biroteki yazar profili

biroteki kapak fotoğrafı
biroteki profil fotoğrafı
rozet
karma: 1725 tanım: 101 başlık: 15 takipçi: 9
Sessizliği dinlersen duyacaksın geçmişinin gürültülerini... Kimler için ağlamıştın bilmem ama yüreğin daha büyük acıları tadacak, ölmek için ne iyi bir zaman. Yaşamak istememiştin elbette, ama insan yaşar. İnsan her şekilde yaşar. İnsanlığımdan yaşıyorum deme, yaşamın insanlığından da olsa, bir bakmışsın insanlıktan çıkmış insanlığın. İnsanlığından yaşarken, insanca yaşayamazsın...

son tanımları | başucu eserleri


flogiston teorisi

flogiston teorisi, 17. ve 18. yüzyılda kimyada yanma ve oksitlenme süreçlerini açıklamak için ortaya atılmış bir teoridir. teori, maddelerin yanarken veya oksitlenirken görünmez bir "flogiston" adı verilen bir maddeyi serbest bıraktığını savunur. bu teori, özellikle 1667'de alman kimyager johann joachim becher ve öğrencisi georg ernst stahltarafından geliştirilmiştir.

temel varsayımlar

1. flogiston nedir?
flogiston, yanıcı maddelerin içinde bulunduğu düşünülen ve yanma sırasında serbest kalan görünmez bir madde olarak tanımlanmıştır.

2. yanma süreci:

yanıcı bir madde yandığında flogiston serbest kalır ve geride "kül" veya "kalıntı" (örneğin, kül ya da metal oksit) bırakır.

bu kalıntıya "dephlogisticated" yani flogistondan arınmış madde denir.

3. metal ve oksitler:

metallerin, flogiston içeren saf maddeler olduğu ve oksitlendiklerinde flogiston kaybettiği düşünülüyordu.



örnek açıklamalar

odunun yanması:
odunun içinde flogiston bulunur. yanma sırasında flogiston havaya salınır, geriye kül kalır.

demirin paslanması:
metal, flogiston kaybeder ve paslanma gerçekleşir. bu nedenle flogistondan arınmış bir maddeye dönüşür.


teorinin çöküşü

flogiston teorisi, antoine lavoisier'nin oksijenin yanma süreçlerindeki rolünü keşfetmesiyle çürütüldü:

1. lavoisier, yanma sırasında maddelerin flogiston değil, oksijenle birleştiğini kanıtladı.


2. yanma sırasında maddelerin kütlesinin azalmadığı, aksine oksijenle birleşim nedeniyle arttığını gösterdi.


3. bu, flogistonun var olmadığını ve yanmanın kimyasal bir reaksiyon olduğunu ispatladı.
devamını gör...

ceviz ağacı

bundan uzun uzun zaman önce hiçliğin ortasında nehrin yanı başında bir ceviz ağacı göğün yedi kat üstüne doğru uzanmakta idi. nehir ise sonsuza doğru kıvrım kıvrım akıyordu. ceviz ağacının kökleri nehrin kaynağına değin uzanıyordu. bu onların özünü birleştirmişti. böylelikle hiçlik ilk anlamını kazanmıştı.

kimine göre sonsuzdan daha uzun bir süre nehrin özü ceviz ağacının köklerinden dallarına, yapraklarına can olmuştu. ceviz ağacı büyümüş büyümüş ve yedi göğü de delmişti.

ilk insanlar geldiğinde nehirden kana kana içmişler ve ceviz ağacına tapmışlardı. ceviz ağacı ise ilk insanlardan cevizini ve gölgesini esirgememişti. ilk insanlar çocukları için ceviz ağacının dallarına salıncaklar kurmuşlardı ve her gece ceviz ağacının altında şarkılar söylemişlerdi. nehrin yatağını evleri ve yurtları bilmişlerdi ve ölünceye dek nehirden kana kana içmişlerdi. böylelikle ilk insanlar da ceviz ağacı gibi nehrin özünden öz almıştı.

ancak ilk insanların çocuklari doyumsuzdu, onlara bir tanrı yetmedi ve ceviz ağacının yüz dalından yüz heykel yaptılar ve heykellere taptılar, böylelikle yüz tanrılı din doğdu ama yüz tanrılı din ne gölge verebildi ilk insanların çocuklarına ne de ceviz, zaten salıncak asacak bir dal da kalmamıştı böylelikle ilk insanların çocuklarının çocukları mutsuz oldu. gölgeden mahrum kalan gökten süzülen kızgın güneş ışınları hiçliğin ortasındaki nehri ve ilk insanların çocuklarının köyünü ısıttı. doymak nedir bilmeyen ilk insanların çocukları terlediklerinden fazlasını içtiler ve asla nehre kanmadılar, nehir özünü sorguladı ve dünyaya küsen bir çocuk gibi küstü ilk insanların çocuklarına. sonsuza kadar uzanacagını düşündüğü sonsuzdan çekti sularını ve kurumuş bir nehir yatağı kaldı ardında. ilk insanların çocuklari şarkı söylemez oldu ve inanmaz oldu kendi yarattıkları tanrılarına nehir kurudukça kavga ettiler birbirleri ile ve kuruttular kendi soylarını da tıpkı nehir gibi.

her şeyin başlangıcında bir nehir vardı,
yanı başında da bir ceviz ağacı…
her şeyin sonunda ceviz ağacı yalnız kaldı.
devamını gör...

şehir

1. insanların taşla, demirle ve betonla kurduğu karmaşa.
2. insanların doğayı ehlileştirme çabası, fakat doğanın bunu unutmayan intikamı
3. sabahın telaşla, gecenin ise yalnızlıkla yankılandığı bir koro.
devamını gör...

belirsizlik safsataları

#2306769 (2 yıl önce)
#2308528 (2 yıl önce)
#2310270 (2 yıl önce)
#2324838 (2 yıl önce)
#2364229 (1 yıl önce)
#2419141 (1 yıl önce)
#2424368 (1 yıl önce)
#2934586 (8 ay önce)
#3015963 (6 ay önce)


kalbim derin bir uykuda iken gözlerim yeni güne aralandı. hayaletlerden ve sabah ayazından sonra canlı bir ceset gibi ayaklarım odalarda sürüklendi. kalbim bir odada kalmıştı, ya da 99 kışında. dedim bu satırları yazıyorsam ya yeni bir bilgisayarım vardır, ya da yeni bir hayatım yoktur. takılıp kaldığım yerde takılıp kaldım. yanlış yaşadım dedim ya bir kere, bir daha yaşasam yine yanlış yaşardım. her gün aynı soruları kendime sormaya inandım.

koluma baktım bir saat yok, duvarlara baktım boş, raflarda kitaplarım bana bakıyor, 99 yılının maarif takvimlerini arıyorum... bir düş olsa diyorum bir düş, bir daha yaşasam... ve yine yanlış yaşayacağımı biliyorum. zamanım ki bir zamanlar durmuştu ki ondan sonra bir asır daha yaşadım... yaşadım ama yanıldım, sonra gözlerimi açtım 99 kışındayım. dedim ki insanın kalbi nerede ise oradadır. kalbim kim bilir belki de bir söğüt ağacının altında, belki bir dut ağacının altında belki 2 metrekare bir tabutta... 99 kışını hatırlarım, dünya o kadar dağınıktı ki, şimdi dünyam o kadar dağınık ki, durduğum yerde dursam, kim bilir belki hiç uyanmasam...

oysa bir defa açılmıştı gözlerim ve artık görmüyordu, maarif takvimleri, guguklu saatleri, tozdan dumandan desem, ya da dağınıklıktan, dağılıyordu zihnim, 99'dan sonra kaç kış geçmişti, geçmiyordu bu kış. kalksam bir sonraki odaya geçsem dert bekliyordu, önceki odadan dert geliyordu. dışarıda çocuklar benimle dalga geçiyordu, kalbim derin bir uykuda kimseyi kırmak istemiyordu. yüzüme soğuk suları vurdum ve bu dünyayı açıkladı. kalmamıştı hiç dolabımda maarif takvim, kurumuştu ekeveryam, bir anlamı yoktu yaşamımın ve yanlıştı aynı dünya gibi. zaten 99 kışının üzerinden bir asır geçti ya da bir gün. söndü lüküsler, açıldı şatavatlı avizeler, ne kolumda bir saat ne duvarda takvim, ne dışarıda çocuklar, kalbim bir odada kaldı ya da bir tabutta, hayatım 7 inç bir ekranda kaldı ve bir ceset olarak uyandım. belki biri beni bulur diye sürüklenirken ayaklarım, bir daha yaşasam dedim bir daha yanılırdım...
devamını gör...

pazartesi sendromu

yorucu bir haftanın sonunda, akreple yelkovanın adeta oldukları yere çivilendiği, zamanın geçmek bilmediği, mesainin o son vakitlerinde tüm yapmak istediğiniz hiçbir şeydir… evet, hiçbir şey. buna literatürde devlet memuru ironisi denir. çünkü esasen, mesainin son anlarında, hiçbir çalışan gerçekten de bir şeylerle meşgul olmaz, tabii ki hiçbir şey yapmamayı kapsayan hafta sonu planlarının dışında... yani aslında, tam da hiçbir şey yapmadığınız o anlarda istediğiniz şey, hiçbir şey yapmamanın yanında, bunu evinizde sıcak yatağınızda gerçekleştirmektir… yasalar yazmaz, bu da devlet memuru ironisinin ikinci bendidir, çünkü sıcak bir yatağınız varken, bir memur olmanız çoğu zaman içinde kuvvetli bir çelişki taşır…

 neyse ki böyle düşüncelere dalarsanız, akreple yelkovan size çaktırmadan ilerler ve özlemini duyduğunuz hafta sonuna ulaşırsınız, ben de ulaştım. tek yapmak istediğim eve gidip birkaç yorgan yardımıyla sıcak olabilen yatağıma uzanmak ve hafta sonu denilen süre boyunca da orada kalmaktı. tam da çıkış kapısından durağa giderken, kendisini çok iyi bir şekilde gizlemiş(buna yemin edebilirim) bir karpuz kabuğuna bastım. –bence de bu bir muz kabuğu olsaydı her şey çok daha mantıklı olurdu, özellikle içinde bulunduğumuz mevsimi düşündüğümüzde, ama orada bir karpuz kabuğu vardı ve tekrar söylüyorum çok iyi gizlenmişti- bir an durağın kırık camına çarpacağımı sandım. ama uzay-zaman sürekliliğinin bozulduğu o bilindik anlardan birisiydi ve kırık durak camında paralel evrenlere açılan bir çeşit boyutlar arası kapı oluşmuştu. tüm o boyut yolcuğu sırasınca -ki bunun ne kadar sürdüğü hakkında en ufak bir fikrim bile yok- tek düşündüğüm, bu boyut yolculuğunun da nereden çıktığıydı. zaten işten çıkıp eve gitmem bile büyük bir sorunken, hiç de planlarımda olmayan bu boyutlar arası yolculuk yüzünden tüm hafta sonum gidecekti ve benim hafta sonu için hiçbir şey yapmama gibi çok daha iyi planlarım vardı… sonunda yolculuk bitti… geldiğim yer, nasıl söylesem, yolculuğa başladığım yerden çok farklı durmuyordu, sadece durakta, kimse yoktu… saatime baktım- ki bu çok saçma bir hareketti- hayır, hayır, mesai çıkış saatiydi ve durak bomboştu… o an boyutlar arası yolculuk gerçekleştirdiğime emin oldum ya da daha mantıklı bir açıklama bulmak gerekirse saatim bozulmuştu. durağın boşluğunu bunlardan başka ne açıklayabilirdi ki? az ilerdeki bir dükkâna girdim, gördüğüm manzara şaşırtıcıydı. tam karşımda benim hafta sonu hayallerimi yaşayan bir adam vardı, dükkânın içine yerleştirdiği yatağa yatmış yorganı boynuna kadar çekmiş ve hiçbir şey yapmıyordu. geldiğimi duyunca “ne istiyorsan al, parayı da tezgâha bırak” dedi ve yorganı başının üstüne çekti. “af edersiniz, bir şey almayacağım ben, sadece burası neresi? onu soracaktım” dedim. yorganı başından çekti, “bu ne saçma soru, kocaman yazdım ya dışarıya çocuk dünya bakkaliyesi” “anlamadım” dedim, anlamamıştım çünkü… sonra şoku atlattım “hayır, yani genel olarak burası neresi” dedim. adam bana ters ters baktı,  burası genel olarak da çocuk dünya bakkaliyesi” dedi ve yorganı başına tekrar çekti. oradan çıkmam gerektiğini anladım ve bu sefer bunun dışında hiçbir şeyi gerçekten anlamadım.  neyse ki çıkınca onunla karşılaştım, çocuk dünyanın rehberi… yani kendisini öyle tanıttı bana… altı yedi yaşlarında, yeşil gözlü, uzun altın saçlı şirin mi şirin bir kız çocuğu yüzünde kocaman bir gülümsemeyle “merhaba” dedi. “ben çocuk dünyanın rehberiyim, sen galiba, boyut kapısından düştün buraya.”

“bu çok saçma” dedim, tamam az önce ben de sizlere boyutlar arası yolculuk falan dedim ama tabi ki dalga geçiyordum. böyle bir şey mümkün olabilir miydi?  “burası çocuk dünya” dedi çocuk… “senin geldiğin yerden biraz farklı, bazen sizin dünyanızdan insanlar geliyorlar… o yüzden beni görevlendirdiler yani rehber olarak, şaşırdığını biliyorum ama çocuk dünyaya alışsan iyi olur…” kısa bir tereddütten sonra ekledi, “gerçi çok kalmayacaksın”.  tekrar saatime baktım, “çok kalmasam gerçekten de iyi olur” dedim “çünkü eve gidip yatmam lazım” gülümsedi  “siz” dedi “dünyanızda çok fazla çalışıyorsunuz, çocuk dünyada kimse gerektiğinden fazla çalışmaz…”  “o halde burada da kalabilirim” dedim.  "üzgünüm ama" dedi gülümseyerek "bu pek mümkün değil"

 bana ne göstereceğini sordum… eğer gerçekten kimse gerektiğinden fazla çalışmıyorsa, bu rehberlik işinde pek yardımcı olamaması da olasıydı. zaten pek çalışılmayan bir dünyada küçücük bir çocuğa bile iş verilmesi biraz mantık dışıydı, benim geldiğim dünyada bile bu yaştaki çocukların çalıştırılmasına kötü gözle bakılırdı. tabi bunda kirli ve eski kıyafetlerle çalışmalarının ve duygu sömürüsü aracı olarak kullanılmalarının payı yadsınamaz… bu endişelerimi çocuk dünyanın rehberiyle paylaşırken, acaba çocuk dünyanın rehberi bu kadar sevimli olmasa da bu oyuna katılır mıydım diye düşünüyordum… biliyorsunuz ki esasında önümde yatarak geçirmek istediğim bir hafta sonu var ve bu çocuğun hayal gücünü her ne kadar takdir etsem de, bu oyun birazcık benim hiçbir şey yapmayı düşünmediğim zamanlardan çalacaktı. saati sorabileceğim birisini bulsam iyi olur diye düşünüyordum… “endişelerin yersiz” dedi çocuk dünyanın rehberi. “burada zaman sizin dünyanızdan farklı akar…” “daha mı yavaş” diye sordum, “hayır, farklı.” dedi. daha fazla açıklama ihtiyacı duymadı. çünkü bir aptalın bile bu ikisi arasındaki farkı anlayabileceğini düşünüyordu. açıkçası pek anlamamıştım. ama üstelemedim. “yine de acele edelim” dedi “göstermem gereken çok yer var, hiçbir zaman sonunu yetiştiremem.” sonra da koşmaya başladı. tüm haftanın yorgunluğu üzerimdeydi ve değil koşmak yürümek bile istemiyordum. ancak bu dünyada sadece zamanın değil her şeyin biraz daha farklı olduğunu anlıyordum. çünkü tüm isteksizliğime rağmen ayaklarım çoktan harekete geçmişti. gözlerim ise başka bir karpuz kabuğuna basmamak için dört açılmıştı.  

çocuk dünyanın rehberi olan kız çocuğu hızla koşuyordu ve ben de yorgun bacaklarımla onu takip ediyordum. sokaklardan geçtikçe çevremdeki görüntülerin bir tuhaflık barındırdığını fark ettim. bu dünyada her şey biraz… nasıl desem, eksikti. binalar pastel renklerle boyanmıştı, ama pencere kenarlarında çiçek yoktu. insanlar mutlu görünüyordu, ama yüzlerinde bir tür boşluk vardı, bir şeyleri eksik yaşıyor gibiydiler.

“buradaki insanlar neden böyle?” diye sordum.

rehberim bana bakıp hafifçe gülümsedi. “biz burada sadece çocukların rüyalarını yaşarız,” dedi. “bu yüzden her şey biraz tamamlanmamış gibi görünür. herkes her şeyi yapar, ama kimse hiçbir şeyi gerçekten bitirmez.”

tam o sırada bir parka vardık. bir ağacın altında toplanmış birkaç kişi gördüm, tüm gün boyunca sadece uzanmışlardı, ne çalışıyorlardı ne de bir hedef peşindeydiler. görünüşe göre burada “iş” kavramı sadece bir efsaneydi. herkes istediği gibi dinleniyordu, ama bu, benim kafamdaki dinlenme fikrinden çok farklıydı; burada sanki amaçsız bir şekilde dinleniliyordu.

"bir şeyler yapmak yok mu burada? ya da herkes boşlukta mı yaşıyor?" diye sordum, garip bir huzursuzluk hissiyle.

“biz burada büyümeyiz,” dedi rehberim. “çocuklar gibi hayal ederiz, ama asla tam anlamıyla bir şeylerin peşine düşmeyiz. çocuk dünya'da kimse pazartesi sendromu yaşamaz çünkü burada bir pazartesi yoktur.”

bir an düşündüm: sürekli çocuk kalmak, hiçbir şey yapmadan, eksik, daima yarım. ilk başta kulağa güzel gibi gelmişti, ama bu dünyada birkaç dakikadan fazla kaldıkça, bu eksikliğin içinde bir yalnızlık hissettim. bu dünyada eksik olan şey, belki de tüm zorluklarıyla birlikte anlam peşinde koşmaktı.

"sanırım," dedim, "geri dönmek istiyorum. belki yoruluyoruz, belki pazartesileri sevmiyoruz, ama en azından bir şeylerin peşindeyiz."

rehber kız sadece gülümsedi. “biliyorum,” dedi. “çoğu yetişkin aynı şeyi söyler. sana yolu göstereceğim.”

beni sokaklardan geçirip tanıdık bir noktaya, o ilk düştüğüm durağa geri götürdü. tam ayrılacakken, yüzüme baktı ve dedi ki, “ama her zaman kendine şunu hatırlat: dünya ağır olabilir, ama eksiksizdir. yine de arada sırada buraya bir bakmaya gelmeyi unutma.”

bir anda gözlerimi açtım ve kendimi o karpuz kabuğuna bastığım yerde buldum. bu sefer, haftasonunun o rehavetinden çıkıp hayatı tam anlamıyla kucaklamaya hazırdım. pazartesi’ye bir yanıtım vardı artık.
devamını gör...

normal sözlük yazarlarından aforizmalar

1. "yaşam, belki de gözlerimizi kapatıp açmamız arasındaki sessizlikte saklıdır."


2. "düşlerim kadar derin uçurumlar yok bu dünyada."


3. "bir gün herkes kendi karanlığında boğulacak."


4. "kelimeler bazen nefes gibi kaçıp gider, geriye yalnızca suskunluk kalır."


5. "bir umudun peşinden koşarken, başka umutları harcadığımızı kim fark eder ki?"


6. "gecenin sessizliğinde, kendime dair kaybettiğim her şeyi arıyorum."


7. "hayallerimi kurarken ellerim üşür, rüzgar sanki her şeyimi alıp götürmeye kararlı."


8. "bir rüzgar estiğinde, sanki tüm acılarımı alıp götürecekmiş gibi bekliyorum."


9. "kaçınılmaz olanın sessizliği en ağırdır."


10. "kim bilir belki de gökyüzüne bakmayı unuttuğumuz için yere düşüyoruz."


11. "birini sevmek, bazen kendi gölgenden bile vazgeçmektir."


12. "zamanın içinde hapsolmuş gibi hissetmek, bir tek bana mı mahsus?"


13. "içimdeki boşluk, gökyüzünden bile derin."


14. "hayat, bitmeyen bir bekleyiş değil mi zaten?"


15. "öylesine savunmasız kalmış bir dünyadayız ki, her umut kırıntısına sarılıyoruz."


16. "karanlık aslında sadece ışığın kıyısında duran bir yol."


17. "içimde, her gün yeniden uyanan bir hüzün var."


18. "bir şeyleri kaybetmeden önce, gerçekten sahip olduğumuzu anlar mıyız?"


19. "sessizliğin bile kendi sesi var aslında."


20. "bir yanımda durgunluk, diğer yanımda fırtına."


21. "kendimi bulmaya çalışırken, her defasında daha da kayboluyorum."


22. "bazı kelimeler kalbime taş gibi oturur."


23. "gözlerim uzaklara dalarken, hep aynı düşü görürüm: özgürlük."


24. "yüzümü yansıtan her aynada, kendimden biraz daha uzaklaşıyorum."


25. "gecenin derinlerinde, kaybolan yıldızların acısını hissederim."


26. "bir şeyleri özlemek, o şeylerin hiç gerçekleşmemiş olması kadar acıtır."


27. "geçmişe dönüp baktığımda, yalnızca yankılar kalmış."


28. "kendi içimde kaybolduğumda, her şey anlamını yitiriyor."


29. "belki de suskunluğum, anlatamadıklarımın ağırlığıdır."


30. "düşlerim kadar derin yaralarım var." ...
devamını gör...

bulut fabrikası

mesailere kaptırdığı babalarını zihinlerinde kahraman yapma uğraşındaki bütün işçi çocuklarının babalarının çalıştığı fabrikalar.

geçmiş zamanda yazmış olduğum bir öykü;

soğuk bir öğleden sonrasında sıcak bir pencere arkasında düşünüyordu.
babasının ilk işi memurluktu, o zamanlar ne kardeşleri ne de kendisi dünyaya teşrif(bu kelimeyi çok seviyordu) etmediklerinden halleri vakitleri yerlerindeydi. babası henüz mektepten ayrıldığından toplumsal kaygıları ve milli meseleleri kendine dert ediniyordu, ülkenin nereye gitmekte olduğunu kestirmeye çalışıyordu. demokrat soldan ve muhafazakâr sağdan hayır gelmeyeceğini söylüyordu, ülkeyi ancak yeni bir akım kurtarabilirdi, ne yazık! kendisi de o akımın ne olduğunu tam olarak bilmiyordu. siyasi toplantılara katılıyordu gizli gizli. kendine uygun görüşü bulma isteğini dizginleyemiyordu. komünizme merak sarmıştı, sosyalist arkadaşları çevresini sarmadan önce. doğru yoktur birey doğru olmadıkça diyordu son günlerde de ve üstleri kendi konumlarını tehlike altında gördüklerinden memurluk hayatı son bulmuştu bu sözler yüzünden.
o zamanlar memurluk böyle bir şeymiş diye düşündü pencere önünde, halkın eğitim düzeyi çok düşük olduğundan devlet meselelerini dert edinmek memurlara kalıyormuş, şimdiki gibi değil dedi gülümseyerek. ve şimdiki gibi o zaman da kim devlet meselelerini dert edinirse ipi çekiliyormuş.
uzun bir işsizlik döneminden sonra bir fabrikada iş bulabilmişti babası. bir süre sonra da kendisi doğmuştu. hatırlayabildiği kadarıyla babasının kaşları çatık değildi çocukluğunda, hatta güleç bir yüzden bile bahsedilebilirdi. hatırlayabildiği ilk anıda, babasına ne iş yaptığını sormuştu. babası da ben bulut yapıyorum demişti. hayır, bunu hatırlamıyordu, ancak akşama kadar balkonda fabrikanın dev bacalarından gökyüzüne süzülen bulutları izlerdi ve babasının böyle güzel bir işi olduğu için mutlu olurdu. annesi bu işi pek sevmezdi, hep neden memurlukta dilini tutamadığından yakınırdı, babasının da henüz heyecanı dinmediğinden devlet meseleleri açılınca sinirlenirdi, küçük çapta tartışmalar çıkardı evde. babasının yüzü bu çatık ifadeyi almaya bu tartışmalar yüzünden başlamıştı belki. annesi hem evi de sevmezdi, fabrikaya bu kadar yakın ev tutulur muymuş? "imanım gevredi" derdi, "temizlikten. sanki şununla uğraştığım yetmiyormuş gibi."
doğru, kendisinden şu diye bahsederlerdi, kardeşi doğduğunda ise ondan güzel kızım diye. daha sonra çok kardeşi doğmuştu, ancak ilki gülnihaldi. gülnihal kendisine hiç benzemezdi, gerçi diğer kardeşleri de kendisine pek benzemezdi. ancak gülnihal başkaydı. inanılmaz derecede sevimliydi, renkli gözleri, yumuşak teni, doğuştan upuzun ipeksi saçları, güldüğünde çıkan gamzesiyle insanı kendini sevdirmeye zorlardı. bu sevimliliğe sinir oluyordu. bazen ona kötü şeyler yapmak istiyordu ancak ne zaman bir şey yapmaya kalksa gülnihal ona bile gülümserdi. o zaman ancak yanağına bir gülücük kondururdu. gülnihal'e hiçbir zaman hiçbir şey yapmadı, ancak yine de annesi onu ne zaman gülnihal'in yanında görse azarlayarak uzaklaştırırdı. annesi kendisini de sevmiyordu galiba.
yiğit ve yavuz aynı anda dünyaya teşrif etmişlerdi. buna ikiz deniliyordu. ancak tahayyül ettiğinin aksine bu ikizler birbirlerine pek benzemiyorlardı. hele büyüdükçe huyları da birbirinden tamamıyla ayrılıyordu.
şimdi hatırlıyordu da annesi onlara çok sık uğursuzlar derdi. hatırlıyordu da kendisi de onlara uğursuzlar derdi. onların doğumu fabrikanın kapatıldığı yıla denk gelmişti. babası kendisine artık bulut yapılmayacağını söylemişti fabrikada. çok üzülmüştü, ancak ilk anda fiziksel bir tepki vermemişti, hatta her zaman sinirlendiğinde olduğu gibi gözleri bile seğirmemişti. annesi durumu öğrendiğinde(ki komşulardan öğrenmişti) yine tahayyül ettiğinin(bu kelimeyi hiç sevmiyordu çünkü her şey tahayyül ettiğinin aksine çıkıyordu) aksine sevinmemiş, bağırıp çağırmıştı. yine memurluktan sözü açmıştı, ancak bu sefer babası bu durum karşısında sükûtunu korumuş, hatta belki ilk defa hak bile vermişti karısına. demek ki toplumsal meseleler bile bir yere kadar dert edinilebiliyordu. insan evini düşünmeliydi, dört çocuğunu, karısını düşünmeliydi.
fabrikanın kapandığı günün ertesinde gökyüzünde hiç bulut yoktu. işte bu kendisini delirtmişti. bağırıp çağırmış, yerlerde yuvarlamıştı bedenini. kafasını yerlere vurmuştu. bulutlarımı verin, bulutlarımı verin diye bağırıyordu ağzından kanlı köpükler saçılırken, ancak bu anlaşılmıyordu ki kendisine ne istiyorsun diye soruluyordu. en sonunda da her zaman yaptıkları gibi bir iğne batırmışlardı koluna.
pencerenin önünde kolunu açtı iğne izlerine bakmak için. napolyon’un yanındaki repçi şapkalı çocuk da bunu görünce kolunu açıp yalayarak karşılık verdi. bu repçilerin selam işareti olmalıydı, işaretler konusunda pekiyi değildi
babası bir süre boyunca hem iş aradı hem de halde hamallık gibi para getirmeyen enerji götüren işler yaptı. bu sıralarda babasının o yüklerin altına açları doyurmak için girdiğini düşünüyordu. babası da galiba kendisine bunu destekleyen bir açıklama yapmıştı.
gözleri seğirdi, pencere kenarından yatağına geçti, uzandı ve tavanı seyre koyuldu. neden tımarhanenin duvarları sarıydı da tavanı beyazdı? ilk başlarda bunu daha çok merak ediyordu. ancak burada insanı meraklarını hiçbir bilgi vermeden de arındırabiliyorlardı. bir ilaç vardı onu içtiğinizde ne napolyon’unun napolyonluğu kalıyordu ne hitler’in yahudilere öfkesi. repçi çocuğun bu ilacı içmediğini düşündü, bunu neden daha önce akıl etmediğini bilmiyordu. galiba repçi çocuğu sevmiyordu ve pencere önünden de o yüzden ayrılmıştı. kendisine kızdı, yine de bunu doktorlara söylemeliydi. o zaman yine kendisinde ilerleme olduğunu söylerlerdi, ilerlemek iyi bir şeydi. kendisi de hep ilerlemeye çalışıyordu, özellikle yemek sıralarında. herkes bu tımarhaneden ayrılmaya çalışıyordu, kendisi de bu furyanın(bu kelimeyi de seviyordu) içindeydi. gerçi burayı seviyordu da.
babası bir süre sonra daha iyi bir iş bulduğunda annesinin de yine karnı şişmişti, öğrenmişti ki bu yeni bir kardeşi olacağı anlamına geliyordu. babası bu sefer gerçekten kahramanca bir iş yapıyordu, ancak işini bu sefer kahramanca anlatmıyordu ona. kendisi de bu işi pek sevmiyordu; yeni taşındıkları bu evde durmadan kesilen suları babasının su fışkırtan kırmızı arabasına bağlıyordu. bunu ona yavuz söylemişti ve yiğit de“yangınları söndürüyor babam” demişti. yiğitle yavuz babalarının bu işini çok seviyorlardı. yıkanmaktan kurtuldukları için su kesintilerini de seviyorlardı. kendisi yıkanmayı seviyordu ve bu evi sevmiyordu, boğuk geliyordu. kırmızıyı da sevmiyordu, kendisine iğneleri hatırlatıyordu ve en çok da bu mahalledeki komşularını sevmiyordu. onun hakkında konuşuyorlardı, akıl melaikelerini yitirmiş diyorlardı, terelelli diyorlardı. terelelli komik geliyordu ona, bunu duyunca gülüyordu. ancak akıl melaikelerini yitirmek korkunç bir hüzün barındırıyormuş gibiydi. sanki melekler onu terk etmiş gibi hissediyordu, ağlıyordu o zaman. çocukluğunda çevresine karşı çok ilgisizdi, ancak o yaşlarına geldiğinde çevredeki her şey kendisini daha çok ilgilendirmeye başlamıştı.
kendisini buradan kurtaracak bazı şeylerin olduğunu düşündü, birisi de şu kendisi lafından kurtulmaktı. ancak ismini de bir türlü hatırlayamıyordu, burada kendine geldiğinde, kendisi de napolyon, hitler ya da gogol gibi bir isim seçebileceğini düşünmüştü, kendisine bir melek adı verebilirdi, israfil adını seviyordu, hem pek bir iş yapmasına da gerek olmazdı o zaman kıyamete kadar. ancak kendisine kendisi diyen bir adam, kendisine bir isim seçerse buradan kurtulamayacağını söylemişti, o da kendisi gibi ismini unutmuştu ve kendisinden kendisi diye bahsediyordu. istersen sen de kendine söyleyebilirsin demişti, ismini bulana kadar. ismini bulduğunda buradan kurtulabilirdi. ancak buradan başka nereye gidebilirdi.
kahraman doğduğunda ona bu ismin verilmesinin yanlış olduğunu düşünüyordu. ancak babası içindeki son vatanperverlik kırıntısıyla, on yıl önce idam edilen ve suçu gerçekleri yazmak olan gazetecinin adını çocuğuna vermenin doğru olduğuna inanmıştı. elbette gazetecinin isminin verilmesine karşı çıkmıyordu, ancak kendisinin düşüncesi, gazetecinin öteki adının daha uygun olduğuydu. bunu babasına söylememişti galiba, eğer söyleseydi belki de gazetecinin tam ismi verilebilirdi, kahraman kâtip paksoy ismi kardeşiyle yeniden can bulabilirdi. ya da söylemişti ancak babası, bu işini de elinden kaybetmek istemediğinden tedbirli davranmak gerektiğini düşünmüştü.
kahramanın dünyaya gelişinin altıncı yılında, gülnihal de ilk defa bir erkeğin elini tutmuştu, oğlan işe yaramaz biriydi, yaşça da büyüktü, biraz parası vardı bir de eski model külüstür bir tofaşı.
kendisi on yedi yaşındaydı, gülnihal on beş. yavuz ile yiğit, on yaşlarında. babası her günkü gibi evden çıkmıştı. her günkü gibi gidip akşama kadar kâğıt oynarız diyordu, kış vakti yangın çıkacak değil ya, belki biri anahtarını unuturdu, hava siyah bulutlarla kaplıydı, galiba eski fabrika geri açılmıştı. babası çıktığında, evlerinde sular kesildi, bu da alışıldıktı, yavuz ile yiğit kapları alıp camiye gittiler. “ben de komşuya gidiyorum” demişti annesi gülnihal’e “şu deliye bak”. kendisine bakmıştı, artık gülnihal’in yüzündeki o çocuksu gülüş yerini annesininkine benzer bir bakışa bırakmıştı.
televizyon açıktı, haber kanalları son dakika veriyordu, eski evlerini ve eski evlerinden izlediği fabrikayı gördüğünde bir tek kendisi tanımıştı, gülnihal hatırlamıyordu, bulut fabrikası demişti, gülnihal ilgilenmemişti, yangın çıkmıştı. bulut fabrikası umutları söndürüyordu yine.
babası bir kahraman gibi, işçilerden birini kurtarmak için girdiği yangınların arasında…fabrikayı biliyordu, biraz da buna güveniyordu. bir demir merdiven kırılıp düşmüştü önüne sıkışmıştı, yangınlar oraya ulaşmamıştı lakin dumana yenik düşmüştü. işçilere ulaşamadan bir kahraman gibi yenik düşmüştü.
o güne, o ana dair hatırladığı son şeyler bunlardı. adını da o gün unutmuştu. gözlerini burada açmıştı uzunca bir süre konuşmamıştı. sonra ilerleme kaydetmişti, buraya geldiğinden beri hep ilerliyordu. bazen ailesini özlüyordu ancak, ne kardeşleri ne de annesi hiç onu ziyarete gelmiyorlardı. onlara da mı bir şey olmuştu bilmiyordu.
delirmek daha kolay olmalı diyordu kendi kendine diğer delileri izlerken.
ayak seslerini duyduğunda gözleri seyirdi, ilerleme kaydetmek demek buradan çıkmak demekti, buradan çıkarsa nereye giderdi, dünyanın büyüklüğü, sebze meyve halinin yoğun temposu, yanan fabrika, kırmızı olan her şey, yalnızlığı ve yaşamında idrak ettiği her şey gözünü korkuttu. yeniden susmaya karar verdi, kapı açılırken uzun zamandır unuttuğu bir şeyi hatırlar gibi gözleri parıldadı ve biraz da mutlu bir biçimde “doğru ya ben israfil’im” dedi. gözlerini pencereye anlamsızca dikti, ağzını kenetledi. bir daha hiç anlamsız bakışını bozmadı ve hiç konuşmadı. sadece kıyameti bekliyordu suru üflemek için…
devamını gör...

beklemek

normalsozluk.com/entry/2112885

aptal çocuk, kendini ne sanıyorsa, yine de biraz sevimli, yani kim bilir belki bu kadar sünepe olmasa...

ne saçmalıyorsam...

beni bekleyecekmiş, eminim akşamı edemeden evine gider...

gerçekten sevse geceyi ve gündüzü karıştırır, belki taştan bir heykel olur kalır kaldığı yerde. ya da yanımda olur...
gerçi ben de herkesin içinde küçük düşürdüm çocuğu. ne yapsaydım kendini bana yakıştırmış, tabi sevilmek güzel şey ama insan yine de dengini arıyor... hem sanki bu çocuk tarih öncesi çağlardan kalmış, fazla romantik, aklı bir karış havada, kendisine bir hayal dünyası kurmuş...

oysa dünya değişiyor hayatlar değişiyor, sevgi tek başına karın doyurmuyor...

acaba bekliyor mudur şimdi hala orada? hava da soğuyor gitmiştir muhakkak, belki de oradadir hala, soğuktan burnu kızarmıştır, paltosunun yakasini yanaklarina çekmiştir. belki bir kaç paket sigara bitirmistir.. yok yok gitmiştir kesin, kim sever bu devirde öyle. bir not bıraksa en azından dese hergün geleceğim. söyleyemediklerini yüzüme bir bir yazsa, bende anlasam neymiş hissettikleri... yine saçmalıyorum yanında bile durmak istemem o sünepenin. zaten çoktan gitmiştir bu soğukta. yine de bir çıkıp baktım dediği yere, yeller esiyor yerinde. seviyormuş.... sevse gelmesem de akşamı değil ömrünü tüketirdi kımıldamadan...
devamını gör...

incil

utanarak söylemeliyim ki ben hiç incil okumadım. ne protestanlık hakkında ne de katolikler hakkında pek bir şey bilmiyorum. ortodoks bir komşumuz vardı, onunla ise konuşmam yasaktı. eğer şartlar başka şekilde gelişseydi, belki var oluşum farklı bir çevrede vuku bulsaydı, hayatımın hiç olmazsa bir bölümünde iyi bir hıristiyan olabilirdim. bunu yapabilirdim. dinlere ya da bir şeylere inanma eksikliği çekiyorum. var olduğum yerde içinde bulunduğum topluluğa herkesten fazla bağlanırım ya da kişilere. itiraf etmeliyim ki, şartlar ne şekilde gelişirse gelişsin bu sonsuza dek uzanmazdı. bilirsiniz, sınırları kaldırdığınızda her yer savaş alanına döner. ancak bir sınır çizdiğinizde ise sınırlarınızın dışında hiçbir yere ait olamıyorsunuz. sınırları sevmiyorum ve sonunda içimdeki savaşlar beni parçalıyor.
ama aslında bakarsanız uzun zamandır hiçbir insanın hiçbir şeye gerçekten inandığına inanmıyorum. eski ahiti ya da yenisini okusam da bir şeyin değişeceğini düşünmüyorum. şartlar ne kadar değişirse değişsin, yapamam. kimse de inanmıyor. inanıyormuş gibi yapıyorlar. kafalarındaki soruları, pazar günü ayinlerinde yükselen ilahilerle bastırmaya çalışıyorlar. tamamıyla doğru şeyler söylüyor diye bir kitap doğru değildir ve hiçbir kitap tamamıyla doğru şeyler söylemiyor. insanlar bunun bilincinde, yine de ihtiyaçları var.
ben de bu ihtiyaç içinde kıvranıyorum. her şeyden önce incili okusaydım, yani isa’yla daha önce tanışma fırsatım olsaydı, yani başka şekilde demek istiyorum... diye düşünmüyor değilim, ama dedim ya bu sadece hayatımın bir bölümünü etkileyebilirdi. kendi kendime yüksek sesle tekrarlardım:

"başkasını yargılamayın ki siz de yargılanmayasınız.
dileyin size verilecek; arayın bulacaksınız; kapıyı çalın size açılacaktır.
çünkü her dileyen alır arayan bulur kapıyı çalana kapı açılır.
insanların size nasıl davranmasını istiyorsanız siz de onlara öyle davranın.
kutsal yasa'nın ve peygamberlerin söylediği budur."

matta 7 1 12
belki her gece, belki daha sık. utanarak söylemeliyim ki incilin tamamını hiç okumadım. ancak başka bir kutsal kitap okumuştum ve bence tüm kutsal kitapların özü bir. hatta bir kutsal kitap yazmak isteseydim yukarıdaki cümleleri bir yere sıkıştırırdım. ya da bu özün sadece tanrıya ait olabileceğini düşünebilirsiniz. içinizde bir yerlerde yüzlerce soruyu taşıdığınızı biliyorum, fakat inanma ihtiyacınızın büyüklüğünün de farkındayım.
bense geç kaldım. bu çok sık oluyor. oysa hep acele ederim. ne kadar acele etsem de geç kalıyorum. bazense tam da acele ettiğim için geç kalıyorum. bir dine ya da bir sevgiye, arasında fark yok.
sevgiyi yüceltmeyen bir din düşünülemez, yeterince doğuya gittiğinizde bir yerlerde, hiçbir dine dayandırmadan insanlar sevgiyi yüceltiyorlarmış. galiba artık yeterince şey okumuyorum ve bir yere gittiğim de yok. her şey bir söylenti şeklinde ilerliyor. ne kadar az şey bilirsem o kadar mutlu olacağımı söyleyen formülü duyduğumdan beri pek fazla şey öğrenmeye çalışmıyorum. ama bir yerde bilgiye muhtacım. inanmaya olduğum gibi.
bu önemli bir itiraf, ama inanan bir insanın hiç incil okumamış olması kadar utanç verici değil, ya da buda’nın öğretilerini bilmeden, inekli esprilere gülmek kadar... yeryüzünde sekiz milyar insanın yaşıyor olması korku veriyor bana, bu çeşitlilik ne büyük bir farklılık... ama özünde hepsi aynı sorularla kıvranıyor. kendi var oluş şartlarına uyarlanmış aynı sorularla. bu yüzden de yeryüzündeki tüm dinlerin ya da öğretilerin özü bir. en azından bir yerlerde kendi çıkarına göre yorumlayan insanlardan dinlemediğinizde.
bunu bildiğinizde inanmak bir şey ifade etmiyor. bu doğru değil...
bilgisizlik mutluluktur. bu daha doğru.
utanarak söylemeliyim ki ben hiç incil okumadım, küçük bir çocukken tüm kitapları okuyacağım diyordum, benim okuyabileceğimden çok daha fazla kitap olması bir yana, artık okumak için çok geç kaldım. eğer tüm bu kitaplardan herhangi birisi tüm doğru şeyleri söylüyorsa ve söylediği tüm doğru şeylerden ayrı olarak, doğru olan kitap o ise, üzgünüm yeterince vaktim yoktu. hem bilmelisin ki değerli isa, ne kadar vaktim olursa olsun geç kalmaya, bir şeyleri kaçırmaya çok müsait bir yapım var. başka koşullar sağlanmış olsaydı, hiç olmazsa hayatımın bir bölümünde pazar günleri söylenen ilahilerle düşüncelerimi bastırabilirdim. sonra bir gün "ben ne yapıyorum" derdim "allah aşkına bunca okunacak kitap varken neden incil?" utanarak söylemeliyim ki ne kadar vaktim olursa olsun bir başka kitaba geçmek için çok geç kalmış olurdum...
devamını gör...

yazarların yazdığı hikayeler

bank

sabahın ışıklarıyla birlikte bir kız oturmuş bir banka deniz kenarında martıları izliyor. daha az önce evsiz bir ayyaş kalkmış o banktan. ayyaşın hayallerinden çok farklı hayallere sahip kız. beyaz atlı prens falan bekliyor. kısa saçlı uzun boylu, kaytan bıyıklı bir genç hayallerini süslüyor. çantası gevşiyor ellerinden, ne denizi görüyor ne dünyayı, sanki bir masalın içinde.
bu sırada elinde simitle dalgın bir çocuk gelip oturuyor, neden sonra kızı fark ediyor, o kadar dalgın. çocuk yalnızlığa ve bu banka her sabah yalnız oturup simitlerini yemeye bir de martıları izlemeye çok alışık. ayyaştan ve her gece kurduğu hayallerden o da habersiz. kendi dalgınlığında kademe atlayarak ikinci seviye bir dalgınlık geçiriyor bir süre kalksam mı diye düşünürken kızın yanında sonra boş veriyor. birinci kademe dalgınlığına dönmek isterken kızın kendisine aval aval baktığını fark ediyor. kız da farkında değil pek tabi avallığının, masalla gerçek arasında. çocuğun henüz terleyen bıyıkları pek hayalleriyle uyuşmuyor ve pek de beyaz atı varmış gibi durmuyor. hatta saçları bile kısa değil, yeni yetme üniversiteliler gibi, uzatmaya başlamış tam uzun da değil.
çocuk saçını kore filmlerindeki komik ama romantik karakterler gibi savuruyor. ve o anda kendini ne kadar karizmatik hissetse de komik gözüküyor.
kız gülümsüyor. neden sonra(bugün herhalde her şey olması gerekenden biraz daha sonra oluyor.) elindeki simidi paylaşmanın iyi olabileceğini düşünüyor, çocuk. kız hemen teşekkür ederim yemeyeceğim diyor. seni küçük şapşal diyor bizim çocuk çok film izlediğinden olsa gerek ve çok komik duruyor bu sözler üzerinde. senin için değil martılar için. kız hafiften utanıyor. alıyor simidi. çantayı bankta bırakıyor, koşuyor deniz kenarına. martılara simit atıyor. bu sırada çocuk saatine bakıyor o da ne! geç kalmış, bir kâğıt çıkarıyor. lütfen beni ara yazıyor çantanın üstüne bırakıyor ve koşarak uzaklaşıyor. kız fark etmiyor, çünkü tam bu sırada martılara simit atarken, hayalindeki prensle banktaki çocuğu uzlaştırmaya çalışıyor kafasında, simidin son parçasını atarken bir bisikletli kıza çarpıyor, kız suya düşüyor. korkmayın bu kadarcık suda kimse boğulmaz. bir kalabalık toplanıyor yine de kızın etrafında. bu sırada ayyaş kendi bankının önünden geçerken çantayı alıyor, çok normalmiş gibi… kimse görmüyor. kâğıt rüzgârda uçuyor.
her şey sakinleştiğinde kız çantasını almak için banka geliyor ve her şey oturuyor kafasında. vay adi diyor çocuğa, beni suya iten de oydu kesin...
devamını gör...

dua etme

ilahi dilenme öğretisi. gidilecek son kapı.
devamını gör...

tiyatro

1) hayatsız hayatı.
2) seyirci bulmus tımarhane.
devamını gör...

çocuk

anne - baba tutkalı.
devamını gör...

normal sözlük yazarlarının şiirleri

acı ağacı

içimde bir acı ağacı var,
gölgesinde kan akıttığım.
günde beş defa,
kanını topluyorum da dallarından
yine de sevgi dolu bir can etmiyor.
kalbim öylesine sevmiyor ki bazen...
sanki sen geçmişsin de oradan çöl olmuş,
artık tüm denizlere sıcak kuru kumlar yağıyor.
içimde senin geçmediğin seraplar peydahlanıyor.
mutlu olmak günahtır diyor dünyamın tüm dinleri.
ilk ve tek şartı mutsuzluk olan bir din doğuyor doğudan...
çünkü yalnızlığımı gökyüzüne armağan ederken,
baktığın yerde değilim.
seni düşündüğüm bu düş,
karşında bulmak için kendimi
bir yolunu bulur elbet.
ama inan bir daha sevmek,
bir daha umut etmek,
beni düşündüğün
bir düş düşürmek düşüme...
tövbe hâşâ...
“içimdeki kelimeleri öldüreyim”
diye biten duaları tekrarlıyor,
acı ağacının meyvelerini taşlayan çocuklar...
hepsi içimde, hepsi öylesine kalabalık...
inan, yoksa
yarım nefeste geçebilirim bir sonraki sevgiye
aynı yerden kırılmak için.
çünkü kalbim hep aynı yerinden öylesine acıyor ki...
sar diyorum, sar,
ellerini uzat da kanamasın bu ağaç,
çünkü kanmıyor artık âşık aşkına.
çünkü kalbimin kalp dediği yer bir mezarlık,
içinde dirisinden çok ölüsü var.
çünkü sustuğum şu yaşam,
tam bitsin dediğim yerde bitmiyor.
devam ederken yaşamaya tekrarlıyorum,
bitsin...
ama bitmiyor...
devamını gör...

hep eksik kalan bir şey

yaşam, yeri doldurulamayan derin boşluk... kaçırdığım bir şeyler var hissi, yaşamın dışarıda akıp gittiği, yaşama ulaşamama hissi... tam bu his yaşanırken kaçıp giden bir hayat...
yüzün zihnimin koridorlarında kaybolmuş bir siluet, yine de seni sevdiğim yalanına inanarak geçirdiğim geceler. kalbim atmanın anlamını arıyor. seni düşünmeyi iş etmiş de oturup göğe bakarak emekliliğini bekliyor. araya giren dökük tavanı saymazsan... sen artık çok uzakta, beni hiç düşünmeden geçirdiğin günler... başkası altında geçirdiğin geceler... kızmak da ne kelime, o kadar önemsizsin ki, yaşamımdan öylesine geçtin ki, tüm yaşamın benliğimin dışında geçip gittiğini anladım... sana hiç dokunmadım ve bu yüzden aslında hiç kimseye hiç dokunamadım... elim kime değse yaşam sahteleşti. benim için akmadı hayat. insanlar aslında yoktular, ben aslında yoktum. sen vardın, dışarıdaydın ve akıp gidiyordun. senin gitmenle her şey var oldu. yaşam filminin kareleri renklendi, can buldu. akıp gitmeye başladı... insanlar tanıdım. hayatım kalabalıklaştı. sonra onlar içimdeki gariplik hissini tamamlamaya çalıştılar, bense hep dışarıda akıp giden gerçek bir yaşam olduğunu biliyordum. olmadı, yanlış parçalarıydık, bir türlü iç içe geçemiyorduk. zorlandıkça mükemmelliği bozuldu yaşamın. sonra yine aynı göğe baktım. bakmaya hakkım yoktu ama baktım. bu düştüğüm çukuru aklama çabasıydı. sanki ben çukurda değilim de gök gökte. sonra neden sen de gökte kaldın. ben daha derin çukurlara düştüm.
uyandım sonra... uyandım ki aydınlansın dünya. mademki yaşamda gerçek değildim, kendim dışımda bir gerçek arardım. çünkü bağırmak istiyordum, haykırmak, dünyaya bulaşmak istiyordum ve kabul uyandıktan sonra sen hiç aklıma gelmiyordun, ben sadece var olmak ve yaşamış olmakla ilgileniyordum. oysa sen, öylesine dokunmadan geçmiştin ki yaşamıma ben var olmak ne demek bilmiyordum. gerçek değildim, var olmamıştım, o zaman gerçek olanı aradım. benim dışımda ve bana rağmen gerçek olanı.
en sonunda elime birkaç film, bir kaç şarkı birkaç kitap geçti, bir bisiklet buldum... bazen boğuldum... sonra hiç inanmadım gerçeğine hayatın. hiç hayal bırakmadım kendime. bir düş de kurmadım, göğe baktım, araya dökük bir tavan girdi. zaten ben de biraz fazla alçalmıştım, her yer yüksekti yerden. her yer gök gibiydi.
devamını gör...

yazarların yazdığı hikayeler

adil kral efraim ve gülmenin yasaklanması üzerine alelade bir öykü

sabah gözlerim aralanırken suratımda o aptal ifadeyi hissediyordum. neredeyse ağzım kulaklarımdaydı. içim kıpır kıpırdı. idrakim ağır ağır açılırken, kendimi nasıl zor bir durumun içine soktuğumu da anlamaya başlamıştım. içime bir korku yayıldı.

hemen astım suratımı. pencereye baktım, neyse ki perdeler çekili. yine de bu hiçbir şey demek değildi. bir şekilde hepimizin durumunu biliyorlardı. bazıları evlerimizde kamera olduğunu söylüyordu. bazıları güldüğümüzde dünyaya farklı bir çeşit enerji yaydığımızı ve hükümetin elindeki bir cihazın bunu ölçebildiğini. hayır diyordu tutucu gruplar, hala cadının büyüsünün tesiri altındayız, o yüzden üç asırdır ağlıyordu bazıları. kara yasın üstünden tam 274 sene geçmişti ve o günden bugüne ülkenin erişkinlerine gülmek yasaktı. aslında bakarsanız, çoğunlukla, yedi yaşında gülmeyi bırakmaya başlıyordu insanlar. on yaşına kadar gülmeye devam edenler azımsanmasa da, neredeyse on yaşından sonra kimse gülmüyordu. anne ve babalar, çocuklarının gülme alışkanlıklarını bitirebilmek için türlü yollara başvuruyorlardı. kimisi ayıp diyordu, kimisi tatlı sert uyarıyordu, kimisi ödül veriyordu her gülmediği gün için çocuğuna, kimisiyse dövüyordu. zaten ülke iyi bir durumda değildi, kara yastan önce adil kral efraim döneminde yaşanan büyük kıtlıktan sonra dünya hiç iyiye gidememişti. bu da zaten bazı çocukların gülmeye pek niyetli olmaması sonucunu doğuruyordu.

yine de dünyaya rağmen, gülmenin kesin yasak olmasına ve gülenlerin cezasının kesin idam olmasına rağmen, insanlarımızın somurtmaya çocukluktan alışmasına rağmen, dünyanın pis ve kokuşmuş olmasına rağmen, hatta üç asırlık yaramızın bize taze gelmesine rağmen, yani her şeye rağmen bazen bazıları boş bulunuyordu. ya da benim gibi bir rüyanın tesiriyle elinde olmadan yüzüne aptal bir ifade yerleşiyordu. o yüzden şehir meydanında bir darağacı kuruluydu. içimdeki korku büyüdü. ne yapmam gerektiğini bilmiyordum, sanki bir an sonra kapımdan içeriye gireceklerdi, duvarlar üstüme geliyordu. bugün günlerden perşembeydi. yani idam günü. kaçmam gerek diye düşünüyordum. oysa yeryüzünde kaçacak bir yer mi vardı sanki? sonunda kendimi saim’in yanında buldum. ona güveniyordum, ama bu konuyu konuşmak ne kadar doğruydu onu bilmiyordum. hadi diyelim kamera yerleştirmemişlerdi, telefonları, evleri de mi dinlemiyorlardı? ama anlatmam lazımdı, bu korku beni bitirecekti. “dışarıya çıkalım mı” dedim nereye gidebileceğimizi bilmiyordum, çok tedirgindim. saim’in adımlarına teslim ettim kendimi. ormanın yolunu tuttuk. insanların çoğunluğu ormandan uzak duruyordu, yıllar önce cadının bir ormanda yaşadığı ve o büyüyü de ormanda yaptığını söylüyorlardı. o ya da bu orman fark etmezdi, herhangi bir ormanda karşınızda bitebilirdi. hatta halkın öfkesi yüzünden her yıl geniş orman yangınları oluyordu. gerçi bazı karanlık topluluklar cadıya hak veriyordu. yani adil kral efraim bile yapmış olsa ona ve çocuğuna yapılmış olan haksızlıktı. tüm dünyayı tek bayrak altında toplayıp, dünya insanlarına adaleti ve refahı getirmek için ömrü boyunca çabalamış kral, sonunda tüm dünyaya en büyük felaketi ve kıtlığı getirmişti.

saim’le ara sıra ormana gelirdik. kara yastan sonra cadının öldüğü o 13. gün lanetin kalktığını ve geriye sadece gülmeme alışkanlığımızın kaldığını düşünüyorduk. zaten şu sabahtan önce sorsaydınız bana kimse izlemiyordu bizi. ancak tabi ki yasa yasaydı ve siz toplu bir alanda gülerseniz bunun cezası belliydi. bu sabah yüzümde o aptal gülümseme ile uyandığımdaysa bildiğiniz gibi içimdeki korku baş gösterdi. ormanın içine ilerledikçe hem rahatlıyor, hem de mantığım kontrolü biraz da olsa eline geçiriyordu. sonunda akarsuya ulaştığımızda, kısık sesle saim’e anlatmaya başladım olan biteni.

ilk şaşkınlığı atınca garip bir heyecan duyuyormuş gibiydi, demek “gülerek uyandın ha” dedi. biraz daha kısık sesle konuşmasını işaret ettim. alaycı bir tavırla baktı bana, “bizi burada duyamazlar.” öyle farklı duruyordu ki bir an gülecek sandım, ama tabi ki gülmedi. “bir şey olmaz” dedi, “kimse görmediyse, kimseye de anlatma. tüm o korkutmacaların birer otokontrol mekanizması yaratmak için olduğunu biliyorsun” dedi. biliyordum. yani en azından bu sabaha kadar öyle düşünüyordum. şimdi ise korkuyordum. “söylesene nasıl bir histi?” diye sordu. böyle bir soru beklemiyordum. bunu düşünmemiştim bile. “açıkçası güzeldi, sanki içimde titreşime alınmış bir telefon vardı” dedim. bu tanımlama hoşuma gitmişti. saim’in yanında iyice rahatlamıştım. şimdi güldüğüm o anı düşünüyordum. demek insanlar üç asırdır bu his yüzünden ölüyordu. oysa ne kadar güzel bir histi.
cadı’nın laneti, sonra o büyük kıtlık ve ardından yaşanan kara yas olmasaydı belki herkes gülerdi. adil kral efraim, tüm dünyanın mutluluğu için ne büyük fedakârlıklar yapmıştı. ne kadar çok çabalamıştı. neredeyse tamamını tek damla kan dökmeden tüm dünya devletlerini tek çatı altında toplamıştı. sonra kıtlıktan önceki gün, kral’ın on dört yaşındaki oğlu, kral’da olmayan bir kibre kapıldı, haksız yere can aldı. bu can cadının yusuf yüzlülüğü ve temiz kalpliliğiyle ün salmış oğlunun canıydı. mahkeme kuruldu. her şey açıktı, ama kral efraim’in oğluna olan merhameti, adalet duygusunu alt etti. canına can isteyen cadıya sadece toprak verilmesinde karar kıldı. cadı o zaman çok sinirlendi ve ormana koşup, büyük kıtlığa sebep olacak o kara büyüyü yaptı. “gözyaşlarınız denizi dolduruncaya dek, tek bir insanoğlunun güldüğü günde, tek bir damla düşmeyecek yeryüzüne, güneş hepinizin neşesini çalacak. canımın bedeli, haksızlık edenlerin laneti olacak”
sonra büyük kıtlık başladı. güneş parladıkça parladı. denizler kurudu, ne bir damla su düştü, ne de güneş parlamaktan yoruldu. sıcaklar ve susuzluğu hastalıklar izledi. hem de ilk saraydan başladı bu hastalıklar. kralın oğlu yataklara düştü. yine de insanlar kara yasa kadar gülmekten vazgeçmemişlerdi. kara yas, yani kralın oğlunun hastalıktan öldüğü o günün ertesi. adil kral efraim delirdi. gülen herkesi öldürün diye bir emir çıkardı. böylelikle çoluk-çocuk, genç-ihtiyar, kadın-erkek demeden milyonlarca insan öldürüldü. gözyaşlarıyla değil insan kanlarıyla doldu denizler. fakat bu emir amacına da ulaştı, artık kimse gülmüyordu. kara yasın yedinci gününde yağmur yağdı. düşen ilk yağmur tanesi kral efraim’in başına düşmüştü. aklı başına geldi efraim’in, yaptıklarının altında ezildi, kendini zehirledi. on üçüncü gün de cadının cesedi sarayın önünde bulundu. ama o günden sonra da yasak kalkmadı, gülmek yasaktı ve gülenler öldürülecekti, sadece çocuklar muaf tutulacak şekilde değiştirildi yasa. her perşembe dünyanın değişik şehirlerinde insanlar idam ediliyordu, idamları izlemek vatan göreviydi, bu görevi yerine getirmeyenlere para cezası kesiliyordu.
yine de o güzel his, içimi kıpır kıpır eden, beni heyecanlandıran, daha önce yaşamadığım o his…
“biraz daha anlatsana” dedi saim. ne anlatacağımı bilmiyordum, hem vakit geliyordu, “unut bunu” dedim “güzeldi ama ben gülmedim. idam vakti yaklaşıyor, gidelim.” saim’de garip bir haller vardı ama anlayamıyordum. yürürken vakit nasıl geçti anlamadık, kalabalığın içinde bulduk kendimizi. kafamın bir köşesinde sabah vardı, gülmek ne muhteşem bir şeydi. şimdi tüm şu somurtkan kalabalık gülseydi, dünya daha farklı olmaz mıydı? idamlar başlamak üzereydi, kalabalık artıyordu. darağacını görünce uzaktan, yeniden tedirginlik kapladı içimi, ya birisi anlarsa, ne yapardım. ya biliyorlardıysa zaten, yutkunmaya meyletmiştim ki, saim bir kez daha hiç beklemediğim bir şey yaptı, ağız dolusu güldü “dediğin kadar muhteşemmiş gülmek” diye bağırdı bana, gözleri parlıyordu. ne olduğunu anlayamadan, çevremizi sardılar. saim her zamankinden çok farklıydı, biraz sonra ölecek olmaktan çok, şimdi gülüyor olmakla ilgiliydi. bizi idam alanına taşıdılar. tüm o ötekilerden önce ilk bizdik, çünkü bu açıkça isyandı. boğazından ip geçerken saim gülüyordu. en sonunda kalabalığa bağırdı, “gülmek güzel, siz de gülün. cadı öleli üç asır oluyor, artık lanet kalktı.” kalabalık hareketlenmişti, tüm o somurtkan nizamilik bozulmuştu, yine de kimse gülmüyordu. lanet saim’in boğazındaydı, son sözleri, belki de son gülüşü yarım kaldı. homurtular içinde boğuldu. sıra bana gelmişti, bir şeyler söylemem gerektiğini hissediyordum, ama onun gibi gülmek gelmiyordu içimden, aksine olanlar karşısında müthiş üzülmüştüm. gözümden yaşlar akmaya başladı. darağacına sıra bekleyenlerden birisi, “gülmek için son şansın diye bağırdı bana” kalabalık bir şey olmasını bekliyor gibiydi ip boğazımdan geçerken. “bu sabah suratımda aptal bir gülümsemeyle uyandım” diye bağırdım. “keşke yaşadığım her gün o aptal gülümsemeyle uyanabilseydim” bunu söylerken sonunda tebessüm edebildim, saim’i anlıyordum. sehpaya vurdular, ayaklarım boşta kaldı, son nefesimi verirken görebildiğim kadarıyla kalabalık biraz daha kıpır kıpırdı
devamını gör...

dünyayı kurtarmak

doksanlarda herkes dünyayı kurtarmak istiyordu… henüz zihnimiz bu kadar bulanmamıştı. bir kara kutunun etrafına toplanmıştık, ama en azından bir aradaydık.
biliyorsunuz, seksenlerde herkes bir şeylere inanıyordu, âşık olduğu bir dava vardı ve onu yaşıyordu... doksanlarda insanlar aşklarını ya da inançlarını yaşamak yerine onu yazmayı tercih ettiler. herkes içine bir şairi gömdü… doksanlarda biz bir cümle yazacaktık ve dünya kurtulacaktı… biliyorum, pek çoğumuz o zamanlar henüz yazmayı bile bilmiyorduk, belki de o yüzden dünya hiç kurtulmadı. tarihe atılan sıfırlar, bizim inanmışlığımızı saatli maarif takvimlerinin yapraklarının arasına gömdü. böyle yanacağımızı düşünmemiştik. içimizden bir ateş çıkacaktı, ama son sobalı kışlara denk geldik. kestane kokuları eşliğinde, çocukluğumuzun aşklarını yakarken neleri kaybettiğimizi bilmiyorduk… biz dünyayı bu haliyle bile özleyecektik, dünya bu haliyle bile güzel değildi ve dünya hiçbir zaman kurtulamayacaktı, ne bizim tarafımızdan ne de bir başkası tarafından… aksine, kötü adamlar saracaktı dört bir yanımızı-belki etrafımızdaydılar da- biz onların kötü olduğunu anla(ya)madan, onlar dünyayı daha kötü bir yer haline getireceklerdi. dünyayı kurtarmak yerine, kendilerinin kurtulduğu, hatta kendilerine ait olan bir dünya inşa edeceklerdi. dünya biraz da öyle bir yerdi. oysa doksanlarda kara kutudan etrafa saçılan kahramanlar bile dışa vurumuydu bizim dünyayı kurtarma isteğimizin.
televizyonun başındaydık ve hepimiz iyilerin tarafındaydık… kötüler sonunda kaybediyordu biliyorduk, yine de iyiler için korkuyorduk… kim kötü, kim iyi daha film başlamadan anlıyorduk, kötü ve iyiyi ayırmak kolaydı. katiller, tecavüzcüler, vicdansızlar, aşklara saygısı olmayanlar ve hırsızlar kötüydü… dünyanın kendisi biraz kötüydü. şimdi dünya hepten kötü. saatli maarif takvimlerin bir de on üçüncü defa vurmayan duvar saatimizin suçu var bunda, her eve girdiler ve bizi dünyayı değiştiremeyeceğimize inandırdılar… bize ucuz hikâyeler anlattılar, kötü şiirler ezberlettiler, bizi boş fıkralara güldürdüler, biraz da çözemeyeceğimiz sorularla uğraştırdılar… bir defa daha vurmadı saat ve zamanımız yetmedi… hiçbir şey yapmıyorduk oysa.
biz hiçbir şey yapmıyorken, dünya tüm hızıyla kötüleşmeye devam ediyordu… iyiler genelde kaybeder, iyi olmanın kendisi bizatihi kötüdür. ve seksenlerde de kaybettiler… bu bir sonraki nesli şair yaptı… ama iyiler o kadar kötü kaybetmişlerdi ki, doksanlarda kimse yazdıklarını okuyacak cesareti bulamadı… sobalı evler bizim şansızlığımızdı, yazdıklarımız hiç benzemiyordu, gül yapraklı ilahi kitaplarında yazanlara… ama aynı sonu paylaşıyorlardı… biz bir cümle yazacaktık, sonra fark ettik ki, kötü olmak daha kolay… sevmemek, inanmamak, yazmamak daha kolay… bu ne zamana rast geldi bilmiyorum ama bir ara fark ettik, kötü olan pamuk prenses ve dünyayı kurtarmak kötülerden, dünyanın katillerinin eline bırakmaktır tüm işleyişi… biz bir ara fark ettik ki, kızı üşümesin diye çaldığı tüm paraları yakan banka soyguncusunun kalbi de bir kalp, bunları fark ettikten sonra fark ettik ki, biz hırsızlara odaklanmışken banka sahipleri zenginleşiyor… biz savaşlarda kahraman ölürken, birileri sıcak yataklarında paralarını sayıyor…
doksanlarda biz bir kara kutunun başındaydık, iyi ve kötü çok netti… sonra biz dünyayı kurtaran bir cümle yazacaktık, ama hiçbir şeyin farkında değildik… yine de yazardık yazmasına da o cümleyi, korkuyorduk. iyi olmak çok zordu… iyi olmak manipüle edilebilirdi ve ediliyordu… biz kahramanca savaşırken, bizim öldüğümüz bir yana, çocuklar ölüyordu. ölen çocuklar da bizdendi, sonra bu savaş bizim savaşımız değildi… hangi savaş bireye aitti ki ekmeğinin savaşından başka… onun bile farkında değildik… hatta seksenlerde bile… belki ekmek almaya diye çıkıyorduk, sonra dönemiyorduk evimize, ama bu bizim ekmek alma isteğimizle ilgisizdi…
aslında bizi bıraksalardı doksanlarda, ekmeğimizin peşinde kaybolurduk, tüm düşlerimizi, dünyayı kurtarma isteğimizi içimize gömüp.
dünya ne kadar kötü bir yer, tüm zamanlarda da böyleydi. yeryüzünü sahiplenenlerin ellerinde işleyen sistemin çarklarının arasında iyi insanların kemik seslerini duyabilirsiniz, bu tavan arasındaki duvar saatlerimizle ilişkili… iyi olmak çok zor ve manipüle edilebilir ve ediliyor da… seksenlerde ve doksanlarda, hatta isa’dan önce durum böyleydi, hala da böyle. o yüzden ekmeğimizin peşindeyken ölüyoruz ve birilerinin ekmeğinin üstünde, bal yağ oluyoruz…
ne yazık, dünya kötülerin, gerçek hırsızların, gerçek katillerin, sahte âşıkların, sahte azizlerin elinde dönmeye devam ediyor. dünyayı kurtarmayı düşünmüyoruz bile, düşünüp de çalışırsak da ya ölüyoruz, ya iyi niyetimizi manipüle ediyorlar ya da gücümüz yetmiyor, o cümleyi sobada yaktık… hem zaten, iyi olmak zor, kötü olmak kolaydır.
devamını gör...

belirsizlik safsataları

uyandım, ne etrafımdaki duvarlar tanıdık, ne o duvarlarda saatli maarif takvim var. aklımda bir duvar saati, sarkaç uzanıyor alta doğru, tiktaklarla geçiyor ömür, sarkaç bozuk zaman doğru. yine yetismeliyim bir yere yine geç kalmışım hayata ve hayattayım. oysa bundan bir kaç sene önce bir uçurum kenarında son buluşum olabilirdi kendimi, sonra düzlüklere çıktım da kaç defa daha kaybettim kendimi.

hayat bir yürüyüş olsaydı ve biz şiir okuyanlar, doksanlarda kalanlar, eski romantikler durduğumuzu iddia etseydik ve bu duruşla meşhur olduğumuzu... gün geçmedi ki gün geçti güzel ülkemde ve hayat bize karşı durdu biz duruşumuzla böbürlenirken ne şiir kaldı ne romantizm, ne doksanlar... günler geçti ve biz adımımızı atmadan yaşlandık durduğumuz yerde.

dışarıda bir cehennem içeride esen bir tufan, duvarlar da tanıdık değil insanlar da. durduk, baktık, zaman doğru da insanlar yanlış. herkesin yürüdüğü şu dünyada ayaklarımıza baktık, baktık ki herkesin yürüdüğü şu dünyada tam da durduğumuz yerde koşuyoruz. yine bir şeylere geç kalmışız. yine kalbimizde 99 kışı. duvarda maarif takvim yok, dışarıda cehennem içeride klima, içimizde tufan... ölmedik ama yaşamıyoruz da...
devamını gör...

bayram

dertlilerin dert unutma günü.
devamını gör...

belirsizlik safsataları

bir kabustan ötekine uyandım. bu kaçıncı gözlerimi açışımdı, yine de rüyanın sis perdesi hiç aralanmadı ve ben hiç gözü açık birisi olamadım. ben gözlerimi açarken ağaçlar da çiçeklerini açıyordu, oysa insanlar ve hava henüz gerçek soğukluğunu göstermemişti. mevsimler geçmiş; kışlar başlamış, kışlar bitmişti, içimdeki ve buzdolabındaki soğukluk bitmemişti. bu beni insan yapıyordu, buzdolabını ise buzdolabı.

yanılmıyorsam şubat ayindaydik belki de yanılıyordum ve biz mart ayındaydık ya da nisan. duvarlar yıkıldıktan sonra takvimler enkaz olmuştu ve ben kentime duvarlar örülürken kendime hayaller kurmuştum, işte bu hayaller tek tek kabusa dönüşüyordu. ben bir hata yaptım gözlerimi açarak bu dünyaya ve her gün devam ettim gözlerimi aynı dünyaya açmaya. herkes bir ad ararken dünyasına ben kabus dedim dünyama. karabasanlar ve ecinnilerle geçti ömrüm ve yalanlarla, 99 kışıydı, henüz bilmiyordum dünyaya her defasında yenileceğimi... bir soğukluk girdi içeri ve bir ağıt koptu evde... ben o vakitten sonra dünyada hiçbir şey aynı kalmaz sandım, takvimler astım duvarlara. duvarlar yıkıldı, günler ve asırlar geçti, duvarlar yıkıldı ben de yıkılırım sandım, sonra tuttular elimden, oysa bir düşseydim düşlerimin peşine... tuttular elimden ve attılar kabuslara. insanların soğukluğu işlememişti içime ve yine de içim soğuktu. böylelikle başladı buzdolabı ile arkadaşlığım ve insanlarla. hepimiz soğuktuk ve bir sıcaklık arıyorduk, bu noktada yine buzdolabından ayrıldık ve insanlar kaldı bahtımıza, sonra soba kurduk evin ortasına bu ateş dedim kalbimizden çıktı, oysa kova kova kömür ve odun taşıdık ve ateşi bir kirpitten çıkardık. sonra da duvarlar yıkılmadan sobayı evimizden... bize yine insanlar kaldı ve duvarlar yıkıldı. belediye hiç beklemeden kentime yeni duvarlar ördü ben de kendime yeni hayaller kurdum oğlumun küçücük bedeninde. oğlum ki miladıdır hayatımın, bu her şeyi bir daha yaşamak anlamına gelir sandım ve başladım acıları ayıklamaya. bir ateş yandı kalbimde evim ve dünya ısındı. evim yıkılmıştı birkaç defa tüm hayallerle başıma ve ben duvara asılmış takvimlerin ve resimlerin içinde kaybolmuştum. böylelikle bir resim asmadim duvara ve hiç yaşamadım dört duvar arasında. oysa oğlumun kalbi dakikada 140 kere atıyordu ve 99 kışını hiç görmemişti, ben içimdeki ateşle duvarlar örüyordum oğlumun etrafına ki soğukluk bulaşmasın onun kalbine. oğlum öyle sıcak gülüyordu ki soğukluk asla bulaşmazdı onun kalbine. sonra yine olan oldu. her şeyi düzelteceğim dediğim yerde gözlerim açıldı kabuslara... insan ki soğuktur aynı dünya gibi ve kış hiç bitmiyordu yüreğimde. kurduğum hayal bir kabustu ve ben kendimin bile kendime kalmadığı bir yalnızlık içindeydim. gittim duvara maarif takvimden bir yaprak kopardım geçen onca kışa rağmen yine şubat 99'daydım.
devamını gör...
devamı...

normal sözlük'ü kullanarak 3. parti dahil tarayıcı çerezlerinin kullanımına izin vermektesiniz. Daha detaylı bilgi için çerez ve gizlilik politikamıza bakabilirsiniz.

online yazar listesini görmek için lütfen giriş yapın.
zaman tüneli köftehor rehberi portakal normal radyo kütüphane kulüpler renk modu online yazarlar puan tablosu yönetim kadrosu istatistikler iletişim