#ödüllü filmler
yönetmen koltuğunda julian schnabel'in yer aldığı 2018 yapımlı dram filmidir. konu; ressam van gogh'un hayatta kalan son günlerini ele almaktadır. van gogh, son günlerinde bile, tuvale ve boyalara gelen zammı konuşmaktan geri durmaz.
venedik film festivali volpi kupası en iyi erkek oyuncu ödülü
2018 · willem dafoe
satellite drama filmi dalında en iyi erkek oyuncu ödülü
2019 · willem dafoe
venice film festival green drop award
2018 · julian schnabel
2018 · willem dafoe
satellite drama filmi dalında en iyi erkek oyuncu ödülü
2019 · willem dafoe
venice film festival green drop award
2018 · julian schnabel
öne çıkanlar | diğer yorumlar
başlık "bedensel engelli çirkin bir erkek" tarafından 18.12.2020 00:59 tarihinde açılmıştır.
1.
gösterime girer girmez heyecanla sinemaya koştuğum filmdi. filmin ismi türkçe'ye van gogh: sonsuzluğun kapısında şeklinde çevrilmiştir.
filmde van gogh'u usta oyuncu willem defoecanlandırıyor. canlandırıyor diyorum çünkü performansıyla hem deliliği hem dahiliği durmaksızın hissettirdi. her bir anında van gogh'u yaşıyordu sanki, çokkatmanlı bir seyirdi benim için.
biyografi niteliği taşıyan filmde van gogh'un hayatına dair sunulanlar çok çarpıcı ve etkileyici. pek çok sahnede çıkmazlar ve anlaşılmazlıklara rağmen van gogh'un güçlü tutkusunu görüyoruz. doktoruyla, kardeşiyle, ressam arkadaşıyla, yabancılarla ilişkileri oldukça başarılı aktarılmış. dramatik ögeler baskın.
"delilikle dahiliğin arasında çok ince bir çizgi vardır fakat deliliğe adım atmayanlar dahiliğe geçemez." benzeri bir cümle vardı, orijinalini anımsayamıyorum. film bana bu cümleyi çağrıştırıyor.
filmde van gogh'u usta oyuncu willem defoecanlandırıyor. canlandırıyor diyorum çünkü performansıyla hem deliliği hem dahiliği durmaksızın hissettirdi. her bir anında van gogh'u yaşıyordu sanki, çokkatmanlı bir seyirdi benim için.
biyografi niteliği taşıyan filmde van gogh'un hayatına dair sunulanlar çok çarpıcı ve etkileyici. pek çok sahnede çıkmazlar ve anlaşılmazlıklara rağmen van gogh'un güçlü tutkusunu görüyoruz. doktoruyla, kardeşiyle, ressam arkadaşıyla, yabancılarla ilişkileri oldukça başarılı aktarılmış. dramatik ögeler baskın.
"delilikle dahiliğin arasında çok ince bir çizgi vardır fakat deliliğe adım atmayanlar dahiliğe geçemez." benzeri bir cümle vardı, orijinalini anımsayamıyorum. film bana bu cümleyi çağrıştırıyor.
devamını gör...
2.
bir vincent van gogh tablosuna bakıyorsanız göreceğiniz en belirgin renk sarıdır.
at eternity's gate tam da beklediğim gibiydi. willem dafoe inanılmazdı. filmin o yatıştırıcı müzikleri, renkleri, sakinliği hepsi şahaneydi. filme hakim olan renk elbette sarıydı.
filmin sonunda yine insanoğluna kızarken buldum kendimi.
niye bu kadar kötüyüz biz?
bizi tanrı mı böyle yarattı gerçekten?
pek çok zamanda yaptığım gibi insanlığımı sorguladım. lütfen yaşarken kolay olanı seçmeyelim, kolay olan genelde kötü olan çünkü.
film 2018 yapımıdır.
at eternity's gate tam da beklediğim gibiydi. willem dafoe inanılmazdı. filmin o yatıştırıcı müzikleri, renkleri, sakinliği hepsi şahaneydi. filme hakim olan renk elbette sarıydı.
filmin sonunda yine insanoğluna kızarken buldum kendimi.
niye bu kadar kötüyüz biz?
bizi tanrı mı böyle yarattı gerçekten?
pek çok zamanda yaptığım gibi insanlığımı sorguladım. lütfen yaşarken kolay olanı seçmeyelim, kolay olan genelde kötü olan çünkü.
film 2018 yapımıdır.
devamını gör...
3.
2018 yılında vincent van gogh'un son zamanlarını bize aktaran muazzam bir sanat filmidir. filmin adı van gogh'un yaşlı bir adamı tasvir ettiği tablodan gelmektedir. (bkz: sonsuzluğun eşiğinde)
filmde vincent van gogh'u willem dafoe canlandırmaktadır ve muazzam oynamıştır. 2019 yılında oscar'da en iyi erkek oyuncu dalında aday olmuştur.film farklı kulvarlarda 3 ödül almış ve 16 kez aday olmuştur.
filmde vincent van gogh'u willem dafoe canlandırmaktadır ve muazzam oynamıştır. 2019 yılında oscar'da en iyi erkek oyuncu dalında aday olmuştur.film farklı kulvarlarda 3 ödül almış ve 16 kez aday olmuştur.
devamını gör...
4.
julian schnabel'in 2018 yapımlı filmidir.
öyle veya böyle, en eşsiz sanat eserlerinin arkasında, sanatçılara ait büyük trajediler vardır. yaratıcılığın sınırları, ancak ağır baskı ve kopuş durumlarından sonra akıl almaz yerlere varabiliyor. yani normal bir ruh halinde bu eserleri ortaya koyamazsınız.
bu nedenle tarihi figürlere dönüşmüş büyük sanatçıların sıra dışı yaşamlarında magazin içeriği de bir o kadar yoğundur.
bu filmi beğenmemin nedeni, tam da bu noktada ortaya çıkıyor. film, bu magazinelliğe hiç bulaşmadan ama van gogh'u etkileyen dış dünyaya da tamamen sırtını dönmeden ondaki ruhsal yansımalarına odaklanmış. yoksul, yalnız, sevgisiz ve anlamsız bir hayat... huzuruyla, huzursuzluğuyla, kaçışı, sığınmasıyla odakta sadece van gogh var.
bu yönüyle film, van gogh'un sanatına da büyük bir anlaşılırlık kapısı aralıyor. kadınları, çocukları, genel olarak insanları sevmiyor. var olan dünya'yı da sevmiyor ama dünya'nın, yalnız onun görebildiği bir şekli ve zenginliği var ve van gogh, kendi görüş açısındaki bu dünyaya hayran.
filmde eksiklik olarak gördüğüm bir nokta var. normalde van gogh, belçika'da kilise bünyesinde olduğu dönemlerde, yakınlardaki bir maden ocağında çalışan işçilerin hayatlarına tanık olur ve bu tanıklıktan sonra içindeki dini duyguları kaybeder. sonrasında yoksul köylülerin hayatlarını yakından gözlemler ve "patates yiyenler" adıyla ilk resimlerini oluşturduğu kompozisyonun konusu da bu köylülerdir.
fakat filmde, van gogh'un kiliseyle ilişkileri, belirsiz biçimde de olsa sürdürülmüş ve mads mikkelsen gibi bir aktör de gereksiz bir papaz rolüyle bu süreçlere dahil edilmiş.
eski avrupa'da papazların bir şekilde ruh hastaları ve mahkumlarla hep ilişkişi olduğunu biliyoruz. fakat konu van gogh olunca ve hayatta en değer verdiği insan olan kardeşi theo'ya da kendini kapattığı bir dönem söz konusuyken filmdeki papaza karşı bu denli dışa dönük olması, izleyici olarak bana çok geçmedi ki adam, normalde böyle şeyleri pek de sallayan biri değildir. willem dafoe da performansıyla gayet iyi iş çıkarmış.
öyle veya böyle, en eşsiz sanat eserlerinin arkasında, sanatçılara ait büyük trajediler vardır. yaratıcılığın sınırları, ancak ağır baskı ve kopuş durumlarından sonra akıl almaz yerlere varabiliyor. yani normal bir ruh halinde bu eserleri ortaya koyamazsınız.
bu nedenle tarihi figürlere dönüşmüş büyük sanatçıların sıra dışı yaşamlarında magazin içeriği de bir o kadar yoğundur.
bu filmi beğenmemin nedeni, tam da bu noktada ortaya çıkıyor. film, bu magazinelliğe hiç bulaşmadan ama van gogh'u etkileyen dış dünyaya da tamamen sırtını dönmeden ondaki ruhsal yansımalarına odaklanmış. yoksul, yalnız, sevgisiz ve anlamsız bir hayat... huzuruyla, huzursuzluğuyla, kaçışı, sığınmasıyla odakta sadece van gogh var.
bu yönüyle film, van gogh'un sanatına da büyük bir anlaşılırlık kapısı aralıyor. kadınları, çocukları, genel olarak insanları sevmiyor. var olan dünya'yı da sevmiyor ama dünya'nın, yalnız onun görebildiği bir şekli ve zenginliği var ve van gogh, kendi görüş açısındaki bu dünyaya hayran.
filmde eksiklik olarak gördüğüm bir nokta var. normalde van gogh, belçika'da kilise bünyesinde olduğu dönemlerde, yakınlardaki bir maden ocağında çalışan işçilerin hayatlarına tanık olur ve bu tanıklıktan sonra içindeki dini duyguları kaybeder. sonrasında yoksul köylülerin hayatlarını yakından gözlemler ve "patates yiyenler" adıyla ilk resimlerini oluşturduğu kompozisyonun konusu da bu köylülerdir.
fakat filmde, van gogh'un kiliseyle ilişkileri, belirsiz biçimde de olsa sürdürülmüş ve mads mikkelsen gibi bir aktör de gereksiz bir papaz rolüyle bu süreçlere dahil edilmiş.
eski avrupa'da papazların bir şekilde ruh hastaları ve mahkumlarla hep ilişkişi olduğunu biliyoruz. fakat konu van gogh olunca ve hayatta en değer verdiği insan olan kardeşi theo'ya da kendini kapattığı bir dönem söz konusuyken filmdeki papaza karşı bu denli dışa dönük olması, izleyici olarak bana çok geçmedi ki adam, normalde böyle şeyleri pek de sallayan biri değildir. willem dafoe da performansıyla gayet iyi iş çıkarmış.
devamını gör...