'' bütün iş sahipleri hep bir ağızdan iç çekiyor, bütün gözler hep birden merdivenlere çevriliyor, bütün gözlerde, beklenen memurun özlemi okunuyordu. önce, beklenmeyen memurlar geliyordu, başlar hep birden ümitsizlikle sallanıyor, gözler hep birlikte karşısındakine hak veriyordu. bütün gözlerde, peşinden hademeleri koşturan bir müdürü görmenin arzusu yanıyordu.
turgut, korunmasını bilen bir iş kovalayıcısıydı. bilinmeyen kurallarla yönetilen bu ülkeye her girişinde, ürkütülmemesi gereken yaratıkların beklenmeyen davranışlarına saygı gösterirdi; yapmacık sabrını sonuna kadar sürdürürdü. koridorda, dairenin sabah mahmurluğunu üstünden atmasını bekliyordu. önünden geçen her memuru saygılı bakışlarıyla süzüyordu. belli olmaz; kimin nerede ne işe yarayacağı hiç belli olmaz. sonra, bana aldırmıyordun ama ağıma düştün işte bakışlarıyla karşılaşıverirsin birden. garip ve mistik bir hava vardır; görünüşe aldanmamalıdır iş sahibi denilen cüce yaratık. hademeler süpürüverir insanı.
elini hiçbir kâğıda uzatmayacaksın: on emrin birincisi budur. söze erken başlamayacaksın, hiçbir düşünce ileri sürmeyeceksin, hiçbir şey bilmezmiş gibi görüneceksin, garip şekilde giyinmeyeceksin, ellerini masaya dayamayacaksın, seni baştan savmalarına yol açmamak şartıyla kendini acındıracaksın, gülümseyeceksin, bekleyeceksin.. ve hiçbir zaman ümide kapılmayacaksın. işte beklediğin memur merdivende göründü. hemen yanına gitmeyeceksin. bekledi. sabırla, odaya girmesini, masasına yerleşmesini ve güne alışmasını bekledi. odaya girdi. allah’a emanet ol, oğlum turgut.
memurlar, masanın iki tarafında, değişmeyen yerleri aldılar. önce turgut’un yüzüne bakılmadı: onun sorması beklendi. küçük bir zaman kazancı. beni deniyor. boğazını temizle, öksür: fazla genç olduğun izlenimi bırakma. buyrun, bir şey mi istediniz? ne olağanüstü bir ülkedir! bir şey mi istediniz, derler. çünkü, esrarlı ve bu dünyanın insanlarının akıl erdiremediği işlerle uğraşırlar. işim olmasaydı, bu soruna karşılık sana iki perdelik bir molière oynardım ki... ve alınmayacaksın hiçbir sözden. anlatacaksın. daha bir dakika önce, yanındaki arkadaşına seslenir gibi alçak bir sesle, omzunun üstünden aşarak seslendi: “şükrü efendi! bana bir çay getir.” evet ne istiyordunuz? şimdiye kadar söylediklerini dinlemedim; çünkü çay içmemi beklemedin; bu nedenle, yeni baştan anlatman gerekiyor, demek istiyor. ne kadar özlü konuşuyor değil mi? ayrıca, öksürmenin yararı dokunmadı: beni genç gördü. ilk sözlerle baştan savmak istiyor. sanıyor ki ilk sözü bana söyletmekle: “evrakın sizde olduğunu söylediler” gibi yanlış bir cümleyle başlayacağım ve beni en aşağı, iki oda kadar öteye savuracak. belirsiz başlangıçlardan yararlanmak istiyor. bu kanlı savaş, dışardan hiç belli olmuyor değil mi?
işte al sana kesinlik: yazının tarih ve numarası. yalnız, bu başarıyla sarhoş olmamalısın. evrakın ona havale edildiğini hemen söylemeyeceksin. yazı işlerine gittim zimmetle size gönderdiler diyerek, ilk dakikadan onu bunaltmaya gelmez. kendisini çok çaresiz görürse, ümitsiz hareketler yapabilir. mesela: “bir dakika” der, çıkar odadan: bir daha koydunsa bul. nazlı masal kuşlarıdır. ürkütmeyeceksin. belki de biraz daha beklemeliydim. ne dersin? bir iki iş sahibi gelse. onları terslese. ben bir köşede durup bakışlarımla ona hak versem? adamlar gidince de önce şundan bundan konuşuruz: bir iki basit hastalık filan. bir ilaç tavsiye ederim. yalnız, fazla ileri gitmeye gelmez: olmayacak bir şey ister insandan. ikmale kalmış kızının fikir hocasına gidip iltimas yaptırmak gerekir: gel de işin içinden çık. fazla kibarlık da etmeyeceksin... kibarca atlatıverirler seni. bunları düşünüp, karşılıklı oyunlar oynamakla harcadığımız enerjiyle kimbilir kaç tane elektrik santralı çalışırdı? efendim?
uzun uzun, tarih ve numarayı inceliyor: sanki hayatında tarih ve numarayı ilk defa görüyor. selim olsa, bir cinayet çıkardı. budist olacaksın: ağaç, taş, bu münasebetsiz memur ve turgut özben... kaynaşıp gideceksin. işi cahilliğe vuruyor: böylece hem zaman kazanıyor, hem de sabrımı deniyor. sonra saf saf başını kaldıracak, ben bundan hiçbir şey anlamadım, diyecek. cahilliğine aldanmayacaksın, hemen atılıp anlatmaya kalkmayacaksın. öyle bir anlamıştır ki küçük ve önemsiz bir yanlışını yakalayıverir senin. bilgisizliğini yüzüne vurur. küçümser seni: çileden çıkarmaya çalışır. bu kadar okumuş, tahsil görmüş; daha bir dilekçenin nasıl yazıldığını bilmiyor, der bakışlarıyla. masasının gözünden talimatnameler, nizamnameler, kanunlar çıkarır: maddeler denizinde boğar seni. bir işin nasıl yapılacağından çok nasıl yapılmayacağını gayet iyi bilir. gerçek olumsuzluğun sultanıdır. canım benim! şişman da değil ki biraz gevşeyebileceğinden ümitli olalım. zayıf, sinirli ve orta yaşlı. eski usul bıyık bırakmış. koyu renk elbisemi giymeliydim. gençliğimi kızgınlıkla karşılar belli etmeden. öksürüğümü de beğenmedi. şartnamenin unutulmuş bir maddesiyle öyle bir saldırır ki müdürler bile çekinir böylelerinden. yapamam efendim, der; sonra mesul olurum. müdür diyor ki mukavelenin ruhuna aykırı bir taraf yokmuş. müdür bey böyle diyorsa kendi imzalasın: benim parafıma ihtiyaç yok. müdür bey, memur arkadaş dedi ki sizin imzanız yetermiş. ne demek efendim? imzalasın. vazifesi. çağırın bana. müdürle memur arasında sıkışacağını düşünmek turgut’u terletti. önce size havale edilmiş necati bey, neden paraf etmediniz? susun! moralimi bozmayın. uykusuzluk tan olacak. boş yere kendini korkutmayacaksın...
...“ben tek başıma karar veremem. şef gelsin, bir de onunla konuşalım.” yarım saat gitti. şimdi çık koridora, bir ileri bir geri dolaş bakalım: nöbet tut kapıda. bir parça övseydin onu: sizin gibi mevzuatı bilen biri için başkasına sormak... uğraşmam, yorgunum. şef de gelecek mi bakalım? bilinmez. kimse kimsenin ne olduğunu bilemez. kimse kimseye karışmaz. bu, onun işi efendim. ben bilmem. kendisi gelsin de. kendisi de bir türlü gelmez. karanlık koridorda birbirlerine çarparak evrak taşıyan hademelerin arasına karıştı....
...müdürleri tanımaya imkân yoktur. iş sahipleri için onlar, sonsuz bilinmeyenli bir denklemdir. hademeleri, sekreterleri aşmanın zorluğu, dairede bulundukları ve iş sahipleri için bulunmaz bir nimet olan o eşsiz saatlerin kısalığı, bu esrar perdesini korumalarını sağlar. davranışlarındaki, önceden tahmini mümkün olmayan tutarsızlıklar, bilinmeyene olan saygıyı korur. onları neşeli görürseniz ne yapacağınızı şaşırırsınız; diliniz tutulur. devlet otoritesinin korunması bakımından asık surat gereklidir. senli benli olmak, bu otoriteyi zayıflatır; devletin yüksek çıkarlarını tehlikeye sokar. insan, müdürlere, sinema, tiyatro, ya da daha samimi bir eğlence yerinde rastladığı zaman dahi bu korkulu saygıyı üzerinden atamaz; onların da hepimiz gibi eğlenebileceğini bir türlü kabul edemez. bu davranışlarında bile, bizlerin, iş sahiplerinin anlayamayacağı gizli, belirsiz yüksek bir anlam vardır. ayrıca onları, eğlenmeye gelen öteki insanlarla karıştırırsanız, ertesi gün dairede bu yanılmayı oldukça pahalı ödersiniz. bütün memurlar, şefler, evrakınızı tam istediğiniz gibi düzenlemişken, bütün mesele sadece bir formaliteden ibaret olan müdürün imzasına kalmışken, hatta zafer sarhoşluğuna kapılıp hademeyi bile kandırarak evrakı elinden almışken ve arkasında korkutucu şaşırtıcılıklar saklayan kapıyı yavaşça açıp o sakin mabetin içine girmeye, mahremiyetini bozmaya cesaret etmişken... birden bütün dünya yıkılır. imzalamaz, efendim, imzalamaz. ısrar ettikçe daha çok imzalamaz. on kere, yüz kere, bin kere imzalamaz. ısrar etmezseniz, daha gölgeniz kapının eşiğinde kaybolmadan unutur sizi. sizler geçicisiniz, o kalıcıdır. adı değişse de, devletin sorumluluğunu taşımaktan hafifçe kamburlaşan sırtının eğimi değişse de, daha genç ya da ihtiyar olsa da aynı insandır. hatırlayacaksınız dün de aynı mesele için rahatsız etmiştim. hatırlamaz, bilmez. unutmuştur, aklından silmiştir, ilgilenmez. dün, “peki imzalarız” dediği evrakı unutmuştur; imzalamaz. fakat, dün imzalamadığını da unuttuğu halde bugün gene imzalamaz: devletin yüksek çıkarlarını bilen o sarsılmaz sezişiyle imzalamaz. imzalamaz, efendim, imzalamaz. belki ben değil de ilgili memur ya da hademe götürseydi... bu iş çıkardı belki. hayır çıkmaz. belki çıkardı. bilinmez. yıllarca inceleseniz tanıyamazsınız onu. karakteri hakkında, tecrübeliler bazı tahminler yürütürler, bazı öğütler verirler size. o insan değildir ki devlettir, otoritedir. soyut bir kavramdır. kendi de bilir soyut kavramlığını. hem de nasıl.
sonra... sonra, imzaladı, derler. nasıl olur? siz orada değilken, boş bulunduğunuz bir anda... başkasının rüyası gibi bir şey... çırpınırsınız: nasıl imzaladı, ne dedi, yüzü nasıldı? dikkat etmemişlerdir, kaçırmışlardır. işin önemini bilmezler ki, bir şey demedi, derler. nasıl demedi? hiçbir şey demeyişi nasıldı? nasıl olur da yüzüne bakmazsınız; gözlerinin ifadesini kaçırırsınız o anda? başımızı kaldırmaya cesaret edemedik. geçmiştir, fırsat kaçırılmıştır. oysa, bu sizin hayatınızdır, hayatınızın en büyük bölümünün oynandığı bir sahnedir. bütün acıları çektiğiniz halde o mutlu anda bulunmazsınız. oysa sayfalar, altına yazdığı küçük bir not, minimini bir soru işareti yüzünden kaç kere değiştirilmiştir; kaç kere baştan yazılmıştır. resmî gazete’de yayımlanmış kanunu bile yazıp getirseniz, ilk seferde geri çevirir. hiçbir şey bulamasa, bir daktilo yanlışı bulur. oysa, o daktilo olacak cahile en azından iki paket yeni harman almışsınızdır, yanlışsız yazsın ve ön sıraya alsın diye yazıyı. o da ne yapsın? kusursuz olmak allah’a mahsus. öyle ya. bir paket yeni harman daha. telaşla yeniden yazar. yazarken de müsveddeyi hazırlayan şemsi beyin yazısını okuyamadığından yakınır. makineden kâğıdı koparırcasına alırsınız, hademeyi bile göğüsleyip odaya dalarsınız. insan kutsal yerlere bile bazen ne kadar hırsla girer. boş koltuk bakar size: toplantıya gitmiştir, yani yandaki odaya gitmiştir. olmaz, rahatsız edilemez. girilemez. canım nasıl olur? her dakika meşgul değil ya. olmaz derler koro halinde hademeler, memurlar, şefler, sekreterler, müdür yardımcıları: giremeyiz, yapamayız. bizi nasıl karşılayacağı belli olmaz, ne diyeceği belli olmaz, ne yapacağı belli olmaz. doğru, öyle ya! ya imzalamazsa? gördün mü derler hep bir ağızdan. hemen sönersiniz, pişman olursunuz heyecanınızdan. bir an kendini unutup allah’a isyan eden günahkâr bir kulun çöküntüsü. büyük bir boşluğa düşersiniz. koridorda, sizin gibi bahtsızlarla bir olup onun aleyhinde bulunmuş olduğunuzu düşünürsünüz acı acı. küçük söylentilere kapılıp çekiştirdiğinizi hatırlarsınız onu. oysa, onun hakkında her duyduğunuz bir tahminden ibarettir. suçluluk duygusundan kurtaramazsınız artık kendinizi. koridordaki yalnızlığınıza dönersiniz.
sonra... müdür değişir. herkesi anlatılmaz bir sevinç sarar birdenbire. eski müdürün yaptığı eziyetler bir bir anlatılır koridorda. baskının sona erip hürriyet güneşinin doğduğu sanılır kısa bir süre. yeni güneş ortalığı ısıtmaya başlar. oysa doğan, tam bir anarşidir. hademeler ve memurlar da tedirgin olur bu yüzden. çılgın anarşistler gibi memurlara kafa tutarız. zafer sarhoşluğuna kaptırırız kendimizi. koridorlarda sigaraları yere atarız, hademelere bahşiş vermeyiz.
zamanında işe gelmeyen memurları, şefe şikâyet ettiğimiz bile olur. kısacası, çileden çıkarız. memurlar, bu güngörmüş kütle, sabırla, havanın yatışmasını, düzenin geri dönmesini beklerler. bu geçici gerileme devresini, bize yeni eziyetler düşünmekle geçirirler. tanrısal ihtiyatı elden bırakmazlar. kabuklarına çekilirler. yeni müdür dişlerini bilerken, onlar da kuzuların bayramını seyrederler ilgisiz gözlerle. vahşi hayvanların kurbanlarıyla ilişkilerine karışmazlar. “vaziyet normale avdet edince” birer ikişer deliklerinden çıkarlar ve parçalanıp yutulmamızı da aynı ilgisizlikle karşılarlar. arada bir, oramızdan buramızdan bir iki parça da onlar koparır. orman kanunu resmî gazete’de yayımlanır ve yayımlandığı tarihten itibaren de yürürlüğe girer. aynı heyecanlar, aynı korkular, aynı bekleyişler, aynı çaresizlikler: bilinmeyen, gene aynı bilinmeyen. koridorlarda gene aynı dolaşmalar, bakışmadan konuşmalar, konuşmadan bakışmalar; hademelere, parayı atınca çalışmaya başlayan o otomatik makinelere gene aynı yalvarmalar, aynı baş sallamalar. iniltiler, odaları, koridorları doldurur; yalnız müdürün kapısından içeri giremez. insani zaaflara kapalı tek kapıdır o. "
devamını gör...