1.
komünizmin kara kitabı
komünizmin kara kitabı, 20. yüzyılda komünist rejimlerin işlediği kitlesel cinayetleri, insan hakları ihlallerini ve sistematik baskı politikalarını belgelendiren; sovyetler birliği, çin, kamboçya gibi ülkelerde yaşanan trajedileri tarihsel belgeler ve istatistiklerle ortaya koyan, ideolojik tonu nedeniyle de büyük tartışmalara yol açan önemli bir kitap. 
tabi bu kitabın yalnızca içerdiği verilerle değil, ona yöneltilen eleştirilerle birlikte okunması gerekir.
çünkü asıl mesele, eserin yalnızca komünist rejimlerin suçlarını belgelediği için mi tepki çektiği, yoksa bazı sol çevrelerin kendi ideolojik konumlarının tarihsel utançlarıyla yüzleşmekten kaçınması mı olduğu sorusunda yatıyor.
ne derseniz deyin, insan doğası özünde özgürlükçüdür; komünizm ise yapısı gereği totaliter ve baskıcıdır.
tarihin en “başarılı” komünist sistemleri bile en karanlık dönemleri yaratmış, bireysel hakları yok sayarak eşitlik adına baskıyı kurumsallaştırmıştır.
çünkü eğer eşitliği özgürlüğün önüne koyarsanız, sonunda ne gerçek bir eşitlik kalır, ne de özgürlük.
bu durumu yalnızca teorik düzlemde değil, doğrudan o sistemleri yaşamış insanların tanıklıklarıyla da görmek mümkündür: aleksandr soljenitsın’ın gulag takımadaları’nda, vasili grossman’ın yaşam ve yazgı’sında bu gerçeklik tüm çarpıcılığıyla anlatılır.
bolşevik ihtilali esnasında kafkasya’da yaşayan aile büyüklerinin tüm mal varlığına el konulan, yüzyıllardır yaşadığı topraklardan aniden kaçmak zorunda bırakılan, hızlı bir şekilde kaçamayan aile üyelerinin ise bulundukları yerde öldürüldüğünü bilen bir kişi olarak, bazen “keşke bu sistemi böylesine övenler, onun gerçekliğini doğrudan deneyimleyebilseydi” diye geçiriyorum içimden.
belki o zaman tartışmalar daha az ideolojik, daha çok insani olurdu.

tabi bu kitabın yalnızca içerdiği verilerle değil, ona yöneltilen eleştirilerle birlikte okunması gerekir.
çünkü asıl mesele, eserin yalnızca komünist rejimlerin suçlarını belgelediği için mi tepki çektiği, yoksa bazı sol çevrelerin kendi ideolojik konumlarının tarihsel utançlarıyla yüzleşmekten kaçınması mı olduğu sorusunda yatıyor.
ne derseniz deyin, insan doğası özünde özgürlükçüdür; komünizm ise yapısı gereği totaliter ve baskıcıdır.
tarihin en “başarılı” komünist sistemleri bile en karanlık dönemleri yaratmış, bireysel hakları yok sayarak eşitlik adına baskıyı kurumsallaştırmıştır.
çünkü eğer eşitliği özgürlüğün önüne koyarsanız, sonunda ne gerçek bir eşitlik kalır, ne de özgürlük.
bu durumu yalnızca teorik düzlemde değil, doğrudan o sistemleri yaşamış insanların tanıklıklarıyla da görmek mümkündür: aleksandr soljenitsın’ın gulag takımadaları’nda, vasili grossman’ın yaşam ve yazgı’sında bu gerçeklik tüm çarpıcılığıyla anlatılır.
bolşevik ihtilali esnasında kafkasya’da yaşayan aile büyüklerinin tüm mal varlığına el konulan, yüzyıllardır yaşadığı topraklardan aniden kaçmak zorunda bırakılan, hızlı bir şekilde kaçamayan aile üyelerinin ise bulundukları yerde öldürüldüğünü bilen bir kişi olarak, bazen “keşke bu sistemi böylesine övenler, onun gerçekliğini doğrudan deneyimleyebilseydi” diye geçiriyorum içimden.
belki o zaman tartışmalar daha az ideolojik, daha çok insani olurdu.
devamını gör...