk defa bir erkeğin elini tutmuştu, oğlan işe yaramaz biriydi, yaşça da büyüktü, biraz parası vardı bir de eski model külüstür bir tofaşı.
kendisi on yedi yaşındaydı, gülnihal on beş. yavuz ile yiğit, on yaşlarında. babası her günkü gibi evden çıkmıştı. her günkü gibi gidip akşama kadar kâğıt oynarız diyordu, kış vakti yangın çıkacak değil ya, belki biri anahtarını unuturdu, hava siyah bulutlarla kaplıydı, galiba eski fabrika geri açılmıştı. babası çıktığında, evlerinde sular kesildi, bu da alışıldıktı, yavuz ile yiğit kapları alıp camiye gittiler. “ben de komşuya gidiyorum” demişti annesi gülnihal’e “şu deliye bak”. kendisine bakmıştı, artık gülnihalin yüzündeki o çocuksu gülüş yerini annesininkine benzer bir bakışa bırakmıştı.
televizyon açıktı, haber kanalları son dakika veriyordu, eski evlerini ve eski evlerinden izlediği fabrikayı gördüğünde bir tek kendisi tanımıştı, gülnihal hatırlamıyordu, bulut fabrikası demişti, gülnihal ilgilenmemişti, yangın çıkmıştı. bulut fabrikası umutları söndürüyordu yine.
babası bir kahraman gibi, işçilerden birini kurtarmak için girdiği yangınların arasında fabrikayı biliyordu, biraz da buna güveniyordu. bir demir merdiven kırılıp düşmüştü önüne sıkışmıştı, yangınlar oraya ulaşmamıştı lakin dumana yenik düşmüştü. işçilere ulaşamadan bir kahraman gibi yenik düşmüştü.
o güne, o ana dair hatırladığı son şeyler bunlardı. adını da o gün unutmuştu. gözlerini burada açmıştı uzunca bir süre konuşmamıştı. sonra ilerleme kaydetmişti, buraya geldiğinden beri hep ilerliyordu. bazen ailesini özlüyordu ancak, ne kardeşleri ne de annesi hiç onu ziyarete gelmiyorlardı. onlara da mı bir şey olmuştu bilmiyordu.
delirmek daha kolay olmalı diyordu kendi kendine diğer delileri izlerken.
ayak seslerini duyduğunda gözleri seyirdi, ilerleme kaydetmek demek buradan çıkmak demekti, buradan çıkarsa nereye giderdi, dünyanın büyüklüğü, sebze meyve halinin yoğun temposu, yanan fabrika, kırmızı olan her şey, yalnızlığı ve yaşamında idrak ettiği her şey gözünü korkuttu. yeniden susmaya karar verdi, kapı açılırken uzun zamandır unuttuğu bir şeyi hatırlar gibi gözleri parıldadı ve biraz da mutlu bir biçimde “doğru ya ben israfil’im” dedi. gözlerini pencereye anlamsızca dikti, ağzını kenetledi. bir daha hiç anlamsız bakışını bozmadı ve hiç konuşmadı. sadece kıyameti bekliyordu suru üflemek için…
geçmiş zamanda yazmış olduğum bir öykü;
soğuk bir öğleden sonrasında sıcak bir pencere arkasında düşünüyordu.
babasının ilk işi memurluktu, o zamanlar ne kardeşleri ne de kendisi dünyaya teşrif(bu kelimeyi çok seviyordu) etmediklerinden halleri vakitleri yerlerindeydi. babası henüz mektepten ayrıldığından toplumsal kaygıları ve milli meseleleri kendine dert ediniyordu, ülkenin nereye gitmekte olduğunu kestirmeye çalışıyordu. demokrat soldan ve muhafazakâr sağdan hayır gelmeyeceğini söylüyordu, ülkeyi ancak yeni bir akım kurtarabilirdi, ne yazık! kendisi de o akımın ne olduğunu tam olarak bilmiyordu. siyasi toplantılara katılıyordu gizli gizli. kendine uygun görüşü bulma isteğini dizginleyemiyordu. komünizme merak sarmıştı, sosyalist arkadaşları çevresini sarmadan önce. doğru yoktur birey doğru olmadıkça diyordu son günlerde de ve üstleri kendi konumlarını tehlike altında gördüklerinden memurluk hayatı son bulmuştu bu sözler yüzünden.
o zamanlar memurluk böyle bir şeymiş diye düşündü pencere önünde, halkın eğitim düzeyi çok düşük olduğundan devlet meselelerini dert edinmek memurlara kalıyormuş, şimdiki gibi değil dedi gülümseyerek. ve şimdiki gibi o zaman da kim devlet meselelerini dert edinirse ipi çekiliyormuş.
uzun bir işsizlik döneminden sonra bir fabrikada iş bulabilmişti babası. bir süre sonra da kendisi doğmuştu. hatırlayabildiği kadarıyla babasının kaşları çatık değildi çocukluğunda, hatta güleç bir yüzden bile bahsedilebilirdi. hatırlayabildiği ilk anıda, babasına ne iş yaptığını sormuştu. babası da ben bulut yapıyorum demişti. hayır, bunu hatırlamıyordu, ancak akşama kadar balkonda fabrikanın dev bacalarından gökyüzüne süzülen bulutları izlerdi ve babasının böyle güzel bir işi olduğu için mutlu olurdu. annesi bu işi pek sevmezdi, hep neden memurlukta dilini tutamadığından yakınırdı, babasının da henüz heyecanı dinmediğinden devlet meseleleri açılınca sinirlenirdi, küçük çapta tartışmalar çıkardı evde. babasının yüzü bu çatık ifadeyi almaya bu tartışmalar yüzünden başlamıştı belki. annesi hem evi de sevmezdi, fabrikaya bu kadar yakın ev tutulur muymuş? "imanım gevredi" derdi, "temizlikten. sanki şununla uğraştığım yetmiyormuş gibi."
doğru, kendisinden şu diye bahsederlerdi, kardeşi doğduğunda ise ondan güzel kızım diye. daha sonra çok kardeşi doğmuştu, ancak ilki gülnihaldi. gülnihal kendisine hiç benzemezdi, gerçi diğer kardeşleri de kendisine pek benzemezdi. ancak gülnihal başkaydı. inanılmaz derecede sevimliydi, renkli gözleri, yumuşak teni, doğuştan upuzun ipeksi saçları, güldüğünde çıkan gamzesiyle insanı kendini sevdirmeye zorlardı. bu sevimliliğe sinir oluyordu. bazen ona kötü şeyler yapmak istiyordu ancak ne zaman bir şey yapmaya kalksa gülnihal ona bile gülümserdi. o zaman ancak yanağına bir gülücük kondururdu. gülnihal'e hiçbir zaman hiçbir şey yapmadı, ancak yine de annesi onu ne zaman gülnihal'in yanında görse azarlayarak uzaklaştırırdı. annesi kendisini de sevmiyordu galiba.
yiğit ve yavuz aynı anda dünyaya teşrif etmişlerdi. buna ikiz deniliyordu. ancak tahayyül ettiğinin aksine bu ikizler birbirlerine pek benzemiyorlardı. hele büyüdükçe huyları da birbirinden tamamıyla ayrılıyordu.
şimdi hatırlıyordu da annesi onlara çok sık uğursuzlar derdi. hatırlıyordu da kendisi de onlara uğursuzlar derdi. onların doğumu fabrikanın kapatıldığı yıla denk gelmişti. babası kendisine artık bulut yapılmayacağını söylemişti fabrikada. çok üzülmüştü, ancak ilk anda fiziksel bir tepki vermemişti, hatta her zaman sinirlendiğinde olduğu gibi gözleri bile seğirmemişti. annesi durumu öğrendiğinde(ki komşulardan öğrenmişti) yine tahayyül ettiğinin(bu kelimeyi hiç sevmiyordu çünkü her şey tahayyül ettiğinin aksine çıkıyordu) aksine sevinmemiş, bağırıp çağırmıştı. yine memurluktan sözü açmıştı, ancak bu sefer babası bu durum karşısında sükûtunu korumuş, hatta belki ilk defa hak bile vermişti karısına. demek ki toplumsal meseleler bile bir yere kadar dert edinilebiliyordu. insan evini düşünmeliydi, dört çocuğunu, karısını düşünmeliydi.
fabrikanın kapandığı günün ertesinde gökyüzünde hiç bulut yoktu. işte bu kendisini delirtmişti. bağırıp çağırmış, yerlerde yuvarlamıştı bedenini. kafasını yerlere vurmuştu. bulutlarımı verin, bulutlarımı verin diye bağırıyordu ağzından kanlı köpükler saçılırken, ancak bu anlaşılmıyordu ki kendisine ne istiyorsun diye soruluyordu. en sonunda da her zaman yaptıkları gibi bir iğne batırmışlardı koluna.
pencerenin önünde kolunu açtı iğne izlerine bakmak için. napolyonun yanındaki repçi şapkalı çocuk da bunu görünce kolunu açıp yalayarak karşılık verdi. bu repçilerin selam işareti olmalıydı, işaretler konusunda pekiyi değildi
babası bir süre boyunca hem iş aradı hem de halde hamallık gibi para getirmeyen enerji götüren işler yaptı. bu sıralarda babasının o yüklerin altına açları doyurmak için girdiğini düşünüyordu. babası da galiba kendisine bunu destekleyen bir açıklama yapmıştı.
gözleri seğirdi, pencere kenarından yatağına geçti, uzandı ve tavanı seyre koyuldu. neden tımarhanenin duvarları sarıydı da tavanı beyazdı? ilk başlarda bunu daha çok merak ediyordu. ancak burada insanı meraklarını hiçbir bilgi vermeden de arındırabiliyorlardı. bir ilaç vardı onu içtiğinizde ne napolyon’unun napolyonluğu kalıyordu ne hitler’in yahudilere öfkesi. repçi çocuğun bu ilacı içmediğini düşündü, bunu neden daha önce akıl etmediğini bilmiyordu. galiba repçi çocuğu sevmiyordu ve pencere önünden de o yüzden ayrılmıştı. kendisine kızdı, yine de bunu doktorlara söylemeliydi. o zaman yine kendisinde ilerleme olduğunu söylerlerdi, ilerlemek iyi bir şeydi. kendisi de hep ilerlemeye çalışıyordu, özellikle yemek sıralarında. herkes bu tımarhaneden ayrılmaya çalışıyordu, kendisi de bu furyanın(bu kelimeyi de seviyordu) içindeydi. gerçi burayı seviyordu da.
babası bir süre sonra daha iyi bir iş bulduğunda annesinin de yine karnı şişmişti, öğrenmişti ki bu yeni bir kardeşi olacağı anlamına geliyordu. babası bu sefer gerçekten kahramanca bir iş yapıyordu, ancak işini bu sefer kahramanca anlatmıyordu ona. kendisi de bu işi pek sevmiyordu; yeni taşındıkları bu evde durmadan kesilen suları babasının su fışkırtan kırmızı arabasına bağlıyordu. bunu ona yavuz söylemişti ve yiğit deyangınları söndürüyor babam demişti. yiğitle yavuz babalarının bu işini çok seviyorlardı. yıkanmaktan kurtuldukları için su kesintilerini de seviyorlardı. kendisi yıkanmayı seviyordu ve bu evi sevmiyordu, boğuk geliyordu. kırmızıyı da sevmiyordu, kendisine iğneleri hatırlatıyordu ve en çok da bu mahalledeki komşularını sevmiyordu. onun hakkında konuşuyorlardı, akıl melaikelerini yitirmiş diyorlardı, terelelli diyorlardı. terelelli komik geliyordu ona, bunu duyunca gülüyordu. ancak akıl melaikelerini yitirmek korkunç bir hüzün barındırıyormuş gibiydi. sanki melekler onu terk etmiş gibi hissediyordu, ağlıyordu o zaman. çocukluğunda çevresine karşı çok ilgisizdi, ancak o yaşlarına geldiğinde çevredeki her şey kendisini daha çok ilgilendirmeye başlamıştı.
kendisini buradan kurtaracak bazı şeylerin olduğunu düşündü, birisi de şu kendisi lafından kurtulmaktı. ancak ismini de bir türlü hatırlayamıyordu, burada kendine geldiğinde, kendisi de napolyon, hitler ya da gogol gibi bir isim seçebileceğini düşünmüştü, kendisine bir melek adı verebilirdi, israfil adını seviyordu, hem pek bir iş yapmasına da gerek olmazdı o zaman kıyamete kadar. ancak kendisine kendisi diyen bir adam, kendisine bir isim seçerse buradan kurtulamayacağını söylemişti, o da kendisi gibi ismini unutmuştu ve kendisinden kendisi diye bahsediyordu. istersen sen de kendine söyleyebilirsin demişti, ismini bulana kadar. ismini bulduğunda buradan kurtulabilirdi. ancak buradan başka nereye gidebilirdi.
kahraman doğduğunda ona bu ismin verilmesinin yanlış olduğunu düşünüyordu. ancak babası içindeki son vatanperverlik kırıntısıyla, on yıl önce idam edilen ve suçu gerçekleri yazmak olan gazetecinin adını çocuğuna vermenin doğru olduğuna inanmıştı. elbette gazetecinin isminin verilmesine karşı çıkmıyordu, ancak kendisinin düşüncesi, gazetecinin öteki adının daha uygun olduğuydu. bunu babasına söylememişti galiba, eğer söyleseydi belki de gazetecinin tam ismi verilebilirdi, kahraman kâtip paksoy ismi kardeşiyle yeniden can bulabilirdi. ya da söylemişti ancak babası, bu işini de elinden kaybetmek istemediğinden tedbirli davranmak gerektiğini düşünmüştü.
kahramanın dünyaya gelişinin altıncı yılında, gülnihal de ilk defa bir erkeğin elini tutmuştu, oğlan işe yaramaz biriydi, yaşça da büyüktü, biraz parası vardı bir de eski model külüstür bir tofaşı.
kendisi on yedi yaşındaydı, gülnihal on beş. yavuz ile yiğit, on yaşlarında. babası her günkü gibi evden çıkmıştı. her günkü gibi gidip akşama kadar kâğıt oynarız diyordu, kış vakti yangın çıkacak değil ya, belki biri anahtarını unuturdu, hava siyah bulutlarla kaplıydı, galiba eski fabrika geri açılmıştı. babası çıktığında, evlerinde sular kesildi, bu da alışıldıktı, yavuz ile yiğit kapları alıp camiye gittiler. “ben de komşuya gidiyorum” demişti annesi gülnihal’e “şu deliye bak”. kendisine bakmıştı, artık gülnihalin yüzündeki o çocuksu gülüş yerini annesininkine benzer bir bakışa bırakmıştı.
televizyon açıktı, haber kanalları son dakika veriyordu, eski evlerini ve eski evlerinden izlediği fabrikayı gördüğünde bir tek kendisi tanımıştı, gülnihal hatırlamıyordu, bulut fabrikası demişti, gülnihal ilgilenmemişti, yangın çıkmıştı. bulut fabrikası umutları söndürüyordu yine.
babası bir kahraman gibi, işçilerden birini kurtarmak için girdiği yangınların arasında fabrikayı biliyordu, biraz da buna güveniyordu. bir demir merdiven kırılıp düşmüştü önüne sıkışmıştı, yangınlar oraya ulaşmamıştı lakin dumana yenik düşmüştü. işçilere ulaşamadan bir kahraman gibi yenik düşmüştü.
o güne, o ana dair hatırladığı son şeyler bunlardı. adını da o gün unutmuştu. gözlerini burada açmıştı uzunca bir süre konuşmamıştı. sonra ilerleme kaydetmişti, buraya geldiğinden beri hep ilerliyordu. bazen ailesini özlüyordu ancak, ne kardeşleri ne de annesi hiç onu ziyarete gelmiyorlardı. onlara da mı bir şey olmuştu bilmiyordu.
delirmek daha kolay olmalı diyordu kendi kendine diğer delileri izlerken.
ayak seslerini duyduğunda gözleri seyirdi, ilerleme kaydetmek demek buradan çıkmak demekti, buradan çıkarsa nereye giderdi, dünyanın büyüklüğü, sebze meyve halinin yoğun temposu, yanan fabrika, kırmızı olan her şey, yalnızlığı ve yaşamında idrak ettiği her şey gözünü korkuttu. yeniden susmaya karar verdi, kapı açılırken uzun zamandır unuttuğu bir şeyi hatırlar gibi gözleri parıldadı ve biraz da mutlu bir biçimde “doğru ya ben israfil’im” dedi. gözlerini pencereye anlamsızca dikti, ağzını kenetledi. bir daha hiç anlamsız bakışını bozmadı ve hiç konuşmadı. sadece kıyameti bekliyordu suru üflemek için…
devamını gör...