1.
eski kulagi kesiklerdendir. kısacık ömründe harika eserler ortaya çıkarmış hollandalı ressam. tam adı vincent willem van gogh.
delilik ile dahilik arasındaki ince çizgide bulunan van gogh, resimleri dışında yalnızlığı, maddi sıkıntıları, sağlık sorunları ve abisi theo'ya yazdığı mektuplarıyla her dönem hayatı irdelenen bir ressam olmuştur. gördüğü hayaller ve halisinasyonlar, manik depresyon atakları, zaman zaman yaşadığı görme ve duyu kayıpları ile tüm fiziksel ve psikolojik acılarına rağmen resim yapmaya devam etmiş, ardında 1000'e yakın eser bırakarak ölümsüzlüğe adını yazdırmıştır.
delilik ile dahilik arasındaki ince çizgide bulunan van gogh, resimleri dışında yalnızlığı, maddi sıkıntıları, sağlık sorunları ve abisi theo'ya yazdığı mektuplarıyla her dönem hayatı irdelenen bir ressam olmuştur. gördüğü hayaller ve halisinasyonlar, manik depresyon atakları, zaman zaman yaşadığı görme ve duyu kayıpları ile tüm fiziksel ve psikolojik acılarına rağmen resim yapmaya devam etmiş, ardında 1000'e yakın eser bırakarak ölümsüzlüğe adını yazdırmıştır.
devamını gör...
2.
1853-1890 yıllarında yaşamış post-empresyonist ressam. en ünlü eseri, kaldığı sanatoryumdaki penceresinden gördüğü manzarayı resmettiği yıldızlı gece'dir. gökyüzü ancak bu kadar güzel resmedilebilir gerçekten.
ayrıca amsterdam'daki van gogh müzesi görülmeye değerdir.
ayrıca amsterdam'daki van gogh müzesi görülmeye değerdir.
devamını gör...
3.
vincent van gogh yaşamı boyunca resim, çizim ve eskiz olmak üzere 2000'den fazla yapıt üretti. ancak hayattayken bunlardan sadece biri satıldı. van gogh belki göremedi ancak bugün dünyanın en pahalı 20 resminden 4'ü ona ait. listede 4 tane de picasso eseri bulunuyor.
devamını gör...
4.
ölmeden önceki son sözü "the sadness will last forever" olan ressam. ayrıca, auvers-sur-oise'de geçirdiği seksen günde yetmiş beş tane tablo çizmiştir. 29 temmuz 1890 tarihinde karnına aldığı silah mermisi yarası yüzünden hayata veda etmiştir.
devamını gör...
5.
perspektif olarak hatalı (ya da bilinçli olarak hatalı çizilmiş) çizimler yapmış, oluşturduğu blurlu tarzın sebebinin yüksek oranda miyopluk ya da astigmat olduğu düşünülen efsane ressam.
devamını gör...
6.
doctor who dizisinin 5. sezonunun 10. bölümünde işlenen ressam. oldukça güzel bir bölümdü.
devamını gör...
7.
"at eternity's gate" adlı film de vincent van gogh'un hayatını konu alan güzel bir filmdir.
devamını gör...
8.
fırtınalı ve sıra dışı bir hayat yaşamış olan, sonsuz merak ve sorgulama anlayışıyla modern resim tarihine damga vurmuş ressamdır. doğanın sırları, mistik duyguları resim vasıtasıyla yansıtmaya çabalamış.
devamını gör...
9.
okurken saat başı çıkıp gıguk guguk diye bağıracak sandiğim çizer amca.
devamını gör...
10.
absent'in atası, fazla absent tüketiminden dolayı gözlerinde oluşan problem sebebiyle son eserlerinde sarı tonun hakim olduğu düşünülen çilekeş sanatçı.
devamını gör...
11.
van gogh sarısının sahibidir. tablolarındaki renk yoğunluğu, van gogh 'un renklere olan tutkusundan gelir. öyleki gogh' un bazı zamanlar boyalarını yediği söylenir. kendisi zamanın ötesinde olan birçok dahi gibi, zamanının çok sonrasında değeri anlaşılmış sanat dehasıdır.
devamını gör...
12.
'yıldızlı gece' isimli şaheserine hayran olduğum efsane ressamdır.
devamını gör...
13.
hollandalı, post empresyonist ressam.
en ünlü tablosu olan yıldızlı gece'nin hikayesi ise şöyledir:
van gogh çeşitli zihinsel rahatsızlıkları sebebiyle akıl hastahanesinde tedavi görmektedir. odasında, önünde parmaklık bulunan ufacık bir penceresi vardır. van gogh her gün o parmaklıklara yapışarak gördüğü manzarayı izlemektedir. işte o manzara yıldızlı gece'yi yaratacak olan saint remy de provence manzarasıdır. van gogh, daracık penceresinde gördüğü bu kendinden çerçeveli tabloyu tuvaline aktarır, elbette van gogh farkıyla.. işte yıldızlı gece ortaya çıkmıştır: saint remy de provence şehrinin düşsel bir yorumu.
uzun araştırmalar sonunda, tablonun 25 mayıs 1889, saat 04:40’taki gökyüzünü gösterdiği tespit edilmiştir. ay’ın henüz ilk hilal biçiminde olması ve venüs gezegeninin ufukta görüntülenmiş olmasından yola çıkılarak tablodaki yıldız ve gezegenlerin gün doğarken resmedildiği anlaşılmıştır. van gogh, kardeşi theo'ya yazdığı mektupta bu resimle alakalı şöyle diyor:
"demir parmaklıklı penceremde adeta bir buğday tarlası görüyorum. sabahları ise gün doğumunu tüm ihtişamıyla izliyorum."
"yıldızlara bakmak beni daima hayal dünyasına daldırır. kendime sorarım, fransa haritasındaki noktalar arasında seyahat edip belli bir noktaya ulaşıyoruz da neden gökyüzündeki bu parlak noktalara ulaşamıyoruz? nasıl trene atlayıp tarascon’a ya da rouen’e gidiyorsak yıldızlara ulaşmak için de ölebiliriz."
van gogh'un yıldızlara olan bu hayranlığı sadece yıldızlı gece olarak bilinen o tabloda ortaya çıkmış değildir. pek bilinmese de van gogh, birden fazla yıldızlı gece tasviri çizmiştir.
kuşkusuz ki yıldızlı gece sanat tarihine adını altın harflerle yazdırmıştır. insanoğlunda da, sadece tanrının sahip olduğu yaratım yeteneğinin kırıntılarının olduğunu bize göstermiştir.
en ünlü tablosu olan yıldızlı gece'nin hikayesi ise şöyledir:
van gogh çeşitli zihinsel rahatsızlıkları sebebiyle akıl hastahanesinde tedavi görmektedir. odasında, önünde parmaklık bulunan ufacık bir penceresi vardır. van gogh her gün o parmaklıklara yapışarak gördüğü manzarayı izlemektedir. işte o manzara yıldızlı gece'yi yaratacak olan saint remy de provence manzarasıdır. van gogh, daracık penceresinde gördüğü bu kendinden çerçeveli tabloyu tuvaline aktarır, elbette van gogh farkıyla.. işte yıldızlı gece ortaya çıkmıştır: saint remy de provence şehrinin düşsel bir yorumu.
uzun araştırmalar sonunda, tablonun 25 mayıs 1889, saat 04:40’taki gökyüzünü gösterdiği tespit edilmiştir. ay’ın henüz ilk hilal biçiminde olması ve venüs gezegeninin ufukta görüntülenmiş olmasından yola çıkılarak tablodaki yıldız ve gezegenlerin gün doğarken resmedildiği anlaşılmıştır. van gogh, kardeşi theo'ya yazdığı mektupta bu resimle alakalı şöyle diyor:
"demir parmaklıklı penceremde adeta bir buğday tarlası görüyorum. sabahları ise gün doğumunu tüm ihtişamıyla izliyorum."
"yıldızlara bakmak beni daima hayal dünyasına daldırır. kendime sorarım, fransa haritasındaki noktalar arasında seyahat edip belli bir noktaya ulaşıyoruz da neden gökyüzündeki bu parlak noktalara ulaşamıyoruz? nasıl trene atlayıp tarascon’a ya da rouen’e gidiyorsak yıldızlara ulaşmak için de ölebiliriz."
van gogh'un yıldızlara olan bu hayranlığı sadece yıldızlı gece olarak bilinen o tabloda ortaya çıkmış değildir. pek bilinmese de van gogh, birden fazla yıldızlı gece tasviri çizmiştir.
kuşkusuz ki yıldızlı gece sanat tarihine adını altın harflerle yazdırmıştır. insanoğlunda da, sadece tanrının sahip olduğu yaratım yeteneğinin kırıntılarının olduğunu bize göstermiştir.
devamını gör...
14.
canım van gogh u kendi diliyle anlatmak. sen kendini anlatamamışken, devrinden yıllar yıllar sonra tam 125 ressamın elleriyle film usulu hayat sergisiyle bize ulaştın. çok acı çektin, çok hüzün,çok keder yaşadın. kenara itildin, belki hor görüldün ama bu dünyaya ve yıllar sonrasına kalbimizi eriten, ruhlarımızı dirilten, yaşamayı hissettiren eserler bıraktın. bize ulaştın, bize değdin. hayallerin gerçek oldu canım van gogh. huzur ve mutlulukla uyuyabilirsin.
devamını gör...
15.
sanatçılar arasında, insanlık dramını onun kadar yüzümüze vuran bir başka büyük ressam var mıdır, inanın bilmiyorum. *caravaggio dışında, caravaggio hariç*
brabant topraklarının hollanda tarafında bulunan groot-zundert köyünde, 1849 yılından beri rahiplik eden theodorus van gogh, 1851'de saray mücellidi carbentus'un kızı anna cornelia ile evlenmiş, bu evlilikten 30 mart 1853'te vincent doğmuştu.
bu arada, van gogh ailesinin soyunun 16. yüzyıla kadar uzandığını, içerisinde kuyumcular, sanat tacirleri ve din adamları olduğunu
aklınızda bulundurun.
vincent, daha yürümeye başlar başlamaz, diğer çocuklardan farklı olduğunu hissttirebiliyordu. içine kapanık, yalnızlıktan keyif alan bu velet, en ufak bir şey karşısında öyle kötü hırçınlaşıyordu ki, kardeşi theo dışında, onunla kır gezilerine eşlik edecek birini bulamıyordu.
daha sonraları, bu sessiz, sedasız, tuhaf çocuğu ailesi önce groot-zundert'in köy okuluna, oradan da zevenbergen'deki bir yatılı mektebe verdi. lakin, ailesinin fakir olması yüzünden, ailesi, sevgili vincent'in bir an önce kendi yağında kavrulabilmesi için, onu mektepten alıp den haag *lahey* şehrinde bulunan bir galerinin müdürü olan amcasının yanına çırak olarak verildi.
burası, merkezi paris'te bulunan, goupil galerisinin bir şubesi idi.
işe başladığında, vincent'a verilen görev, galeriye gelen kitapları sandıklardan çıkarmak, toz almak ve reprodüksiyonları sıraya koymaktı
boş vakitlerinde şehrin müzelerini dolaşmaya başlayan vincent, öylesine heyecanlanıyor, öylesine iyi hissediyordu ki, kardeşi theo'ya yazdığ mektuplardan, burayı çok sevdiğini anlayabiliyoruz.
yıl 1873'ü gösterdiğinde, vincent, goupil'in londra şubesine gönderildi. bizim vincent'i, dickens romanlarını okurken hayal ettiği şehir öylesine büyüledi ki, den haag'ı unuttu ve sokaklarda perişanlık çeken lakin her biri vincent'ı çok etkileyen, adeta vincent'ın filozof gözüyle baktığı bu insanlara çok büyük yakınlık duydu.
ve işte hepimizin sıkıntı yaşadığı, hatta ve hatta sözlükte de eşinden laf yiyen ağabeylerimizin şarkı başlığı açanlara daldığı şey olsun aşk yüzünden ilk hayal kırıklığını da bu şehirde tattı.
oturduğu pansiyonun sahibinin, ursula meyer isimli züppe kızına öyle böyle aşık değildi bizim vincent, kız da ona yüz veriyordu ya, sahi.
bir gün, themes nehri kıyılarında, kızla birlikte el ele gezerken, bizim saf vincent'ımız, ursula'ya evlenme teklifi etmiş, ursula ise buna öyle fena gülmüştür ki, yıldızlı geceyi çizerken bile vincent'ın o kahkahaları duyduğuna eminim.
kısacası, ursula kahkahalar eşliğinde kaçmış gitmiş, bizim vincent ise başlamış üzülmeye, aşk acısı çekmeye.
sonra da "başlarım sizin londra'nıza! ben evime dönüyorum!" diyerek hollanda'ya gitmiş ve ailesinin etten kasabasına yerleştiğini fark etmişti.
ama ursula'nın hayaleti burada da onu yalnız bırakmamış, baktığı kadınların gözlerinde onu görmüş, geceleri rüyalarında onunla boğuşmuş, insanların sesini ona benzeye başlamıştır.
bu psikoloji ile hırçınlaşıp gelene geçene saldırmaya geç bile kalan vincent, sonunda biraz rahatlayabilecek bir şey yapmaya başlamıştı; resim!
sehpanın başına oturur oturmaz, ne ursula, ne de themes nehrinin sesi gelmiş kulağına, "sihir…" diye düşünmüş o anda resim için.
ama resim yapmaya ara verdiğinde yine ursula geliyor aklına bizim saf vincent'imizin, ve kafasına koyuyor.
"o kadını bulacağım…" diyor kendi kendine, "ona olan sevgimi haykıracağım."
londra'ya dönüyor, kızın evinin olduğu yere gidiyor, bağırıyor. "ursula!" diyor, "lütfen dışarı çık! sana ihtiyacım var!"
ama ursula, vincent'ın sesini bile duymak istemiyor…
sonrası belli, yine aşk acısı, yine hüzün, ama bu kez ona yaşadığını belli eden bir şey eşlik ediyor; kış.
perişanlık içinde bir kış geçiriyor vincent, önce ursula'ya sövüyor, sonra londra'ya.
1875 yılının baharında,goupil'in paris şubesine tayin ediliyor.
vincent mutlu hissediyor, vincent çok iyi hissediyor, louvre'a gidebilecek olmanın heyecanını yaşıyor ve paris'e öyle güzel bir moral ile gidiyor ki, bu şehre girer girmez burada her şeyin düzeleceğini düşünüyor.
burada bir süre kendine zaman ayırıp inzivaya çekiliyor, louvre'da büyük ressamların sanat eserleri karşısında saatlerce duruyor, onlara bakıyor, onları hissediyor, onlarla konuşuyor…
ama bu sırada, içerisinde bir yerde bulunan din eğiliminin arttığına şahit oluyor vincent, bir ingiliz ile bir odaya çekilip sabaha kadar kutsal kitap tartışıyor, bu şekilde iyi hissediyor, ama bir o kadar da yorgun oluyor ve ertesi gün işini düzgün yapamıyor, müşterilere fırça çekiyor, bir şeyler kırıyor döküyordu.
kafası esen vincent, bir gün ansızın ailesinin yanına, döndüğünde patronunudan ilk ihtarı da alıyor.
birkaç ayı daha bu şekilde geçiren sevgili vincent, yine kafası esiyor ve etten'e dönüyor. lakin bu kez arkasında bir şey bırakarak; istifaname!
evet, ufak bir müzik arası.
open.spotify.com/track/6P3U...
devam edelim dostlar, ailesi vincent'ın bu kararına hiç saygı göstermiyor, babası onun din adamı olmasına karşı çıkıyor, theo ise onun ressam olmasına öyle ısrar ediyor ki, canından bezen vincent, theo'ya "bak kardeşim, bu kararı tek başıma almıyorum ben be, vallahi. içimde bir yerde bir şeyler, atalarım gibi din adamı olmam için uğraşıyor… olacağım…" da diyor.
vincent, ertesi gün, ingiltere'de almanca ve fransızca bilen bir öğretmen arandığına dair bir gazete haberi okuyor ve "tamam…" diyor, kendi kendine. "din adamı olmayı erteleyeceğim, önce kendi yağımda kavrulmalıyım…"
soluğu ingiltere'de alan vincent ağabeyimiz, kent eyaletinde, çok fakir olan çocukları okutan bir okulda öğretmen olarak işe başladı.
1876 yılının temmuzunda, londra'ya nakledilen sevgili vincent, burada, okul müdürünün, charles dickens'ın romanlarında yaşattığı cinsten kötü, terbiyesiz, pislik bir okul müdürün varlığını fark etti.
bir gün, bu kötü müdür, sevgili vincent'a "git, öğrencilerin ailelerinden ders paralarını al yiğidim." diyerek onu ders ücretlerini almaya gönderdi.
vincent, gri atkısını takıp düştü sokağa, ama öğrencilerin ailelerinin yaşadığı evlere girince, burasının sidik ve fakirlik koktuğunu fark etti, daha ilk girdiği evin böyle olmasının bir işaret oldugunu düşündü, o an içinde bastırdığı din duygusunun daha ileriye gittiğini fark etti ve kendini adamaya karar verdi. işte o gün, geri döndüğünde elinde ders ücretleri yerine istifaname vardı.
öğretmenlikten istifa edince, ingiliz bir rahibin evine taşındı. ve yıllardır yapmak istediği şeye başladı, ingilizcesi son derece kötü olmasına rağmen, sokaklarda insanlarla din, mutluluk, hüzün gibi konuları tartışarak onlara iyi hissettirip onları dine yönlendirmek yerine daha da beter ediyordu.
aylar süren, yağmur çamur demeden devam ettiği mesihlik görevine artık son vermesi gerektiğini anladığında, ruhu da, bedeni de öyle yorgundu ki, hollanda'ya dönerken, yolda, hollanda'yı göremeyeceğini düşündü.
ama yanılıyordu, daha çekeceği çok çile vardı.
ailesinin yanına döndüğünde, burada birkaç gün iyi muamele görse de, ailesinin birkaç gün sonra ona bakmakta zorlanacağını düşündüğü için bir kitapçıda tezgahtar olarak göreve başladı.
burada, dine öylesine bağlandı ki, artık siyah cübbelerle dolaşan sevgili vincent, bu tutumuyla ailesini, din adamı olabilmesi için ikna edebildi.
sonunda bir hayal gerçekleiyordu, vincent, amsterdam üniversitesi halkla iliş….şaka şaka, ilahiyat fakültesinin protestan teolojisi bölümüne devam edebilecekti.
çok büyük umut ve mutlulukla, amsterdam'a gideren amcası jan'ın yanına yerleşti. üniversiteye kabul sınavına hazırlandı, okulu vaktinden önce bıraktığı için antik yunanca ve latinceyi kendi imkanlarıyla öğrenmesi gerekiyordu.
yavaş yavaş yunanca ve latinceyi az buçuk öğrenen, diğer konulara da elinden geldiğince çalışan sevgili vincent, sınav sonucunda kazananların içerisinde ismini göremeyince, bütün umudunun kırıldığını hissetti.
kendi kendine yok olmaya başlayan vincent, üzüntüden ölmeyi düşündüğü günlerde, brüksel'de bir misyoner okulunun varlığından haberdar oldu.
"tamam…" diye düşündü. "tanrının benim için iyi planları var."
"insanlık ıstırabını dindirmek için rahip olmak şart değil ki!" mottosuyla brüksel'e giden sevgili vincent, 3 aylık sert bir kurs sonrası, borinage'de amelelerin arasında, karın tokluğuna çalışan misyonerlik görevini üstlenmeyi öylesine istiyordu ki! ama işler dilediği gibi gitmedi, sevgili vincent, kelimeleri süsleyip sihir gibi kullanmak yerine, direkt konuya dalıp en yalın biçimde tartışıyordu. vincent'ın bu konuşma tarzı ve yetersiz fransızcası beğenilmedi, ama bu konu hakkında sadece vincent sinirden deliye dönmüyordu elbette; babası! evet, sevgili babası da gururuna yenik düşmüş ve brüksel'e giderek protestan kiliselerine dilekçe verdi, bu şekilde oğluna serbest vaiz ünvanı tanıttı.
böylece bizim vincent'ımızın en büyük hayallerinden birisi gerçekleşiyordu, maden ocağında misyonerliğe işte o zaman başladı.
bu pis, sefil insanlar arasında temiz, düzenli olmaktan öylesine utanıyordu ki, giysilerini insanlara dağıtıp çuvaldan kendine pantolon dikti, askeri bir ceket çekti üzerine ve sefil barakada oturmaya başladı.
barakasını temizlemeyi bir kenara bırakın, sabahları yüzünü bile yıkamak istemiyordu sevgili vincent, 50 franlık minnak maaşını da etrafındaki fakir insanlara dağıtıyor, vaktinin büyük bölümünü de yatalak hastalara, kutsal kitap okuyarak geçiriyordu
ama vincent burada aydınlanmaya başlamıştı sanki, çöpten kömür toplayan, sokakta oynayan çocukları çiziyor, hayal dünyasında bu insanları azizler olarak canlandırıyordu. kendi öz kalıbından sıyırlması, köylüleri fena şekilde hayrete düşürmüştü, köylüler onu öylesine çok seviyorlardı ki, ona benim gibi sevgili vincent diye hitap ediyorlardı.
ama kötü bir şey vardı ki, onu bir din adamı görmekten çok uzaktılar.
1879 yılının ocak ayında, wasmes kasabasına, rahip yardımcılığı görevine atandı. burada da eski hayatına devam eden vincent'ın ünü bulunduğu yeri aştı, borinage, bu genci görmek adına bir müfettiş gönderdi. müfettişin kiliseye sunduğu raporda ise, onun yersiz bir mistik çılgınlığa gönül verdiği yazılıydı.
bu arada, bunlar olurken, sevgili vincent'ın kaldığı yerin sahibinin eşi, vincent'ın sağlığından öylesine kuşkulandı ki, ailesine bir mektup yazdı.
mektup, babasının eline ulaştığında, oğlunun sefalet içinde bir hayat yaşadığını sigara tiryakiliğinden en yakın zamanda öleceğini okuyunca, "eşek herif.." dedi ve vincent'ı almaya gitti.
oğlunu, bir minderin üzerinde cılız bir şekilde yatarken bulan baba, vincent'i bir güzel dövüp vincent ile birlikte evin yolunu tuttu.
vincent artık dinden ağır ağır uzaklaşıyor ve kendini resim sanatına veriyordu. o sırada, kuzey fransa'da jules breton adında bir ressamın varlığından haberdar oldu, bu adamın tablolarını o kadar çok beğeniyordu ki, 1880 kışında ansızın, kışın ortasında bu adamla tanışabilmek amacıyla parasız pulsuz yola çıktı.
jules breton'un akşam yemeği isimli eseriama kuzey fransa'ya geldiğinde, bu adamın kapısını çalmaktan bir anda vazgeçti, işte o gün, kuzey fransa'da bulunduğu yerin *courrieres*, corinage'e oranla çok daha parlak, çok daha açık ve çok daha güzel oldugunu fark etti.
bir süre sonra tekrar aile ocağına dönen sevgili vincent, bir gün paris'te bulunan theo'dan bir mektup ve bir mektup para aldı.
kardeşini fazla boşladığını düşünen vincent, kardeşine karşı mahçup olduğunu düşünüp uzun bir mektup yazdı. theo'un istediğini yapmaya başlamıştı artık, resme tamamen kendini vermişti.
bir süre sonra, brüksel'e tekrar giden sevgili vincent, burada tekrar huzura kavuştu ve yaptığı tablolara da bunu yansıttı. ama çok geçmeden yine tekrar buhranlı günler başladı ve 1881'in nisan ayında yine ve yeniden etten'e döndü.
ama büyük bir skandal, onu adeta kendi ayağına getirmişti…
sevgili vincent, burada dul ve bir çocuk sahibi olan yeğenine aşık olmuştu.ölen kocasına bağlı olan yeğeni, vincent'ın evlilik teklifini reddetti ve sonrasında vincent, babasının büyük bir dayağına maruz kaldı.
aralık ayında, der haag'a giden vincent, buradaki büyük ressamlarla birlikte çalışmaya başladı, lakin akademik çalışmalarından çok fazla usandı, günlerden bir gün, büyük bir sinir krizi sonrası, mauve'un atolyesinde ne kadar heykel, tablo ve diğer çalışma varsa kırdı, attı. *ben mauve'un yerinde olsam vincent'ı 5 yerinden bıçaklardım*
oysa, dayısının oğlu olan mauve, vincent'a kardeşi gibi bakmış, ona yanında çıraklık vermiş ve dahası da gerçekten sevgi göstermişti.
bunlar olup biterken, sonunda vincent'ımızın hayatına bir kadın girmişti sonunda. model olarak kullandığı, christine adında bir fahişeyle yaşamaya başlamıştı vincent, onu gerçekten sevdiği kadar ona acıyordu da, sırf bu yüzdendir ki onun için bir tablo bile yaptı, keder…
bu sırada, bir gün leyden'de, bizim christine doğurdu. vincent, bu çocuğun yaşaması için dilencilik yaptı, kendi tablolarını 3 kuruşa sattı. ama sevgili christine, bu paraların hepsini alkole verdi, vincent'in tüm çabalarını bir çırpıda yok etti.
sonunda, babası vincent'ın bu kadınla yaşamasını istemediği için vincent'tan bu kadını bırakmasını istedi, ama hayır… hayır… "hayır…" dedi vincent, "ben bu çocuğu çok seviyorum baba. yapamam…"
sonrası yine belli, hüsran, hüzün… vincent çile çekerken, christine başka erkeklerle gönül eğlendiriyordu… sien lakabını takmıştı ona vincent, bunlar ona çok ağır geldi, hastalandı, yatağa düştü…
sonunda, kardeş, theo araya giridi ve bizim vincent'ımızı, sevgili sien'imizden ayırdı. babası bu sırada nuenen'de rahiplik görevine başlamıştı, vincent bu defa kaçamadı, tam 2 yıl ailesinin yanında kaldı…
vincent, rahip lojmanlarını atolyesi gibi kullanıyor, burada bir şeyler çiziyor, yazıyor ve bol bol dickens, carlyle okuyordu. burada huzuru bulmuştu. ama kötü kader yine üzerine geliyordu…
bir güüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüün, margot adında bir komşu kızı, bizim vincent'a tutuldu… vincent kızı beğenmese, sevmese de ona acıdığı için onunla evlenmeyi kabul etti… her şey çok güzel olacak iken, kızın ailesi araya girdi ve kızı eve kapattı.
bizim vincent'ın son aşk macerası da böylece son buldu…
işte bundan sonra asıl sorunlar başlayacaktı, ziraa babası, bir gün aniden, 1884'ün mart ayında öldü…
vincent'ın garip mizacı artık herkesi etkilemişti, bölgenin katolik kilisesinin başrahibi tüm kızları kiliseye çağırdı ve vincent'a modellik etmenin dinden çıkmakla sonuçlandırılacağını söyledi. insanlar artık vincent'ın kapısını çalmıyorlardı, vincent tek başına, loş ışıkta bir şeyler karalıyor, okuyor ve bir şeyler mırıldanıyordu… konuları hep aynıydı, köy insanları, evindeki eşyaların natürmortları, yağmurlu, nemli hollanda manzaraları…
babasının ölümü sonrası, nuenen gibi günümüzü hadımköy'ünde oturmanın büyük bir zaman kaybı olacağını düşünen vincent, pılını pırtını topladı ve anvers'e gitti. bu şehri başlarda gerçekten çok sevdi, her yeri öylesine hayran hayran dolaştı ki, başka sanatçılar ve başka yörelerin sanatına hayranlık duydu. ta ki, theo'nun mektubun alana ve onun yanına gidene dek.
"vincent, yanıma gel, burada birlikte yaşayalım…" demişti theo, dediğini de yaptı, kardeşine mis gibi baktı, ona bir atolye ayarladı ve atolyede, vincent'ın monet, renoir, pissaro gibi büyük ressamlarla tanışmasını sağladı.
monet'in su zambakları1886 yazının son günlerinde, sanatına hayran olduğu renoir ile de tanıştı bizim vincent, hemen dost oldular, renoir, vincent' a "dostum, sana bir sergi açalım, ne dersin?" diye sorduğunda, vincent, gözlerinin parladığının farkında bile olmadan "dos, dos.. dostum, bu, bu harika olur!" diye karşılık verdi *bu arada bu diyalogları uyduruyorum, diyaloglar dışında geri kalan her şey doğru, bunlar da doğruluğu biraz arttıran minnak şeyler.*
anquetin, emile bernard, lautrec, signac, seurat gibi müthiş sanatçıları ikna edip bir topluluk kurarak, sergi açma planı gerçekleştirmek adına büyük bir adım attılar.
paris'te, bir lokanta sahibi anlaştılar, her şey güzel başladı, ama kötü bitti.
lokanta'nın sahibi, bir gün ansızın tüm tabloları kaldırdı, vincent'ın gururunu ve şefkini kıran, lokanta sahibinin bahanesiydi; "üzgünüm, satışlarımda azalma var, insanlar bu tabloları sevmediler…" dedi vincent'a…
yine huysuzluk başladı vincent'ta, artık theo'nun bile sabrı taşmaya başlamıştı, vincent dayanılmaz olma yolunda ilerliyordu.
ilk intiharını da bu zaman diliminde yaptı ama kurtarıldı. nihayet lautrec'in tavsiyesine uydu ve artık bulunduğu yeri terk etmeye karar verdi, gideceği yer belliydi: güneye, arles'e…
arles deyince akla ilk gelen şey, biz sanat tarihçiler için van gogh'tur. burası vincent'ı öyle derinden etkilemiş ve mutlu etmiştir ki, sarının sarı, mavinin en mavi olduğu yer olduğunu, onun yerleştiği evinin tüm duvarlarını tablolarıyla doldurmasından anlıyoruz.
anatçı, yaz ayında, les saintes marie de la mer'e gidiyordu. ilk defa akdeniz'i burada keşfetti, sabahları kuşluk vaktinde *saat 10 civarı* kalkıyor, zaman kaybetmeden limana iniyor, burada balıkçıların denize açılmasını izliyordu. mutluydu!
tekrar arles'e döndü, bu şirin şehir yazın ortasında bulunuyordu, gün doğumundan gün batımına kadar aşık olduğu manzaraları, kırları çiziyor, gece olunca da gözünü yıldızlara dikiyordu.
yıldızlı geceyi, hasır şapkasına bir mum takıp çizmişti, en bilinen eserlerini bu şehirde yaptı…
ekim 1888'de, gauguin arles'a geldi, ve vincent'ın hayatının dönüm noktası bu zaman diliminden, gauguin ile başlamış oldu… birlikte zaman geçirmeye, yaşamaya ve hatta tablolarından elde edecekleri parayı bile birlikte paylaşmaya başladılar.
ama bu kadar yakın olmanın bir gün son bulunacağını hepimiz biliyoruz, değil mi? sonrası belli, ufak tartışmalar büyüdü, korkunç kavgalara dönüştü. hatta bir gün, müzede raffaello üzerine tartışmaları, biri ayırmasa, birinin dışarıya tek başına çıkacağına delalet ediyordu. ama birbirlerine kin beslemiyor, yeniden arkadaş oluyorlar, birlikte bir şeyler için çabalıyorlardı.
günler böyle geçerken, gauguin ile vincent, bir gün meyhanede içerlerken vincent dağıttı ve gauguin'e hakaretler etmeye başladı, gauguin ise onu oradan aldı, evine götürdü, yatırdı.
ertesi gün olduğunda, vincent ne kadar özür dilerse dilesin, gauguin artık orada duramayacağını, paris döneceğini söyledi ve ertesi gece oradan ayrılacağını söyledi. öyle de oldu, gauguin paris'e gitmek için şehirden ayrılmak için sokakta yürürken, arkasından van gogh'un ustura ile üzerine geldiğini gördü. bir an göz göze geldiler, sonrasında ise vincent, arkası arkaya koşarak kaçmaya başladı, koştu, koştu, görünmez olana kadar koştu.
o ustura ile kulaklarından birini kesti, kanı itina ile temizledi ve arles'teki genelevlerden birinde gitti, orada çalışanlardan birine bu kesik kulağı uzattı ve ekledi; "güzel bayan bu sizin için."
sonrası mı? fahişelerin ortalıgı kaldırması, vincent'in eve doğru kaçması ve kendini yatağa atıp sabaha dek ağlaması elbette.
ah vincent, ah.
gauguin, korkudan başka bir yerde geçirmişti geceyi, ertesi sabah eve döndüğünde yatakta ölü gibi yatan vincent'ı gördü, korktu…
vincent kendine geldiğinde, gauguin'den piposunu istedi, bir nefes içine çekti, gelen jandarmalara hiç diretmedi bile.
artık sonlara geldiğinin o da farkındaydı, az kalmıştı.
akıl hastanesinde, adeta, 2 haftalık inziva yaşadı, burada tablolar yaptı, iyi muamele gördü, 2 haftanın sonunda tekrar özgürdü, ta ki 2 kez korkunç krizler geçirene kadar.
2.kriz sonrası komşular korktular ve tekrar onun akıl hastanesine kaldırılmasını istediler, istedikleri de oldu. tekrar akıl hastanesine kaldırıldı bizim vincent.
burada uzun süre kalmaya razıydı artık, tek istediği düzgün tablolar yapabilmekti, öyle de oldu, burada çok hoş eserler yaptı, yarattı, ama hala theo'ya muhtaç hissediyordu, theo'nun bir oğlu olmuştu.
adını öğrenince, vincent ister istemez gözyaşlarına hakim olamadı. çocuğun ismi vincent willem'di elbette.
burada sağlık sorunlarının kötü gitmesinden dolayı, theo, onun yanına naklini istedi, ama bu kez theo'nun yanı fazlasıyla şehrin içinde olduğundan dolayı, bizim vincent düzgün bir şekilde odaklanamıyordu, şehre alışamamıştı, 3 gün sonra auvers isimli cılız bir köye gitti.
burada, bir hastanenin başhekimiyle dostuk kurdu, kanları kaynaştı, iyi hissettiler, hatta başhekim bizim vincnet'ı hastanede yatırmadı, kalacak bir yer bile ayarladı.
haziran sonunda, ne yazık ki theo ona para yatıramadı, artık sefillik içinde gezen vincent, paris'e theo'nun yanına gitti, ama kardeşinden para isteyecek gücü bulamadı, kapısnı çalamadı ve doğruca auvers'e döndü.
burada, buğday tarlası ve kargalar isimli tablosunu çizdiği tarlaya karga vurma bahanesiyle gitti, tüfeğini kalbine dayadı, ateş etti.
ama kurşun sadece ciğerlerini parçaladı, başhekimin oğlu onu kanlar içinde buldu, başhekimin evine taşıdı, son gecesini pipo içerek huzurlu bir şekilde geçirmek adına, yük olmak istemedigi theo'nun adresini bile vermeden geçirdi.
son saniyelerinde, ursula'nın kahkahaları yankılandı kulaklarında, sien'in oğlunu gördü, sien'i gördü, babasını hissetti.
"ıstırap hiç dinmeyecek…" dedi kendi kendine, bir daha nefes almadı.
kaynakça: altuna, sadun, ünlü ressamlar ve hayat hikayeleri, hayalperest yayınevi, istanbul, 2014
brabant topraklarının hollanda tarafında bulunan groot-zundert köyünde, 1849 yılından beri rahiplik eden theodorus van gogh, 1851'de saray mücellidi carbentus'un kızı anna cornelia ile evlenmiş, bu evlilikten 30 mart 1853'te vincent doğmuştu.
bu arada, van gogh ailesinin soyunun 16. yüzyıla kadar uzandığını, içerisinde kuyumcular, sanat tacirleri ve din adamları olduğunu
aklınızda bulundurun.
vincent, daha yürümeye başlar başlamaz, diğer çocuklardan farklı olduğunu hissttirebiliyordu. içine kapanık, yalnızlıktan keyif alan bu velet, en ufak bir şey karşısında öyle kötü hırçınlaşıyordu ki, kardeşi theo dışında, onunla kır gezilerine eşlik edecek birini bulamıyordu.
daha sonraları, bu sessiz, sedasız, tuhaf çocuğu ailesi önce groot-zundert'in köy okuluna, oradan da zevenbergen'deki bir yatılı mektebe verdi. lakin, ailesinin fakir olması yüzünden, ailesi, sevgili vincent'in bir an önce kendi yağında kavrulabilmesi için, onu mektepten alıp den haag *lahey* şehrinde bulunan bir galerinin müdürü olan amcasının yanına çırak olarak verildi.
burası, merkezi paris'te bulunan, goupil galerisinin bir şubesi idi.
işe başladığında, vincent'a verilen görev, galeriye gelen kitapları sandıklardan çıkarmak, toz almak ve reprodüksiyonları sıraya koymaktı
boş vakitlerinde şehrin müzelerini dolaşmaya başlayan vincent, öylesine heyecanlanıyor, öylesine iyi hissediyordu ki, kardeşi theo'ya yazdığ mektuplardan, burayı çok sevdiğini anlayabiliyoruz.
yıl 1873'ü gösterdiğinde, vincent, goupil'in londra şubesine gönderildi. bizim vincent'i, dickens romanlarını okurken hayal ettiği şehir öylesine büyüledi ki, den haag'ı unuttu ve sokaklarda perişanlık çeken lakin her biri vincent'ı çok etkileyen, adeta vincent'ın filozof gözüyle baktığı bu insanlara çok büyük yakınlık duydu.
ve işte hepimizin sıkıntı yaşadığı, hatta ve hatta sözlükte de eşinden laf yiyen ağabeylerimizin şarkı başlığı açanlara daldığı şey olsun aşk yüzünden ilk hayal kırıklığını da bu şehirde tattı.
oturduğu pansiyonun sahibinin, ursula meyer isimli züppe kızına öyle böyle aşık değildi bizim vincent, kız da ona yüz veriyordu ya, sahi.
bir gün, themes nehri kıyılarında, kızla birlikte el ele gezerken, bizim saf vincent'ımız, ursula'ya evlenme teklifi etmiş, ursula ise buna öyle fena gülmüştür ki, yıldızlı geceyi çizerken bile vincent'ın o kahkahaları duyduğuna eminim.
kısacası, ursula kahkahalar eşliğinde kaçmış gitmiş, bizim vincent ise başlamış üzülmeye, aşk acısı çekmeye.
sonra da "başlarım sizin londra'nıza! ben evime dönüyorum!" diyerek hollanda'ya gitmiş ve ailesinin etten kasabasına yerleştiğini fark etmişti.
ama ursula'nın hayaleti burada da onu yalnız bırakmamış, baktığı kadınların gözlerinde onu görmüş, geceleri rüyalarında onunla boğuşmuş, insanların sesini ona benzeye başlamıştır.
bu psikoloji ile hırçınlaşıp gelene geçene saldırmaya geç bile kalan vincent, sonunda biraz rahatlayabilecek bir şey yapmaya başlamıştı; resim!
sehpanın başına oturur oturmaz, ne ursula, ne de themes nehrinin sesi gelmiş kulağına, "sihir…" diye düşünmüş o anda resim için.
ama resim yapmaya ara verdiğinde yine ursula geliyor aklına bizim saf vincent'imizin, ve kafasına koyuyor.
"o kadını bulacağım…" diyor kendi kendine, "ona olan sevgimi haykıracağım."
londra'ya dönüyor, kızın evinin olduğu yere gidiyor, bağırıyor. "ursula!" diyor, "lütfen dışarı çık! sana ihtiyacım var!"
ama ursula, vincent'ın sesini bile duymak istemiyor…
sonrası belli, yine aşk acısı, yine hüzün, ama bu kez ona yaşadığını belli eden bir şey eşlik ediyor; kış.
perişanlık içinde bir kış geçiriyor vincent, önce ursula'ya sövüyor, sonra londra'ya.
1875 yılının baharında,goupil'in paris şubesine tayin ediliyor.
vincent mutlu hissediyor, vincent çok iyi hissediyor, louvre'a gidebilecek olmanın heyecanını yaşıyor ve paris'e öyle güzel bir moral ile gidiyor ki, bu şehre girer girmez burada her şeyin düzeleceğini düşünüyor.
burada bir süre kendine zaman ayırıp inzivaya çekiliyor, louvre'da büyük ressamların sanat eserleri karşısında saatlerce duruyor, onlara bakıyor, onları hissediyor, onlarla konuşuyor…
ama bu sırada, içerisinde bir yerde bulunan din eğiliminin arttığına şahit oluyor vincent, bir ingiliz ile bir odaya çekilip sabaha kadar kutsal kitap tartışıyor, bu şekilde iyi hissediyor, ama bir o kadar da yorgun oluyor ve ertesi gün işini düzgün yapamıyor, müşterilere fırça çekiyor, bir şeyler kırıyor döküyordu.
kafası esen vincent, bir gün ansızın ailesinin yanına, döndüğünde patronunudan ilk ihtarı da alıyor.
birkaç ayı daha bu şekilde geçiren sevgili vincent, yine kafası esiyor ve etten'e dönüyor. lakin bu kez arkasında bir şey bırakarak; istifaname!
evet, ufak bir müzik arası.
open.spotify.com/track/6P3U...
devam edelim dostlar, ailesi vincent'ın bu kararına hiç saygı göstermiyor, babası onun din adamı olmasına karşı çıkıyor, theo ise onun ressam olmasına öyle ısrar ediyor ki, canından bezen vincent, theo'ya "bak kardeşim, bu kararı tek başıma almıyorum ben be, vallahi. içimde bir yerde bir şeyler, atalarım gibi din adamı olmam için uğraşıyor… olacağım…" da diyor.
vincent, ertesi gün, ingiltere'de almanca ve fransızca bilen bir öğretmen arandığına dair bir gazete haberi okuyor ve "tamam…" diyor, kendi kendine. "din adamı olmayı erteleyeceğim, önce kendi yağımda kavrulmalıyım…"
soluğu ingiltere'de alan vincent ağabeyimiz, kent eyaletinde, çok fakir olan çocukları okutan bir okulda öğretmen olarak işe başladı.
1876 yılının temmuzunda, londra'ya nakledilen sevgili vincent, burada, okul müdürünün, charles dickens'ın romanlarında yaşattığı cinsten kötü, terbiyesiz, pislik bir okul müdürün varlığını fark etti.
bir gün, bu kötü müdür, sevgili vincent'a "git, öğrencilerin ailelerinden ders paralarını al yiğidim." diyerek onu ders ücretlerini almaya gönderdi.
vincent, gri atkısını takıp düştü sokağa, ama öğrencilerin ailelerinin yaşadığı evlere girince, burasının sidik ve fakirlik koktuğunu fark etti, daha ilk girdiği evin böyle olmasının bir işaret oldugunu düşündü, o an içinde bastırdığı din duygusunun daha ileriye gittiğini fark etti ve kendini adamaya karar verdi. işte o gün, geri döndüğünde elinde ders ücretleri yerine istifaname vardı.
öğretmenlikten istifa edince, ingiliz bir rahibin evine taşındı. ve yıllardır yapmak istediği şeye başladı, ingilizcesi son derece kötü olmasına rağmen, sokaklarda insanlarla din, mutluluk, hüzün gibi konuları tartışarak onlara iyi hissettirip onları dine yönlendirmek yerine daha da beter ediyordu.
aylar süren, yağmur çamur demeden devam ettiği mesihlik görevine artık son vermesi gerektiğini anladığında, ruhu da, bedeni de öyle yorgundu ki, hollanda'ya dönerken, yolda, hollanda'yı göremeyeceğini düşündü.
ama yanılıyordu, daha çekeceği çok çile vardı.
ailesinin yanına döndüğünde, burada birkaç gün iyi muamele görse de, ailesinin birkaç gün sonra ona bakmakta zorlanacağını düşündüğü için bir kitapçıda tezgahtar olarak göreve başladı.
burada, dine öylesine bağlandı ki, artık siyah cübbelerle dolaşan sevgili vincent, bu tutumuyla ailesini, din adamı olabilmesi için ikna edebildi.
sonunda bir hayal gerçekleiyordu, vincent, amsterdam üniversitesi halkla iliş….şaka şaka, ilahiyat fakültesinin protestan teolojisi bölümüne devam edebilecekti.
çok büyük umut ve mutlulukla, amsterdam'a gideren amcası jan'ın yanına yerleşti. üniversiteye kabul sınavına hazırlandı, okulu vaktinden önce bıraktığı için antik yunanca ve latinceyi kendi imkanlarıyla öğrenmesi gerekiyordu.
yavaş yavaş yunanca ve latinceyi az buçuk öğrenen, diğer konulara da elinden geldiğince çalışan sevgili vincent, sınav sonucunda kazananların içerisinde ismini göremeyince, bütün umudunun kırıldığını hissetti.
kendi kendine yok olmaya başlayan vincent, üzüntüden ölmeyi düşündüğü günlerde, brüksel'de bir misyoner okulunun varlığından haberdar oldu.
"tamam…" diye düşündü. "tanrının benim için iyi planları var."
"insanlık ıstırabını dindirmek için rahip olmak şart değil ki!" mottosuyla brüksel'e giden sevgili vincent, 3 aylık sert bir kurs sonrası, borinage'de amelelerin arasında, karın tokluğuna çalışan misyonerlik görevini üstlenmeyi öylesine istiyordu ki! ama işler dilediği gibi gitmedi, sevgili vincent, kelimeleri süsleyip sihir gibi kullanmak yerine, direkt konuya dalıp en yalın biçimde tartışıyordu. vincent'ın bu konuşma tarzı ve yetersiz fransızcası beğenilmedi, ama bu konu hakkında sadece vincent sinirden deliye dönmüyordu elbette; babası! evet, sevgili babası da gururuna yenik düşmüş ve brüksel'e giderek protestan kiliselerine dilekçe verdi, bu şekilde oğluna serbest vaiz ünvanı tanıttı.
böylece bizim vincent'ımızın en büyük hayallerinden birisi gerçekleşiyordu, maden ocağında misyonerliğe işte o zaman başladı.
bu pis, sefil insanlar arasında temiz, düzenli olmaktan öylesine utanıyordu ki, giysilerini insanlara dağıtıp çuvaldan kendine pantolon dikti, askeri bir ceket çekti üzerine ve sefil barakada oturmaya başladı.
barakasını temizlemeyi bir kenara bırakın, sabahları yüzünü bile yıkamak istemiyordu sevgili vincent, 50 franlık minnak maaşını da etrafındaki fakir insanlara dağıtıyor, vaktinin büyük bölümünü de yatalak hastalara, kutsal kitap okuyarak geçiriyordu
ama vincent burada aydınlanmaya başlamıştı sanki, çöpten kömür toplayan, sokakta oynayan çocukları çiziyor, hayal dünyasında bu insanları azizler olarak canlandırıyordu. kendi öz kalıbından sıyırlması, köylüleri fena şekilde hayrete düşürmüştü, köylüler onu öylesine çok seviyorlardı ki, ona benim gibi sevgili vincent diye hitap ediyorlardı.
ama kötü bir şey vardı ki, onu bir din adamı görmekten çok uzaktılar.
1879 yılının ocak ayında, wasmes kasabasına, rahip yardımcılığı görevine atandı. burada da eski hayatına devam eden vincent'ın ünü bulunduğu yeri aştı, borinage, bu genci görmek adına bir müfettiş gönderdi. müfettişin kiliseye sunduğu raporda ise, onun yersiz bir mistik çılgınlığa gönül verdiği yazılıydı.
bu arada, bunlar olurken, sevgili vincent'ın kaldığı yerin sahibinin eşi, vincent'ın sağlığından öylesine kuşkulandı ki, ailesine bir mektup yazdı.
mektup, babasının eline ulaştığında, oğlunun sefalet içinde bir hayat yaşadığını sigara tiryakiliğinden en yakın zamanda öleceğini okuyunca, "eşek herif.." dedi ve vincent'ı almaya gitti.
oğlunu, bir minderin üzerinde cılız bir şekilde yatarken bulan baba, vincent'i bir güzel dövüp vincent ile birlikte evin yolunu tuttu.
vincent artık dinden ağır ağır uzaklaşıyor ve kendini resim sanatına veriyordu. o sırada, kuzey fransa'da jules breton adında bir ressamın varlığından haberdar oldu, bu adamın tablolarını o kadar çok beğeniyordu ki, 1880 kışında ansızın, kışın ortasında bu adamla tanışabilmek amacıyla parasız pulsuz yola çıktı.
jules breton'un akşam yemeği isimli eseriama kuzey fransa'ya geldiğinde, bu adamın kapısını çalmaktan bir anda vazgeçti, işte o gün, kuzey fransa'da bulunduğu yerin *courrieres*, corinage'e oranla çok daha parlak, çok daha açık ve çok daha güzel oldugunu fark etti.
bir süre sonra tekrar aile ocağına dönen sevgili vincent, bir gün paris'te bulunan theo'dan bir mektup ve bir mektup para aldı.
kardeşini fazla boşladığını düşünen vincent, kardeşine karşı mahçup olduğunu düşünüp uzun bir mektup yazdı. theo'un istediğini yapmaya başlamıştı artık, resme tamamen kendini vermişti.
bir süre sonra, brüksel'e tekrar giden sevgili vincent, burada tekrar huzura kavuştu ve yaptığı tablolara da bunu yansıttı. ama çok geçmeden yine tekrar buhranlı günler başladı ve 1881'in nisan ayında yine ve yeniden etten'e döndü.
ama büyük bir skandal, onu adeta kendi ayağına getirmişti…
sevgili vincent, burada dul ve bir çocuk sahibi olan yeğenine aşık olmuştu.ölen kocasına bağlı olan yeğeni, vincent'ın evlilik teklifini reddetti ve sonrasında vincent, babasının büyük bir dayağına maruz kaldı.
aralık ayında, der haag'a giden vincent, buradaki büyük ressamlarla birlikte çalışmaya başladı, lakin akademik çalışmalarından çok fazla usandı, günlerden bir gün, büyük bir sinir krizi sonrası, mauve'un atolyesinde ne kadar heykel, tablo ve diğer çalışma varsa kırdı, attı. *ben mauve'un yerinde olsam vincent'ı 5 yerinden bıçaklardım*
oysa, dayısının oğlu olan mauve, vincent'a kardeşi gibi bakmış, ona yanında çıraklık vermiş ve dahası da gerçekten sevgi göstermişti.
bunlar olup biterken, sonunda vincent'ımızın hayatına bir kadın girmişti sonunda. model olarak kullandığı, christine adında bir fahişeyle yaşamaya başlamıştı vincent, onu gerçekten sevdiği kadar ona acıyordu da, sırf bu yüzdendir ki onun için bir tablo bile yaptı, keder…
bu sırada, bir gün leyden'de, bizim christine doğurdu. vincent, bu çocuğun yaşaması için dilencilik yaptı, kendi tablolarını 3 kuruşa sattı. ama sevgili christine, bu paraların hepsini alkole verdi, vincent'in tüm çabalarını bir çırpıda yok etti.
sonunda, babası vincent'ın bu kadınla yaşamasını istemediği için vincent'tan bu kadını bırakmasını istedi, ama hayır… hayır… "hayır…" dedi vincent, "ben bu çocuğu çok seviyorum baba. yapamam…"
sonrası yine belli, hüsran, hüzün… vincent çile çekerken, christine başka erkeklerle gönül eğlendiriyordu… sien lakabını takmıştı ona vincent, bunlar ona çok ağır geldi, hastalandı, yatağa düştü…
sonunda, kardeş, theo araya giridi ve bizim vincent'ımızı, sevgili sien'imizden ayırdı. babası bu sırada nuenen'de rahiplik görevine başlamıştı, vincent bu defa kaçamadı, tam 2 yıl ailesinin yanında kaldı…
vincent, rahip lojmanlarını atolyesi gibi kullanıyor, burada bir şeyler çiziyor, yazıyor ve bol bol dickens, carlyle okuyordu. burada huzuru bulmuştu. ama kötü kader yine üzerine geliyordu…
bir güüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüün, margot adında bir komşu kızı, bizim vincent'a tutuldu… vincent kızı beğenmese, sevmese de ona acıdığı için onunla evlenmeyi kabul etti… her şey çok güzel olacak iken, kızın ailesi araya girdi ve kızı eve kapattı.
bizim vincent'ın son aşk macerası da böylece son buldu…
işte bundan sonra asıl sorunlar başlayacaktı, ziraa babası, bir gün aniden, 1884'ün mart ayında öldü…
vincent'ın garip mizacı artık herkesi etkilemişti, bölgenin katolik kilisesinin başrahibi tüm kızları kiliseye çağırdı ve vincent'a modellik etmenin dinden çıkmakla sonuçlandırılacağını söyledi. insanlar artık vincent'ın kapısını çalmıyorlardı, vincent tek başına, loş ışıkta bir şeyler karalıyor, okuyor ve bir şeyler mırıldanıyordu… konuları hep aynıydı, köy insanları, evindeki eşyaların natürmortları, yağmurlu, nemli hollanda manzaraları…
babasının ölümü sonrası, nuenen gibi günümüzü hadımköy'ünde oturmanın büyük bir zaman kaybı olacağını düşünen vincent, pılını pırtını topladı ve anvers'e gitti. bu şehri başlarda gerçekten çok sevdi, her yeri öylesine hayran hayran dolaştı ki, başka sanatçılar ve başka yörelerin sanatına hayranlık duydu. ta ki, theo'nun mektubun alana ve onun yanına gidene dek.
"vincent, yanıma gel, burada birlikte yaşayalım…" demişti theo, dediğini de yaptı, kardeşine mis gibi baktı, ona bir atolye ayarladı ve atolyede, vincent'ın monet, renoir, pissaro gibi büyük ressamlarla tanışmasını sağladı.
monet'in su zambakları1886 yazının son günlerinde, sanatına hayran olduğu renoir ile de tanıştı bizim vincent, hemen dost oldular, renoir, vincent' a "dostum, sana bir sergi açalım, ne dersin?" diye sorduğunda, vincent, gözlerinin parladığının farkında bile olmadan "dos, dos.. dostum, bu, bu harika olur!" diye karşılık verdi *bu arada bu diyalogları uyduruyorum, diyaloglar dışında geri kalan her şey doğru, bunlar da doğruluğu biraz arttıran minnak şeyler.*
anquetin, emile bernard, lautrec, signac, seurat gibi müthiş sanatçıları ikna edip bir topluluk kurarak, sergi açma planı gerçekleştirmek adına büyük bir adım attılar.
paris'te, bir lokanta sahibi anlaştılar, her şey güzel başladı, ama kötü bitti.
lokanta'nın sahibi, bir gün ansızın tüm tabloları kaldırdı, vincent'ın gururunu ve şefkini kıran, lokanta sahibinin bahanesiydi; "üzgünüm, satışlarımda azalma var, insanlar bu tabloları sevmediler…" dedi vincent'a…
yine huysuzluk başladı vincent'ta, artık theo'nun bile sabrı taşmaya başlamıştı, vincent dayanılmaz olma yolunda ilerliyordu.
ilk intiharını da bu zaman diliminde yaptı ama kurtarıldı. nihayet lautrec'in tavsiyesine uydu ve artık bulunduğu yeri terk etmeye karar verdi, gideceği yer belliydi: güneye, arles'e…
arles deyince akla ilk gelen şey, biz sanat tarihçiler için van gogh'tur. burası vincent'ı öyle derinden etkilemiş ve mutlu etmiştir ki, sarının sarı, mavinin en mavi olduğu yer olduğunu, onun yerleştiği evinin tüm duvarlarını tablolarıyla doldurmasından anlıyoruz.
anatçı, yaz ayında, les saintes marie de la mer'e gidiyordu. ilk defa akdeniz'i burada keşfetti, sabahları kuşluk vaktinde *saat 10 civarı* kalkıyor, zaman kaybetmeden limana iniyor, burada balıkçıların denize açılmasını izliyordu. mutluydu!
tekrar arles'e döndü, bu şirin şehir yazın ortasında bulunuyordu, gün doğumundan gün batımına kadar aşık olduğu manzaraları, kırları çiziyor, gece olunca da gözünü yıldızlara dikiyordu.
yıldızlı geceyi, hasır şapkasına bir mum takıp çizmişti, en bilinen eserlerini bu şehirde yaptı…
ekim 1888'de, gauguin arles'a geldi, ve vincent'ın hayatının dönüm noktası bu zaman diliminden, gauguin ile başlamış oldu… birlikte zaman geçirmeye, yaşamaya ve hatta tablolarından elde edecekleri parayı bile birlikte paylaşmaya başladılar.
ama bu kadar yakın olmanın bir gün son bulunacağını hepimiz biliyoruz, değil mi? sonrası belli, ufak tartışmalar büyüdü, korkunç kavgalara dönüştü. hatta bir gün, müzede raffaello üzerine tartışmaları, biri ayırmasa, birinin dışarıya tek başına çıkacağına delalet ediyordu. ama birbirlerine kin beslemiyor, yeniden arkadaş oluyorlar, birlikte bir şeyler için çabalıyorlardı.
günler böyle geçerken, gauguin ile vincent, bir gün meyhanede içerlerken vincent dağıttı ve gauguin'e hakaretler etmeye başladı, gauguin ise onu oradan aldı, evine götürdü, yatırdı.
ertesi gün olduğunda, vincent ne kadar özür dilerse dilesin, gauguin artık orada duramayacağını, paris döneceğini söyledi ve ertesi gece oradan ayrılacağını söyledi. öyle de oldu, gauguin paris'e gitmek için şehirden ayrılmak için sokakta yürürken, arkasından van gogh'un ustura ile üzerine geldiğini gördü. bir an göz göze geldiler, sonrasında ise vincent, arkası arkaya koşarak kaçmaya başladı, koştu, koştu, görünmez olana kadar koştu.
o ustura ile kulaklarından birini kesti, kanı itina ile temizledi ve arles'teki genelevlerden birinde gitti, orada çalışanlardan birine bu kesik kulağı uzattı ve ekledi; "güzel bayan bu sizin için."
sonrası mı? fahişelerin ortalıgı kaldırması, vincent'in eve doğru kaçması ve kendini yatağa atıp sabaha dek ağlaması elbette.
ah vincent, ah.
gauguin, korkudan başka bir yerde geçirmişti geceyi, ertesi sabah eve döndüğünde yatakta ölü gibi yatan vincent'ı gördü, korktu…
vincent kendine geldiğinde, gauguin'den piposunu istedi, bir nefes içine çekti, gelen jandarmalara hiç diretmedi bile.
artık sonlara geldiğinin o da farkındaydı, az kalmıştı.
akıl hastanesinde, adeta, 2 haftalık inziva yaşadı, burada tablolar yaptı, iyi muamele gördü, 2 haftanın sonunda tekrar özgürdü, ta ki 2 kez korkunç krizler geçirene kadar.
2.kriz sonrası komşular korktular ve tekrar onun akıl hastanesine kaldırılmasını istediler, istedikleri de oldu. tekrar akıl hastanesine kaldırıldı bizim vincent.
burada uzun süre kalmaya razıydı artık, tek istediği düzgün tablolar yapabilmekti, öyle de oldu, burada çok hoş eserler yaptı, yarattı, ama hala theo'ya muhtaç hissediyordu, theo'nun bir oğlu olmuştu.
adını öğrenince, vincent ister istemez gözyaşlarına hakim olamadı. çocuğun ismi vincent willem'di elbette.
burada sağlık sorunlarının kötü gitmesinden dolayı, theo, onun yanına naklini istedi, ama bu kez theo'nun yanı fazlasıyla şehrin içinde olduğundan dolayı, bizim vincent düzgün bir şekilde odaklanamıyordu, şehre alışamamıştı, 3 gün sonra auvers isimli cılız bir köye gitti.
burada, bir hastanenin başhekimiyle dostuk kurdu, kanları kaynaştı, iyi hissettiler, hatta başhekim bizim vincnet'ı hastanede yatırmadı, kalacak bir yer bile ayarladı.
haziran sonunda, ne yazık ki theo ona para yatıramadı, artık sefillik içinde gezen vincent, paris'e theo'nun yanına gitti, ama kardeşinden para isteyecek gücü bulamadı, kapısnı çalamadı ve doğruca auvers'e döndü.
burada, buğday tarlası ve kargalar isimli tablosunu çizdiği tarlaya karga vurma bahanesiyle gitti, tüfeğini kalbine dayadı, ateş etti.
ama kurşun sadece ciğerlerini parçaladı, başhekimin oğlu onu kanlar içinde buldu, başhekimin evine taşıdı, son gecesini pipo içerek huzurlu bir şekilde geçirmek adına, yük olmak istemedigi theo'nun adresini bile vermeden geçirdi.
son saniyelerinde, ursula'nın kahkahaları yankılandı kulaklarında, sien'in oğlunu gördü, sien'i gördü, babasını hissetti.
"ıstırap hiç dinmeyecek…" dedi kendi kendine, bir daha nefes almadı.
kaynakça: altuna, sadun, ünlü ressamlar ve hayat hikayeleri, hayalperest yayınevi, istanbul, 2014
devamını gör...
16.
kendi kulağını kesen ressamdır.
van gogh sessiz bir çocuktu. 27 yaşında resim yapmaya başladı ama yaptığı ilk resimler çevresindekiler tarafından fazla beğenilmedi. tekniğini geliştirmeye karar vererek avrupa seyahatlerine çıktı. avrupa'da cemiyetlere katılmaya çalıştı ancak şu an ne resmi ne ismi bilinen, ne idüğü belirsiz birtakım ressamlar tarafından dışlandı. bu ne idüğü belirsizler van gogh'u dışlamakla kalmayıp, hem van gogh'la, hem resimleriyle dalga geçtiler.
yaşamı boyunca kıymeti bilinmedi, sadece bir tablosu satıldı. açlık ve sefalet içinde yaşadı, depresyona girdi ve hatta kulağını kesti.
van gogh sessiz bir çocuktu. 27 yaşında resim yapmaya başladı ama yaptığı ilk resimler çevresindekiler tarafından fazla beğenilmedi. tekniğini geliştirmeye karar vererek avrupa seyahatlerine çıktı. avrupa'da cemiyetlere katılmaya çalıştı ancak şu an ne resmi ne ismi bilinen, ne idüğü belirsiz birtakım ressamlar tarafından dışlandı. bu ne idüğü belirsizler van gogh'u dışlamakla kalmayıp, hem van gogh'la, hem resimleriyle dalga geçtiler.
yaşamı boyunca kıymeti bilinmedi, sadece bir tablosu satıldı. açlık ve sefalet içinde yaşadı, depresyona girdi ve hatta kulağını kesti.
devamını gör...
17.
"kargalı buğday tarlası" eserine her baktığımda içimi bir hüzün kaplayan ressamdır. genel inanışa göre tabloyu tamamladıktan sonra buğday tarlasındaki bir ağacın altında tabancayla kendi canına kıymıştır.
devamını gör...
18.
eski kulağı kesiklerdendir.
devamını gör...
19.
yaşamı boyunca eserlerinden yalnızca birini satabilmiş, onu da en yakın arkadaşına çok ucuz bir fiyata satmış ressam. o dönem resimleri pek beğenilmemesine rağmen çizim yapmayı, yaratıcı ruhunu korumayı sürdürmüş. bir şeye o anki başarısızlığa rağmen şevkle adanmanın örneğidir. aksi halde, bugün kendisinden haberdar olamayabilirdik.
devamını gör...
20.
hemen hemen bütün distopik filmlerde, bildiğimiz anlamda dünya yok olduğunda, insanlığa miras olarak kaldığını gördüğümüz her iki tablonun da ressamı. biri yıldızlı gece, öteki de on iki ayçiçekli vazo. özellikle yıldızlı gece, mona lisa'dan sonra herhalde dünyanın en tanınmış tablosudur.
daha geniş bilgi ve resimler için: buradan
daha geniş bilgi ve resimler için: buradan
devamını gör...