miteherik
başlık "karma police" tarafından 07.02.2021 00:43 tarihinde açılmıştır.
nickaltı sahibi yazar profili: miteherik
21.
kısmet değilmiş. yazdıklarımın hepsi uçtu gitti. en çok yaşamımdan giden zamana acıyorum. yazarkenki özenime, sözcük seçerkenki özenime... aynı satırları yeniden yazmak istesem, asla aynı olmuyor. bilinmez, belki bu kez çok daha iyi olacak.
en azından bugün akşam yemeği için ne hazırladığını yazayım. da, bugüne ilişkin bir anı kalsın.
taze fasulye ve domatesli 'yasmin' pilavı.
yasmin pilavını seviyorum. çok su kaldırıyor, hata payı daha az. içine buraya özgü baharat da koydum. az önce tattım, hiç fena olmamış. yanına da yunan usulü cacık iyi gider. buradaki yoğurtlar bizim yoğurtlara pek benzemese de sarımsak ve iri kıyılmış salatalıkla fena olmuyor. şuraya notumu da düşeyim; bizim yüzüne bakmadığınız salatalıkların tanesi 2,5 dolar burada. dönüşte hepsine farklı gözle bakacağım. o kadar kıymetliler ki, kabuklarını soymuyorum artık. (buralara da yıldızsız gülme efektleri gelsin.) bitti. şimdi kısa bir yürüyüş faslı.
en azından bugün akşam yemeği için ne hazırladığını yazayım. da, bugüne ilişkin bir anı kalsın.
taze fasulye ve domatesli 'yasmin' pilavı.
yasmin pilavını seviyorum. çok su kaldırıyor, hata payı daha az. içine buraya özgü baharat da koydum. az önce tattım, hiç fena olmamış. yanına da yunan usulü cacık iyi gider. buradaki yoğurtlar bizim yoğurtlara pek benzemese de sarımsak ve iri kıyılmış salatalıkla fena olmuyor. şuraya notumu da düşeyim; bizim yüzüne bakmadığınız salatalıkların tanesi 2,5 dolar burada. dönüşte hepsine farklı gözle bakacağım. o kadar kıymetliler ki, kabuklarını soymuyorum artık. (buralara da yıldızsız gülme efektleri gelsin.) bitti. şimdi kısa bir yürüyüş faslı.
devamını gör...
22.
ben tek değilimdir diye düşünüyorum. herhangi bir iş yaparken, örneğin bulaşık yıkarken aklıma bir anda aynı çizgi filmden hep aynı sahne geliyor. öyle aklımı uzun süre meşgul falan etmiyor ama hep aynı spesifik görüntüyü aklımın bir köşesinde anlık yakalıyorum. haa, bu çizgi film, öyle çok bayıldığım, hayranı olduğum, defalarca izlediğim bir çizgi film de değil. aptal çocuksu çizgileri olan, sırtını saçmalayarak yunan mitolojisine dayamış, üstelik de yarıda bıraktığım bir çocuk çizgi filmi.
bulaşık yıkamakla bu çizgi filmin ne alakası var, henüz bağlantıyı kuramadım. aslında genellikle aynı sahneler canlansa da başka başka anılardan tekrarlayan görüntüler de var. zihnim her zaman çok meşgul. genellikle bir türlü başlayamadığım bir öykünün diyalogları oluyor kafamda ya da herkese olduğu gibi binlerce alakasız şey birbiri ardınca belirip kayboluyor. bazen de o serbest koşuşturmaları zorla bir düzene sokuyorum. bir iş yaparken alakasız başka bir konuya odaklanmak, zamanınız varsa hiç de zor değil.
sandman'i izliyorum, az kaldı, 'aduket' olarak nitelendirilen rüya girdabı kızın küçük erkek kardeşinin peşindeyiz şu aralar. yaratıcısı neil gaiman da kendi eserinden netflix' e uyarlanan bu diziyi bizzat yaratan elemanlardan biri. dizinin her bölümünde adı kocaman harflerle geçiyor.
yunan mitolojisi takıntılı 'ingiliz' asıllı bir yazar olarak, bizi ingiltere'nin neredeyse jane austen romanlarında geçen, o günlük güneşlik, bence kesinlikle 'romantize' edilmiş, buram buram tarih kokan sokaklarında dolaştırıyor.
ingiltere'yi bilmesek, sanki anglo-sakson etkili bir akdeniz ülkesinde dolaştığımızı zannedeceğiz.
bu konu beni düşündürdü baya. dünyaca tanınmış bir yazarın herhangi bir eseri dizi ya da film olarak çekildiğinde, konu ne olursa olsun, o konu bir şekilde konuyu yaratanın mekanında geçiyor. ferzan özpetek, nuri bilge ceylan ya da fatih akın... veya orhan pamuk.....
eğer bu topraklardan dünyaca ünlü kişiler çıkıyorsa, bir şekilde içinden çıktıkları kültüre hizmet ediyorlar.
distopik filmlerde en çok dikkatimi çeken şeylerden biri de buydu; bildiğimiz dünya yok olmuş, kalan bir avuç insanın arasında illaki arap asıllı biri var. the 100'ü düşünün. aklıma lost dizisi geldi, orada da başkahraman grubunun içinde ıraklı bir arap vardı. biz türkler uzun süre araplara egemen olduğumuz için onlara üstten bakmayı alışkanlık haline getirdik, oysa dünya kültür sahnesinde, onlar, londra'nın ünlü christie müzayede salonunda açık arttırmayla satılan nadide sanat eserlerini milyonlarca dolar ödeyerek özel koleksiyonlarına istiflerken, biz, belki de dünyanın en güzel coğrafyasını yağmalamakla, yok etmekle meşgulüz. geriye kalan az sayıdaki özel değeri de yok ettiğimizde şöyle bir 'oh' çekip geriye yaslanabiliriz. bu nedenle, 'artık' buradan götürülen her önemli değer için üzülmekten vazgeçtim. en azından 'kurtarılmış' oluyorlar. hatta esrarengiz tarsus kazısında ne bulunduysa gitti, kurtuldu.....demek istesem de bir türlü diyemiyorum.
bugün benim için çok özel bir gün.
bütün günü bir şeyler yazarak geçirmek istemiyorum. yazdıklarım için çok zaman gitti. telefonla yanlışsız yazmaya çalışmak çok zor. kontrol ediyorum ama paylaştıktan sonra yapacağım asıl kontrolü. öylesi daha kolay geliyor bana.
bugün yeni yerler keşfetmek için yeterince zamanım var. belki sonra onları da yazarım.
bulaşık yıkamakla bu çizgi filmin ne alakası var, henüz bağlantıyı kuramadım. aslında genellikle aynı sahneler canlansa da başka başka anılardan tekrarlayan görüntüler de var. zihnim her zaman çok meşgul. genellikle bir türlü başlayamadığım bir öykünün diyalogları oluyor kafamda ya da herkese olduğu gibi binlerce alakasız şey birbiri ardınca belirip kayboluyor. bazen de o serbest koşuşturmaları zorla bir düzene sokuyorum. bir iş yaparken alakasız başka bir konuya odaklanmak, zamanınız varsa hiç de zor değil.
sandman'i izliyorum, az kaldı, 'aduket' olarak nitelendirilen rüya girdabı kızın küçük erkek kardeşinin peşindeyiz şu aralar. yaratıcısı neil gaiman da kendi eserinden netflix' e uyarlanan bu diziyi bizzat yaratan elemanlardan biri. dizinin her bölümünde adı kocaman harflerle geçiyor.
yunan mitolojisi takıntılı 'ingiliz' asıllı bir yazar olarak, bizi ingiltere'nin neredeyse jane austen romanlarında geçen, o günlük güneşlik, bence kesinlikle 'romantize' edilmiş, buram buram tarih kokan sokaklarında dolaştırıyor.
ingiltere'yi bilmesek, sanki anglo-sakson etkili bir akdeniz ülkesinde dolaştığımızı zannedeceğiz.
bu konu beni düşündürdü baya. dünyaca tanınmış bir yazarın herhangi bir eseri dizi ya da film olarak çekildiğinde, konu ne olursa olsun, o konu bir şekilde konuyu yaratanın mekanında geçiyor. ferzan özpetek, nuri bilge ceylan ya da fatih akın... veya orhan pamuk.....
eğer bu topraklardan dünyaca ünlü kişiler çıkıyorsa, bir şekilde içinden çıktıkları kültüre hizmet ediyorlar.
distopik filmlerde en çok dikkatimi çeken şeylerden biri de buydu; bildiğimiz dünya yok olmuş, kalan bir avuç insanın arasında illaki arap asıllı biri var. the 100'ü düşünün. aklıma lost dizisi geldi, orada da başkahraman grubunun içinde ıraklı bir arap vardı. biz türkler uzun süre araplara egemen olduğumuz için onlara üstten bakmayı alışkanlık haline getirdik, oysa dünya kültür sahnesinde, onlar, londra'nın ünlü christie müzayede salonunda açık arttırmayla satılan nadide sanat eserlerini milyonlarca dolar ödeyerek özel koleksiyonlarına istiflerken, biz, belki de dünyanın en güzel coğrafyasını yağmalamakla, yok etmekle meşgulüz. geriye kalan az sayıdaki özel değeri de yok ettiğimizde şöyle bir 'oh' çekip geriye yaslanabiliriz. bu nedenle, 'artık' buradan götürülen her önemli değer için üzülmekten vazgeçtim. en azından 'kurtarılmış' oluyorlar. hatta esrarengiz tarsus kazısında ne bulunduysa gitti, kurtuldu.....demek istesem de bir türlü diyemiyorum.
bugün benim için çok özel bir gün.
bütün günü bir şeyler yazarak geçirmek istemiyorum. yazdıklarım için çok zaman gitti. telefonla yanlışsız yazmaya çalışmak çok zor. kontrol ediyorum ama paylaştıktan sonra yapacağım asıl kontrolü. öylesi daha kolay geliyor bana.
bugün yeni yerler keşfetmek için yeterince zamanım var. belki sonra onları da yazarım.
devamını gör...
23.
sol carprazimda gorunen evin uc penceresi. uc pencerede de ayni perdeler ve perde duzeni. iki yanlardan bombelenerek kenara cekilmis; boylece suslu ve guzel gorundugune inanilmis. ilkokulda ici gorunen evler cizdigimizde, pencerelere kondurdugumuz perdelerin aynisindan. kac sene oncenin modasi bu? yillarin gectigini perde modellerine bakarak da izleyebiliriz.
bugun cumhuriyet bayrami, dalya demeye bir yil kaldi. bunu kendi kisisel tarihime not dusmek icin yazdim ama cumhuriyet, gunun anlam ve onemi hakkinda hic yazasim yok. oysa bir zamanlar ne kadar da sevkliydim, ne cok yazasim vardi. degisiyoruz.
ulkenin genel umutsuzlugu hakkinda soylemek istediklerim var yine de.
ilk gencliklerini yasayanlar, ogrencilerim, geneli umutsuzluk icinde. bazilari daha umutlu, aile etkisiyle. bir sekilde yurt disina kapagi atacaklarina inandirmis aileleri onlari.
oysa yurt disinda bir duzen kurmak hic kolay degil. orada duzgun bir egitim alabilmek icin once dil faktorunun ustesinden gelmek zorundasiniz ve bu o kadar zor ki aslinda. oyle bir yilda hemencecik olmuyor.
bir kiz ogrencim var, cok basarili bir cocuktu, dil skorlari da cok cok iyiydi. yurt disina sinema okumaya gitti. buradayken yazdiklariyla defalarca oduller alan o cocuk, orada sindi, siliklesti. kendini ifade etmede sorunlar yasadi. burada yazdigi oykuler alkislanirken, orada cekecegi filmin senaryosunu yazabilmek icin bin dereden su getirdi, yine de istedigi gibi olmadi. 'olmasi' icin de daha uzun yillarin gecmesi gerek ve onun da cok sabirli olmasi. herkes elif safak gibi 'sansli' olamiyor. bir dili ne kadar iyi ogrendiginizi dusunseniz bile, yaraticiliginiz sozcuk dagarciginizla sinirli oluyor.
baska bir ogrencim -bir erkek- avusturya'da egitim bedava diye avusturya'ya gonderildi. bir yil almancayla cebellestikten sonra yapamayacagina kanaat getirip dondu bu yil. oysa ailesi ona orada kalacak yer, yeme-icme parasi ve harclik yolluyordu kisitli butcelerinden ayirip. dusunceli cocuk. istese birkac yil daha ailesinin parasiyla orada gununu gun edebilirdi, yapmadi, dondu.
bilgisayarla ilgili olanlarin daha sansli olduklarini goruyorum. ben de coklu zeka kuramina inaniyorum. yazilimla falan ilgili olanlar daha zeki degil aslinda ama gunumuz ihtiyaclarina gore daha sansli olanlar. bu konuda da dusuncemi degistirebilirim, bakalim yillar gecsin ve gorelim; daha mi zekiler, daha mi sanslilar.
bu kadar umutsuz olmam aslinda egitim dunyasinin icinde olmamla da iliskili diye dusunuyorum, yalnizca dunyaya olumsuz pencereden bakmakla ilgili degil yani.
cok ama cok cahil bir toplumda yasiyoruz. bazen sanki bir ortacag dunyasi. zihniyet ayni, kadina bakis ayni, cocuga bakis ayni.
hindistan ve cin..... dunyanin yarisi. ve surekli artan nufus. ben gelecegi cok karanlik goruyorum. hatta kafamda bir tarih bile var. 2200'lerin sonlari. evet, cookkk uzak bir gelecek gibi simdiden baktigimizda ve nasilsa biz goremeyecegiz diye icimizden gecirdigimiz o ferahlik hissi.
neye uzuluyorum en cok?
insanligin sona ermesine aslinda bu kadar az zaman kalmisken, hala feodal duzende yasamak, hala kadinin 'adi' ve 'hukmu' olmamasi, dunyaya getirilen cocuk sayisi ve bunlarin gelecegiyle ilgili en ufak bir endisesi olmayan milyonlar -hatta milyarlar-, cehalet, pislik, doga katliami, hala 'et' yeniyor olusu..................offff! of ki offff!
neden buraya yazdim bunlari? bel-ki okunma olasiligi birazicik daha cok oldugu icin mi?
bu dusuncelerin bunca agirligina ragmen, hala okunma kaygisi icinde olmanin hem paralel hem celiskili dogasi mi?
bugunluk bu kadar yetsin. hava epey serin bugun. kis iyice yaklasti. eksi derecelerde agirligimiz kadar kalin paltolarin, ayagimizi cendereye sokan botlarin icinde ise kosturacagimiz gunler yakin. al sana bir sikinti daha.
en iyisi cenemi kapamak ve hos kokulu bir kahve icmek. hem bir kedim bile var, daha ne isterim.
bugun cumhuriyet bayrami, dalya demeye bir yil kaldi. bunu kendi kisisel tarihime not dusmek icin yazdim ama cumhuriyet, gunun anlam ve onemi hakkinda hic yazasim yok. oysa bir zamanlar ne kadar da sevkliydim, ne cok yazasim vardi. degisiyoruz.
ulkenin genel umutsuzlugu hakkinda soylemek istediklerim var yine de.
ilk gencliklerini yasayanlar, ogrencilerim, geneli umutsuzluk icinde. bazilari daha umutlu, aile etkisiyle. bir sekilde yurt disina kapagi atacaklarina inandirmis aileleri onlari.
oysa yurt disinda bir duzen kurmak hic kolay degil. orada duzgun bir egitim alabilmek icin once dil faktorunun ustesinden gelmek zorundasiniz ve bu o kadar zor ki aslinda. oyle bir yilda hemencecik olmuyor.
bir kiz ogrencim var, cok basarili bir cocuktu, dil skorlari da cok cok iyiydi. yurt disina sinema okumaya gitti. buradayken yazdiklariyla defalarca oduller alan o cocuk, orada sindi, siliklesti. kendini ifade etmede sorunlar yasadi. burada yazdigi oykuler alkislanirken, orada cekecegi filmin senaryosunu yazabilmek icin bin dereden su getirdi, yine de istedigi gibi olmadi. 'olmasi' icin de daha uzun yillarin gecmesi gerek ve onun da cok sabirli olmasi. herkes elif safak gibi 'sansli' olamiyor. bir dili ne kadar iyi ogrendiginizi dusunseniz bile, yaraticiliginiz sozcuk dagarciginizla sinirli oluyor.
baska bir ogrencim -bir erkek- avusturya'da egitim bedava diye avusturya'ya gonderildi. bir yil almancayla cebellestikten sonra yapamayacagina kanaat getirip dondu bu yil. oysa ailesi ona orada kalacak yer, yeme-icme parasi ve harclik yolluyordu kisitli butcelerinden ayirip. dusunceli cocuk. istese birkac yil daha ailesinin parasiyla orada gununu gun edebilirdi, yapmadi, dondu.
bilgisayarla ilgili olanlarin daha sansli olduklarini goruyorum. ben de coklu zeka kuramina inaniyorum. yazilimla falan ilgili olanlar daha zeki degil aslinda ama gunumuz ihtiyaclarina gore daha sansli olanlar. bu konuda da dusuncemi degistirebilirim, bakalim yillar gecsin ve gorelim; daha mi zekiler, daha mi sanslilar.
bu kadar umutsuz olmam aslinda egitim dunyasinin icinde olmamla da iliskili diye dusunuyorum, yalnizca dunyaya olumsuz pencereden bakmakla ilgili degil yani.
cok ama cok cahil bir toplumda yasiyoruz. bazen sanki bir ortacag dunyasi. zihniyet ayni, kadina bakis ayni, cocuga bakis ayni.
hindistan ve cin..... dunyanin yarisi. ve surekli artan nufus. ben gelecegi cok karanlik goruyorum. hatta kafamda bir tarih bile var. 2200'lerin sonlari. evet, cookkk uzak bir gelecek gibi simdiden baktigimizda ve nasilsa biz goremeyecegiz diye icimizden gecirdigimiz o ferahlik hissi.
neye uzuluyorum en cok?
insanligin sona ermesine aslinda bu kadar az zaman kalmisken, hala feodal duzende yasamak, hala kadinin 'adi' ve 'hukmu' olmamasi, dunyaya getirilen cocuk sayisi ve bunlarin gelecegiyle ilgili en ufak bir endisesi olmayan milyonlar -hatta milyarlar-, cehalet, pislik, doga katliami, hala 'et' yeniyor olusu..................offff! of ki offff!
neden buraya yazdim bunlari? bel-ki okunma olasiligi birazicik daha cok oldugu icin mi?
bu dusuncelerin bunca agirligina ragmen, hala okunma kaygisi icinde olmanin hem paralel hem celiskili dogasi mi?
bugunluk bu kadar yetsin. hava epey serin bugun. kis iyice yaklasti. eksi derecelerde agirligimiz kadar kalin paltolarin, ayagimizi cendereye sokan botlarin icinde ise kosturacagimiz gunler yakin. al sana bir sikinti daha.
en iyisi cenemi kapamak ve hos kokulu bir kahve icmek. hem bir kedim bile var, daha ne isterim.
devamını gör...
24.
epey oldu yazmayalı. bir ay yazıyor burada ama sanki bana daha uzun geldi. bir süredir hiç yazasım yok. aslında bu satırları yazarken de öyle. pat diye yarıda bırakabilirim yazdıklarımı. ama iki satır da olsa, iki sayfa da, yayınla tuşuna basacağım. bunlar benim günlüklerim. keşke daha sık yazabilsem. hayatımdan izlenceleri sonradan okumak.....güzel gerçekten.
kafamda bir yığın dağınık düşünceler dolanıyor. yazma sıram yok, hangisi önce gelirse ona dair yazarım.
bilgisayarım epey eski. k55v serisi asus. canım benim. space tuşu bozuldu aslında. yazdığım her satırı, bakıp düzeltmek zorundayım ve bu beni çok yavaşlatıyor. zaten elimiz kafamızın hızına yetişemezken bir de bu.
kişi eşyalara da bağlanıyor insanlara bağlandığı gibi. bazen çok sevdiğimiz bir kalem kaybolduğunda, kaybolduğuna inanmak istemiyoruz. onu buluruz umuduyla öylece bekliyoruz. sonunda yerini alan başka bir kalem mutlaka oluyor ama o kalemi neden sevdiysek, işte o, onu unutulmaz kılıyor.
bende kaybetme hastalığı var. (evet bunu hastalık olarak nitelendirdim, zor bir karardı ama öyle.) özellikle çok sevdiğim ya da çok değer verdiğim eşyalarımı mutlaka kaybediyorum. bunların bir listesini yapacağım bir ara. (elbette hepsini yazmak imkansız, sadece bende en çok yer edenleri belki.) hatta bugün bile yapabilirim.
(ara verdim. kahvemi tazeledim, kedimle oynadım.)
pandemi dönemi herkes için hem çok farklı, hem çok benzerdi. sözlüklere yazma...
pandemi dönemi, yazma açısından -her ne kadar ara ara gerekli gereksiz, saçma sapan konular hakkında da yazsam, yazma sıklığı açısından- bende tavan yapan bir dönemdi, başka pek çok kişi gibi. şimdi hayat rutine döndü (ya da rutinden çıktı mı demeliyim?) zaten 'tek başına' olmayı kalabalıklara tercih eden pek çok kişi gibi ben de, zoraki de olsa, yeniden kalabalıklara karışmaya, mecburi sosyalleşmelere daha fazla zaman ayırmak zorundayız artık. sözlüklerde daha fazla yazamama nedenlerimden biri de bu.
bu sene kış -şu ana kadar- hiç olmadı. dün burası 24 dereceydi yani eylül sonu herhangi bir gün gibi. oysa aralık bitmek üzere. ağaçların bu yalancı bahara inanıp çiçeğe duracaklarından korkuyorum. insanların büyük çoğunluğunun, küresel ısınma konusunda duyarsız olmalarını, bu yaşanmamış kışın tanığı oldukları halde, barajlardaki su bitme noktasına gelmesine rağmen hala anlayamamış, anlasa da 'bana ne' kafasında olmalarını hiç anlamıyorum. umurlarında bile değil. nasıl bu kadar duyarsız olabilirler diye düşünmekten de vazgeçtim. hep aynı muhabbet. hep adam sendecilik, hep benden sonra tufancılık. eee, o zaman neden dünyaya bu kadar çok çocuk geliyor, üreme hızı neden bu kadar yüksek? bunun cevabı da hem var hem yok. bunun cevabı 'yönetici' seçme konusundaki argümanla da hemen hemen aynı ve çözümsüz. ülkede bir gram ilerleme yok. eski kavgaların yerini benzer diğerleri almış. hiç değişmeyen/değiştirilemeyen/değişmesi arzulanmayan bir kısır döngü.
aklıma hep aynı görüntü geliyor tam bu düşüncelere boğulmuşken: barbar conan'de arnold schwarzenegger'in canlandırdığı conan, ailesi öldürüldükten sonra köle olarak yıllarca boynuna vurulan boyundurlukla koca bir taşı döndürüyordu ya, işte o görüntü. dön babam dön, hiç değişmeyen yazgı, değişmesine müsaade edilmeyen -bu arada ararken iyi bir sayfaya denk geldim conan'le ilgili, okumanızı öneririm ama yine de siz bilirsiniz*- buradan ;
"celladına aşık olmuşsa bir millet........."
ya da hani nazım hikmet’in, “........dünyanın en tuhaf mahlukusun yani, hani şu derya içre olup deryayı bilmeyen balıktan da tuhaf.........” dizelerinin geçtiği ünlü şiirindeki gibi. (şiirin aslı hayalî nam şairin: ".....ol mâhîler ki deryâ içredir deryâyı bilmezler......"=tıpkı denizdeki balıkların denizin farkında olmamaları gibi insanlar da 'hiçbir şeyin' farkında değildir, diye çevrilebilecek ünlü dizelerinden alıntıdır.)
(umarım çok karışık yazmıyorumdur, gerçi yazsam bile zaman içinde düzeltmeler/düzenlemeler yapıyorum zaten. yazdığım yazılar asla aynı kalmıyor. bu da şimdilik öyle kalsın, gerekli görürsem değişiklik yaparım.)
demem o ki, her halk hak ettiği şekilde yönetilmekte. (bu cümle biraz ağır oldu. aslında cümleye şöyle başlamalıydım; eğer demokrasi varsa.... ve tabii bu eklemeden sonra hemen şunu da ilave etmeliyim; bu cümlede demokrasiye asla hakaret yoktur.)
--------------------------------------
bu sözlükte sevdiğim/saydığım insanlar var ve onları okumak bana çok şey katıyor. belki de bu nedenle bu kadar az okunmama rağmen hala bu sözlüğe yazıyorum.
ayrıca nickaltıma yazdıklarım da kendi açımdan önemli, kendi kişisel tarihim.
(çok ara vererek yazdığım zaman böyle oluyor, yazının bağlantısı çok kopuk ki, bu biz edebiyat öğretmenlerinin hiç onaylamadığı bir şeydir ve okuyana zulümdür.)
yazıya başlarken aklımda bu sabah gittiğim köy kahvaltısını yazmak da vardı aslında. bu yörenin en önemli özelliği olan 'hayratlar'.
çok bilinmeyen bir şeydir, türkiye'de en çok köy ve kasabaya sahip il çanakkale'dir, çanakkale il merkezinin kendisi aslında epey küçük olmasına rağmen. işte bu yüzlerce köyün her birinde belli zamanlarda 'hayrat'lar yapılır. gittiğim kahvaltılı hayrat'ta ekmek yerine pişi vardı. ve zeytin (her çeşidinden), peynir elbette (ezine peynirinin farklı farklı lezzetleri), ev yapımı reçeller (kiraz, vişne, çilek, kayısı, şeftali, ayva, portakal kabuğu, gül....), yöre zeytinyağının içine salınmış domates ve biber salçaları, yine has zeytinyağının içinde domates kurusu (buranın -kaz dağları- dağ kekiği ve cevizle tatlandırılmış) ve elbette çay. özellikle sıcak sıcak pişiler o kadar lezzetliydi ki, sanırım 5 ya da 6 tane yemişimdir. bu bende inanılmaz bir suçluluk duygusu yarattığı için şu ana kadar başka hiçbir şey yemedim, zaten yememem de lazım, herhalde bugün yediklerim 3500-4000 kaloriyi geçmiştir. artık açlıktan elim ayağım titrese de bir şey yiyemem. ve sırf bu nedenle sanırım bugün su içme rekorumu da kırdım.
yeniden yılgınlığa kapılmam umarım, almancaya tekrar başladım. ama sallantıda her şey, çok da azimli değilim. ve resim yapıyorum her boşlukta bu konuda azimliyim (şimdilik).
buraya yazdığım yazıların birinde bir liste yapmışım, keşke hafızamda henüz tazelerken o yazıları yazsaydım, olmadı. bunun için pişman olmaya değmez. ama bu yazının başlarında bir konu var ki, o konuda mutlaka yazacağım; kaybettiğim bazı özel eşyalar listesi. ve hatta bu konuda -bence- özel bir düşünce geliştirdim onu da yazmalıyım. nostalji nedir, nasıl uyandırılır ana konusu etrafında dönmeli o yazı. her bir eşyanın geçtiği zaman dilimi dikkatle elden geçirilerek.
şimdilik bu kadar. 18 aralık 2022, pazar, saat 19 civarı.
kafamda bir yığın dağınık düşünceler dolanıyor. yazma sıram yok, hangisi önce gelirse ona dair yazarım.
bilgisayarım epey eski. k55v serisi asus. canım benim. space tuşu bozuldu aslında. yazdığım her satırı, bakıp düzeltmek zorundayım ve bu beni çok yavaşlatıyor. zaten elimiz kafamızın hızına yetişemezken bir de bu.
kişi eşyalara da bağlanıyor insanlara bağlandığı gibi. bazen çok sevdiğimiz bir kalem kaybolduğunda, kaybolduğuna inanmak istemiyoruz. onu buluruz umuduyla öylece bekliyoruz. sonunda yerini alan başka bir kalem mutlaka oluyor ama o kalemi neden sevdiysek, işte o, onu unutulmaz kılıyor.
bende kaybetme hastalığı var. (evet bunu hastalık olarak nitelendirdim, zor bir karardı ama öyle.) özellikle çok sevdiğim ya da çok değer verdiğim eşyalarımı mutlaka kaybediyorum. bunların bir listesini yapacağım bir ara. (elbette hepsini yazmak imkansız, sadece bende en çok yer edenleri belki.) hatta bugün bile yapabilirim.
(ara verdim. kahvemi tazeledim, kedimle oynadım.)
pandemi dönemi herkes için hem çok farklı, hem çok benzerdi. sözlüklere yazma...
pandemi dönemi, yazma açısından -her ne kadar ara ara gerekli gereksiz, saçma sapan konular hakkında da yazsam, yazma sıklığı açısından- bende tavan yapan bir dönemdi, başka pek çok kişi gibi. şimdi hayat rutine döndü (ya da rutinden çıktı mı demeliyim?) zaten 'tek başına' olmayı kalabalıklara tercih eden pek çok kişi gibi ben de, zoraki de olsa, yeniden kalabalıklara karışmaya, mecburi sosyalleşmelere daha fazla zaman ayırmak zorundayız artık. sözlüklerde daha fazla yazamama nedenlerimden biri de bu.
bu sene kış -şu ana kadar- hiç olmadı. dün burası 24 dereceydi yani eylül sonu herhangi bir gün gibi. oysa aralık bitmek üzere. ağaçların bu yalancı bahara inanıp çiçeğe duracaklarından korkuyorum. insanların büyük çoğunluğunun, küresel ısınma konusunda duyarsız olmalarını, bu yaşanmamış kışın tanığı oldukları halde, barajlardaki su bitme noktasına gelmesine rağmen hala anlayamamış, anlasa da 'bana ne' kafasında olmalarını hiç anlamıyorum. umurlarında bile değil. nasıl bu kadar duyarsız olabilirler diye düşünmekten de vazgeçtim. hep aynı muhabbet. hep adam sendecilik, hep benden sonra tufancılık. eee, o zaman neden dünyaya bu kadar çok çocuk geliyor, üreme hızı neden bu kadar yüksek? bunun cevabı da hem var hem yok. bunun cevabı 'yönetici' seçme konusundaki argümanla da hemen hemen aynı ve çözümsüz. ülkede bir gram ilerleme yok. eski kavgaların yerini benzer diğerleri almış. hiç değişmeyen/değiştirilemeyen/değişmesi arzulanmayan bir kısır döngü.
aklıma hep aynı görüntü geliyor tam bu düşüncelere boğulmuşken: barbar conan'de arnold schwarzenegger'in canlandırdığı conan, ailesi öldürüldükten sonra köle olarak yıllarca boynuna vurulan boyundurlukla koca bir taşı döndürüyordu ya, işte o görüntü. dön babam dön, hiç değişmeyen yazgı, değişmesine müsaade edilmeyen -bu arada ararken iyi bir sayfaya denk geldim conan'le ilgili, okumanızı öneririm ama yine de siz bilirsiniz*- buradan ;
"celladına aşık olmuşsa bir millet........."
ya da hani nazım hikmet’in, “........dünyanın en tuhaf mahlukusun yani, hani şu derya içre olup deryayı bilmeyen balıktan da tuhaf.........” dizelerinin geçtiği ünlü şiirindeki gibi. (şiirin aslı hayalî nam şairin: ".....ol mâhîler ki deryâ içredir deryâyı bilmezler......"=tıpkı denizdeki balıkların denizin farkında olmamaları gibi insanlar da 'hiçbir şeyin' farkında değildir, diye çevrilebilecek ünlü dizelerinden alıntıdır.)
(umarım çok karışık yazmıyorumdur, gerçi yazsam bile zaman içinde düzeltmeler/düzenlemeler yapıyorum zaten. yazdığım yazılar asla aynı kalmıyor. bu da şimdilik öyle kalsın, gerekli görürsem değişiklik yaparım.)
demem o ki, her halk hak ettiği şekilde yönetilmekte. (bu cümle biraz ağır oldu. aslında cümleye şöyle başlamalıydım; eğer demokrasi varsa.... ve tabii bu eklemeden sonra hemen şunu da ilave etmeliyim; bu cümlede demokrasiye asla hakaret yoktur.)
--------------------------------------
bu sözlükte sevdiğim/saydığım insanlar var ve onları okumak bana çok şey katıyor. belki de bu nedenle bu kadar az okunmama rağmen hala bu sözlüğe yazıyorum.
ayrıca nickaltıma yazdıklarım da kendi açımdan önemli, kendi kişisel tarihim.
(çok ara vererek yazdığım zaman böyle oluyor, yazının bağlantısı çok kopuk ki, bu biz edebiyat öğretmenlerinin hiç onaylamadığı bir şeydir ve okuyana zulümdür.)
yazıya başlarken aklımda bu sabah gittiğim köy kahvaltısını yazmak da vardı aslında. bu yörenin en önemli özelliği olan 'hayratlar'.
çok bilinmeyen bir şeydir, türkiye'de en çok köy ve kasabaya sahip il çanakkale'dir, çanakkale il merkezinin kendisi aslında epey küçük olmasına rağmen. işte bu yüzlerce köyün her birinde belli zamanlarda 'hayrat'lar yapılır. gittiğim kahvaltılı hayrat'ta ekmek yerine pişi vardı. ve zeytin (her çeşidinden), peynir elbette (ezine peynirinin farklı farklı lezzetleri), ev yapımı reçeller (kiraz, vişne, çilek, kayısı, şeftali, ayva, portakal kabuğu, gül....), yöre zeytinyağının içine salınmış domates ve biber salçaları, yine has zeytinyağının içinde domates kurusu (buranın -kaz dağları- dağ kekiği ve cevizle tatlandırılmış) ve elbette çay. özellikle sıcak sıcak pişiler o kadar lezzetliydi ki, sanırım 5 ya da 6 tane yemişimdir. bu bende inanılmaz bir suçluluk duygusu yarattığı için şu ana kadar başka hiçbir şey yemedim, zaten yememem de lazım, herhalde bugün yediklerim 3500-4000 kaloriyi geçmiştir. artık açlıktan elim ayağım titrese de bir şey yiyemem. ve sırf bu nedenle sanırım bugün su içme rekorumu da kırdım.
yeniden yılgınlığa kapılmam umarım, almancaya tekrar başladım. ama sallantıda her şey, çok da azimli değilim. ve resim yapıyorum her boşlukta bu konuda azimliyim (şimdilik).
buraya yazdığım yazıların birinde bir liste yapmışım, keşke hafızamda henüz tazelerken o yazıları yazsaydım, olmadı. bunun için pişman olmaya değmez. ama bu yazının başlarında bir konu var ki, o konuda mutlaka yazacağım; kaybettiğim bazı özel eşyalar listesi. ve hatta bu konuda -bence- özel bir düşünce geliştirdim onu da yazmalıyım. nostalji nedir, nasıl uyandırılır ana konusu etrafında dönmeli o yazı. her bir eşyanın geçtiği zaman dilimi dikkatle elden geçirilerek.
şimdilik bu kadar. 18 aralık 2022, pazar, saat 19 civarı.
devamını gör...
25.
çok işim var. hiçbir şeyi tam olarak bitiremiyorum. uzun süredir ciddi yazma eyleminden uzaktayım. yazmak çok ciddi zaman alan bir süreç. hatta artık sözlüklerde bile zaman geçirecek zamanım yok. ne işime yarayacaksa, almanca çalışmaya devam ediyorum, hala özel ders alacak kıvama gelemedim ama. resim de yapıyorum. hiçbir yerde paylaşmadığım ama niyetlendiğim resimlerim var. resim yapmayı seviyorum ve galiba şimdilerde en çok. ama onun için bile her şeyin hazır ve berrak olması gerekiyor. galiba yazmaktan kaçıyorum. çünkü bu saydıklarım yazmaktan daha kolay geliyor bana.
insan edebiyattan sıkılır mı? cevabım evet. bir süre işin dışında edebiyatı boş vermeliyim. (bu birleşik fiilin bitişik yazılıp yazılmadığını kontrol ettim, iyi mi. 'boşvermiş/boşvermişlik' bitişik, çünkü sıfat olarak kalıplaşmış.- öğretmen olmaktan vazgeçemiyorum, sanki iliklerimden akıyor gibi berbat bir benzetme cümlesi de kurdum iyi mi.)*
sonunda kış geldi. yılbaşı gecesi için benim dışımda hazırlanan her şeye evet dedim. bakalım.
birkaç yıl önce bir yılbaşı öyküsü yazmıştım. aslında o öyküyü severim. epey zekice bir öykü olduğunu düşünüyorum -hala-. farklı şeyler denemiştim; bir polisiye, birkaç kişinin zihninden yürüyen bir hikaye, hafif bir hafiflik -bu da ne demekse-, bir erkek zihninden bakış ve kusursuz son. hepsi vardı. ama, ama okuduğum her öykü bana aslında nasıl da yerlerde süründüğümü hatırlatıyor biteviye. ileriye gitmiyorum hiç. gerilemiyorum da. hep aynı yerde sayıyorum. iki ileri bir geriye nasıl da razıyım oysa.
en güzel fikirler, tamamen kendimizle baş başa kaldığımız anlarda ortaya çıkıyor ya da herhangi bir işin tam ortasında; arkadaki müziğin bizi bir anda sarıveren ezgisinde dalıp gidiyoruz, düşlere/düşüncelere. ve o düşler/düşünceler yazıya geçirilmeden buhar olup uçuyor, aslında tam olarak uçmuyor, bir süre havada asılı kalıyor, hatta bazen eklemeler/düzeltmeler de yapılıyor ama sonunda önce silikleşiyor, sonra tamamen siliniyor.
yeni yıldan bir beklentim mutlaka vardır ama onu buraya yazmam tabii. sağlıktan başkaca bir dileğim varsa bile o oluncaya kadar benle benim aramda kalmalı. (ne çok batıl inancım var. dileklerini yüksek sesle dillendirince olmayacağına inananlardanım ben de.)
daha yazacaklarımın yarısına gelmedim ama araya başka bir yazı da sıkıştırdığım için yazma limitimin sonuna geldim. şimdi sıra diğer işlerde.
belki bu sefer bu kişisel başlığa yazmak için bir hafta beklemem.
insan edebiyattan sıkılır mı? cevabım evet. bir süre işin dışında edebiyatı boş vermeliyim. (bu birleşik fiilin bitişik yazılıp yazılmadığını kontrol ettim, iyi mi. 'boşvermiş/boşvermişlik' bitişik, çünkü sıfat olarak kalıplaşmış.- öğretmen olmaktan vazgeçemiyorum, sanki iliklerimden akıyor gibi berbat bir benzetme cümlesi de kurdum iyi mi.)*
sonunda kış geldi. yılbaşı gecesi için benim dışımda hazırlanan her şeye evet dedim. bakalım.
birkaç yıl önce bir yılbaşı öyküsü yazmıştım. aslında o öyküyü severim. epey zekice bir öykü olduğunu düşünüyorum -hala-. farklı şeyler denemiştim; bir polisiye, birkaç kişinin zihninden yürüyen bir hikaye, hafif bir hafiflik -bu da ne demekse-, bir erkek zihninden bakış ve kusursuz son. hepsi vardı. ama, ama okuduğum her öykü bana aslında nasıl da yerlerde süründüğümü hatırlatıyor biteviye. ileriye gitmiyorum hiç. gerilemiyorum da. hep aynı yerde sayıyorum. iki ileri bir geriye nasıl da razıyım oysa.
en güzel fikirler, tamamen kendimizle baş başa kaldığımız anlarda ortaya çıkıyor ya da herhangi bir işin tam ortasında; arkadaki müziğin bizi bir anda sarıveren ezgisinde dalıp gidiyoruz, düşlere/düşüncelere. ve o düşler/düşünceler yazıya geçirilmeden buhar olup uçuyor, aslında tam olarak uçmuyor, bir süre havada asılı kalıyor, hatta bazen eklemeler/düzeltmeler de yapılıyor ama sonunda önce silikleşiyor, sonra tamamen siliniyor.
yeni yıldan bir beklentim mutlaka vardır ama onu buraya yazmam tabii. sağlıktan başkaca bir dileğim varsa bile o oluncaya kadar benle benim aramda kalmalı. (ne çok batıl inancım var. dileklerini yüksek sesle dillendirince olmayacağına inananlardanım ben de.)
daha yazacaklarımın yarısına gelmedim ama araya başka bir yazı da sıkıştırdığım için yazma limitimin sonuna geldim. şimdi sıra diğer işlerde.
belki bu sefer bu kişisel başlığa yazmak için bir hafta beklemem.
devamını gör...
26.
"yani bir insana karşı pişmeden, emek harcamadan onu sevemezsin."
buradaki günlüklerimin bazılarını yeniden okudum. iyi ki yazmışım.
günler birbiri ardına o kadar hızla geçiyor ki. dönem sonu geldi işte. ikinci dönem her zaman daha çabuk geçer. hep böyledir bu. bu sene bulunduğum yerde doğru dürüst yağmur bile yağmadı. bir ara ankara'ya da gittim. ankara da burası gibiydi. bu sene -belki doğu kısmı hariç- doğru dürüst kış olmadı. sonumuz hayrola diyelim ve bu bahsi kapatalım.
ne ilginç.
yazıya başlamamın üzerinden saatler geçti. az önceki cümleyi az önce tamamladım.* yazıya başladığımda sonunu böyle bitireceğimi hayal eder miydim? hiç sanmıyorum.
gelelim kerevizin faydalarına.
şu yemek hazırlarken, hazırlaması 10 dakika diyenlere sinir oluyorum. benim elim ağır zaten, bir de detaycı olunca aslında çok kolay bir yemeğin bile hazırlık aşaması bir saatten fazla sürüyor bende.
portakal suyuyla kereviz pişirdim. benim en sevdiklerimin arasında ilk beşe oynar bu yemek. *
kerevizi soymak bir işkence. epi topu iki kereviz ve pazardan tanesi 10 liraya alınmış. dur bir hesap yapayım. ilerde okuduğumda beni baya eğlendirir hem, hem de geçmişle o gün arasındaki farkı ortaya koyar.
şimdi kerevizler 20 lira, yarım kilo patates 5 lira, yemekte kullandığım soğan, sarımsak ve havuç da toplam 10 lira diyelim, içine bir limon ve portakal suyukoydum. portakal 1 kiloya yakındı, limonla ikisi 25 lira tutar. içine neredeyse küçük bir çay bardağı kadar has zeytinyağı ve organik tuz koydum.* çok kısık ateşte bir saate yakın da pişti. bakalım, emek hariç bir tencere yemeğin maliyeti* 70 liradan az değil, hatta daha fazladır. şimdi böyle bir yemek, bu kalite ve özenle piyasada ancak belirli yerlerde yenilebilir. ve tabağı da en az 50 lira falan olur. ya da daha fazla olur şimdi bunlar tamamen akıl yürütmeler, ortalama rakamlar. o özel restoranlarda 50 liraya bir tabak yemek yenilebileceğini hiç sanmıyorum. arada burada sayfama düşen hamburger reklamlarında sanki çok ucuzmuş gibi bir hamburger paketini 70-75 liraya satıyorlar. sanırım mercimek çorbasının bile tabağı 30 lira oldu memlekette. eskiden bazı anaç öğretmenler, öğretmen arkadaşları yesin diye okula yaptıkları keklerden, böreklerden falan getirirlerdi. şimdilerde bakıyorum hiç kimse bir şey getirmediği gibi, öyle pek kimse kimseye çay falan da ısmarlamıyor. geçen gevrek alayım götüreyim okula dediydim, tanesi 5 lira. en az 10-15 tane almam lazım, vazgeçtim.
yanisi, yaptığım yemeğin maliyeti fazla, evet, ama yine de dışarıda yemekten kat kat ucuza geliyor ve bir tencereden en az beş tabak yemek çıkıyor. nereden baksan evde yemek en iyisi.
ülkenin gidişatına sövmekten de, saydırmaktan da vazgeçtim. herkes hak ettiğini yaşar. daha kötü günler gelecek mi? gelecek tabii. ben çözümün dipte olduğunu düşünenlerdenim. beter olalım. bakalım 'beterliğin' hangi aşaması işe yarayacak?
inanılmaz şekilde, nereden alışveriş yapmaya kalksanız, bir hafta önceki fiyatların bir hafta sonra değiştiğini görüyorsunuz. esnaf o kadar arsız ki, size, bu fiyatlar da bir hafta sonra değişeceği için şiddetle almanızı öneriyor.*
yine gece oldu.
en baştaki cümle önemliydi, hatta bugün yazma nedenimdi. ama hayatın diğer gerçekleri o sözdeki gerçeğin önüne geçti. artık bir dahaki yazılara diyelim, bugünü kapayalım.
buradaki günlüklerimin bazılarını yeniden okudum. iyi ki yazmışım.
günler birbiri ardına o kadar hızla geçiyor ki. dönem sonu geldi işte. ikinci dönem her zaman daha çabuk geçer. hep böyledir bu. bu sene bulunduğum yerde doğru dürüst yağmur bile yağmadı. bir ara ankara'ya da gittim. ankara da burası gibiydi. bu sene -belki doğu kısmı hariç- doğru dürüst kış olmadı. sonumuz hayrola diyelim ve bu bahsi kapatalım.
ne ilginç.
yazıya başlamamın üzerinden saatler geçti. az önceki cümleyi az önce tamamladım.* yazıya başladığımda sonunu böyle bitireceğimi hayal eder miydim? hiç sanmıyorum.
gelelim kerevizin faydalarına.
şu yemek hazırlarken, hazırlaması 10 dakika diyenlere sinir oluyorum. benim elim ağır zaten, bir de detaycı olunca aslında çok kolay bir yemeğin bile hazırlık aşaması bir saatten fazla sürüyor bende.
portakal suyuyla kereviz pişirdim. benim en sevdiklerimin arasında ilk beşe oynar bu yemek. *
kerevizi soymak bir işkence. epi topu iki kereviz ve pazardan tanesi 10 liraya alınmış. dur bir hesap yapayım. ilerde okuduğumda beni baya eğlendirir hem, hem de geçmişle o gün arasındaki farkı ortaya koyar.
şimdi kerevizler 20 lira, yarım kilo patates 5 lira, yemekte kullandığım soğan, sarımsak ve havuç da toplam 10 lira diyelim, içine bir limon ve portakal suyukoydum. portakal 1 kiloya yakındı, limonla ikisi 25 lira tutar. içine neredeyse küçük bir çay bardağı kadar has zeytinyağı ve organik tuz koydum.* çok kısık ateşte bir saate yakın da pişti. bakalım, emek hariç bir tencere yemeğin maliyeti* 70 liradan az değil, hatta daha fazladır. şimdi böyle bir yemek, bu kalite ve özenle piyasada ancak belirli yerlerde yenilebilir. ve tabağı da en az 50 lira falan olur. ya da daha fazla olur şimdi bunlar tamamen akıl yürütmeler, ortalama rakamlar. o özel restoranlarda 50 liraya bir tabak yemek yenilebileceğini hiç sanmıyorum. arada burada sayfama düşen hamburger reklamlarında sanki çok ucuzmuş gibi bir hamburger paketini 70-75 liraya satıyorlar. sanırım mercimek çorbasının bile tabağı 30 lira oldu memlekette. eskiden bazı anaç öğretmenler, öğretmen arkadaşları yesin diye okula yaptıkları keklerden, böreklerden falan getirirlerdi. şimdilerde bakıyorum hiç kimse bir şey getirmediği gibi, öyle pek kimse kimseye çay falan da ısmarlamıyor. geçen gevrek alayım götüreyim okula dediydim, tanesi 5 lira. en az 10-15 tane almam lazım, vazgeçtim.
yanisi, yaptığım yemeğin maliyeti fazla, evet, ama yine de dışarıda yemekten kat kat ucuza geliyor ve bir tencereden en az beş tabak yemek çıkıyor. nereden baksan evde yemek en iyisi.
ülkenin gidişatına sövmekten de, saydırmaktan da vazgeçtim. herkes hak ettiğini yaşar. daha kötü günler gelecek mi? gelecek tabii. ben çözümün dipte olduğunu düşünenlerdenim. beter olalım. bakalım 'beterliğin' hangi aşaması işe yarayacak?
inanılmaz şekilde, nereden alışveriş yapmaya kalksanız, bir hafta önceki fiyatların bir hafta sonra değiştiğini görüyorsunuz. esnaf o kadar arsız ki, size, bu fiyatlar da bir hafta sonra değişeceği için şiddetle almanızı öneriyor.*
yine gece oldu.
en baştaki cümle önemliydi, hatta bugün yazma nedenimdi. ama hayatın diğer gerçekleri o sözdeki gerçeğin önüne geçti. artık bir dahaki yazılara diyelim, bugünü kapayalım.
devamını gör...