1.
içimdeki buruklukla uyandım sabaha. güneşin o bitip tükenmeyen enerjisi, ötüşen kuşlar ve ötekiler... sonrasına sığdırdıklarım arasında nefes alıp verirken bir yanım hep eksikti. beni düşüncelere iten havanın sıcaklığı değil insanın içinde bulunduğu çaresizlik hissiydi. adını koyamadığım yalnızlığın gölgesinde zamanın sessiz, sakin ve acımasız ilerleyişine şahit olmak çaresizliğin en büyüğüydü. zaman ve mekandan bağımsız yaşanabilecek bir şey var mıdır?
zamana sığdıramadıklarımızın ya da zamansız yaşananlar arasında takılı kalmak tehlikeli sularda kalmak gibiydi; yüzmeyi ne kadar iyi bilirsen bil, azgın sular seni yoracak ve boyun eğeceksin. kafamda belirsizliğin bir parçası: sorguladığın öğretiler, kurallar, toplumun ötekileri...
belirsizliğin ve içimdeki burukluğun dışa vurumu; işte güneşi karşılayan kuş cıvıltıları, ağaç dallarında hafif rüzgar esintisi, gelip geçen arabalar, işe gitmek için yürüyen insanlar; beni görmezler, sesimi duymaları için çığlık atmalıyım. çığlıklarım içime, burukluğum henüz gelmemiş yarına.
"insanın acısını insan alır" demiş yazar: aksini düşünmekteyim. insanın acı kaynağı insandır; insan, insanı acılara sürükleyip durur. belki de içimdeki burukluğun sebebiydi insan. uzayıp giden ağaç gölgeleri örter bir parça hüznümü, kuş cıvıltıları bastırır korku dolu çığlıklarımı.
güneşin beyaz, sarı, turuncu renkleri baştan başa doldururken odayı. belki bir daha kalmayacağım odanın duvarlarını seyrediyordum ve duvarda asılı posterler bana çocukluğumu hatırlatıyordu. sonra içimde bir fırtına kopuyor! sendeletiyordu beni, yürümek güç iş; kafamın içindeki düşüncelerin çıkmazındayken. aklımın bir kenarında geçen yılların çetelesini tutuyordum. uzun, zahmetli, yorucu ve içinden çıkılmaz bir hal alıyor; çocukluğum peşimi bir türlü bırakmıyordu. aslında çocukluğum benimleydi hep; koştuğum sokaklardaydı, yere düşüp ayağımı kırdığım yerdeydi. avuç dolusu erik ve iki parçaya bölünen bisikletim çocukluğumdu benim.
büyüdükçe insanın hüznü artarmış bunu anladım. büyümek, dağları sırtına yükleyerek rüzgara karşı koşabilmekmiş; altında ezilerek bütün dağları sırtladım sonra rüzgarı aldım karşıma; ben pek koşamam ağır adımlarla ezildim. gözünüze perde çekilmiş, kulaklarınız sağır olmuş gibi, yükümü görmediniz; sırtımda koca dağlar kayıp yollarda ezilmekteyim.
çocukluğum yine de peşimi bırakmaz. güneş renkleriyle odaya yerleşir, kuşlar hiç susmayacak gibi sonsuzluğa öter. derken çıkagelir dünyanın aydınlık yüzü. işte o zaman çığlıklar anlamını yitirir, hüzünler yerini gülümsemeye bırakır, koca dağların yerini deniz alır.
zamana sığdıramadıklarımızın ya da zamansız yaşananlar arasında takılı kalmak tehlikeli sularda kalmak gibiydi; yüzmeyi ne kadar iyi bilirsen bil, azgın sular seni yoracak ve boyun eğeceksin. kafamda belirsizliğin bir parçası: sorguladığın öğretiler, kurallar, toplumun ötekileri...
belirsizliğin ve içimdeki burukluğun dışa vurumu; işte güneşi karşılayan kuş cıvıltıları, ağaç dallarında hafif rüzgar esintisi, gelip geçen arabalar, işe gitmek için yürüyen insanlar; beni görmezler, sesimi duymaları için çığlık atmalıyım. çığlıklarım içime, burukluğum henüz gelmemiş yarına.
"insanın acısını insan alır" demiş yazar: aksini düşünmekteyim. insanın acı kaynağı insandır; insan, insanı acılara sürükleyip durur. belki de içimdeki burukluğun sebebiydi insan. uzayıp giden ağaç gölgeleri örter bir parça hüznümü, kuş cıvıltıları bastırır korku dolu çığlıklarımı.
güneşin beyaz, sarı, turuncu renkleri baştan başa doldururken odayı. belki bir daha kalmayacağım odanın duvarlarını seyrediyordum ve duvarda asılı posterler bana çocukluğumu hatırlatıyordu. sonra içimde bir fırtına kopuyor! sendeletiyordu beni, yürümek güç iş; kafamın içindeki düşüncelerin çıkmazındayken. aklımın bir kenarında geçen yılların çetelesini tutuyordum. uzun, zahmetli, yorucu ve içinden çıkılmaz bir hal alıyor; çocukluğum peşimi bir türlü bırakmıyordu. aslında çocukluğum benimleydi hep; koştuğum sokaklardaydı, yere düşüp ayağımı kırdığım yerdeydi. avuç dolusu erik ve iki parçaya bölünen bisikletim çocukluğumdu benim.
büyüdükçe insanın hüznü artarmış bunu anladım. büyümek, dağları sırtına yükleyerek rüzgara karşı koşabilmekmiş; altında ezilerek bütün dağları sırtladım sonra rüzgarı aldım karşıma; ben pek koşamam ağır adımlarla ezildim. gözünüze perde çekilmiş, kulaklarınız sağır olmuş gibi, yükümü görmediniz; sırtımda koca dağlar kayıp yollarda ezilmekteyim.
çocukluğum yine de peşimi bırakmaz. güneş renkleriyle odaya yerleşir, kuşlar hiç susmayacak gibi sonsuzluğa öter. derken çıkagelir dünyanın aydınlık yüzü. işte o zaman çığlıklar anlamını yitirir, hüzünler yerini gülümsemeye bırakır, koca dağların yerini deniz alır.
devamını gör...