miteherik
başlık "karma police" tarafından 07.02.2021 00:43 tarihinde açılmıştır.
nickaltı sahibi yazar profili: miteherik
1.
entryleriyle bilgilerimize bilgi katan, beğenerek takip ettiğim gayet yazar bir o kadar sözlükçü dostumuz.
devamını gör...
2.
ne çok karmaşık ne de basit olan,tam anlamıyla akıcı bir üslupla seviyeli ve kaliteli tanımlar giren yazardır.
takip kutucuğuna tik attıktan sonra kendisinin özgün tanımları size yolu gösterecektir,o tarafa doğru devam ediniz.
takip kutucuğuna tik attıktan sonra kendisinin özgün tanımları size yolu gösterecektir,o tarafa doğru devam ediniz.
devamını gör...
3.
4.
neden türkçe bir ad seçmediğimi düşünüyorum, bunun benim gibi türkçe takıntılı biri için ne yaman bir çelişki olduğunun da ayırdındayım.
bu sözlükte yazmaya başlayalı aylar olmuş. yazılarım genelde bilgi içerikli, hiç içimi dökebileceğim, kişisel günlüğüm gibi olan yazılar yazmamışım. bu sayfayı biraz bunun için istiyorum. hiç günlük tutmadım, hayatım boyunca bir kez bile. bazen yolculuklarda çiziktirdiğim şeyler olurdu, onları da hep kaybettim zaten. buraya yazdıklarım ben silmezsem kaybolmayacak. sonra dönüp dönüp okuyacağım.
beni tanımayanların okuması, sanki yazarken kendimi başkalarına anlatma sevdası.... bunların hepsi var tabii, yoksa herkese görünür bir yerde insan neden ruhunu soysun ki. bu teşhir içgüdüsü sözlüklere yazan herkeste var, sözlüklere yazamayanlarda da. insan hep fark edilmek, anlaşılmak, onaylanmak istiyor.
buraya devamlı yazacak mıyım bilmiyorum. yeni yılda garip bir hevesle uyandım sanki, kendimle ilgili uzun süredir ihmal ettiğim şeyleri yapmaya başladım bile. örneğin spor yapmaya başladım. zaman zaman pilates yapmıştım, şimdiyse her yer kapalı. ben kişisel spor yapabilen biri değilim. asla bir yoga insanı olmadım. kafamın içinde düşünceler sürekli tepişirken o huzuru nasıl bulabilirim ki. burası biraz benim meditasyon alanım gibi olacak. bakalım.
bu sözlükte yazmaya başlayalı aylar olmuş. yazılarım genelde bilgi içerikli, hiç içimi dökebileceğim, kişisel günlüğüm gibi olan yazılar yazmamışım. bu sayfayı biraz bunun için istiyorum. hiç günlük tutmadım, hayatım boyunca bir kez bile. bazen yolculuklarda çiziktirdiğim şeyler olurdu, onları da hep kaybettim zaten. buraya yazdıklarım ben silmezsem kaybolmayacak. sonra dönüp dönüp okuyacağım.
beni tanımayanların okuması, sanki yazarken kendimi başkalarına anlatma sevdası.... bunların hepsi var tabii, yoksa herkese görünür bir yerde insan neden ruhunu soysun ki. bu teşhir içgüdüsü sözlüklere yazan herkeste var, sözlüklere yazamayanlarda da. insan hep fark edilmek, anlaşılmak, onaylanmak istiyor.
buraya devamlı yazacak mıyım bilmiyorum. yeni yılda garip bir hevesle uyandım sanki, kendimle ilgili uzun süredir ihmal ettiğim şeyleri yapmaya başladım bile. örneğin spor yapmaya başladım. zaman zaman pilates yapmıştım, şimdiyse her yer kapalı. ben kişisel spor yapabilen biri değilim. asla bir yoga insanı olmadım. kafamın içinde düşünceler sürekli tepişirken o huzuru nasıl bulabilirim ki. burası biraz benim meditasyon alanım gibi olacak. bakalım.
devamını gör...
5.
bu yazarı nasıl gözden kaçırmışım lan dedirten yazar. tanımlar için ellerine saglık .
devamını gör...
6.
nicaktına sadece bir şey bırakıp gideceğim yazar.
ayrıca etimoloji ve kelimeler çok güzel, çok tuhaf, çok korkunç.

*
ayrıca etimoloji ve kelimeler çok güzel, çok tuhaf, çok korkunç.

*
devamını gör...
7.
devamını gör...
8.
buranın oku- yaz -unut yapısına ısınamadı galiba.
taze bir elma,havyar diye sunulan yanık bulgurdan iyidir.
taze bir elma,havyar diye sunulan yanık bulgurdan iyidir.
devamını gör...
9.
işe ara verdim; evdeki işlere yani. böyle başlayınca çok saçma oldu çünkü. millet de mesleğime ara verdiğimi sanacak. nerede o günler, kah kah.
tuzu kuru olmak.....
güzel.
kim bilir nasıl bir geçmişten günümüze uzanıyor. hadi birazcık da felsefe:
insanlık topluluklar haline yaşamaya başladığından beri var bu ayrılık. her zaman 'tuzu kuru' olanlar ve olmayanlar vardı, bana göre hep de olacak. arada hümanistler, egzistansiyalistler, transandantalistler, fundamentalistler, konstrüktivistler, deterministler, emperyalistler, komünistler....... -ay! lanet olsun bu bitmeyen '-izm' ve '-ist'lere- olacak, her türlü artistlik yapıldı, yapılıyor ve yapılacak.
işte bu '-izm'lerden birine inananlardan biri ya da birileri insanlığı kurtarmak adına yine kendini feda edecek, yeni destanlar oluşacak (yoksa insanlığın bu saatinden sonra onlar da mı sona erdi?).
ama hep bu ayrım olacak. neden? çünkü insan tornadan çıkmıyor. her birey birbirinden farklı. bir kere zeka farklı. herkesi aynı zeka düzeyinde oluşturtmayı başarırsak belki o korkunç uçurumlar da yok denecek kadar azalacak. burada yine aynı lafı edelim; kim bilir.
nasıl başladım ve nereye geldim?
oysa benim anlatmak istediğim, yaklaşık iki yıldır sözlükler arasında gezinirken, hep bir kendini anlatma ihtiyacını anlatmaktı.
bu durum yalnızca bende yok, ki sözlükler bu kadar popüler. ben buna da moda gözüyle bakıyorum aslında. şu pandemi belasından sonra insanlar evlerinde kendileriyle daha çok zaman geçirmeye başladı. hele geçen yıl bu zamanları hatırlarsak, bir 'korku imparatorluğu'nda yaşıyorduk. okullar da kapalıydı, sözde uzaktan eğitim dediğimiz şeyle kendi kendimizi eyliyor, yuvarlanıp gidiyorduk. işte tam o zamanlarda ben, günde en az dört saatimi sözlükler arasında gezinerek geçirdiğimi bilirim.
bazı sözlüklerde kişiye özel sayfalar var, burada yok. bundan önce de yine buna benzer bir yazı yazmıştım buraya, 'nickaltı'ma, o zaman da, eğer burayı benimsersem buraya da böyle notlar alacağımı yazmıştım. aslında böyle değildi tam olarak; mesela 'benimsersem' lafı yoktu, onu şimdi ekledim.
burayı benimsedim mi? o da ayrı bir konu. benimsemek iletişimle mümkün. burayı benimseyenlerin birbirleriyle 'kanka' olması çok 'normal'. burada arkadaş(/lar)ın varsa, yazıyorsun, seni okusunlar, seninle, senin duygularınla ilgili konuşsunlar, seni desteklesinler, seni fark etsinler, seninle ilgilensinler istiyorsun. -işte bunlar hep insanın sosyal bir hayvan olmasından.***-
sanırım bu yazı epey uzayacak. oysa benim bu molaya da bir mola vermem lazım, en azından bir kahve sigara molası. yine de, sonra devam edecek olsam bile, kalkmadan önce anlamlı bir bağlantı kurmalıyım, edebiyatçı olmak bunu gerektirir zira.*
burada kendi nikaltımda kendimi, duygularımı anlatan bir yer yaptım kendime. yazdığım bütün sözlüklerde var bu, çünkü, artık günlükleri defterlere değil, sözlüklere tutuyoruz. ve geleceğe kendinden bırakabileceğin en doyurucu şeyler de bu günlük/günceler.
buraya yazmam, sonradan bunları başka bir yere taşımayacağım anlamına gelmiyor; başka yerlerdeki yazılarımın bazılarını buraya da geçirdiğim gibi, buradaki yazılarımı da başka yerlere geçirebilirim. 'ama'; buranın google araması/sıralamasında önlere geçme çabasını da anlıyorum. bundan sonra başka yerden bir yazımı buraya geçirir miyim? belki. evet bunu hala yapabilirim. o saçma sapan 'intihal' sözünü silinme gerekçesi olarak okusam bile. sadece bunu öncesinde belirtirim. gerçi bunu artık pek yapmam sanırım, hatta, başka sözlüklerde sildiğim yüzlerce bilgi içerikli yazıyı buraya geçirme hevesim de hiç kalmadı.
bağlantı olsa da olmasa da şimdilik mola.
tuzu kuru olmak.....
güzel.
kim bilir nasıl bir geçmişten günümüze uzanıyor. hadi birazcık da felsefe:
insanlık topluluklar haline yaşamaya başladığından beri var bu ayrılık. her zaman 'tuzu kuru' olanlar ve olmayanlar vardı, bana göre hep de olacak. arada hümanistler, egzistansiyalistler, transandantalistler, fundamentalistler, konstrüktivistler, deterministler, emperyalistler, komünistler....... -ay! lanet olsun bu bitmeyen '-izm' ve '-ist'lere- olacak, her türlü artistlik yapıldı, yapılıyor ve yapılacak.
işte bu '-izm'lerden birine inananlardan biri ya da birileri insanlığı kurtarmak adına yine kendini feda edecek, yeni destanlar oluşacak (yoksa insanlığın bu saatinden sonra onlar da mı sona erdi?).
ama hep bu ayrım olacak. neden? çünkü insan tornadan çıkmıyor. her birey birbirinden farklı. bir kere zeka farklı. herkesi aynı zeka düzeyinde oluşturtmayı başarırsak belki o korkunç uçurumlar da yok denecek kadar azalacak. burada yine aynı lafı edelim; kim bilir.
nasıl başladım ve nereye geldim?
oysa benim anlatmak istediğim, yaklaşık iki yıldır sözlükler arasında gezinirken, hep bir kendini anlatma ihtiyacını anlatmaktı.
bu durum yalnızca bende yok, ki sözlükler bu kadar popüler. ben buna da moda gözüyle bakıyorum aslında. şu pandemi belasından sonra insanlar evlerinde kendileriyle daha çok zaman geçirmeye başladı. hele geçen yıl bu zamanları hatırlarsak, bir 'korku imparatorluğu'nda yaşıyorduk. okullar da kapalıydı, sözde uzaktan eğitim dediğimiz şeyle kendi kendimizi eyliyor, yuvarlanıp gidiyorduk. işte tam o zamanlarda ben, günde en az dört saatimi sözlükler arasında gezinerek geçirdiğimi bilirim.
bazı sözlüklerde kişiye özel sayfalar var, burada yok. bundan önce de yine buna benzer bir yazı yazmıştım buraya, 'nickaltı'ma, o zaman da, eğer burayı benimsersem buraya da böyle notlar alacağımı yazmıştım. aslında böyle değildi tam olarak; mesela 'benimsersem' lafı yoktu, onu şimdi ekledim.
burayı benimsedim mi? o da ayrı bir konu. benimsemek iletişimle mümkün. burayı benimseyenlerin birbirleriyle 'kanka' olması çok 'normal'. burada arkadaş(/lar)ın varsa, yazıyorsun, seni okusunlar, seninle, senin duygularınla ilgili konuşsunlar, seni desteklesinler, seni fark etsinler, seninle ilgilensinler istiyorsun. -işte bunlar hep insanın sosyal bir hayvan olmasından.***-
sanırım bu yazı epey uzayacak. oysa benim bu molaya da bir mola vermem lazım, en azından bir kahve sigara molası. yine de, sonra devam edecek olsam bile, kalkmadan önce anlamlı bir bağlantı kurmalıyım, edebiyatçı olmak bunu gerektirir zira.*
burada kendi nikaltımda kendimi, duygularımı anlatan bir yer yaptım kendime. yazdığım bütün sözlüklerde var bu, çünkü, artık günlükleri defterlere değil, sözlüklere tutuyoruz. ve geleceğe kendinden bırakabileceğin en doyurucu şeyler de bu günlük/günceler.
buraya yazmam, sonradan bunları başka bir yere taşımayacağım anlamına gelmiyor; başka yerlerdeki yazılarımın bazılarını buraya da geçirdiğim gibi, buradaki yazılarımı da başka yerlere geçirebilirim. 'ama'; buranın google araması/sıralamasında önlere geçme çabasını da anlıyorum. bundan sonra başka yerden bir yazımı buraya geçirir miyim? belki. evet bunu hala yapabilirim. o saçma sapan 'intihal' sözünü silinme gerekçesi olarak okusam bile. sadece bunu öncesinde belirtirim. gerçi bunu artık pek yapmam sanırım, hatta, başka sözlüklerde sildiğim yüzlerce bilgi içerikli yazıyı buraya geçirme hevesim de hiç kalmadı.
bağlantı olsa da olmasa da şimdilik mola.
devamını gör...
10.
devamını gör...
11.
#1776871
harbi son girdiği tanımların fav adedine baktım ve hastaneye kaldırılıyorum ölmedim ama yolda da sigara yakıcam muhtemelen.
harbi son girdiği tanımların fav adedine baktım ve hastaneye kaldırılıyorum ölmedim ama yolda da sigara yakıcam muhtemelen.
devamını gör...
12.
en sevdiğim akşam, hafta sonu tatilinin başladığı güzel günün akşamı.
hayatlar hep böyle devam ediyor. sürekli bir mücadele.
yazmak benim için yemek yemek gibi, su içmek gibi bir ihtiyaç ve özellikle bu sayfaya yazdıklarım kendim için. hayat akıp giderken durduğum ve düşündüğüm anlar.
bu sözlükte epey tanıdığım var artık ama bunlar genelde yeniler değil, eskiden tanıdıklarım. savrula savrula birleştiğimiz yer burası. ekşi'ye niye yazmıyorum? sanırım ihtimaller -fazla değil, azıcık fazla da olsa- nedeniyle, burada daha çok okunacağıma inandığım için olabilir mi?
aslında bir başka sözlükte olsam burada okunduğunun da iki katı okuyan olacaktı. o zaman derdim okunmak da değil sanırım.
bir öykünün başlarındayım. sıkıldım ve defterime taşındığım evleri yazdım, ta başlangıcından, hatırladığım 'ilk'ten. bir-iki yıldır var bende bu, nedense geçmişe daha sık yolculuk yapar oldum; özellikle çocukluğuma. atlatamadığım travmalarımı yazarken rahatlama, geçmişin üzerinden defalarca geçme. gerçekten sağaltan bir şey bu. terapistlere (vb) hiç inanmadım, ilaçla tedavi konusu bambaşka bir şey. ruhsal hastalıkların varlığına inanıyorum elbette ama tedavinin, kişinin kendi çabası olmadan asla başarılı olamayacağını da biliyorum. burada yeniden açmak zorundayım düşüncelerimi: muhakkak ilaçla tedavi edilmesi gereken ruhsal ve zihinsel hastalıklar var. ve bu ilaçları yazacak olan hekimler. benim kastım; geçmişte aldıkları yaralarla dengesini yitirmiş kişiler. onlara yardım edebilecek, rehberlik edecek 'doğru' kişiler mutlaka vardır dünya yüzünde, ama bu piyango'dan büyük ikramiyelerden birinin çıkması şansıyla aynıdır kanımca, yani imkansıza yakın.
neden şansa bu kadar inanıyorum ki ben? kendi hayatımla karşılaştırmalar yapıp benzerlikler kurduğum için mi? çünkü öyle. 'yeteneksiz muhteris' diye bir kavram var, ilk kim bu lafı çıkardıysa süper bir tespit yapmış gerçekten. en tehlikeli insan gruplarından biri bunlar. peki ya yetenek ve hırs birleşirse; ooo, tadından yenmez. bir de benim gibi 'eh' yetenekli ama kesinlikle 'muhteris' olmayanlar var. ya onları n'apalım? işte böyle insanların hayatında 'şans' daha olumlu bir geleceğin kapılarını açıyor.
kendini gerçekleştirme ne demek? burada duralım. geldiğim noktada tıkandım. yok, tıkanma değil, daha çok bezme. çünkü buradan gelecek hayallerine atlamak gerek ve o da bu yazının konusu olmamalı.
sözlüklerde zaman geçirmeyi eğer bana gerçekten 'bir şeyler' katıyorsa çok seviyorum. zaman öyle değerli ki, saçma salak tek cümlelik ego tatminlerinden de, hiçbir şey anlatmayan laf salatalarından da kaçıyorum. sözlüklere dala dala, insan artık konunun uzmanı oluyor. kim sana ne katabilir? aslında burada sosyalleşmeye ve sevgili bulmaya çalışan insanları da anlıyorum. henüz yalnızlığı 'içselleştirememiş' olanları. (bazıları asla içselleştiremez, o da ayrı konu.)
burada da öğrendiklerim oluyor ve o zaman çok seviniyorum. nasıl derler; 'keyif alıyorum.'*
sonra bazen de şaşırıyorum, ben üretirken çok yavaşım, inanılmaz yavaş. aslında her işi yaparken öyleyim; ayrıntıda boğulanlardan. ve burada uzun uzun yazıları sürekli yazma fırsatını bulanları okuduğumda şaşırıyorum. bunca 'hoş' satır kaç saatin emeğidir acaba?
hep aynı konu, başlangıcından beri; yetenek nedir, doğuştan mı gelir, sonradan mı kazanılır? ben birinci söylemden yana oldum hep, ama sonradan 'emek' harcanarak geliştirilmemiş yeteneğin de harcanıp gittiğinin pekala farkında olarak. birikim olmadan, birikime yatırım yapmadan olmaz. asla olmaz. bu sözlüklerde yazar bile olunmaz. olunur da onlar yalnızca sayıdır, o kadar.
en kısa zamanda yeniden buraya dönmeliyim. anlatmak istediklerim epey birikti: daha almancadan söz edeceğim, sonra buluşulan mekanlardan, (ah! burada 'öykü'de mekan geldi aklıma, başımın belası!), başkalarının evlerinden ve amerika'dan ve hatta 'lottery'den söz etmem gerek. hepsi sırayla. şimdilik bu kadar olsun.
hayatlar hep böyle devam ediyor. sürekli bir mücadele.
yazmak benim için yemek yemek gibi, su içmek gibi bir ihtiyaç ve özellikle bu sayfaya yazdıklarım kendim için. hayat akıp giderken durduğum ve düşündüğüm anlar.
bu sözlükte epey tanıdığım var artık ama bunlar genelde yeniler değil, eskiden tanıdıklarım. savrula savrula birleştiğimiz yer burası. ekşi'ye niye yazmıyorum? sanırım ihtimaller -fazla değil, azıcık fazla da olsa- nedeniyle, burada daha çok okunacağıma inandığım için olabilir mi?
aslında bir başka sözlükte olsam burada okunduğunun da iki katı okuyan olacaktı. o zaman derdim okunmak da değil sanırım.
bir öykünün başlarındayım. sıkıldım ve defterime taşındığım evleri yazdım, ta başlangıcından, hatırladığım 'ilk'ten. bir-iki yıldır var bende bu, nedense geçmişe daha sık yolculuk yapar oldum; özellikle çocukluğuma. atlatamadığım travmalarımı yazarken rahatlama, geçmişin üzerinden defalarca geçme. gerçekten sağaltan bir şey bu. terapistlere (vb) hiç inanmadım, ilaçla tedavi konusu bambaşka bir şey. ruhsal hastalıkların varlığına inanıyorum elbette ama tedavinin, kişinin kendi çabası olmadan asla başarılı olamayacağını da biliyorum. burada yeniden açmak zorundayım düşüncelerimi: muhakkak ilaçla tedavi edilmesi gereken ruhsal ve zihinsel hastalıklar var. ve bu ilaçları yazacak olan hekimler. benim kastım; geçmişte aldıkları yaralarla dengesini yitirmiş kişiler. onlara yardım edebilecek, rehberlik edecek 'doğru' kişiler mutlaka vardır dünya yüzünde, ama bu piyango'dan büyük ikramiyelerden birinin çıkması şansıyla aynıdır kanımca, yani imkansıza yakın.
neden şansa bu kadar inanıyorum ki ben? kendi hayatımla karşılaştırmalar yapıp benzerlikler kurduğum için mi? çünkü öyle. 'yeteneksiz muhteris' diye bir kavram var, ilk kim bu lafı çıkardıysa süper bir tespit yapmış gerçekten. en tehlikeli insan gruplarından biri bunlar. peki ya yetenek ve hırs birleşirse; ooo, tadından yenmez. bir de benim gibi 'eh' yetenekli ama kesinlikle 'muhteris' olmayanlar var. ya onları n'apalım? işte böyle insanların hayatında 'şans' daha olumlu bir geleceğin kapılarını açıyor.
kendini gerçekleştirme ne demek? burada duralım. geldiğim noktada tıkandım. yok, tıkanma değil, daha çok bezme. çünkü buradan gelecek hayallerine atlamak gerek ve o da bu yazının konusu olmamalı.
sözlüklerde zaman geçirmeyi eğer bana gerçekten 'bir şeyler' katıyorsa çok seviyorum. zaman öyle değerli ki, saçma salak tek cümlelik ego tatminlerinden de, hiçbir şey anlatmayan laf salatalarından da kaçıyorum. sözlüklere dala dala, insan artık konunun uzmanı oluyor. kim sana ne katabilir? aslında burada sosyalleşmeye ve sevgili bulmaya çalışan insanları da anlıyorum. henüz yalnızlığı 'içselleştirememiş' olanları. (bazıları asla içselleştiremez, o da ayrı konu.)
burada da öğrendiklerim oluyor ve o zaman çok seviniyorum. nasıl derler; 'keyif alıyorum.'*
sonra bazen de şaşırıyorum, ben üretirken çok yavaşım, inanılmaz yavaş. aslında her işi yaparken öyleyim; ayrıntıda boğulanlardan. ve burada uzun uzun yazıları sürekli yazma fırsatını bulanları okuduğumda şaşırıyorum. bunca 'hoş' satır kaç saatin emeğidir acaba?
hep aynı konu, başlangıcından beri; yetenek nedir, doğuştan mı gelir, sonradan mı kazanılır? ben birinci söylemden yana oldum hep, ama sonradan 'emek' harcanarak geliştirilmemiş yeteneğin de harcanıp gittiğinin pekala farkında olarak. birikim olmadan, birikime yatırım yapmadan olmaz. asla olmaz. bu sözlüklerde yazar bile olunmaz. olunur da onlar yalnızca sayıdır, o kadar.
en kısa zamanda yeniden buraya dönmeliyim. anlatmak istediklerim epey birikti: daha almancadan söz edeceğim, sonra buluşulan mekanlardan, (ah! burada 'öykü'de mekan geldi aklıma, başımın belası!), başkalarının evlerinden ve amerika'dan ve hatta 'lottery'den söz etmem gerek. hepsi sırayla. şimdilik bu kadar olsun.
devamını gör...
13.
çok uzun yaşayan ağaçların arasından geçerken tam ortalarında durmak isterim belki bilgeliklerini hissederim diye. bu hissi beklerken çantamdan çilek reçelimi çıkarır ve küçük bir kaşıkla yemeye başlarım. ufak kavanoz bitene kadar kendime mühlet veririm. büyük bir mutlulukla reçeli yerken kavanozun dibine geldikçe içimi bir huzursuzluk kaplar. gitme vaktim geliyor diye. topraktan saçlarıma doğru bir ürperti gelir bu yağmurun habercisidir. o yaşlı ağaçların yaprakları rüzgarla beraber dans etmeye başlar. yağmurun yağdığını hissederim ama bana bir türlü ulaşamaz. kavanozun dibinde kalan son çilek parçasını parmağımla aldıktan sonra ilk yağmur tanesi omuzlarıma düşer. mühlet o anda dolar ve kulübeme doğru koşarım. araçların ve amaçların tamamen o yolda kaybolmasıyla beraber bütün bilgelik isteğimden vazgeçer ve hayatıma devam ederim.
devamını gör...
14.
yine pazar ve gün bitmek üzere. sanki pazar bu saatler benim buraya yazma saatlerim gibi oldu.
dışarıda sevmediğim bir hava var. yağmur romantizmini hiç anlamamışımdır. hani hava sıcak olur, uzun yaz günleridir, serbest serbest dışarılarda sürtüyorsunuzdur, yağsındır, cana minnettir. ama kış günü, hava soğuk, kapkalın giysiler üzerinizde, -kışın ayakkabı giymek bile zor- bir de elinizde mecbur şemsiye, ıhhh!
şemsiye taşımaktan nefret ettiğim için genelde kapüşonlu paltoları tercih ediyorum kışın. zaten dışarıya çıkarken ellerimin boş olduğu bir zamanı hatırlamıyorum. benim gibiler için şemsiye büyük eziyet gerçekten. elinde üç parça şey olduğunda birini muhakkak kaybeden biri olarak benim gibi olanlar duygularımı gayet iyi anlıyorlardır eminim.
yağmuru içeriden seyretmek. bu güzel bak. yazdıklarımdan yola çıkılarak yağmuru sevmediğim asla düşünülmesin. ben yağmur 'nimet'tir zihniyetiyle büyütülmüş biriyim. yağmur bizim kutsalımızdır. sadece şunu söylemeye çalışıyorum; yağmur meşgul insanlar için, dışarıda hayatı onlara dar eden bir doğa olayıdır. ama yine de hep yağsındır.
sözlükler arasında dolana dolana bi hal oldum. her sözlüğün de ayrı bir tavrı, ayrı bir hassasiyeti var. gene de en rahatı ekşi. neden? kim kime dum duma da ondan. dikkati çekmeden canınızın istediğinizi yazarsınız, kimse de size onu neden öyle yazdın demez.*
kedimle ilgili yazdım ekşi'ye, çok da hoşuma gitti yazmak. insan sevdiği şeyleri yazınca mutlu oluyor. sonuçta insanız, amacımız azıcık mutluluk azıcık huzur değil mi, şu üç günlük dünyada.*
sonra geldim buraya, günlük edindiğim yere yazmaya koyuldum. bugün çok iş yaptım aslında; kışlık terliklerimi yıkadım, orkidelerimin saksılarını değiştirdim, özel topraklarından ekledim, inşallah benimle barışırlar. onları uzun süredir ihmal etmiştim. her sene bu zamanlarda açar ve aylarca dünyamı güzelleştirirlerdi. bu sene de defalarca açmaya yeltendiler, açamadan tomurcukları kurudu. küstüler bana*
sonra sigara içtiğim kapalı balkonu temizledim, çok fenaydı, çok. diğer işler rutin zaten: yemek, bulaşık, ütü, ders hazırlıkları.........
çalışırken bi yandan da ilişkiler hakkında düşündüm. bugünlerde epey okuma ve yazma yapıyorum. epey de öyküm birikti. yazdığım sözlüklerden birinde düzenli olarak öykülerimi paylaşıyordum, burada hiç yapmadım. yazdıklarımızı özgürce silme hakkı gelmeden de paylaşmam. ne kötü ya, buraya kendini, bildiklerini aktarıyorsun, yazılarını silmek istediğinde silemiyorsun, bir de üstüne cezalandırılıyorsun ama yazıların -hayatın, zamanın, emeğin- burada kalıyor. ve senin bir daha yazmana izin vermiyorlar. yok öyle bir dünya. saçmalığın daniskası.
ilişkiler dedim de nereye atladım. çünkü anlattıklarımı birebir yaşayan bir arkadaşım var, ona bu konuda kesinlikle hak veriyorum ama o da başka bir yanlış yaptı; tanrıcılık oynadı. burada kestim. az mola.
geçen hafta bugün sefil bir haldeydim. hem haksızlığa uğramıştım, hem de çok önemsediğim bir konuda başarısız olmuştum. zaman.... zaman ilaç gerçekten. bir hafta elbette yeterli değil yaraları onarmaya ama yara altından görünse de kabukları da görmeye başlıyorsunuz.
insanlar çok zalim. çok zalimler. bana hiç kimse kendini anlatmasın. zulüm görüldüğünde, haksızlık görüldüğünde, içinizde bir hoşlanmama, bir iğrenti hissediyorsanız, sizi ilgilendirmese de, sizinle hiç alakası olmasa da müdahale edeceksiniz, etmelisiniz. ama kimse etmiyor/etmiyoruz. çünkü kolaycıyız, çünkü kendi rahatımızın da kaçmasını istemiyoruz, çünkü hayat zaten zor. daha da zorlaştırmak istemiyoruz. bu konu aklıma hep sait faik'in sinağrit baba öyküsünü getiriyor. burada paylaştım mı bilmiyorum, şimdi geri dönüp bakmak da istemiyorum, yazı akarken. öğrencilerime de okuduğum bir öykü bu. o öyküden çıkarılacak o kadar önemli dersler var ki. bazı insanlar çok şanslı ama öyle böyle değil çok çok şanslı. aslında kötüler ama hiç kötülük yapmamışlar hayatları boyunca, çünkü hayat öyle akmış ki onlar için, hiç sınanmamışlar. kendileri bile kötü olduklarının farkında değiller. gerçekten var böyle insanlar.**
ve dünyadaki en zor şeylerden biri de kendini doğru anlatabilmek. imkansız gibi bir şey. ya da şöyle diyeyim; zor olan bir insanın bir başka insanı doğru anlaması. filmler bunun için var, öyküler, romanlar, müzikler. anlatabilmek için çırpınan insanlar. sanatçıları seviyorum. dünya yüzünde 'diğerlerini' anlamaya en yakın ve en yatkın insanlar onlar.
timur selçuk çok titiz ve sert bir öğretmenmiş, öyle herkese de ders vermezmiş, çok seçiciymiş. hayatının bizim takip edebildiğimiz son dönemlerinde, müzik hayatının başlarındaki olağanüstü şarkıları yoktu ya da vardı da, belki düzene tekrar karışmak istemedi, bilemeyiz. ama şu anda dinlediğim şarkısı eskilerden; attila ilhan'ın bir şiirinden bestelenmiş: karantinalı despina. şarkıdaki şiire inanıyor muydu yoksa alay mı ediyordu? şarkıyı dinlediğimizde o alay açıkça belli. ama kim bilir? artık soramayız da.
olmayacak şey, bir insanın bir insanı anlaması.
dışarıda sevmediğim bir hava var. yağmur romantizmini hiç anlamamışımdır. hani hava sıcak olur, uzun yaz günleridir, serbest serbest dışarılarda sürtüyorsunuzdur, yağsındır, cana minnettir. ama kış günü, hava soğuk, kapkalın giysiler üzerinizde, -kışın ayakkabı giymek bile zor- bir de elinizde mecbur şemsiye, ıhhh!
şemsiye taşımaktan nefret ettiğim için genelde kapüşonlu paltoları tercih ediyorum kışın. zaten dışarıya çıkarken ellerimin boş olduğu bir zamanı hatırlamıyorum. benim gibiler için şemsiye büyük eziyet gerçekten. elinde üç parça şey olduğunda birini muhakkak kaybeden biri olarak benim gibi olanlar duygularımı gayet iyi anlıyorlardır eminim.
yağmuru içeriden seyretmek. bu güzel bak. yazdıklarımdan yola çıkılarak yağmuru sevmediğim asla düşünülmesin. ben yağmur 'nimet'tir zihniyetiyle büyütülmüş biriyim. yağmur bizim kutsalımızdır. sadece şunu söylemeye çalışıyorum; yağmur meşgul insanlar için, dışarıda hayatı onlara dar eden bir doğa olayıdır. ama yine de hep yağsındır.
sözlükler arasında dolana dolana bi hal oldum. her sözlüğün de ayrı bir tavrı, ayrı bir hassasiyeti var. gene de en rahatı ekşi. neden? kim kime dum duma da ondan. dikkati çekmeden canınızın istediğinizi yazarsınız, kimse de size onu neden öyle yazdın demez.*
kedimle ilgili yazdım ekşi'ye, çok da hoşuma gitti yazmak. insan sevdiği şeyleri yazınca mutlu oluyor. sonuçta insanız, amacımız azıcık mutluluk azıcık huzur değil mi, şu üç günlük dünyada.*
sonra geldim buraya, günlük edindiğim yere yazmaya koyuldum. bugün çok iş yaptım aslında; kışlık terliklerimi yıkadım, orkidelerimin saksılarını değiştirdim, özel topraklarından ekledim, inşallah benimle barışırlar. onları uzun süredir ihmal etmiştim. her sene bu zamanlarda açar ve aylarca dünyamı güzelleştirirlerdi. bu sene de defalarca açmaya yeltendiler, açamadan tomurcukları kurudu. küstüler bana*
sonra sigara içtiğim kapalı balkonu temizledim, çok fenaydı, çok. diğer işler rutin zaten: yemek, bulaşık, ütü, ders hazırlıkları.........
çalışırken bi yandan da ilişkiler hakkında düşündüm. bugünlerde epey okuma ve yazma yapıyorum. epey de öyküm birikti. yazdığım sözlüklerden birinde düzenli olarak öykülerimi paylaşıyordum, burada hiç yapmadım. yazdıklarımızı özgürce silme hakkı gelmeden de paylaşmam. ne kötü ya, buraya kendini, bildiklerini aktarıyorsun, yazılarını silmek istediğinde silemiyorsun, bir de üstüne cezalandırılıyorsun ama yazıların -hayatın, zamanın, emeğin- burada kalıyor. ve senin bir daha yazmana izin vermiyorlar. yok öyle bir dünya. saçmalığın daniskası.
ilişkiler dedim de nereye atladım. çünkü anlattıklarımı birebir yaşayan bir arkadaşım var, ona bu konuda kesinlikle hak veriyorum ama o da başka bir yanlış yaptı; tanrıcılık oynadı. burada kestim. az mola.
geçen hafta bugün sefil bir haldeydim. hem haksızlığa uğramıştım, hem de çok önemsediğim bir konuda başarısız olmuştum. zaman.... zaman ilaç gerçekten. bir hafta elbette yeterli değil yaraları onarmaya ama yara altından görünse de kabukları da görmeye başlıyorsunuz.
insanlar çok zalim. çok zalimler. bana hiç kimse kendini anlatmasın. zulüm görüldüğünde, haksızlık görüldüğünde, içinizde bir hoşlanmama, bir iğrenti hissediyorsanız, sizi ilgilendirmese de, sizinle hiç alakası olmasa da müdahale edeceksiniz, etmelisiniz. ama kimse etmiyor/etmiyoruz. çünkü kolaycıyız, çünkü kendi rahatımızın da kaçmasını istemiyoruz, çünkü hayat zaten zor. daha da zorlaştırmak istemiyoruz. bu konu aklıma hep sait faik'in sinağrit baba öyküsünü getiriyor. burada paylaştım mı bilmiyorum, şimdi geri dönüp bakmak da istemiyorum, yazı akarken. öğrencilerime de okuduğum bir öykü bu. o öyküden çıkarılacak o kadar önemli dersler var ki. bazı insanlar çok şanslı ama öyle böyle değil çok çok şanslı. aslında kötüler ama hiç kötülük yapmamışlar hayatları boyunca, çünkü hayat öyle akmış ki onlar için, hiç sınanmamışlar. kendileri bile kötü olduklarının farkında değiller. gerçekten var böyle insanlar.**
ve dünyadaki en zor şeylerden biri de kendini doğru anlatabilmek. imkansız gibi bir şey. ya da şöyle diyeyim; zor olan bir insanın bir başka insanı doğru anlaması. filmler bunun için var, öyküler, romanlar, müzikler. anlatabilmek için çırpınan insanlar. sanatçıları seviyorum. dünya yüzünde 'diğerlerini' anlamaya en yakın ve en yatkın insanlar onlar.
timur selçuk çok titiz ve sert bir öğretmenmiş, öyle herkese de ders vermezmiş, çok seçiciymiş. hayatının bizim takip edebildiğimiz son dönemlerinde, müzik hayatının başlarındaki olağanüstü şarkıları yoktu ya da vardı da, belki düzene tekrar karışmak istemedi, bilemeyiz. ama şu anda dinlediğim şarkısı eskilerden; attila ilhan'ın bir şiirinden bestelenmiş: karantinalı despina. şarkıdaki şiire inanıyor muydu yoksa alay mı ediyordu? şarkıyı dinlediğimizde o alay açıkça belli. ama kim bilir? artık soramayız da.
olmayacak şey, bir insanın bir insanı anlaması.
devamını gör...
15.
bazen kendimi kassandra gibi hissediyorum, onun gibi söyledikleri asla yerine ulaşamayan.
bu cümleyi yazdığımla kaldım. bağlantı kurulacak mı? belki, belki de hayır.
haftalık güncemi yazmak için oturmuştum, bu hafta hiç yazasım yoktu aslında. boş ve doldurma cümlelerle ne anlatabilirim ki, kendime bile.
cümlelerin ardındaki asıl anlamı sezen kaç kişi vardır ki dünyada. ben bazen yaparım bunu, yıldız falı okumak gibi, yok bu aslında öyle değil. değil miydi? her neyse işte.
premonisyon, prekognisyon. bu sözcükleri ukde olarak bırakmak lazım. belki de bırakmışlardır. olur mu, olur. belki de ben yazarım.
bende pandemiyle başlayan bir süreç değil bu. gerçi pandemiyle oranı iyice arttı. (-tekrar- gerçi pandemi herkesi biraz değiştirdi bana göre, hayatımızı gerçekten pandemi öncesi ve sonrası diye ikiye ayırabiliriz. çok iddialı bir cümle ama bana göre doğru. hayatımızın boşuna geçen iki yılı. insan ömründe iki yıl az bir zaman mıdır?)
bunun yaşla başla da alakası yok. ben aslında hep kırılgan bir insandım, kahretsin ki bu değişmedi, değişmiyor. alıngan ve kırılgan olmak bir lanet aslında. doğuştan kötümserlik. böyle bir şey var mıdır acaba? varsa da araştırılmış mıdır gereksiz işlere deney yapanlar tarafından? belki de ama kalkıp da bunun araştırılıp araştırılmadığını araştıramayacağım şimdi. (türkçenin güzelliğine bakar mısınız? bu cümleyi türkçeyi yeni öğrenen birine kurun, ebediyen vazgeçsin.) (ebediyyen değil bak, tek 'y' ile.) (burada bile türkçe öğretmenliği yapıyorum ya, bunun için de madalya verecekler bana. kah kah. sahi ya, burada madalyalı bir sistem var, aklına gelen aklıyla bin yaşasın. hep diyorum zaten, tarihi değiştiren adamlar hep vardı ve hep var olacak.)
bitmeyen parantezli yazımı sürdürmeye devam. nerede kalmıştım? heh, kırılganlık meselesi. bardağı hep boş tarafından görenler meselesi.
işte bu lanetle doğduğunuz zaman, aklınız başınıza devşirdiğinde -ya devşirmek işte.*- (parantez içindeyken * özelliği, bkz ve gbkz'ın işlemediğini yazmış mıydım ben buraya, moderasyondan okuyan eden birileri varsa, bir ilgilenin lütfen ya! sırf bu yüzden şu '-' özelliğni yanlış kullanır oldum.)
cümleyi baştan alayım, yoksa asla anlaşılamayacak:
işte bu lanetle doğduğunuzda, aklınız başınıza devşirdiğinde, sırf 'kabul' görmek adına, bu özelliğinizi saklamayı da öğreniyorsunuz, maskeyle* yaşamayı öğreniyorsunuz. burada bile her gün açılan başlıklardan biri bu, böyle insanlar - özellikle harry potter'dan sonra- 'ruh emici' nitelemesiyle nitelendirilir oldu.
kimse böyle insanlarla konuşmak istemez doğal olarak. hayat zaten bu kadar zor ve kısayken, ne gerek var böyle insanlara di mi ama? 'anı yaşamak lazım azizim!' 'carpe diem huaaaa!'
öyleyse insanlar neden bu kadar mutsuz? neden hüzünlü şarkılar bu kadar çok dinleniyor, filmler bu kadar çok izleniyor? bu bir çelişki değil mi? demek ki, insanoğlunun yaradılışında var bir bozukluk.
ve sözlükler..... toplum içinde 'maskeli', buraya gelince 'oooooo'.
bir de çoğunluğa oynayanlar var, daha bugün gördüm ve vay dedim yani. az yazdığı halde karması gökte olanlar, ya onlar?
ne şimdi bu, derdimiz ne? ortaya oynayanlar mı, yoksa mütemadi şikayet etmek mi?
karar veriyorum........ verdim. ikisi de değil. bu yazı boş ve anlamsız bir yazı olarak sözlük tarihimde yer alsın diyedir. satır aralarını okumak da yine başkalarına kalmıştır. hayat devam eder ve yaşadıkça yeni günlere uyanırızdır.
bu cümleyi yazdığımla kaldım. bağlantı kurulacak mı? belki, belki de hayır.
haftalık güncemi yazmak için oturmuştum, bu hafta hiç yazasım yoktu aslında. boş ve doldurma cümlelerle ne anlatabilirim ki, kendime bile.
cümlelerin ardındaki asıl anlamı sezen kaç kişi vardır ki dünyada. ben bazen yaparım bunu, yıldız falı okumak gibi, yok bu aslında öyle değil. değil miydi? her neyse işte.
premonisyon, prekognisyon. bu sözcükleri ukde olarak bırakmak lazım. belki de bırakmışlardır. olur mu, olur. belki de ben yazarım.
bende pandemiyle başlayan bir süreç değil bu. gerçi pandemiyle oranı iyice arttı. (-tekrar- gerçi pandemi herkesi biraz değiştirdi bana göre, hayatımızı gerçekten pandemi öncesi ve sonrası diye ikiye ayırabiliriz. çok iddialı bir cümle ama bana göre doğru. hayatımızın boşuna geçen iki yılı. insan ömründe iki yıl az bir zaman mıdır?)
bunun yaşla başla da alakası yok. ben aslında hep kırılgan bir insandım, kahretsin ki bu değişmedi, değişmiyor. alıngan ve kırılgan olmak bir lanet aslında. doğuştan kötümserlik. böyle bir şey var mıdır acaba? varsa da araştırılmış mıdır gereksiz işlere deney yapanlar tarafından? belki de ama kalkıp da bunun araştırılıp araştırılmadığını araştıramayacağım şimdi. (türkçenin güzelliğine bakar mısınız? bu cümleyi türkçeyi yeni öğrenen birine kurun, ebediyen vazgeçsin.) (ebediyyen değil bak, tek 'y' ile.) (burada bile türkçe öğretmenliği yapıyorum ya, bunun için de madalya verecekler bana. kah kah. sahi ya, burada madalyalı bir sistem var, aklına gelen aklıyla bin yaşasın. hep diyorum zaten, tarihi değiştiren adamlar hep vardı ve hep var olacak.)
bitmeyen parantezli yazımı sürdürmeye devam. nerede kalmıştım? heh, kırılganlık meselesi. bardağı hep boş tarafından görenler meselesi.
işte bu lanetle doğduğunuz zaman, aklınız başınıza devşirdiğinde -ya devşirmek işte.*- (parantez içindeyken * özelliği, bkz ve gbkz'ın işlemediğini yazmış mıydım ben buraya, moderasyondan okuyan eden birileri varsa, bir ilgilenin lütfen ya! sırf bu yüzden şu '-' özelliğni yanlış kullanır oldum.)
cümleyi baştan alayım, yoksa asla anlaşılamayacak:
işte bu lanetle doğduğunuzda, aklınız başınıza devşirdiğinde, sırf 'kabul' görmek adına, bu özelliğinizi saklamayı da öğreniyorsunuz, maskeyle* yaşamayı öğreniyorsunuz. burada bile her gün açılan başlıklardan biri bu, böyle insanlar - özellikle harry potter'dan sonra- 'ruh emici' nitelemesiyle nitelendirilir oldu.
kimse böyle insanlarla konuşmak istemez doğal olarak. hayat zaten bu kadar zor ve kısayken, ne gerek var böyle insanlara di mi ama? 'anı yaşamak lazım azizim!' 'carpe diem huaaaa!'
öyleyse insanlar neden bu kadar mutsuz? neden hüzünlü şarkılar bu kadar çok dinleniyor, filmler bu kadar çok izleniyor? bu bir çelişki değil mi? demek ki, insanoğlunun yaradılışında var bir bozukluk.
ve sözlükler..... toplum içinde 'maskeli', buraya gelince 'oooooo'.
bir de çoğunluğa oynayanlar var, daha bugün gördüm ve vay dedim yani. az yazdığı halde karması gökte olanlar, ya onlar?
ne şimdi bu, derdimiz ne? ortaya oynayanlar mı, yoksa mütemadi şikayet etmek mi?
karar veriyorum........ verdim. ikisi de değil. bu yazı boş ve anlamsız bir yazı olarak sözlük tarihimde yer alsın diyedir. satır aralarını okumak da yine başkalarına kalmıştır. hayat devam eder ve yaşadıkça yeni günlere uyanırızdır.
devamını gör...
16.
o kadar teknik yazıyor ki kendisi, bazen anlamak için birden fazla kez okuyorum girdilerini. bu sözlükte kendi çizgisi olan nadir yazarlardandır, hep yazsın.
devamını gör...
17.
#1846616 çaput tan geliyor bence. araştırmadım, şu anda zamaım yok.
sana kurcalaman için bir soru işreti bırakıyorum buraya.
öptüm.
sana kurcalaman için bir soru işreti bırakıyorum buraya.
öptüm.
devamını gör...
18.
önnot: bugün akış akmadı nedense. şimdi ben bu öykülü yazıyı giriyorum ya, inanılmaz bir hızla bu yazının üçüncü sayfaya gitmesini gözlemleyeceğim. hem o kadar hızlı olacak ki, bir saati bulmayacak bu gidiş ve ben şaşakalacağım.
uzun süredir öykülerimin bazılarını burada paylaşsam mı diye düşünüyorum. hep erteledim şimdiye kadar. sözlüğün çok okunan yazarlarından biri değilim. ilginç bir şekilde bazen zorla akan 'sol frame' ben bir şeyler paylaşacağım/paylaştığım zaman, ayaklanma sonrası camları kırılan elektronik mağazası hücumuna dönüyor. yoksa yakın geçmişte yaşanan indirimli avm mağazası açılışına mı demeliydim?*** öyle bir akış oluyor ki, hızına 'yetişilinemez'. sonuç olarak benim özene bezene yazdığım yazılar birden bire ikinci üçüncü sayfaların karanlığı içinde kayboluyor. sağ olsunlar, okuyanlarımdan bazıları ne yapıp edip buluyorlar ama yazıların asla yeterince okunduklarını düşündürmüyor bu bana yine de.*
bugün kalbim çarpa çarpa bir öykümü paylaşmak istiyorum yalnızca. öykü hakkında açıklama yapmayı düşündüm önce, sonra vazgeçtim. ve.......
öyküye başlama notu:
sevgili okuyucu; yazıda bir her şeyi bilen anlatıcı var. sonra ahmet'in düşünceleri var, onlar italikle yazıldı. ayrıca elbette ahmet'in yüksek sesle söyledikleri var onlar da tırnak içinde yazıldı. bu açıklamayı birkaç geri dönüşte sorulduğu için açıklama gereği duydum.
ahmet’le vildan
artık neredeyse koşuyordu. saatine baktı; 8.18. kahretsin, kahretsin, geç kalacağım. daha bir ay dolmadan bu üçüncü. ah şu araba! önder eğer bu sefer de başarama, seni ben kendi ellerimle öldüreceğim. ben bu durumlara düşecek adam mıyım? ah şu insan zayıflığım! kıyamadım, dayanamadım.
ahmet’in düşünceleri sonunda ulaştığı uzun asfalt yolda kesildi. uzaktan köpek havlamaları duyuluyordu. çok uzun bir yoldu bu. kentin dış mahallelerindeydi. bu yol, bu saatlerde bomboş olmalıydı. gözlerini kısarak iyice baktı. gözlüklerin yardımıyla bile bu düz yolun bir buçuk kilometre ötesini görmesi imkansızdı. koşar adım yürümeye devam etti. bu ara yol, bir buçuk kilometre sonra ana caddeye, şehirlerarası yola varacaktı; sanayi mahallesine. sanayileri neden kent girişlerine ya da çıkışlarına koyarlar ki. bu düşünce güldürdü onu. ya nereye koyacağlarıdı? en uygun yerler buraları işte. şehirlerarası yolda arabası bozulan kolayca ulaşabilir.
yürürken dümdüz baktığı yolda neler olduğunu, artık görebileceği bir mesafedeydi. neredeyse yolun sonunda bir at arabası. arabayı süren her kimse atı deli gibi koşturuyor. ve köpekler! aman allahım bir köpek sürüsü. neredeyse sayısızlar. ata saldırıyorlar. yetişirlerse arabayı devirir bunlar.
bir aydır neredeyse her gün bu yolu kullanıyorum, en kestirme yol burası çünkü. sağ taraf üzerini yer yer sazlıklar bürümüş koca tarla. dün yağmur vardı, hem de ne yağmur. odasının penceresinden izlerken vildan’ı düşündüğü o yağmur.
“şimdi vildan sırası değil ahmet!” “yaklaşıyorlar, hemen karar ver, hemen!” neredeyse bağırırcasına söylediği bu sözlerden sonra tarlaya daldı ahmet. çamurlara batıp çıkarken, işe güce, önder’e, arabasızlığa, yanlış otobüse bindiği için iki misli yol yürümek zorunda kaldığından kendine küfürler savurdu. ama hızını kesmedi. aslında tarla yolu daha kısaydı. tarlada sağa doğru dümdüz giderse ana caddeye çıkması daha kısa sürecekti ama ya bu çamur! her gece uyumadan önce özenle cilaladığı kışlık botları! ve yavaşlamak zorundaydı. her adımda çamurlu toprak sanki ayaklarını daha dibe çekiyormuş gibiydi. allahtan konçları uzun. kaç yıllık bot. beymen’den almıştım. şimdi alamam. maaşın tamamı tutar bu botlar. yazık, mahvoldular. yavaşlamak da kötüydü, sanki o zaman batağın cismini, hacmini daha derin hissediyor gibiydi. ama kurtuldu ya!
derin nefesler çekti. köpeklerin sesleri hala duyuluyor. “garip! arabanın sesini duymuyorum. n’oldu acaba? bilemezsin ki. şimdi bunu düşünmek de anlamsız. duramazdım, durup bekleyemezdim.”
saatine bir kez daha baktı. 8.24. “hala yetişme şansım var. binadan içeri bir gireyim de, kendimi hemen tuvalete atarım. önemli olan zamanında o kapıdan girmek. az kaldı, yetişeceğim.”
o binadan girerken, dünkü gibi yan binanın camından kendisine bakan vildan’ı bugün de görür mü acaba? gülümsedi bana. ben onu düşündüğümde bile gülümsüyorum. bir de sigara içmese.
sigarayı düşündüğü anda vücut ısısının yükseldiğini hissetti ahmet. geçen günkü yemek molası. dışarının buzlu havasında ahmet’in ağzından, vildan’ın sigarasından havaya karışan dumanlı buhar. sonra o kül. tam vildan’ın göğsünde. içinde engelleyemediği külü silkme arzusu ve külün durduğu yer.
düşünce sırası o noktaya vardığında elinde olmadan kahkaha attı ahmet.
lanet olasıca obsesifliğim. gözümü külden ayıramadım bir türlü. kız da sonunda anladı tabii. vildan’ın huzursuzca kıpırdanışı geldi aklına. sonunda söyleyebildim ama. artık benim ne manyak bir adam olduğumu biliyor. öğrenmesi iyi oldu. titiz biriyle yaşayamayacaksa insan, bunu zamanında çözer. olur ya da olmaz ama bilmesi iyi oldu.
tam o sırada adımını caddeye attı ahmet. saat 8.28. neredeyse başardım.
yürüme yerini koşuya bıraktı. “tam bir dakika sonra kapıdan girerim ben.”
kapıya ulaştığında ahmet’i karşılayan sürpriz belki de bütün geleceği değiştirecekti. vildan kapının önündeydi. elinde koca bir paket.
“dün annem sarma yaptı, memleketten yazın toplanan yapraklardan, ben de profiterol yaptım üstüne.” söylerken güldü vildan. “hani geçen anlatmıştın ya, eve profiterol götürdüm ama bir tane bile yemek kısmet olmadı diye. kıyamadım. bakalım benimkini beğenecek misin?”
torbayı ona şaşkın şaşkın bakan ahmet’in eline tutuşturup yan binanın kapısına koşarken, arkada bıraktığı adamın nasıl bir yüz ifadesiyle kendisine baktığını görmüş gibi biliyordu.
ahmet içeri girdiğinde 8.32’ydi. evet üçlemişti işte. ama iyi ki üçlemişti. tam zamanında geç kalmıştı. yüzündeki ifadenin onu hala salak gibi gösterdiğini biliyordu. “günaydın müdürüm” dedi coşkun abi; “hayrola, sanki peşinden köpekler kovalamış gibisin, n’oldu sabah sabah?”
“sorma, dünyada adam kovalayan bütün köpeklere sarılasım var. sen bir sor bakalım senin polis dünüre, bugün köpek saldırısına uğrayan biri falan olmuş mu? nedenini de sorma, bir temizleneyim, sonra anlatırım.” “ha, şu elimdeki paketi de masamın üstüne koyuver sana zahmet.”
alaturka tuvalet çeşmesinin altına dikkatle yerleştirdiği ayakkabılarını azıcık açtığı suyla yıkarken düşündü ahmet: hayır, bugün kimse ölmedi. hayır, bugün benim bütün şanssızlıklarımın son günüydü. hayır, bundan sonra yanlış otobüslere de binmeyeceğim. ve evet, ben bu kadını seviyorum.
uzun süredir öykülerimin bazılarını burada paylaşsam mı diye düşünüyorum. hep erteledim şimdiye kadar. sözlüğün çok okunan yazarlarından biri değilim. ilginç bir şekilde bazen zorla akan 'sol frame' ben bir şeyler paylaşacağım/paylaştığım zaman, ayaklanma sonrası camları kırılan elektronik mağazası hücumuna dönüyor. yoksa yakın geçmişte yaşanan indirimli avm mağazası açılışına mı demeliydim?*** öyle bir akış oluyor ki, hızına 'yetişilinemez'. sonuç olarak benim özene bezene yazdığım yazılar birden bire ikinci üçüncü sayfaların karanlığı içinde kayboluyor. sağ olsunlar, okuyanlarımdan bazıları ne yapıp edip buluyorlar ama yazıların asla yeterince okunduklarını düşündürmüyor bu bana yine de.*
bugün kalbim çarpa çarpa bir öykümü paylaşmak istiyorum yalnızca. öykü hakkında açıklama yapmayı düşündüm önce, sonra vazgeçtim. ve.......
öyküye başlama notu:
sevgili okuyucu; yazıda bir her şeyi bilen anlatıcı var. sonra ahmet'in düşünceleri var, onlar italikle yazıldı. ayrıca elbette ahmet'in yüksek sesle söyledikleri var onlar da tırnak içinde yazıldı. bu açıklamayı birkaç geri dönüşte sorulduğu için açıklama gereği duydum.
ahmet’le vildan
artık neredeyse koşuyordu. saatine baktı; 8.18. kahretsin, kahretsin, geç kalacağım. daha bir ay dolmadan bu üçüncü. ah şu araba! önder eğer bu sefer de başarama, seni ben kendi ellerimle öldüreceğim. ben bu durumlara düşecek adam mıyım? ah şu insan zayıflığım! kıyamadım, dayanamadım.
ahmet’in düşünceleri sonunda ulaştığı uzun asfalt yolda kesildi. uzaktan köpek havlamaları duyuluyordu. çok uzun bir yoldu bu. kentin dış mahallelerindeydi. bu yol, bu saatlerde bomboş olmalıydı. gözlerini kısarak iyice baktı. gözlüklerin yardımıyla bile bu düz yolun bir buçuk kilometre ötesini görmesi imkansızdı. koşar adım yürümeye devam etti. bu ara yol, bir buçuk kilometre sonra ana caddeye, şehirlerarası yola varacaktı; sanayi mahallesine. sanayileri neden kent girişlerine ya da çıkışlarına koyarlar ki. bu düşünce güldürdü onu. ya nereye koyacağlarıdı? en uygun yerler buraları işte. şehirlerarası yolda arabası bozulan kolayca ulaşabilir.
yürürken dümdüz baktığı yolda neler olduğunu, artık görebileceği bir mesafedeydi. neredeyse yolun sonunda bir at arabası. arabayı süren her kimse atı deli gibi koşturuyor. ve köpekler! aman allahım bir köpek sürüsü. neredeyse sayısızlar. ata saldırıyorlar. yetişirlerse arabayı devirir bunlar.
bir aydır neredeyse her gün bu yolu kullanıyorum, en kestirme yol burası çünkü. sağ taraf üzerini yer yer sazlıklar bürümüş koca tarla. dün yağmur vardı, hem de ne yağmur. odasının penceresinden izlerken vildan’ı düşündüğü o yağmur.
“şimdi vildan sırası değil ahmet!” “yaklaşıyorlar, hemen karar ver, hemen!” neredeyse bağırırcasına söylediği bu sözlerden sonra tarlaya daldı ahmet. çamurlara batıp çıkarken, işe güce, önder’e, arabasızlığa, yanlış otobüse bindiği için iki misli yol yürümek zorunda kaldığından kendine küfürler savurdu. ama hızını kesmedi. aslında tarla yolu daha kısaydı. tarlada sağa doğru dümdüz giderse ana caddeye çıkması daha kısa sürecekti ama ya bu çamur! her gece uyumadan önce özenle cilaladığı kışlık botları! ve yavaşlamak zorundaydı. her adımda çamurlu toprak sanki ayaklarını daha dibe çekiyormuş gibiydi. allahtan konçları uzun. kaç yıllık bot. beymen’den almıştım. şimdi alamam. maaşın tamamı tutar bu botlar. yazık, mahvoldular. yavaşlamak da kötüydü, sanki o zaman batağın cismini, hacmini daha derin hissediyor gibiydi. ama kurtuldu ya!
derin nefesler çekti. köpeklerin sesleri hala duyuluyor. “garip! arabanın sesini duymuyorum. n’oldu acaba? bilemezsin ki. şimdi bunu düşünmek de anlamsız. duramazdım, durup bekleyemezdim.”
saatine bir kez daha baktı. 8.24. “hala yetişme şansım var. binadan içeri bir gireyim de, kendimi hemen tuvalete atarım. önemli olan zamanında o kapıdan girmek. az kaldı, yetişeceğim.”
o binadan girerken, dünkü gibi yan binanın camından kendisine bakan vildan’ı bugün de görür mü acaba? gülümsedi bana. ben onu düşündüğümde bile gülümsüyorum. bir de sigara içmese.
sigarayı düşündüğü anda vücut ısısının yükseldiğini hissetti ahmet. geçen günkü yemek molası. dışarının buzlu havasında ahmet’in ağzından, vildan’ın sigarasından havaya karışan dumanlı buhar. sonra o kül. tam vildan’ın göğsünde. içinde engelleyemediği külü silkme arzusu ve külün durduğu yer.
düşünce sırası o noktaya vardığında elinde olmadan kahkaha attı ahmet.
lanet olasıca obsesifliğim. gözümü külden ayıramadım bir türlü. kız da sonunda anladı tabii. vildan’ın huzursuzca kıpırdanışı geldi aklına. sonunda söyleyebildim ama. artık benim ne manyak bir adam olduğumu biliyor. öğrenmesi iyi oldu. titiz biriyle yaşayamayacaksa insan, bunu zamanında çözer. olur ya da olmaz ama bilmesi iyi oldu.
tam o sırada adımını caddeye attı ahmet. saat 8.28. neredeyse başardım.
yürüme yerini koşuya bıraktı. “tam bir dakika sonra kapıdan girerim ben.”
kapıya ulaştığında ahmet’i karşılayan sürpriz belki de bütün geleceği değiştirecekti. vildan kapının önündeydi. elinde koca bir paket.
“dün annem sarma yaptı, memleketten yazın toplanan yapraklardan, ben de profiterol yaptım üstüne.” söylerken güldü vildan. “hani geçen anlatmıştın ya, eve profiterol götürdüm ama bir tane bile yemek kısmet olmadı diye. kıyamadım. bakalım benimkini beğenecek misin?”
torbayı ona şaşkın şaşkın bakan ahmet’in eline tutuşturup yan binanın kapısına koşarken, arkada bıraktığı adamın nasıl bir yüz ifadesiyle kendisine baktığını görmüş gibi biliyordu.
ahmet içeri girdiğinde 8.32’ydi. evet üçlemişti işte. ama iyi ki üçlemişti. tam zamanında geç kalmıştı. yüzündeki ifadenin onu hala salak gibi gösterdiğini biliyordu. “günaydın müdürüm” dedi coşkun abi; “hayrola, sanki peşinden köpekler kovalamış gibisin, n’oldu sabah sabah?”
“sorma, dünyada adam kovalayan bütün köpeklere sarılasım var. sen bir sor bakalım senin polis dünüre, bugün köpek saldırısına uğrayan biri falan olmuş mu? nedenini de sorma, bir temizleneyim, sonra anlatırım.” “ha, şu elimdeki paketi de masamın üstüne koyuver sana zahmet.”
alaturka tuvalet çeşmesinin altına dikkatle yerleştirdiği ayakkabılarını azıcık açtığı suyla yıkarken düşündü ahmet: hayır, bugün kimse ölmedi. hayır, bugün benim bütün şanssızlıklarımın son günüydü. hayır, bundan sonra yanlış otobüslere de binmeyeceğim. ve evet, ben bu kadını seviyorum.
devamını gör...
19.
bugün yazmak için çok heves vardı içimde, bir türlü fırsat bulmadım. ancak oturabildim. cevaplamamı bekleyen on dokuz mesaj var ve ben içimdeki yazma hevesini daha fazla kırmamak için oturdum bu satırları yazıyorum.
bu yazı görünmez olacak. artık 'nick' altları görünmez ya.
olsun, daha iyi. bu yazılar doğrudan kendime, kendimle ilgili.
geçen bilgisayarıma olan o garip şey bütün hevesimi kaçırmıştı. o kadar uzun bir yazı. gitti, puf oldu. nasıl olduğunu hala anlamadım. neredeyse iki hafta geçti, neler yazdığımı artık hatırlamıyorum bile. ama böyle şeyler oluyor işte. ben dersimi aldım, artık bana olmaz derken oldu. burada ekşi'deki gibi 'kaydet' butonu yok. (sonradan okuma notu: oysa varmış, taslağa aldıktan sonra artık kaydedebiliyorum ve bunu yeni keşfettim, aferim bana.) ve ben tıpkı şimdi olduğu gibi çalakalem yazıp durmuştum. ve paylaşmaya bir türlü elim varmamıştı. kaç gün ana sayfada bekleyip durmuştu o yazı. her an paylaşılabilir halde. sonra o 'şey' oldu işte. olmaması gereken.
unut bunları miteh.
şimdi yeni bir gün yeni bir sayfa.
gerçi konuların çok değiştiğini sanmam. üç aşağı beş yukarı aynıdır. şu gizli bakınıza alma işini de bazen abartıyorum. artık sözlüklere açılmamış madde yazma hevesim hemen hiç kalmadı çünkü. bu yazıyı neden 'bu' sözlükte yazdığım bile anlaşılır bir şey değil.
o kadardır yazıyorum, epey de 'takipçim' var sayılır. yazıyla yetmiş iki kişi. ama nedenini hiç anlamadım.
ben bir ara takip ettiğim her yazarı okuyordum, sonra baktım teker teker sahneden çekildiler. takip ettiklerimden çok azı yazıyor artık.
aynı heves kırıklığını onlar da yaşıyor sanırım. birbirine benzer insanlar olduğumuzu düşünüyorum, takipleşme de ondandı sanırım. ben ne hissediyorsam, takip ettiklerim de aynı şeyleri hissediyorlar herhalde, sözlük konusunda elbette. yoksa böyle anonim bir yerde hele de burada çok popüler olan özelden yazışma yoluyla da iletişim gerçekleşmiyorsa, kişi kişiyi neden takibe alsındı ki.
çok yürüdüm bugün. on beş bin adımı geçmiştir. artık bahar. leylaklar bile açmıştı, gördüm.
aslında bugünü sevinç ve mutlulukla hatırlayabilirim. uzun süredir görmediğim kadar çok uçurtma gördüm. bazıları gökyüzünün öyle uzaklarına kadar çıkmıştı ki, inanamadım hatta. onlar çocukların değil, büyüklerinin marifetiydi elbette ama olsun.
çocuklar ve uçurtmalar. sanki mutlu bir film sahnesi gibi.
fotoğraf çekmedim. uzun süredir fotoğraf çekmiyorum. oysa deliler gibi her yanı fotoğrafladığım günler öyle çok uzakta değil. lanet roma. hayır öyle dememeliyim. roma'nın ne suçu var ki? suç yok zaten. şanssızlık yalnızca. biriktirilen bütün anı fotoğrafların bir hard diskte hapsolması ve o hard diskin açılmaması. bir gün o hard diski açtırmanın bir yolunu bulacağım. belki de hayat bana böyle güzel sonlu bir sürpriz yapıyordur, kim bilir.
bu sayfanın artık okunmazlığını düşününce başka çözüm yolları aradım önce. o gün beni en çok etkileyen ne varsa onun başlığı altına yazmak ve böylece akışa düşmesini sağlamak. saçma. amacım okunmak ve oylanmak değil ki. bir yerlere yazmıştım. sözlüklere yazan herkes bir etkileşim arzular, yazdıklarına tepki almayı bekler. ama şu an kendimi yokluyorum. bu konuda içimdeki istek...... sıfır. ve bu gerçek. öyleyse neden ekşi'ye kendi nickimin altına yazmıyorum? çünkü oradaki nickim beni en çok yansıtan değil, en büyük neden bu sanırım. okunmazlık oranının aynı olması değil.
yazdığım bütün sözlüklerde nicklerimin bir ortak noktası var ve ekşi'deki nick onların anaları aslında. yine de, orada hiç denemediğim bir şey bu ve bir süre daha buradan devam.
yıllar geçtikçe, bütün inançlarımdan sıyrıldığımı fark ediyorum. bu inançsızlık değil, bambaşka bir şey. tüm inançlara açık olma, hepsini anlamaya çalışma gibi bir şey. dinler, milliyetler, cinsel eğilimler, yerleşmiş ahlak anlayışları......
insana dair genelgeçer doğrular değil kastettiğim, onlar yerli yerinde; dürüstlük, adalet, acıma, yardım etme, güçsüzü koruma, zulümden kaçınma ve zulüme engel olma.......daha pek çok aslında, bunlar insan olmanın gerekleri.
ama artık daha özgürüm. bir takım kuralların bağlayıcılığından kurtulmuş hissediyorum ve bu özgürlük demek. hala çözümünü aradığım dünya kadar soru ve sorunum var tabii ama artık başkalarının bakış açısıyla sürekli kendimi gözden geçirmekten vazgeçtim. başkalarını umursamama düzeyine ulaşmak......paha biçilemez.
meyke ve denilu siz varsınız, ben varım.
bu yazı görünmez olacak. artık 'nick' altları görünmez ya.
olsun, daha iyi. bu yazılar doğrudan kendime, kendimle ilgili.
geçen bilgisayarıma olan o garip şey bütün hevesimi kaçırmıştı. o kadar uzun bir yazı. gitti, puf oldu. nasıl olduğunu hala anlamadım. neredeyse iki hafta geçti, neler yazdığımı artık hatırlamıyorum bile. ama böyle şeyler oluyor işte. ben dersimi aldım, artık bana olmaz derken oldu. burada ekşi'deki gibi 'kaydet' butonu yok. (sonradan okuma notu: oysa varmış, taslağa aldıktan sonra artık kaydedebiliyorum ve bunu yeni keşfettim, aferim bana.) ve ben tıpkı şimdi olduğu gibi çalakalem yazıp durmuştum. ve paylaşmaya bir türlü elim varmamıştı. kaç gün ana sayfada bekleyip durmuştu o yazı. her an paylaşılabilir halde. sonra o 'şey' oldu işte. olmaması gereken.
unut bunları miteh.
şimdi yeni bir gün yeni bir sayfa.
gerçi konuların çok değiştiğini sanmam. üç aşağı beş yukarı aynıdır. şu gizli bakınıza alma işini de bazen abartıyorum. artık sözlüklere açılmamış madde yazma hevesim hemen hiç kalmadı çünkü. bu yazıyı neden 'bu' sözlükte yazdığım bile anlaşılır bir şey değil.
o kadardır yazıyorum, epey de 'takipçim' var sayılır. yazıyla yetmiş iki kişi. ama nedenini hiç anlamadım.
ben bir ara takip ettiğim her yazarı okuyordum, sonra baktım teker teker sahneden çekildiler. takip ettiklerimden çok azı yazıyor artık.
aynı heves kırıklığını onlar da yaşıyor sanırım. birbirine benzer insanlar olduğumuzu düşünüyorum, takipleşme de ondandı sanırım. ben ne hissediyorsam, takip ettiklerim de aynı şeyleri hissediyorlar herhalde, sözlük konusunda elbette. yoksa böyle anonim bir yerde hele de burada çok popüler olan özelden yazışma yoluyla da iletişim gerçekleşmiyorsa, kişi kişiyi neden takibe alsındı ki.
çok yürüdüm bugün. on beş bin adımı geçmiştir. artık bahar. leylaklar bile açmıştı, gördüm.
aslında bugünü sevinç ve mutlulukla hatırlayabilirim. uzun süredir görmediğim kadar çok uçurtma gördüm. bazıları gökyüzünün öyle uzaklarına kadar çıkmıştı ki, inanamadım hatta. onlar çocukların değil, büyüklerinin marifetiydi elbette ama olsun.
çocuklar ve uçurtmalar. sanki mutlu bir film sahnesi gibi.
fotoğraf çekmedim. uzun süredir fotoğraf çekmiyorum. oysa deliler gibi her yanı fotoğrafladığım günler öyle çok uzakta değil. lanet roma. hayır öyle dememeliyim. roma'nın ne suçu var ki? suç yok zaten. şanssızlık yalnızca. biriktirilen bütün anı fotoğrafların bir hard diskte hapsolması ve o hard diskin açılmaması. bir gün o hard diski açtırmanın bir yolunu bulacağım. belki de hayat bana böyle güzel sonlu bir sürpriz yapıyordur, kim bilir.
bu sayfanın artık okunmazlığını düşününce başka çözüm yolları aradım önce. o gün beni en çok etkileyen ne varsa onun başlığı altına yazmak ve böylece akışa düşmesini sağlamak. saçma. amacım okunmak ve oylanmak değil ki. bir yerlere yazmıştım. sözlüklere yazan herkes bir etkileşim arzular, yazdıklarına tepki almayı bekler. ama şu an kendimi yokluyorum. bu konuda içimdeki istek...... sıfır. ve bu gerçek. öyleyse neden ekşi'ye kendi nickimin altına yazmıyorum? çünkü oradaki nickim beni en çok yansıtan değil, en büyük neden bu sanırım. okunmazlık oranının aynı olması değil.
yazdığım bütün sözlüklerde nicklerimin bir ortak noktası var ve ekşi'deki nick onların anaları aslında. yine de, orada hiç denemediğim bir şey bu ve bir süre daha buradan devam.
yıllar geçtikçe, bütün inançlarımdan sıyrıldığımı fark ediyorum. bu inançsızlık değil, bambaşka bir şey. tüm inançlara açık olma, hepsini anlamaya çalışma gibi bir şey. dinler, milliyetler, cinsel eğilimler, yerleşmiş ahlak anlayışları......
insana dair genelgeçer doğrular değil kastettiğim, onlar yerli yerinde; dürüstlük, adalet, acıma, yardım etme, güçsüzü koruma, zulümden kaçınma ve zulüme engel olma.......daha pek çok aslında, bunlar insan olmanın gerekleri.
ama artık daha özgürüm. bir takım kuralların bağlayıcılığından kurtulmuş hissediyorum ve bu özgürlük demek. hala çözümünü aradığım dünya kadar soru ve sorunum var tabii ama artık başkalarının bakış açısıyla sürekli kendimi gözden geçirmekten vazgeçtim. başkalarını umursamama düzeyine ulaşmak......paha biçilemez.
meyke ve denilu siz varsınız, ben varım.
devamını gör...
20.
dünden beri yazasım var. ama bir türlü elim varmıyor mu desem, kafamı toparlayamıyorum mu desem.
okuduklarım, dinlediklerim, izlediklerim birikti, her biri yazılmayı bekliyor. bu arada kafamda onlara dair izlenimlerimin de uçup gitmesinden korkuyorum.
yine de yine de olmuyor. izlenecek, dinlenecek, okunacak o kadar çok şey var ki, yazabilmek için onları tekrar izleyeceğimi, okuyacağımı, dinleyeceğimi hiç sanmıyorum.
buraya yazma nedenim de o. unutmamak.
1. nermin yıldırım: ev
2. nasıl olunur: nilay örnek-->gülşat aygen'le röportaj
3. the professor and the madman: değerlendirme.
4. jane austen: ikna (netflix film)
şimdilik hakkında en çok yazmak istediklerim bunlar.
daha neler yazabilirim.....
aklımdaki birkaç düşünceyi:
-bu sözlüğe ait değilim ben.
-sözlüklerde tanıdığım insanlarla iletişim arttıkça ben uzaklaşıyorum, onu fark ettim.
-sözlüklerde tanıdığım bazı kişiler çok ukala ve bunun pekala farkındalar. kişi, bu tür sözlüklere yazdığı zaman, yazdıkları da ortalamanın üstündeyse, garip bir kendini beğenme, diğer insanlardan üstün görme zannına kapılıyor.
burayı beğenmeyen bir tanesi beni yeni açtıkları bir sözlüğe çağırmıştı. kişiyi takip de ediyorum. tanrım! küçük dağları ben yarattım, büyükler miras kaldı havaları. bu durum aslında tek başına onlardan kaynaklı değil. etraflarında bir hayranlık çemberi oluşuyor, onları bu kadar 'fütursuz' yapan da bu. oysa ben kişinin bilgi düzeyi arttıkça görgü ve davranış düzeyinin de arttığına inananlardanım.
-bu sözlük 'oluşturma amacı' açısından iyi aslında. ki ben hala buraya yazıyorum işte. her ne kadar okunmayacağını bilsem de.
neden ekşi'ye değil de buraya yazıyorum? beeellllkiiiiii okunma olasılığının azıcık daha fazla olması nedeniyle olabilir mi? aslında olamaz. ekşi'deki karşılığını bilemesem bile, buradaki okunma oranından fazla olma olasılığı daha yüksek aslında.
-neyse şimdilik bu kadar.
-haaaa, yeni bir yemek deniyorum. aslında yaptığım kolay yemekleri burada paylaşabilirim de.
amannnn boş ver.*
okuduklarım, dinlediklerim, izlediklerim birikti, her biri yazılmayı bekliyor. bu arada kafamda onlara dair izlenimlerimin de uçup gitmesinden korkuyorum.
yine de yine de olmuyor. izlenecek, dinlenecek, okunacak o kadar çok şey var ki, yazabilmek için onları tekrar izleyeceğimi, okuyacağımı, dinleyeceğimi hiç sanmıyorum.
buraya yazma nedenim de o. unutmamak.
1. nermin yıldırım: ev
2. nasıl olunur: nilay örnek-->gülşat aygen'le röportaj
3. the professor and the madman: değerlendirme.
4. jane austen: ikna (netflix film)
şimdilik hakkında en çok yazmak istediklerim bunlar.
daha neler yazabilirim.....
aklımdaki birkaç düşünceyi:
-bu sözlüğe ait değilim ben.
-sözlüklerde tanıdığım insanlarla iletişim arttıkça ben uzaklaşıyorum, onu fark ettim.
-sözlüklerde tanıdığım bazı kişiler çok ukala ve bunun pekala farkındalar. kişi, bu tür sözlüklere yazdığı zaman, yazdıkları da ortalamanın üstündeyse, garip bir kendini beğenme, diğer insanlardan üstün görme zannına kapılıyor.
burayı beğenmeyen bir tanesi beni yeni açtıkları bir sözlüğe çağırmıştı. kişiyi takip de ediyorum. tanrım! küçük dağları ben yarattım, büyükler miras kaldı havaları. bu durum aslında tek başına onlardan kaynaklı değil. etraflarında bir hayranlık çemberi oluşuyor, onları bu kadar 'fütursuz' yapan da bu. oysa ben kişinin bilgi düzeyi arttıkça görgü ve davranış düzeyinin de arttığına inananlardanım.
-bu sözlük 'oluşturma amacı' açısından iyi aslında. ki ben hala buraya yazıyorum işte. her ne kadar okunmayacağını bilsem de.
neden ekşi'ye değil de buraya yazıyorum? beeellllkiiiiii okunma olasılığının azıcık daha fazla olması nedeniyle olabilir mi? aslında olamaz. ekşi'deki karşılığını bilemesem bile, buradaki okunma oranından fazla olma olasılığı daha yüksek aslında.
-neyse şimdilik bu kadar.
-haaaa, yeni bir yemek deniyorum. aslında yaptığım kolay yemekleri burada paylaşabilirim de.
amannnn boş ver.*
devamını gör...