adil kral efraim ve gülmenin yasaklanması üzerine alelade bir öykü
sabah gözlerim aralanırken suratımda o aptal ifadeyi hissediyordum. neredeyse ağzım kulaklarımdaydı. içim kıpır kıpırdı. idrakim ağır ağır açılırken, kendimi nasıl zor bir durumun içine soktuğumu da anlamaya başlamıştım. içime bir korku yayıldı.
hemen astım suratımı. pencereye baktım, neyse ki perdeler çekili. yine de bu hiçbir şey demek değildi. bir şekilde hepimizin durumunu biliyorlardı. bazıları evlerimizde kamera olduğunu söylüyordu. bazıları güldüğümüzde dünyaya farklı bir çeşit enerji yaydığımızı ve hükümetin elindeki bir cihazın bunu ölçebildiğini. hayır diyordu tutucu gruplar, hala cadının büyüsünün tesiri altındayız, o yüzden üç asırdır ağlıyordu bazıları. kara yasın üstünden tam 274 sene geçmişti ve o günden bugüne ülkenin erişkinlerine gülmek yasaktı. aslında bakarsanız, çoğunlukla, yedi yaşında gülmeyi bırakmaya başlıyordu insanlar. on yaşına kadar gülmeye devam edenler azımsanmasa da, neredeyse on yaşından sonra kimse gülmüyordu. anne ve babalar, çocuklarının gülme alışkanlıklarını bitirebilmek için türlü yollara başvuruyorlardı. kimisi ayıp diyordu, kimisi tatlı sert uyarıyordu, kimisi ödül veriyordu her gülmediği gün için çocuğuna, kimisiyse dövüyordu. zaten ülke iyi bir durumda değildi, kara yastan önce adil kral efraim döneminde yaşanan büyük kıtlıktan sonra dünya hiç iyiye gidememişti. bu da zaten bazı çocukların gülmeye pek niyetli olmaması sonucunu doğuruyordu.
yine de dünyaya rağmen, gülmenin kesin yasak olmasına ve gülenlerin cezasının kesin idam olmasına rağmen, insanlarımızın somurtmaya çocukluktan alışmasına rağmen, dünyanın pis ve kokuşmuş olmasına rağmen, hatta üç asırlık yaramızın bize taze gelmesine rağmen, yani her şeye rağmen bazen bazıları boş bulunuyordu. ya da benim gibi bir rüyanın tesiriyle elinde olmadan yüzüne aptal bir ifade yerleşiyordu. o yüzden şehir meydanında bir darağacı kuruluydu. içimdeki korku büyüdü. ne yapmam gerektiğini bilmiyordum, sanki bir an sonra kapımdan içeriye gireceklerdi, duvarlar üstüme geliyordu. bugün günlerden perşembeydi. yani idam günü. kaçmam gerek diye düşünüyordum. oysa yeryüzünde kaçacak bir yer mi vardı sanki? sonunda kendimi saim’in yanında buldum. ona güveniyordum, ama bu konuyu konuşmak ne kadar doğruydu onu bilmiyordum. hadi diyelim kamera yerleştirmemişlerdi, telefonları, evleri de mi dinlemiyorlardı? ama anlatmam lazımdı, bu korku beni bitirecekti. “dışarıya çıkalım mı” dedim nereye gidebileceğimizi bilmiyordum, çok tedirgindim. saim’in adımlarına teslim ettim kendimi. ormanın yolunu tuttuk. insanların çoğunluğu ormandan uzak duruyordu, yıllar önce cadının bir ormanda yaşadığı ve o büyüyü de ormanda yaptığını söylüyorlardı. o ya da bu orman fark etmezdi, herhangi bir ormanda karşınızda bitebilirdi. hatta halkın öfkesi yüzünden her yıl geniş orman yangınları oluyordu. gerçi bazı karanlık topluluklar cadıya hak veriyordu. yani adil kral efraim bile yapmış olsa ona ve çocuğuna yapılmış olan haksızlıktı. tüm dünyayı tek bayrak altında toplayıp, dünya insanlarına adaleti ve refahı getirmek için ömrü boyunca çabalamış kral, sonunda tüm dünyaya en büyük felaketi ve kıtlığı getirmişti.
saim’le ara sıra ormana gelirdik. kara yastan sonra cadının öldüğü o 13. gün lanetin kalktığını ve geriye sadece gülmeme alışkanlığımızın kaldığını düşünüyorduk. zaten şu sabahtan önce sorsaydınız bana kimse izlemiyordu bizi. ancak tabi ki yasa yasaydı ve siz toplu bir alanda gülerseniz bunun cezası belliydi. bu sabah yüzümde o aptal gülümseme ile uyandığımdaysa bildiğiniz gibi içimdeki korku baş gösterdi. ormanın içine ilerledikçe hem rahatlıyor, hem de mantığım kontrolü biraz da olsa eline geçiriyordu. sonunda akarsuya ulaştığımızda, kısık sesle saim’e anlatmaya başladım olan biteni.
ilk şaşkınlığı atınca garip bir heyecan duyuyormuş gibiydi, demek “gülerek uyandın ha” dedi. biraz daha kısık sesle konuşmasını işaret ettim. alaycı bir tavırla baktı bana, “bizi burada duyamazlar.” öyle farklı duruyordu ki bir an gülecek sandım, ama tabi ki gülmedi. “bir şey olmaz” dedi, “kimse görmediyse, kimseye de anlatma. tüm o korkutmacaların birer otokontrol mekanizması yaratmak için olduğunu biliyorsun” dedi. biliyordum. yani en azından bu sabaha kadar öyle düşünüyordum. şimdi ise korkuyordum. “söylesene nasıl bir histi?” diye sordu. böyle bir soru beklemiyordum. bunu düşünmemiştim bile. “açıkçası güzeldi, sanki içimde titreşime alınmış bir telefon vardı” dedim. bu tanımlama hoşuma gitmişti. saim’in yanında iyice rahatlamıştım. şimdi güldüğüm o anı düşünüyordum. demek insanlar üç asırdır bu his yüzünden ölüyordu. oysa ne kadar güzel bir histi.
cadı’nın laneti, sonra o büyük kıtlık ve ardından yaşanan kara yas olmasaydı belki herkes gülerdi. adil kral efraim, tüm dünyanın mutluluğu için ne büyük fedakârlıklar yapmıştı. ne kadar çok çabalamıştı. neredeyse tamamını tek damla kan dökmeden tüm dünya devletlerini tek çatı altında toplamıştı. sonra kıtlıktan önceki gün, kral’ın on dört yaşındaki oğlu, kral’da olmayan bir kibre kapıldı, haksız yere can aldı. bu can cadının yusuf yüzlülüğü ve temiz kalpliliğiyle ün salmış oğlunun canıydı. mahkeme kuruldu. her şey açıktı, ama kral efraim’in oğluna olan merhameti, adalet duygusunu alt etti. canına can isteyen cadıya sadece toprak verilmesinde karar kıldı. cadı o zaman çok sinirlendi ve ormana koşup, büyük kıtlığa sebep olacak o kara büyüyü yaptı. “gözyaşlarınız denizi dolduruncaya dek, tek bir insanoğlunun güldüğü günde, tek bir damla düşmeyecek yeryüzüne, güneş hepinizin neşesini çalacak. canımın bedeli, haksızlık edenlerin laneti olacak”
sonra büyük kıtlık başladı. güneş parladıkça parladı. denizler kurudu, ne bir damla su düştü, ne de güneş parlamaktan yoruldu. sıcaklar ve susuzluğu hastalıklar izledi. hem de ilk saraydan başladı bu hastalıklar. kralın oğlu yataklara düştü. yine de insanlar kara yasa kadar gülmekten vazgeçmemişlerdi. kara yas, yani kralın oğlunun hastalıktan öldüğü o günün ertesi. adil kral efraim delirdi. gülen herkesi öldürün diye bir emir çıkardı. böylelikle çoluk-çocuk, genç-ihtiyar, kadın-erkek demeden milyonlarca insan öldürüldü. gözyaşlarıyla değil insan kanlarıyla doldu denizler. fakat bu emir amacına da ulaştı, artık kimse gülmüyordu. kara yasın yedinci gününde yağmur yağdı. düşen ilk yağmur tanesi kral efraim’in başına düşmüştü. aklı başına geldi efraim’in, yaptıklarının altında ezildi, kendini zehirledi. on üçüncü gün de cadının cesedi sarayın önünde bulundu. ama o günden sonra da yasak kalkmadı, gülmek yasaktı ve gülenler öldürülecekti, sadece çocuklar muaf tutulacak şekilde değiştirildi yasa. her perşembe dünyanın değişik şehirlerinde insanlar idam ediliyordu, idamları izlemek vatan göreviydi, bu görevi yerine getirmeyenlere para cezası kesiliyordu.
yine de o güzel his, içimi kıpır kıpır eden, beni heyecanlandıran, daha önce yaşamadığım o his…
“biraz daha anlatsana” dedi saim. ne anlatacağımı bilmiyordum, hem vakit geliyordu, “unut bunu” dedim “güzeldi ama ben gülmedim. idam vakti yaklaşıyor, gidelim.” saim’de garip bir haller vardı ama anlayamıyordum. yürürken vakit nasıl geçti anlamadık, kalabalığın içinde bulduk kendimizi. kafamın bir köşesinde sabah vardı, gülmek ne muhteşem bir şeydi. şimdi tüm şu somurtkan kalabalık gülseydi, dünya daha farklı olmaz mıydı? idamlar başlamak üzereydi, kalabalık artıyordu. darağacını görünce uzaktan, yeniden tedirginlik kapladı içimi, ya birisi anlarsa, ne yapardım. ya biliyorlardıysa zaten, yutkunmaya meyletmiştim ki, saim bir kez daha hiç beklemediğim bir şey yaptı, ağız dolusu güldü “dediğin kadar muhteşemmiş gülmek” diye bağırdı bana, gözleri parlıyordu. ne olduğunu anlayamadan, çevremizi sardılar. saim her zamankinden çok farklıydı, biraz sonra ölecek olmaktan çok, şimdi gülüyor olmakla ilgiliydi. bizi idam alanına taşıdılar. tüm o ötekilerden önce ilk bizdik, çünkü bu açıkça isyandı. boğazından ip geçerken saim gülüyordu. en sonunda kalabalığa bağırdı, “gülmek güzel, siz de gülün. cadı öleli üç asır oluyor, artık lanet kalktı.” kalabalık hareketlenmişti, tüm o somurtkan nizamilik bozulmuştu, yine de kimse gülmüyordu. lanet saim’in boğazındaydı, son sözleri, belki de son gülüşü yarım kaldı. homurtular içinde boğuldu. sıra bana gelmişti, bir şeyler söylemem gerektiğini hissediyordum, ama onun gibi gülmek gelmiyordu içimden, aksine olanlar karşısında müthiş üzülmüştüm. gözümden yaşlar akmaya başladı. darağacına sıra bekleyenlerden birisi, “gülmek için son şansın diye bağırdı bana” kalabalık bir şey olmasını bekliyor gibiydi ip boğazımdan geçerken. “bu sabah suratımda aptal bir gülümsemeyle uyandım” diye bağırdım. “keşke yaşadığım her gün o aptal gülümsemeyle uyanabilseydim” bunu söylerken sonunda tebessüm edebildim, saim’i anlıyordum. sehpaya vurdular, ayaklarım boşta kaldı, son nefesimi verirken görebildiğim kadarıyla kalabalık biraz daha kıpır kıpırdı
devamını gör...