martin scorsese’nin yönettiği, baş rolünde leonardo dicaprio'nun oynadığı 2009’da da gösterime giren film. akıl hastanesinin bulunduğu zindan adasından kaçan ve cinayet işlemiş bir hastayı arayan ekibin macerasını anlatıyor.
yönetmen
(bkz: martin scorsese)
oyuncular
(bkz: leonardo dicaprio)
(bkz: mark ruffalo)
(bkz: ben kingsley)
(bkz: emily mortimer)
(bkz: max von sydow)
(bkz: martin scorsese)
oyuncular
(bkz: leonardo dicaprio)
(bkz: mark ruffalo)
(bkz: ben kingsley)
(bkz: emily mortimer)
(bkz: max von sydow)
circuit community awards (2010)
gran premio ınternazionale del doppiaggio (2010)
ıtalian online movie awards (ıoma) (2010)
gran premio ınternazionale del doppiaggio (2010)
ıtalian online movie awards (ıoma) (2010)
öne çıkanlar | diğer yorumlar
başlık "ne sensör ne ben söyleyeyim" tarafından 16.11.2020 15:19 tarihinde açılmıştır.
21.
oyuncu listesinde leonardo dicaprio, mark ruffalo, ben kingsley, michelle williams, emily mortimer, max von sydow, patricia clarkson, jackie earle haley, john carroll lynch, ted levine, ruby jerins, elias koteas, nellie sciutto, joseph sikora, robin bartlett, curtiss cook, bree elrod ve raymond anthony thomas gibi oyuncuların olduğu 2010 yapımı gerilim/gizem türündeki bu filmin yönetmenliğini ise martin scorsese yapmıştır.
bir dedektifin adada kayıp olan bir kadını aramak üzere adaya gelmesi ile başlayan filmimiz. dedektifin adadaki herkesi sorguya çekeceğim demesinden sonra ona izin verilir ve adada olan herkes ile konuşup bilgi edinmeye çalışır. bu arada sorduğu sorulardan sonra bile kadının kapısı dahi açılmayan bir odadan nasıl çıktığını anlamakta yine de zorlanıyordu. bu arada kendisi için yasak olan bir bölgeye bakmak isteyen dedektifin oraya gidip biri ile konuşmasından sonra olaylar değişir ve tuhaflaşır. başlarda dedektife normal davranan insanlar daha sonra ona deli muamelesi yaparlar. ortağı üzerinden ona oynadığı oyuna düşmemek için sorduğu soruları sormamış gibi yapıyordu. daha sonra bir fenerin olduğunu görüp oraya gider ve filmin finali ile bizi ters köşeye düşürdüğü bu yerde her şey açıklanır. başından beri aslında bir oyun vardır ortada ve bizi büyük bir ters köşeye yatırır film
psikolojik bir film ve anlaması biraz zor ilk izlendiğinde özellikle. filmi anlamak için tekrar tekrar izlemek gerekebilir ama yine de anlaması zor olabilir çünkü belli yerlerde açıklaması olmayan bir film. izlemek isteyenlere iyi seyirler.
bir dedektifin adada kayıp olan bir kadını aramak üzere adaya gelmesi ile başlayan filmimiz. dedektifin adadaki herkesi sorguya çekeceğim demesinden sonra ona izin verilir ve adada olan herkes ile konuşup bilgi edinmeye çalışır. bu arada sorduğu sorulardan sonra bile kadının kapısı dahi açılmayan bir odadan nasıl çıktığını anlamakta yine de zorlanıyordu. bu arada kendisi için yasak olan bir bölgeye bakmak isteyen dedektifin oraya gidip biri ile konuşmasından sonra olaylar değişir ve tuhaflaşır. başlarda dedektife normal davranan insanlar daha sonra ona deli muamelesi yaparlar. ortağı üzerinden ona oynadığı oyuna düşmemek için sorduğu soruları sormamış gibi yapıyordu. daha sonra bir fenerin olduğunu görüp oraya gider ve filmin finali ile bizi ters köşeye düşürdüğü bu yerde her şey açıklanır. başından beri aslında bir oyun vardır ortada ve bizi büyük bir ters köşeye yatırır film
psikolojik bir film ve anlaması biraz zor ilk izlendiğinde özellikle. filmi anlamak için tekrar tekrar izlemek gerekebilir ama yine de anlaması zor olabilir çünkü belli yerlerde açıklaması olmayan bir film. izlemek isteyenlere iyi seyirler.
devamını gör...
22.
filmi izlememin üzerinden çok vakit geçti fakat hatırladığım kadarıyla ayrıntılara geçmeden önce kısaca nasıl bulduğumu söyleyeyim: kötü değildi, hatta yer yer ilgi çekici bile sayılabilirdi, ama çok bayıldığımı da söyleyemeyeceğim. bayılmamam film kötü olduğundan değil, asap bozucu olduğundan ve benim de asabımın bozulmasını istemememden. eğer amaç sinir bozmak ve insanın sakin geçen gününü gerilimli bir hale sokmaksa, o konuda başarılıydı.
bir kere çok uzundu. gereğinden uzun. ve film daha ilk sahneden korku filmlerinde karşılaştığımız cinsten hızla birbirine sürtünen kocaman dönen bıçaklar efektiyle bezenmiş fazlaca gerilim yüklü müziklerle başlayınca, ben de bir uyaroğlan olup yönetmenin izleyiciden beklediğini yaptım ve ilk saniyeden gerim gerim gerildim. niye olduğunu anlamadan. daha olayın içine bile girmemişken. her dakika yeni bir kafa karıştırma çabası, yeni bir gizem, yeni bir psikopat bakışlı insan modeli çıktı karşımıza. biraz fazla zorlamaydı sanki insanların bir şeyleri gizlemez gibi görünme çabası içerisinde bariz şekilde bir şeyler gizlemeleri.
filmin başrolünde leonardo di caprio var. kendisini kısa pantolonlu dönemlerinden beri sevemedim bir türlü; belki filme çok ısınamamamda bunun da etkisi olmuştur. burun, gözler, ağız ve kaşların suratın ortasına toplandığı bir tuhaf baykuş türü sanki adam. vücudu da bir garip. geniş mi dar mı, boyu nedir, bir türlü çözemedim.
di caprio shutter ısland’da, kayıp bir akıl hastası mahkumu aramak üzere, şaşkın bakışlı, saf kasabalı görünümlü, yer yer küçük emrah bakışlı ortağı chuck’la birlikte 1954 yılında birleşik devletler’de çok ağır suçlar işlemiş akıl hastalarının kapatıldığı, bir akıl hastanesi/hapishanesine giden polis müdürü teddy daniels’ı canlandırıyor. gergin bir insan teddy daniels. bizi de geriyor. ama film ilerleyip de adamın başından geçenler yavaş yavaş açığa çıktıkça, insan, "o gergin olmasın da kim olsun" diyor.
hastane/hapishane, filmin adından da anlaşılacağı üzere bir adada. ve daha ilk dakikadan itibaren perdede görünen herkes psikopat bakışlara sahip, tuhaf, sessiz, diken üstünde insanlar. kurumun başındaki idealist ve kuşkulu araştırmacı bilim adamını ben kingsley oynuyor. gözleri sürekli pörtlek sanki dr. cawley’in. botokslu gibi. ve sanki hep sürmeli o gözler. rahatsız edici. sinir bozucu. hele o ingiliz aksanı yok mu adamın, o soylu havaları.
bir de gençliğimde (!) izlediğim dawson’s creek adlı diziden ve aşırı/yanlış dozda ilaç alarak ölen heath ledger’la birlikte oynadığı brokeback mountain’dan tanıdığım (ve aynı zamanda merhum ledger’ın geride bıraktığı tek kızının da annesi olan) michelle williams var bahsetmem gereken. hüzünlü ama sert bir suratı vardır bu kızın oldum olası. ufacık tefecik ama inatçı bir keçi görünümündedir. ledger’ın ölümünden sonra yabancı basında, ledger’ın kopyası olan kızı matilda’yla birlikte görüldüğü resimlerde çoğunlukla güneş gözlüklerinin arkasına sakladığı gözleri, kısacık sarı saçları, new york sokaklarında yürüyen sıradan bir insan görünümünde olması ona karşı ılık ılık bir şeyler akmasına sebep oldu hep içimde. neden? kısa sarı saçlı, minyon kadınlardan hoşlandığım için değil elbette. sıradanlığı, bir hollywood aktrisi gibi görünmemesi ve güçlü görüntüsü sanırım beni etkileyen.
williams filmde, di caprio’nun canlandırdığı polisin bir yangında ölen karısını canlandırıyor. tanımın başında konu ettiğim gacırtılı gıcırtılı müziklerle uyumluydu hareketleri, psikopat/baygın bakışları, tuhaf gülümsemeleri. ama beni rahatsız etti. (“ama” diyorum ama sanırım yönetmenin de istediği buydu.) ya da ben aslında gerilim filmi seyretmek istemediğim yanlış bir zamanda gayet gerilimli bir film seçtim farkında olmadan ve şimdi de kabahati yönetmene ve oyunculara buluyorum. karanlık, gizemli filmleri severim halbuki. karanlığını ve karanlık mekanlarını da sevdim zaten shutter ısland’ın. ama dediğim gibi, biraz zorlama geldi bana bazı şeyler.
bir de sonu. benim olmasını isteyeceğim gibi değildi. izlediğim süre boyunca içine çekilmeye çalışıldığım illüzyonun aslında illüzyon olmadığını, ve hayallerle/rüyalarla gerçeklerin birbirine karışmasının bu filmin ”gerçeği” olmasını istedim sanırım. yani klasik bir sonla bitmemesini, fantastik bir film olmasını, katı ve acı gerçeklerin fantastik olanın altında ezilmesini. o kadar olmasa da, en azından ucu açık bir sonla bitmesini. izleyiciye düşünecek bir şeyler bırakmasını.
uzun lafın kısası, kan revan içinde bir gerilim filmi olmamasına rağmen ellerimi suratıma götürmek istediğim sahneler oldu; özellikle sonlara doğru. insanoğlunun – hepimizin – ne kadar kötü ve ne kadar çaresiz olabileceği bir kez daha gözüme sokuldu; üstelik böyle bir şeyin normal karşılanabileceği bir savaş filmi, belgesel ya da dram seçmiş olmamama rağmen. bunda film boyunca geriye dönüşlerle olay akışına etki eden yahudi soykırımı görüntülerinin de, sonlara doğru açığa çıkan bir gerçeğin ağırlığının da etkisi çok sanırım.
gerdin beni scorsese. sağol.
bir kere çok uzundu. gereğinden uzun. ve film daha ilk sahneden korku filmlerinde karşılaştığımız cinsten hızla birbirine sürtünen kocaman dönen bıçaklar efektiyle bezenmiş fazlaca gerilim yüklü müziklerle başlayınca, ben de bir uyaroğlan olup yönetmenin izleyiciden beklediğini yaptım ve ilk saniyeden gerim gerim gerildim. niye olduğunu anlamadan. daha olayın içine bile girmemişken. her dakika yeni bir kafa karıştırma çabası, yeni bir gizem, yeni bir psikopat bakışlı insan modeli çıktı karşımıza. biraz fazla zorlamaydı sanki insanların bir şeyleri gizlemez gibi görünme çabası içerisinde bariz şekilde bir şeyler gizlemeleri.
filmin başrolünde leonardo di caprio var. kendisini kısa pantolonlu dönemlerinden beri sevemedim bir türlü; belki filme çok ısınamamamda bunun da etkisi olmuştur. burun, gözler, ağız ve kaşların suratın ortasına toplandığı bir tuhaf baykuş türü sanki adam. vücudu da bir garip. geniş mi dar mı, boyu nedir, bir türlü çözemedim.
di caprio shutter ısland’da, kayıp bir akıl hastası mahkumu aramak üzere, şaşkın bakışlı, saf kasabalı görünümlü, yer yer küçük emrah bakışlı ortağı chuck’la birlikte 1954 yılında birleşik devletler’de çok ağır suçlar işlemiş akıl hastalarının kapatıldığı, bir akıl hastanesi/hapishanesine giden polis müdürü teddy daniels’ı canlandırıyor. gergin bir insan teddy daniels. bizi de geriyor. ama film ilerleyip de adamın başından geçenler yavaş yavaş açığa çıktıkça, insan, "o gergin olmasın da kim olsun" diyor.
hastane/hapishane, filmin adından da anlaşılacağı üzere bir adada. ve daha ilk dakikadan itibaren perdede görünen herkes psikopat bakışlara sahip, tuhaf, sessiz, diken üstünde insanlar. kurumun başındaki idealist ve kuşkulu araştırmacı bilim adamını ben kingsley oynuyor. gözleri sürekli pörtlek sanki dr. cawley’in. botokslu gibi. ve sanki hep sürmeli o gözler. rahatsız edici. sinir bozucu. hele o ingiliz aksanı yok mu adamın, o soylu havaları.
bir de gençliğimde (!) izlediğim dawson’s creek adlı diziden ve aşırı/yanlış dozda ilaç alarak ölen heath ledger’la birlikte oynadığı brokeback mountain’dan tanıdığım (ve aynı zamanda merhum ledger’ın geride bıraktığı tek kızının da annesi olan) michelle williams var bahsetmem gereken. hüzünlü ama sert bir suratı vardır bu kızın oldum olası. ufacık tefecik ama inatçı bir keçi görünümündedir. ledger’ın ölümünden sonra yabancı basında, ledger’ın kopyası olan kızı matilda’yla birlikte görüldüğü resimlerde çoğunlukla güneş gözlüklerinin arkasına sakladığı gözleri, kısacık sarı saçları, new york sokaklarında yürüyen sıradan bir insan görünümünde olması ona karşı ılık ılık bir şeyler akmasına sebep oldu hep içimde. neden? kısa sarı saçlı, minyon kadınlardan hoşlandığım için değil elbette. sıradanlığı, bir hollywood aktrisi gibi görünmemesi ve güçlü görüntüsü sanırım beni etkileyen.
williams filmde, di caprio’nun canlandırdığı polisin bir yangında ölen karısını canlandırıyor. tanımın başında konu ettiğim gacırtılı gıcırtılı müziklerle uyumluydu hareketleri, psikopat/baygın bakışları, tuhaf gülümsemeleri. ama beni rahatsız etti. (“ama” diyorum ama sanırım yönetmenin de istediği buydu.) ya da ben aslında gerilim filmi seyretmek istemediğim yanlış bir zamanda gayet gerilimli bir film seçtim farkında olmadan ve şimdi de kabahati yönetmene ve oyunculara buluyorum. karanlık, gizemli filmleri severim halbuki. karanlığını ve karanlık mekanlarını da sevdim zaten shutter ısland’ın. ama dediğim gibi, biraz zorlama geldi bana bazı şeyler.
bir de sonu. benim olmasını isteyeceğim gibi değildi. izlediğim süre boyunca içine çekilmeye çalışıldığım illüzyonun aslında illüzyon olmadığını, ve hayallerle/rüyalarla gerçeklerin birbirine karışmasının bu filmin ”gerçeği” olmasını istedim sanırım. yani klasik bir sonla bitmemesini, fantastik bir film olmasını, katı ve acı gerçeklerin fantastik olanın altında ezilmesini. o kadar olmasa da, en azından ucu açık bir sonla bitmesini. izleyiciye düşünecek bir şeyler bırakmasını.
uzun lafın kısası, kan revan içinde bir gerilim filmi olmamasına rağmen ellerimi suratıma götürmek istediğim sahneler oldu; özellikle sonlara doğru. insanoğlunun – hepimizin – ne kadar kötü ve ne kadar çaresiz olabileceği bir kez daha gözüme sokuldu; üstelik böyle bir şeyin normal karşılanabileceği bir savaş filmi, belgesel ya da dram seçmiş olmamama rağmen. bunda film boyunca geriye dönüşlerle olay akışına etki eden yahudi soykırımı görüntülerinin de, sonlara doğru açığa çıkan bir gerçeğin ağırlığının da etkisi çok sanırım.
gerdin beni scorsese. sağol.
devamını gör...