1.
beni derin düşüncelere gark eden sıfat tamlaması.
robbins patoloji'de sigaranın zararlarını uzun uzun anlattıktan, hangi kanserlere yol açtığını ve ölümü belirli bir yaştan sonrası için virtüel olarak kesinleştirdiğini grafikler aracılığıyla ve hem edebi hem de bilimsel bir dille anlattıktan sonra kurduğu cümle şudur:
"it is clear that the transient pleasure a puff may give comes with a heavy long-term price."
burada değinilen şey, yani "hazzın doğası gereği geçiciliğine" yapılan vurgu aslında post modern toplumun her ferdini çepeçevre sarmış, ancak her nedense kelimelerle ifade edilmeyen gerçeği. böylesine iç içe yaşadığımız ve duygulanımlarımızın çok büyük kısmını oluşturan bu gerçeğe karşı böylesine bir suskunluğu sadece manidar buluyorum: çünkü böylesine ayırt edilmiyor oluşu birilerinin işine olağanüstü yarıyor.
emekli ve kıymetli bir beden eğitimi öğretmeni olan enişteme şu soruyu sordum:
"spor/fiziksel aktivite birey ölçeğinde ele alındığında insan fizyolojisini sürüklediği pozitif durum, insanın bedenini terbiye edişinin metabolik/organik ve psikolojik etkilerinin onun hayat karşısındaki başarısını olağanüstü artırışı yadsınamaz bir gerçek. aynı şekilde spor bir grup aktivitesi olduğunda, takımlar ve düşmanlar'a ve "kazanılan veya kaybedilen bir oyun"a dönüştüğünde, evvela insana kazanmaktan dahi önce gelen bir hissin olduğunu, bu hissin de ilk önce "toplumun birazı"na ancak pekiştirildikçe topluma ve dünyaya kendini ait hissedebilmesi olduğunu, insanın -hatta evrimsel süreçte hayvanların dahi- "oyun davranışı" aracılığıyla "eğitilebildiği/kendini eğittiği" dolayısıyla kaba tabiriyle hayatı öğrenmenin en fizyolojik usülünün sosyal oyun deneyimleri olduğunu, bunun da ötesinde galibiyetlerimizden etken, erk sahibi, "kendiyle barışık" olmayı; mağlubiyetlerimizdense galip gelmek için emek vermek ve disiplinli olmak gerekliliğini, gerçek bir galibiyetin yalnızca mağlubiyetlerden ders çıkarılarak elde edilebildiğini biliyoruz. sporun beraberinde centilmenlik, empati, dayanışma ve sevgiyi getirdiğini; tüm bu güzel duyguları perçinleyerek güzel bir nesil ve güzel bir toplum oluşturduğunu biliyoruz. insan, bedenini işte bu amaçlar için eğitir.
ancak insan neden tüm bunları "izler"? tüm bu saydığım faydalara, eğer biz de sporun bir parçası, bir faili isek sahibizdir. statları dolduran yüz binlerce insan, ekranları başında saçma sapan organizasyonlara inanılmaz paralar kazandırıp kimi spor dallarını sektörel bir yapıya sürükleyen insan, bu zehirli sistemden ne kazanır? bir futbolcunun "değeri?"nin 500 milyon dolar olmasının çok tehlikeli olmasının (çünkü eninde sonunda birkaç insanın ellerindeki bir emtia olan -veya gururunu ve haysiyetini bir kenara bırakarak kendisini bir emtia haline çeviren- "insanımız"a bu "paha"yı kendi kendilerine ve sadece öyle istedikleri için vermesi ürkütücüdür. eğer 500 değil de 499 milyon dolar olması durumda değişecek pahanın bile tüm dünya toplumlarında olağanüstü bir karşılığı oluşu ve böyle astronomik rakamların tıpkı bir tabloya bakıp bu 100 bin tl'dir diyen bir sanatçının keyfiliğinde verilmesi sadece fakirin daha dafakirleşmesine neden oluyor. her ne hikmetse o birkaç adam o futbolcuya bakıp "bu adam 100.000 lira eder" demiyor da 500 milyon dolar gibi bir rakam koyuyor ortaya...) yanı sıra bu tamamen sahte değerliliği ortaya çıkaran yine bu saçma sirke prim veren insanlık. diyeceğim o ki, insanlar neden boşu boşuna olan ve şişirilmiş olduğu 100 mil öteden belli olan bu iğrenç sektörün yaşamasına ve hatta kendini sömürmesine izin veriyor?"
tabii bu soruyu daha sade, girizgâhı çok daha kısa sordum. aldığım cevabı da uzun uzadıya yazabilirim; ancak genel hatları ile özetleyeyim eniştemin argümanlarını:
1) bu sektörel oluşum belki insanların bir kısmını sömürüyor; ancak isdihtam sağlayarak birçok ailenin doyumunu da sağlıyor. üstelik "spor"un daimi gelişimi için bu maddi kaynaklar bir yerlerden sağlanmak zorunda.
cevaba el cevap: öyleyse isdihtam sağlayan aileler de bu kirli oyunun bir parçası; ne yazık ki mağdur olmalılar. eğer yeteneklilerse dünyaya faydalı başka işlerle uğraşabilirler, domates ekmek veya inşaatta çalışmak gibi.
sanat maddiyat kaygısıyla yapıldığında nasıl yaratıcılığını, zeka nüvesini ve "hikmetliliğini" düpedüz kaybediyorsa spor da üzerinden para kazanıldığı noktada çirkin ve saydığım tüm kazanımlarının köküne dinamit yerleştiren tiksinç bir uğraşa dönüşüyor.
ayrıca "dünya'nın en iyi okçusu" olmanın dünya'ya hiçbir gerçek katkısı yok. veya o 100 metreyi 10 değil de 9.9 saniyede koşmanın insanda uyandırdığı saniyelik hayret dışında boşa zaman kaybı olarak bile değerlendirebiliriz. çok daha fenası, o 100 metreyi 9.9 saniyede değil de 9.8 saniyede koşabilmek için bir yerlerde yetişen dünya çapında on binlerce sporcunun tüm gençliklerini bu misyona adadıklarını, onlara harcanan onca kaynağı, işin en acısı da aralarından sadece birinin 9.8 saniyede bu mesafeyi kat etmesi ile bizde yeni bir hayret uyandırıp ismini hatırlamamız dışında hiçbir katkısı yokken geriye kalan yüz binlerin bunu bile yapamayıp unutulup kaybolup gitmesi, üstelik işin en acısı bu boşuna uğraştan vazgeçtiğinde her şey için olağanüstü geç olması ve tekrar eğitilemez bir verimsizliğe sahip olduklarını görmesi ve potansiyellerinin çok daha altında sefil bir ömür geçirmesi... o bir kişinin de hak ettiğinden kat kat fazlasına sahip saçma sapan bir hayat yaşaması... kısacası başından sonuna kadar boşu boşuna bir gayret bu. neden "geçmek" ve "geçmek uğruna her şeyi yapmak" zorundayız? neden sadece koşmuyoruz? mesela neden türk futbol federasyonunu da, içindeki batmaya yazgılı takımları da feshedip yeni bir lig kurmuyoruz ve eğer illaha izleyeceksek gönüllü gençlerin bir araya gelerek yaptığı "hobi niteliğindeki" iki takımın maçını naklen izleyemiyoruz? neden izlememiz gereken şeyler "ööööföfffff rommnaldo ile üüüüüüfff messsinin çatışşşması" olmak zorunda illaha? bu soruyu bir çok sevdiğim bir arkadaşıma sorduğumda kahkaha atıp "kanka seyir zevki diye bir şey var." demişti. hiç de katılmıyorum. inanın başıbüyükspor ve küçükçekmecespor'un çevre gençlerinden oluşan maçlarını izleyerek geçen bir süre, adeta pornografik bir şekilde lanse edilen ve izledikten sonra adeta "aldatılmışlık" ve "boşu boşunalık" hissiyle salondaki cips ve bira şişeleri ile bakışma anını yaşatan deneyimden bin kat daha güzeldir.
babam bir keresinde beni bilgisayarda oyun oynarken gördüğünde "benim nasıl eğleneceğimin dizayn edildiği bir uğraşın içinde olamayacak kadar haysiyet sahibiyim." demişti. o an her ne kadar üzülüp tepkisel davransam da beni temelden sarsıp hayatımı değiştiren muhteşem cümlelerden birisi olmuştur bu. süper lig'deki derbi gecelerinin de kişiyi nasıl bir dizaynın içine sürüklediğini betimlememe gerek yok herhalde...
son olarak, varsın mete gazoz var olmasın; ne kaybeder dünya? spor, başkaları için, para için ve tarihe geçmek için yapıldığı saniyede tüm sihrini ve güzel kazanımlarını yitirip boktan bir nesil yaratıyor. mete gazoz mesela, bilmemne metre uzaktan elmayı tam ortasından vurmak için senelerce günde 12 saat harcayacağına gidip hafta sonları çok ilgisini çektiği için bir iki saat atış yapsa, okçuluğu bir hobi olarak yaşayıp atıyorum bitlis'te bir öğretmen veya artvin'de bir marangoz olsa, anamur'da muz tarlaları olan bir çiftçinin üçüncü kardeşi olsa ve ona köyde "onikiden mete" deseler ve ziraat mühendisliği okumuş olup köyünü kalkındırsa? mete neden bu milyonlarca ihtimalin hepsini reddetti ve günde 12 saat boyunca "gerçekten de hiçbir şeye yaramayan" bu saçma şeyi yaparak kendini geliştire geliştire "ok atıcı" haline geldi? soruyorum size; mete senin ve benim ne işime yarıyor? en ufak bir işimize dahi yaramıyor, hatta bir de üstüne zarar veriyor; odağımızı kanada'daki dünya şampiyonası'na çekiyor. 3 salise ya da 5 saat olsun, fark etmez. mete neden bu yolu seçti? insan hayatına dokunan, topluma faydalı tüm bu uğraşları reddedip, hayata temas etmekten kaçınıp olağanüstü hayat dışı bir şeye kendini adayarak belki sadece kendisine iyi gelecek bir sömürü kapısının getirebileceği muhtemel haksız gönence tav oldu da ondan. bugün herkes enes batur olmak istiyor, 25 yaşında maldivler'e tatile gitmek ve "kendim gideyim de gerisine ne olursa olsun, umrumda bile değil." diye düşünmek istiyor. herkes en az emekle köşeyi dönmek istiyor. mete gazoz'un yaptığını yapmayı deneyip silinip giden ve bir toplum artığına dönüşen yüzlerce zavallı gençle şimdi ne yapacağız? üstelik hepsi sözümona eğitimli(?) ailelerin sosyal meda görmüş çocukları. onları nasıl tornacıda çalıştıracağız? madenlere kimi göndereceğiz?
sözün özü, spor'un zirvesine ulaşmak kadar boşu boşuna bir ideal olamaz. sporu çekici kılan, icra ettiğin şeyin daha iyisinin insan vücudu tarafından bir şekilde yapılabilir oluşu; ancak "daha iyi" ve "daha çok" uğruna yapılacak her şeyin mübahlaşması en güzel şeyi bile içinden çürütür.
(iki numaralı cevabı o vermedi ama ben o minvalde eviriyorum)
2) insanların zaten çok büyük kısmı işe yaramaz; dünya da %99'luk koyun ve %1'lik çobanlar tarafından yönetiliyor. bu insanlara koyun olduğunu hissettirmelisin, ancak aynı şekilde onları otlatıp ahıra geri götürmeli, hatta kaçarsa elindeki sopa ile dövmelisin. burada senin karşı olduğun şey spor değil, entertainment. entertainment roma'daki gladyatörlerde ve çok muhtemel çok daha eski dönemlerde de karşılık bulan ve insanın doğasını oluşturan temel duygulardan birisi. beynimizin papez circuit'ini ve ventral tegmental areası ve nucleus accumbens'indeki dopamin 3 reseptörlü nöronlarını ve mezolimbic pathway'i düşününce "beynimizde birtakım yerler de eğlenmek için yaratılmış, öyleyse insan aunı zamanda eğlenen varlıktır." diyebiliriz. eğlence yolu ile bir insan güruhunu dizginleyebilirsin. insanların çoğunun ömrü birkaç sezon survivor, birkaç sezon game of thrones ve birkaç sezon süper ligle geçiyor işte. bunların hepsini söküp attığımızda o %99'luk koyunların hepsi sağa sola kaçışacak. tüm bu "meşgaleler" insana kendi ömrünün geçiciliğini hatta varlığının dahi boşu boşunalığını, böylesine şiddetli bir trajediyi ustalıkla unutturuyor: "size ali sami yen'de ne koyduk ama"yla, veya "abi tiktok'taki şu akımı gördün mü"yle. tüm bunların eğlendiriciliği aslında yine bunların inandırıcılığında yatıyor. eğer ronaldo 500 milyon dolar etmeseydi, yani ulaşılamaz(?) olmasaydı, izlemeye değer olmazdı. evet, koyunlar kendinden nefret edebilir, ancak o an için terk edecekleri sefil, üstelik de geçici ve son derece önemsiz yaşamlarından kurtulup "gerçekten de önemli ronaldo"nun büyük düşman messi'ye nasıl da "koyduğunu" gözleriyle görebilir! neden messi'ye ben "koymuyorum"? hayır, ben değersizim; ama ronaldo şüphesiz ki benim yerime "koyacaktır". ayrıca o kadar da yalnız sayılmam; tıpkı benim gibi "koyamayanlar"la dolu bir dünyadayım ve bu beni kenetlenmiş hissettiriyor.
yani şöyle diyeyim, tribünlere gidip kukuletamızı alıp zıplamaya başladığımız zaman artık kendi bireyimizden kopup, kollektif'in bir parçası oluveriyoruz. daha büyük bir şeyin... belki takım oyunlarının verdiği hisle benzeştirilebilir, ancak hiç de öyle değil. eğer öyle olsaydı hiçbir futbolcu transfer olmazdı. futbolcular "takıma bağlanma" işini son derece sağlıklı bir şekilde yapıyorlar. ancak taraftarlar, "tutuş" işlemini biraz da kendi gerçeğinden kaçmak için yaptığından ortaya bağımlı tipler çıkıyor. o tribünlerde deneyimleriği "geçici haz"zın tekrarı için yaşıyorlar, o haz gelene kadar da adeta dişlerini sıkıyor, fanatikleşiyorlar. tüm ömrünü tv8'in başında saat 8 olmasını bekleyen insanları, veya instagram'daki "yeğ bulunan hayatlardan birkaç kare" görmek için saatlerini harcayan ve harcanan saatler ölçüsünde kıymetsizleşen ömürleri düşünün. işte yaratılmak istenen ve tarihin başıdnan beri yaratılan toplum, insanın özü bu. en çok dikkat çekenin suni, kasıtlı ve harici bir şekilde, adeta dışardan gelen bir el aracılığıyla zenginliğe boğulduğu, diğerlerinin de dikkat çekmek uğruna kırk takla attığı çünkü zenginliğe, daha doğrusu avam bir zenginliğe ulaşmanın tek yolu bu... "
cevaba el cevap: tüm bunlar şuna çıkıyor:
"e zaten insan da böyle bir şey!"
doğru; "insan olmak"ın, yani bir insan ömrünün deneyimin çoğusu %99 için böyle duyguların boyundurluğunda "gelip geçiyor".
aslında kendi boşunalığımızdan bile daha boşu boşuna bir şeye bakıp "bu ne kadar da boşu boşuna yaaaağ" demenin kinizmi, veya kendi boşu boşunalığımızdan daha az boşu boşuna bir şeye bakıp hissettiğimiz aidiyet, beraberlik, eğlencelilik ve kıymetli bir zaman geçirmişlik hissi; bu birbirne taban tabana karşıt iki duygudurum da aynı korkunç gerçeğe karşı alınan iki farklı tavır sadece: her şey ölür.
evet öleceğiz, doğru; ama bu bizim hayatımızı boşu boşuna mu yapar? veya eğer yarın lamborghini'ye binmeyeceksek, her şey boş ve çile dolu mu? ve eğer öyleyse, bu "rahatsızlıktan" kaçmak için her şeyi yapmak mübah mıdır; yani ünlü entelektüel, sanatçı ve aktivist gülşen'in unutulmaz eserindeki gibi "bir fırt çekmeye" ve üzerimizdeki tüm bu ağırlığı atmaya hazır mıyız?
işte robbins patoloji'deki çevresel hastalıklar chapter'ındaki bu kıymetli cümle bana bunları düşündürdü.
hayatı boşu boşuna kılan sonluluğu değil, başı ve sonu arasındaki süreç boyunca hayat, allah, deus naturae, evren veya sünnetullah; adına ne dersen de, "yaşadığın şey"in nelerden müteşekkil olduğunu ve bu müteşekkiliyatın hikmetini kavramaya biraz daha yakınlaşmamak (çünkü asla tam olarak anlayamayacaksın, yine ömrün sınırlılığından ötürü. ama güzel olan da bu değil mi?) ve bunun sonucunda da yaşadığın şey'i emanet aldığın öncüllerine, onu paylaştığın akranlarına ve günü geldiğinde emanet edeceğin ardıllarına en ufak bir hizmette, faydada bulunmamak. bir taş taşımak da olur bu, bir can kurtarmak da; hizmet hizmettir. hizmet de, büyüklüğünce ödüllendirilmelidir. yani ödüllendirilmesi gereken, hizmettir; nitekim de öyle oluyor. belki yatları ve katları olmuyor ama bir sendromun bir yerinde ismin geçiyor, bir tablonun altındaki imza ile milyonlarca kalbe ve zihne ilham veriyorsun.
işte bir insanın geçici bir haz uğruna kendi ömrünü bile iste "kötüleştirmesi" ancak böyle bir hezeyen ile açıklanabilir.
ölüm değil, yaşamın hakkını vermemek hayatı boşu boşuna kılar. yaşamın hakkı onunla üretmek midir, yoksa onunla alabildiğine kadar haz almak ve hazzı adeta "köklemek" midir?
düşüncelerimi yine sevgili babamın geçenlerde ettiği şu büyüleyici sözle bitirmek istiyorum:
"sadece sindirim sisteminden ibaret bir hayat!
tanrım ne fena!"
ps: öyleyse beynimizde neden "haz aparatı" -yani eroini damardan vurduğumuzda hoşa giden bir yer, hoşa gittirici- de var(zira az önce anatomik ve fizyolojik landmarklarını saydım)?mademki evla bir ömür hazlardan azade ve icraatlere adanmak zorunda olan bir şey, n fentanili damardan vurunca zevkten dört köşe olmamalıyız.
el cevap: insan serseri bir varlık olduğu için merak duygusu ile dağı, taşı, toprağı ve her şeyi yemiş, veya yiyen canlıları izlemiş. afyon çiçeğinin özütünden opiatları bulmuş, sonra o opiatların mü, delta ve kappa reseptörlerini uyardığını bulmuş. bu demek değil ki opiatlar yememiz için var. o mü reseptörü, onu binlerce kat daha az uyaran enkefalinler, dinorfinler için var. biz haz canavarı insanlar rahat durmamışız ve bu reseptörleri bin kat fazla uyaracak şeyi bulup bir de solunum depresyonuna girip ölecek kadar bağlanmışız. veya koka yaprağının özütünü alıp burundan çekince bu kokain insan burnu için yaratılmış mı demek oluyor? elbette hayır; olsa olsa kokain koka bitkisi için, opium ise afyon bitkisi için işe yarar, yani "onun için yaratılmış" olsa gerek...
bizdeki haz merkezlerinin olmasının hikmeti, hayattaki başarımlarımıza, sevgimize karşılık bulduğumuz anlarda, kırk yılın başı yediğimiz tatlıda almamız gereken "fizyolojik tatmin" için var. zaten o tatlı kırk yılın başında olmadığında haz merkezi çalışmıyor, aksine tatlıyı çekince iyice düşüyor ve tekrar normale dönmesi süre alıyor. üstelik somatik hipermutasyonlar aracılığıyla bir de beyin bu duyu ile kurulan ilişkiyi son nefesine kadar hatırlamaya adeta and içiyor ve bir daha o tatlıyı yesen ilk günkü düşkünlüğe ve sefalete itiyor seni... beyinde böyle bir yerin olmasının sebebi, hayat ölümlü olsa da oldukça uzun ve kayda değer bir
süre de yaşıyoruz. bu süre zarfında da herhangi bir şeyde (okçuluk kadar boş bir şey dahil) iyileşmenin tek yolu tekrar. tekrar etmek de bunaltıcıdır. beyin, bunu aşmak için tekrarlarda elde edilen gelişimlere karşı "positive reinforcement" yapmak suretiyle disiplin göstermeni, devamlılık sağlamanı sağlar. kısacası fizyolojik dozlarda haz, elbette sağlıklıdır. hiçbir şeyin aşırısını savunamayacağım gibi, hazsızlığın da aşırısını savunamam; ama aşırı nedir? sınır nedir? ölçü nedir? işte hazzın ölçüsünü vücudun kendisi ayarlıyor. eğer o an inanılmaz haz alman gerekiyorsa zaten vücunda ona göre sinyal molekülleri salgılanıyor. salgılanmıyorsa işte, psikiyatrik bir sorunun var demektir.
robbins patoloji'de sigaranın zararlarını uzun uzun anlattıktan, hangi kanserlere yol açtığını ve ölümü belirli bir yaştan sonrası için virtüel olarak kesinleştirdiğini grafikler aracılığıyla ve hem edebi hem de bilimsel bir dille anlattıktan sonra kurduğu cümle şudur:
"it is clear that the transient pleasure a puff may give comes with a heavy long-term price."
burada değinilen şey, yani "hazzın doğası gereği geçiciliğine" yapılan vurgu aslında post modern toplumun her ferdini çepeçevre sarmış, ancak her nedense kelimelerle ifade edilmeyen gerçeği. böylesine iç içe yaşadığımız ve duygulanımlarımızın çok büyük kısmını oluşturan bu gerçeğe karşı böylesine bir suskunluğu sadece manidar buluyorum: çünkü böylesine ayırt edilmiyor oluşu birilerinin işine olağanüstü yarıyor.
emekli ve kıymetli bir beden eğitimi öğretmeni olan enişteme şu soruyu sordum:
"spor/fiziksel aktivite birey ölçeğinde ele alındığında insan fizyolojisini sürüklediği pozitif durum, insanın bedenini terbiye edişinin metabolik/organik ve psikolojik etkilerinin onun hayat karşısındaki başarısını olağanüstü artırışı yadsınamaz bir gerçek. aynı şekilde spor bir grup aktivitesi olduğunda, takımlar ve düşmanlar'a ve "kazanılan veya kaybedilen bir oyun"a dönüştüğünde, evvela insana kazanmaktan dahi önce gelen bir hissin olduğunu, bu hissin de ilk önce "toplumun birazı"na ancak pekiştirildikçe topluma ve dünyaya kendini ait hissedebilmesi olduğunu, insanın -hatta evrimsel süreçte hayvanların dahi- "oyun davranışı" aracılığıyla "eğitilebildiği/kendini eğittiği" dolayısıyla kaba tabiriyle hayatı öğrenmenin en fizyolojik usülünün sosyal oyun deneyimleri olduğunu, bunun da ötesinde galibiyetlerimizden etken, erk sahibi, "kendiyle barışık" olmayı; mağlubiyetlerimizdense galip gelmek için emek vermek ve disiplinli olmak gerekliliğini, gerçek bir galibiyetin yalnızca mağlubiyetlerden ders çıkarılarak elde edilebildiğini biliyoruz. sporun beraberinde centilmenlik, empati, dayanışma ve sevgiyi getirdiğini; tüm bu güzel duyguları perçinleyerek güzel bir nesil ve güzel bir toplum oluşturduğunu biliyoruz. insan, bedenini işte bu amaçlar için eğitir.
ancak insan neden tüm bunları "izler"? tüm bu saydığım faydalara, eğer biz de sporun bir parçası, bir faili isek sahibizdir. statları dolduran yüz binlerce insan, ekranları başında saçma sapan organizasyonlara inanılmaz paralar kazandırıp kimi spor dallarını sektörel bir yapıya sürükleyen insan, bu zehirli sistemden ne kazanır? bir futbolcunun "değeri?"nin 500 milyon dolar olmasının çok tehlikeli olmasının (çünkü eninde sonunda birkaç insanın ellerindeki bir emtia olan -veya gururunu ve haysiyetini bir kenara bırakarak kendisini bir emtia haline çeviren- "insanımız"a bu "paha"yı kendi kendilerine ve sadece öyle istedikleri için vermesi ürkütücüdür. eğer 500 değil de 499 milyon dolar olması durumda değişecek pahanın bile tüm dünya toplumlarında olağanüstü bir karşılığı oluşu ve böyle astronomik rakamların tıpkı bir tabloya bakıp bu 100 bin tl'dir diyen bir sanatçının keyfiliğinde verilmesi sadece fakirin daha dafakirleşmesine neden oluyor. her ne hikmetse o birkaç adam o futbolcuya bakıp "bu adam 100.000 lira eder" demiyor da 500 milyon dolar gibi bir rakam koyuyor ortaya...) yanı sıra bu tamamen sahte değerliliği ortaya çıkaran yine bu saçma sirke prim veren insanlık. diyeceğim o ki, insanlar neden boşu boşuna olan ve şişirilmiş olduğu 100 mil öteden belli olan bu iğrenç sektörün yaşamasına ve hatta kendini sömürmesine izin veriyor?"
tabii bu soruyu daha sade, girizgâhı çok daha kısa sordum. aldığım cevabı da uzun uzadıya yazabilirim; ancak genel hatları ile özetleyeyim eniştemin argümanlarını:
1) bu sektörel oluşum belki insanların bir kısmını sömürüyor; ancak isdihtam sağlayarak birçok ailenin doyumunu da sağlıyor. üstelik "spor"un daimi gelişimi için bu maddi kaynaklar bir yerlerden sağlanmak zorunda.
cevaba el cevap: öyleyse isdihtam sağlayan aileler de bu kirli oyunun bir parçası; ne yazık ki mağdur olmalılar. eğer yeteneklilerse dünyaya faydalı başka işlerle uğraşabilirler, domates ekmek veya inşaatta çalışmak gibi.
sanat maddiyat kaygısıyla yapıldığında nasıl yaratıcılığını, zeka nüvesini ve "hikmetliliğini" düpedüz kaybediyorsa spor da üzerinden para kazanıldığı noktada çirkin ve saydığım tüm kazanımlarının köküne dinamit yerleştiren tiksinç bir uğraşa dönüşüyor.
ayrıca "dünya'nın en iyi okçusu" olmanın dünya'ya hiçbir gerçek katkısı yok. veya o 100 metreyi 10 değil de 9.9 saniyede koşmanın insanda uyandırdığı saniyelik hayret dışında boşa zaman kaybı olarak bile değerlendirebiliriz. çok daha fenası, o 100 metreyi 9.9 saniyede değil de 9.8 saniyede koşabilmek için bir yerlerde yetişen dünya çapında on binlerce sporcunun tüm gençliklerini bu misyona adadıklarını, onlara harcanan onca kaynağı, işin en acısı da aralarından sadece birinin 9.8 saniyede bu mesafeyi kat etmesi ile bizde yeni bir hayret uyandırıp ismini hatırlamamız dışında hiçbir katkısı yokken geriye kalan yüz binlerin bunu bile yapamayıp unutulup kaybolup gitmesi, üstelik işin en acısı bu boşuna uğraştan vazgeçtiğinde her şey için olağanüstü geç olması ve tekrar eğitilemez bir verimsizliğe sahip olduklarını görmesi ve potansiyellerinin çok daha altında sefil bir ömür geçirmesi... o bir kişinin de hak ettiğinden kat kat fazlasına sahip saçma sapan bir hayat yaşaması... kısacası başından sonuna kadar boşu boşuna bir gayret bu. neden "geçmek" ve "geçmek uğruna her şeyi yapmak" zorundayız? neden sadece koşmuyoruz? mesela neden türk futbol federasyonunu da, içindeki batmaya yazgılı takımları da feshedip yeni bir lig kurmuyoruz ve eğer illaha izleyeceksek gönüllü gençlerin bir araya gelerek yaptığı "hobi niteliğindeki" iki takımın maçını naklen izleyemiyoruz? neden izlememiz gereken şeyler "ööööföfffff rommnaldo ile üüüüüüfff messsinin çatışşşması" olmak zorunda illaha? bu soruyu bir çok sevdiğim bir arkadaşıma sorduğumda kahkaha atıp "kanka seyir zevki diye bir şey var." demişti. hiç de katılmıyorum. inanın başıbüyükspor ve küçükçekmecespor'un çevre gençlerinden oluşan maçlarını izleyerek geçen bir süre, adeta pornografik bir şekilde lanse edilen ve izledikten sonra adeta "aldatılmışlık" ve "boşu boşunalık" hissiyle salondaki cips ve bira şişeleri ile bakışma anını yaşatan deneyimden bin kat daha güzeldir.
babam bir keresinde beni bilgisayarda oyun oynarken gördüğünde "benim nasıl eğleneceğimin dizayn edildiği bir uğraşın içinde olamayacak kadar haysiyet sahibiyim." demişti. o an her ne kadar üzülüp tepkisel davransam da beni temelden sarsıp hayatımı değiştiren muhteşem cümlelerden birisi olmuştur bu. süper lig'deki derbi gecelerinin de kişiyi nasıl bir dizaynın içine sürüklediğini betimlememe gerek yok herhalde...
son olarak, varsın mete gazoz var olmasın; ne kaybeder dünya? spor, başkaları için, para için ve tarihe geçmek için yapıldığı saniyede tüm sihrini ve güzel kazanımlarını yitirip boktan bir nesil yaratıyor. mete gazoz mesela, bilmemne metre uzaktan elmayı tam ortasından vurmak için senelerce günde 12 saat harcayacağına gidip hafta sonları çok ilgisini çektiği için bir iki saat atış yapsa, okçuluğu bir hobi olarak yaşayıp atıyorum bitlis'te bir öğretmen veya artvin'de bir marangoz olsa, anamur'da muz tarlaları olan bir çiftçinin üçüncü kardeşi olsa ve ona köyde "onikiden mete" deseler ve ziraat mühendisliği okumuş olup köyünü kalkındırsa? mete neden bu milyonlarca ihtimalin hepsini reddetti ve günde 12 saat boyunca "gerçekten de hiçbir şeye yaramayan" bu saçma şeyi yaparak kendini geliştire geliştire "ok atıcı" haline geldi? soruyorum size; mete senin ve benim ne işime yarıyor? en ufak bir işimize dahi yaramıyor, hatta bir de üstüne zarar veriyor; odağımızı kanada'daki dünya şampiyonası'na çekiyor. 3 salise ya da 5 saat olsun, fark etmez. mete neden bu yolu seçti? insan hayatına dokunan, topluma faydalı tüm bu uğraşları reddedip, hayata temas etmekten kaçınıp olağanüstü hayat dışı bir şeye kendini adayarak belki sadece kendisine iyi gelecek bir sömürü kapısının getirebileceği muhtemel haksız gönence tav oldu da ondan. bugün herkes enes batur olmak istiyor, 25 yaşında maldivler'e tatile gitmek ve "kendim gideyim de gerisine ne olursa olsun, umrumda bile değil." diye düşünmek istiyor. herkes en az emekle köşeyi dönmek istiyor. mete gazoz'un yaptığını yapmayı deneyip silinip giden ve bir toplum artığına dönüşen yüzlerce zavallı gençle şimdi ne yapacağız? üstelik hepsi sözümona eğitimli(?) ailelerin sosyal meda görmüş çocukları. onları nasıl tornacıda çalıştıracağız? madenlere kimi göndereceğiz?
sözün özü, spor'un zirvesine ulaşmak kadar boşu boşuna bir ideal olamaz. sporu çekici kılan, icra ettiğin şeyin daha iyisinin insan vücudu tarafından bir şekilde yapılabilir oluşu; ancak "daha iyi" ve "daha çok" uğruna yapılacak her şeyin mübahlaşması en güzel şeyi bile içinden çürütür.
(iki numaralı cevabı o vermedi ama ben o minvalde eviriyorum)
2) insanların zaten çok büyük kısmı işe yaramaz; dünya da %99'luk koyun ve %1'lik çobanlar tarafından yönetiliyor. bu insanlara koyun olduğunu hissettirmelisin, ancak aynı şekilde onları otlatıp ahıra geri götürmeli, hatta kaçarsa elindeki sopa ile dövmelisin. burada senin karşı olduğun şey spor değil, entertainment. entertainment roma'daki gladyatörlerde ve çok muhtemel çok daha eski dönemlerde de karşılık bulan ve insanın doğasını oluşturan temel duygulardan birisi. beynimizin papez circuit'ini ve ventral tegmental areası ve nucleus accumbens'indeki dopamin 3 reseptörlü nöronlarını ve mezolimbic pathway'i düşününce "beynimizde birtakım yerler de eğlenmek için yaratılmış, öyleyse insan aunı zamanda eğlenen varlıktır." diyebiliriz. eğlence yolu ile bir insan güruhunu dizginleyebilirsin. insanların çoğunun ömrü birkaç sezon survivor, birkaç sezon game of thrones ve birkaç sezon süper ligle geçiyor işte. bunların hepsini söküp attığımızda o %99'luk koyunların hepsi sağa sola kaçışacak. tüm bu "meşgaleler" insana kendi ömrünün geçiciliğini hatta varlığının dahi boşu boşunalığını, böylesine şiddetli bir trajediyi ustalıkla unutturuyor: "size ali sami yen'de ne koyduk ama"yla, veya "abi tiktok'taki şu akımı gördün mü"yle. tüm bunların eğlendiriciliği aslında yine bunların inandırıcılığında yatıyor. eğer ronaldo 500 milyon dolar etmeseydi, yani ulaşılamaz(?) olmasaydı, izlemeye değer olmazdı. evet, koyunlar kendinden nefret edebilir, ancak o an için terk edecekleri sefil, üstelik de geçici ve son derece önemsiz yaşamlarından kurtulup "gerçekten de önemli ronaldo"nun büyük düşman messi'ye nasıl da "koyduğunu" gözleriyle görebilir! neden messi'ye ben "koymuyorum"? hayır, ben değersizim; ama ronaldo şüphesiz ki benim yerime "koyacaktır". ayrıca o kadar da yalnız sayılmam; tıpkı benim gibi "koyamayanlar"la dolu bir dünyadayım ve bu beni kenetlenmiş hissettiriyor.
yani şöyle diyeyim, tribünlere gidip kukuletamızı alıp zıplamaya başladığımız zaman artık kendi bireyimizden kopup, kollektif'in bir parçası oluveriyoruz. daha büyük bir şeyin... belki takım oyunlarının verdiği hisle benzeştirilebilir, ancak hiç de öyle değil. eğer öyle olsaydı hiçbir futbolcu transfer olmazdı. futbolcular "takıma bağlanma" işini son derece sağlıklı bir şekilde yapıyorlar. ancak taraftarlar, "tutuş" işlemini biraz da kendi gerçeğinden kaçmak için yaptığından ortaya bağımlı tipler çıkıyor. o tribünlerde deneyimleriği "geçici haz"zın tekrarı için yaşıyorlar, o haz gelene kadar da adeta dişlerini sıkıyor, fanatikleşiyorlar. tüm ömrünü tv8'in başında saat 8 olmasını bekleyen insanları, veya instagram'daki "yeğ bulunan hayatlardan birkaç kare" görmek için saatlerini harcayan ve harcanan saatler ölçüsünde kıymetsizleşen ömürleri düşünün. işte yaratılmak istenen ve tarihin başıdnan beri yaratılan toplum, insanın özü bu. en çok dikkat çekenin suni, kasıtlı ve harici bir şekilde, adeta dışardan gelen bir el aracılığıyla zenginliğe boğulduğu, diğerlerinin de dikkat çekmek uğruna kırk takla attığı çünkü zenginliğe, daha doğrusu avam bir zenginliğe ulaşmanın tek yolu bu... "
cevaba el cevap: tüm bunlar şuna çıkıyor:
"e zaten insan da böyle bir şey!"
doğru; "insan olmak"ın, yani bir insan ömrünün deneyimin çoğusu %99 için böyle duyguların boyundurluğunda "gelip geçiyor".
aslında kendi boşunalığımızdan bile daha boşu boşuna bir şeye bakıp "bu ne kadar da boşu boşuna yaaaağ" demenin kinizmi, veya kendi boşu boşunalığımızdan daha az boşu boşuna bir şeye bakıp hissettiğimiz aidiyet, beraberlik, eğlencelilik ve kıymetli bir zaman geçirmişlik hissi; bu birbirne taban tabana karşıt iki duygudurum da aynı korkunç gerçeğe karşı alınan iki farklı tavır sadece: her şey ölür.
evet öleceğiz, doğru; ama bu bizim hayatımızı boşu boşuna mu yapar? veya eğer yarın lamborghini'ye binmeyeceksek, her şey boş ve çile dolu mu? ve eğer öyleyse, bu "rahatsızlıktan" kaçmak için her şeyi yapmak mübah mıdır; yani ünlü entelektüel, sanatçı ve aktivist gülşen'in unutulmaz eserindeki gibi "bir fırt çekmeye" ve üzerimizdeki tüm bu ağırlığı atmaya hazır mıyız?
işte robbins patoloji'deki çevresel hastalıklar chapter'ındaki bu kıymetli cümle bana bunları düşündürdü.
hayatı boşu boşuna kılan sonluluğu değil, başı ve sonu arasındaki süreç boyunca hayat, allah, deus naturae, evren veya sünnetullah; adına ne dersen de, "yaşadığın şey"in nelerden müteşekkil olduğunu ve bu müteşekkiliyatın hikmetini kavramaya biraz daha yakınlaşmamak (çünkü asla tam olarak anlayamayacaksın, yine ömrün sınırlılığından ötürü. ama güzel olan da bu değil mi?) ve bunun sonucunda da yaşadığın şey'i emanet aldığın öncüllerine, onu paylaştığın akranlarına ve günü geldiğinde emanet edeceğin ardıllarına en ufak bir hizmette, faydada bulunmamak. bir taş taşımak da olur bu, bir can kurtarmak da; hizmet hizmettir. hizmet de, büyüklüğünce ödüllendirilmelidir. yani ödüllendirilmesi gereken, hizmettir; nitekim de öyle oluyor. belki yatları ve katları olmuyor ama bir sendromun bir yerinde ismin geçiyor, bir tablonun altındaki imza ile milyonlarca kalbe ve zihne ilham veriyorsun.
işte bir insanın geçici bir haz uğruna kendi ömrünü bile iste "kötüleştirmesi" ancak böyle bir hezeyen ile açıklanabilir.
ölüm değil, yaşamın hakkını vermemek hayatı boşu boşuna kılar. yaşamın hakkı onunla üretmek midir, yoksa onunla alabildiğine kadar haz almak ve hazzı adeta "köklemek" midir?
düşüncelerimi yine sevgili babamın geçenlerde ettiği şu büyüleyici sözle bitirmek istiyorum:
"sadece sindirim sisteminden ibaret bir hayat!
tanrım ne fena!"
ps: öyleyse beynimizde neden "haz aparatı" -yani eroini damardan vurduğumuzda hoşa giden bir yer, hoşa gittirici- de var(zira az önce anatomik ve fizyolojik landmarklarını saydım)?mademki evla bir ömür hazlardan azade ve icraatlere adanmak zorunda olan bir şey, n fentanili damardan vurunca zevkten dört köşe olmamalıyız.
el cevap: insan serseri bir varlık olduğu için merak duygusu ile dağı, taşı, toprağı ve her şeyi yemiş, veya yiyen canlıları izlemiş. afyon çiçeğinin özütünden opiatları bulmuş, sonra o opiatların mü, delta ve kappa reseptörlerini uyardığını bulmuş. bu demek değil ki opiatlar yememiz için var. o mü reseptörü, onu binlerce kat daha az uyaran enkefalinler, dinorfinler için var. biz haz canavarı insanlar rahat durmamışız ve bu reseptörleri bin kat fazla uyaracak şeyi bulup bir de solunum depresyonuna girip ölecek kadar bağlanmışız. veya koka yaprağının özütünü alıp burundan çekince bu kokain insan burnu için yaratılmış mı demek oluyor? elbette hayır; olsa olsa kokain koka bitkisi için, opium ise afyon bitkisi için işe yarar, yani "onun için yaratılmış" olsa gerek...
bizdeki haz merkezlerinin olmasının hikmeti, hayattaki başarımlarımıza, sevgimize karşılık bulduğumuz anlarda, kırk yılın başı yediğimiz tatlıda almamız gereken "fizyolojik tatmin" için var. zaten o tatlı kırk yılın başında olmadığında haz merkezi çalışmıyor, aksine tatlıyı çekince iyice düşüyor ve tekrar normale dönmesi süre alıyor. üstelik somatik hipermutasyonlar aracılığıyla bir de beyin bu duyu ile kurulan ilişkiyi son nefesine kadar hatırlamaya adeta and içiyor ve bir daha o tatlıyı yesen ilk günkü düşkünlüğe ve sefalete itiyor seni... beyinde böyle bir yerin olmasının sebebi, hayat ölümlü olsa da oldukça uzun ve kayda değer bir
süre de yaşıyoruz. bu süre zarfında da herhangi bir şeyde (okçuluk kadar boş bir şey dahil) iyileşmenin tek yolu tekrar. tekrar etmek de bunaltıcıdır. beyin, bunu aşmak için tekrarlarda elde edilen gelişimlere karşı "positive reinforcement" yapmak suretiyle disiplin göstermeni, devamlılık sağlamanı sağlar. kısacası fizyolojik dozlarda haz, elbette sağlıklıdır. hiçbir şeyin aşırısını savunamayacağım gibi, hazsızlığın da aşırısını savunamam; ama aşırı nedir? sınır nedir? ölçü nedir? işte hazzın ölçüsünü vücudun kendisi ayarlıyor. eğer o an inanılmaz haz alman gerekiyorsa zaten vücunda ona göre sinyal molekülleri salgılanıyor. salgılanmıyorsa işte, psikiyatrik bir sorunun var demektir.
devamını gör...