uzun zamandır yazamıyordum buralara. bu esnada çok önemli işler başarmış olmayı isterdim tabi ama hayır, hiçbir şey başarmadım. kendi küçük dünyamın organik depresyonunu, sorunlarını ve fakirliğini yönetmekle uğraşıyordum. sonuç: yönetemedim.
türkiye "düz insan" olabilmene izin vermeyen bir yer haline geldi artık. düz insan olmaktan kastım depremde kafana çökmeyeceğinden emin olduğun eli yüzü düzgün bir evin kirasını karşılayabilmek, bakmaya çalıştığın canlıların (kedi-köpek) karnını doyurabilmek, arkadaşlarınla oturduğunda bir sonraki birayı içip içmemeyi düşünmemek... özetle insan gibi yaşayabilmek.
mart ayının sonunda ev sahibim sağlık gerekçeleriyle 11 yıldır oturduğum evimi boşaltmamı istedi. o kadar yılın verdiği karşılıklı minnet borcu ve hukuk sebebiyle asla ikiletmedim ve hemen bir yer buldum.
ben ev için anlaştığımda henüz istanbul'da deprem olmamıştı ve bu mesele gündemde değildi. ben yine de ev sahibine evin kentsel dönüşüm sürecini sormuştum, o da öyle bir gündemimiz yok demişti.
maddi olarak çok zorlanarak mayıs ayının başında 45 yıllık bir binaya taşındım. çünkü maalesef başka bir yerin kirasını karşılayabilecek durumda değilim.
dün öğrendim ki, daha 3 haftadır oturduğum ev kentsel dönüşüme girecekmiş.
ve dünden beri düşünüyorum, kiralara bakıyorum, taşınma masrafını hesaplıyorum... hayır, olmuyor. "bir yerde bir yanlış mı yapıyorum acaba?" diyorum. hayır; benim hiçbir yanlışım yok.
ben bu ülkenin en iyi üniversitelerinden birini bitirdim ve mühendis oldum. ben 12 yıldır bilfiil çalışıyorum, üretiyorum. çalmıyorum, ahlaksızlık yapmıyorum, hayatımı mutlak bir doğrulukla yaşamaya çalışıyorum ve bunların sonucu olarak da barınamıyorum.
ben bu ülkede hayatımı idame ettirmekte çok zorlanıyorum maalesef ve bu durum artık benim gururuma dokunuyor. bunlar insanlık onuruna yakışmıyor.
sanırım eski sevgilim, 10 yıllık hikayem.
dün gece, ayrılığımızın ve son görüşmemizin üzerinden geçen onca yıldan sonra eski sevgilimi rüyamda gördüm ve uyandığımda aynı isimli başka bir arkadaşımın mesajını görünce kalbimin güm güm atışından anladım onu çok özlediğimi.
ve az önce de ayrılık sürecimde popüler olan bir şarkının rastgele karşıma çıkmasıyla kalbimde oluşan ağırlık hissi de onu özlediğime; her şeye rağmen özlediğime işaret.
"iyisin tabii, sen sevildin ben bekledim
rahat değil mi? bir varmışım, bir yokmuşum
ne güzel tabii, mehtap gibi!"
not: sözlüğe yazmadığım bunca zaman sonra ilk girimin bu olmasını istemezdim ama bugün biraz hüzünlü geçti tüm bu tesadüfler ekseninde.
ve "ali" ne kadar güzel bir isim, ne kadar güzel bir hikayem...
edit: aşk çok büyüttüğüm, üzerine çok ağır anlamlar yüklediğim bir his değil. sadece bazı hikayelerin yarım kalması hayatın bazı nadir anlarında insanı gafil avlıyor ve alıp yerden yere vurup hırpalıyor işte. bugün biraz savruldum ama neler için savrulmuyoruz ki? bir kez de zamanında çok sevdiğim; hayatımın anlamını bulduğumu düşündüğüm insan için savrulayım, nedir ki ^^
maliyeti kısmanın daha zor olduğu ulaşım şekli olduğu için maalesef ülkemizde yatırım yapılmayan sistemlerdir.
örneğin akp'miz, pardon canımız devletimiz sürekli otoyollar yapmak suretiyle; "ama yol yapıyorlar" sloganını seçmeninin beynine kazıdı. ama biliyorsunuz ki kimse; "ama tren yolu yapıyorlar" demiyor, çünkü canımız devletimiz, pardon akp'miz demir yolu yapmıyor.
çünkü otoyol yaparken müteahhit firmalar gerçek hesaplar yapıp alt temel kalınlığı, üst temel kalınlığı, asfalt kalınlığı belirlemiyor. tamamen laz müteahhit mantığıyla kafalarına göre biraz stabilizasyon yaptıktan sonra, yine kafalarına göre bir sıcaklıktaki asfaltı, canlarının istediği kalınlıkta döküyorlar ve maliyete de bunları şişire şişire yazıyorlar. kimse de gerekli kontrolleri yapıp ödemeyi ona göre yapmıyor ve korkunç paralar böylece bir takım ceplere iniveriyor.
ama raylı sistem böyle değil. en azından ortada bir ray olması, travers olması, balast olması gerekiyor ve bunlar indiragandi yapabilecekleri kalemler değil. o yüzden de canımız devletimiz bu işlere girmiyor, otoyolları dayıyor geçiyor ve o çok sevdiğimiz bir takım müteahhitleri sevindiriyor.
ha sonra bir yağmur yağıyor ve daha 3-5 senelik yollar heyelanla akıp gidiyor ama olsun, bu canımız firmalar bir ihale daha alıp yapıverirler ne olacak.
vatandaşına, özellikle de iyi eğitimli, ahlaklı vatandaşına cehennem olan ülkemiz, medeniyetin sembolü olabilecek raylı sistemleri bile bize çok görüyor.
oysa bir ülkenin medeniyeti için ne kadar önemli olduğu ve cumhuriyet döneminde bunun için ne kadar büyük atılımlar yapıldığı 10.yıl marşımızda bile mevcut; "demir ağlarla ördük anayurdu dört baştan".
cumhuriyetin 100.yılında, 10.yılındaki zihniyetten yoksun olmamız da ayrı bir can acıtıcı sebep.
en büyük ezel fanı olduğunu kafa tv 'yle yaptığı röportajda ispatlamış olan iyi oyuncu.
kafa tv'de yayınlanan programda ezel dizisini sahne sahne anlatmış ve sadece bununla kalmayıp diziyi masaya yatırıp adeta otopsisini yapmıştır.
ben ezel dizisini izlemeden önce kendisine karşı ön yargılıydım. diziyi izledim, dizideki etik sorunlar sebebiyle dizinin müthiş fanı olamasam da kenan imirzalıoğlu'na bakışım dizi ile birlikte değişti.
ve bugün izlediğim röportajda kendisini ne kadar iyi ifade ettiğini görüp sektör için çok kıymetli bir adam olduğunu net bir şekilde anladım.
meslektaşlarının aksine maksimum 50 kelime kullanarak, yüklemi-öznesi uyumsuz abuk sabuk cümleler kurarak kem küm eden bir adam değil.
zaten eğitimli birisi olduğunu biliyorum ama "para akıyor yaaa" dememiş; eğitiminin ve kendisinin üzerine çok şey katarak sektöründe kendisini başka bir yere konumlandırmış düzgün bir adam kendisi.
umarım türk dizi-televizyon sektörü için de güzel işler yapmaya devam eder ve küskün izleyiciler için iyi bir türk dizisi izleme fırsatı sunar.
çok yakın bir arkadaşım 3 ay önce birisi ile tanıştı ve işler hızlı ilerledi. tabi bizim yaşlarda, 35+, ilişkiler açısından daha çabuk yol alınabiliyor.
eylül sonu nişan olacaktı, ekim sonunda da evleneceklerdi.
"vay be, ne kadar hızlı her şey değişti." derken birkaç akşam önce arkadaşım bir trafik kazasına karıştı.
maalesef sebep olduğu kazada bir insan hayatını kaybetti ve nöbetçi mahkeme tutuklu yargılanmasına karar verdi.
diğer tarafta vefat eden gencecik bir anne ve annesini kaybetmiş 2 çocuk var. hayatın böyle değişebilmesi, bir anda her şeyin tepetaklak olması inanılmaz bir durum.
arkadaşı olarak ve her zaman doğru yaşamaya çalışan bir insan olarak bildiğim her şeyi önüme koyduğum, ama aslında hiç de bir şey bilmediğimi anladığım zamanlar yaşıyorum.
bu haberi taraf olmadan okusam; "manyağın biri gelip kadına çarpmış ve hayatına sebep olmuş" derdim. şimdi arkadaşımın manyak olmadığını, kahrolduğunu biliyorum. ama bunlar başka şeyleri yoluna koymuyor, yine elde bilinmezler kalıyor.
arkadaşım ve ölen kişinin ailesi için bu durum ömür boyu taşıyacakları bir kambur. bir taraf için vicdan azabı, diğer taraf için de binlerce duygu; öfke, özlem, eksiklik, yalnızlık...
ben ve diğer arkadaşlarımız tabi ki unutacağız olanları, bugünkü şokumuz geçecek ama ben kendi vicdanım açısından şöyle düşünüyorum;
hepimiz insanız, kasti ya da değil başımıza her şey gelebilir. her şeyimiz bir ipe bağlı ve o ip kopabiliyor.
gördük ki birine de zarar verebiliriz; hatta onu hayattan koparabiliriz. sadece olanlardan sonraki süreci nasıl omuzladığımız, nasıl bir insan olduğumuzu gösterecek. burada da "adalet neyse ona razıyım." diyebilmek işin en kolay ve net kısmı.
ha adalet ne derse desin hiçbir şey telafi olmayacak ama dediğim gibi; "sen kimsin, nasıl birisisin?" sorusunun cevabı bu yükü taşırken bedel ödemeye ne kadar razı geldiğin olacak.
zamanların en iyisiydi, zamanların en kötüsüydü, hem akıl çağıydı hem aptallık, hem inanç devriydi hem de kuşku, aydınlık mevsimiydi karanlık mevsimiydi, hem umut baharı hem de umutsuzluk kışıydı, hem her şeyimiz vardı, hem hiçbir şeyimiz yoktu, hepimiz ya doğruca cennete gidecektik ya da tam öteki yana - sözün kısası, şimdikine öylesine yakın bir dönemdi ki...
pinahi grubunun kediköy albümünde yer alan, benim için çok ayrı bir yeri olan özel şarkı.
çok zorlu bir ayrılık yaşadıktan sonra dinlemiştim ilk bu şarkıyı, yani şarkının çıkışı benim o dönemime denk gelmişti ve bu şarkıya kocaman sarılmıştım.
o dönem yaptığım tüm uzun yürüyüşlerde, tüm yolculuklarda başa sara sara dinledim. ve bugün bir anda karşıma çıkınca o günlere gittim, o acıların kıyısından çok uzaklaştığımı fark ettim ve bambaşka şeyler buldum bu defa şarkıda.
iyi şarkıların bu yönü şahane; seni bambaşka dönemlerinde bambaşka duygularla sarmalayabiliyor ve bu şarkı da hala çok özel bir şarkı.
ve şarkının klibi de, bugün bana hissettirdiği dünya sancılarına çok uyumlu.
şiddetli tavsiyemdir.
...
akşamlar bize umut olur mu?
belki.
her bahar bize gelir gider kuşlar gibi
dünya bize uzak durur düşmanmışız gibi
...
güney koreli yazar han kang’ın 2016 yılında yayımlanan ve 2016 uluslararası man booker ödülünü almış olan 158 sayfalık kitabı.
kitap bana kalırsa roman türünde ancak 3 öyküden oluşuyor. 3 öykü birbirine girift bir halde ve birbirinin devamı şeklinde ilerliyor ama ayrı ayrı okunursa da kendi içinde bir anlatı olabilir.
ilk bölüm olan vejetaryeni yonğhe’nin kocasının kendisinden okuyoruz.
ikinci bölüm olan moğol lekesinde de yonğhe ve yonğhe’nin ablasının kocasının merkezde olduğu bir olayı okuyoruz.
üçüncü bölümde ise yonğhe ve ablasının etrafında geçen kısımla hikayemizi sonlandırıyoruz.
kitabın ana konusu şöyle; kocası ile birlikte gayet sıradan bir hayat süren yonğhe bir gece imgelerle dolu bir rüya görür ve uyandığında evdeki tüm etleri çöpe atarak vejetaryen olur.
bundan sonrasında da bir insanın kendi tercihleri doğrultusunda, kimseye hiçbir etkisi ya da zararı olmayan radikal bir değişim yaşamasının, çevresindekilerle olan ilişkisini etkileyişini okuyoruz.
kadının vejetaryen olmayı seçmesi başka kimseyi ilgilendirmeyen bir tercihken, kadının bu yöneliminden doğan müdahalelerin her şeyi bambaşka bir yöne götürmesini de görüyoruz bir yandan.
hatta kitaptaki karakterlerin de bunu sorguladığını görüyoruz;
o gün aile toplantısında, babası yonğhe’ye tokat atmadan önce babasının kolunu daha sıkı tutsaydı, her şey bambaşka olur muydu? yonğhe evleneceği adamı tanıştırmak için getirdiğinde, nedense soğuk bir intiba bıraktığından beğenmemişti. hislerine güvenerek evliliklerini engelleseydi her şey bambaşka olur muydu? işte böyle, yonğhe’nin kaderini etkileyen değişkenleri düşünerek kafa yorduğu zamanlar olmuştu. kardeşinin hayatına konan dama taşlarını teker teker eline alıp hesaplar yapması sadece nafile olmakla kalmayıp mümkün de değildi. buna rağmen düşünmekten kendini alamıyorduç eğer onunla evlenmeseydi.
kitap boyunca ana karakter olan yonğhe’nin ne düşüncelerini, ne cümlelerini, ne hislerini, ne de vejetaryen olma seçimini rüyalar dışında neyle temellendirdiğini okumadığımız için çevresindekilerin müdahaleleri olmasaydı her şeyin başka şekilde olup olamayacağının izini sürdürüyor kitap bize.
ve genel izlenimime gelirsek kitabın su gibi akışını; okuduğum konunun insan bedenine, insanın vahşi doğasına ve özüne dönüşüne dair çok özgün oluşunu; yazarın maharetli kaleminden çıkan tasvirlerin bir film izliyor hissi vermesini çok sevdim.
insanın doğayla olan bağını düşündürten ve bu bağın sınırlarını merak ettiren yapısı da ayrıca etkileyiciydi.
odada evcil hayvan bulunmaması.
bir anda göz göze gelmek, ya da periyodik hareket eden bir uzvunuza pati atması konsantrasyonu kaçırıp tüm atmosferi bozabiliyor.
evet, yaşandı.
bireysel yalnızlığıma çok düşkünken ve genel olarak insanları sevmezken her geçen gün insanlığa karşı anlayış geliştirmek ve ahlaklanmak için çabalama dürtüsüne sahip olmamı kelimelerle ifade edemezken bu kusursuz kitapta şu muazzam cümlelere rastladım;
"insanlığı sevdiğim halde kendi kendime şaşıyorum" diyordu. "toplu olarak insanları sevdikçe kişilere karşı sevgim o oranda azalıyor. hayalimde, olanca tutkumla insanlığa hizmet etmeyi kurduğum çok olmuştur, gerekirse bu uğurda kendimi feda edebilirdim. gelgelelim, kimseyle aynı odada iki gün bile geçiremem; bunu deneylerimden biliyorum. bana yaklaşan kimse kişiliğimi eziyor, özgürlüğümü sınırlıyormuş gibi geliyor bana. yirmi dört saat içinde en iyi insandan nefret edebilirim. birinden, sofrada yemeği ağır yediği için, öbüründen, nezlesi var, durmadan burnunu temizliyor diye… insanlarla ilişkiye girer girmez onlara düşman kesiliyorum. ama kişilere nefretim arttıkça genel olarak insanlığa sevgim o oranda artıyordu."
dostoyevski'nin insanları inanılmaz bir ustalıkla işlediği, karakterleri kanlı canlı bir hale getirip önümüze koyduğu bir başyapıttır bu kitap.
ve aradan yüz yıllar da geçse insan mayasının değişmediğini, yüz yıl önce de birilerinin dipsiz iç dünyasında yaşadığı varoluşsal sancıları okumanın hazzı bu kitapta bambaşka bir noktada.
jonathan glazer tarafından yazılan ve yönetilen 2023 yılı yapımı dram filmi.
filmde christian friedel, rudolf höss rolünde, sandra hüller ise hedwig höss rolünde oynuyorlar.
auschwitz toplama kampının hemen yanındaki villada yaşayan kamp komutanı rudolf höss’ün ve ailesinin günlük hayatını izliyoruz bu filmde. evin kadını bahçe ile kafayı bozmuş, çocuklar gayet sağlıklı bir ruh hali içerisinde oyunlar oynuyor ama arka planda sürekli krematoryumların yanma sesini duyuyoruz ve tüm güzel sahnelerde arka planda bacalardan çıkan dumanları görüyoruz.
filmde kimse o kampta yaşananları konuşmuyor, kimse arka planda çok büyük bir vahşet varmış gibi davranmıyor; her şey korkunç bir sıradanlığın içinde yaşanıyor ve maalesef kötülüğün de sıradanlığa dönüşmesini izliyoruz seyir boyunca.
2.dünya savaşı dönemini anlatan, oradaki vahşeti, katliamı, dramı anlatan ve tüylerimizi diken diken eden yüzlerce film yapıldı, biz de onlarcasını izledik muhtemelen.
tüm bu filmlerin, en azından benim izlediklerimin ortak noktası yahudilere yapılan soykırımı doğrudan görmemiz, gözümüze sokularak anlatılması ve bu zulmü yapanların sıradanlıklarını görmememizdi.
bu kadar büyük kötülüklerini emrini verenlerin normal (!) bir hayattan çok uzak olduğunu, birer ailelerinin olamayacağını düşündürtüyordu bu filmler bize. nitekim bu filmler olmasa bile, böyle insanların normal birer hayat sürebileceğini düşünmek çok zordu.
ama kötülük erol taş kahkahaları arasında yapılmıyor, kötülük ellerini ovuşturarak planlar kuran iblisler tarafından da yapılmıyor. bu korkunç boyuttaki kötülüğü yapanlar da maalesef ki sıradan insanlar. işte bu filmin de çarpıcı tarafı kötülüğü karikatürize etmeden bize göstermesi.
kamptan ateş sesleri ve çığlıklar yükselirken oyun oynayan bir çocuğu görmek o kampta olanları görmekten daha etkileyici sanırım.
mesela bir sahnede adam karısı ile telefonda konuşuyor ve kadın adama davette kimlerin olduğunu soruyor. adam da; “dikkat etmedim, sadece bu kadar insana nasıl gaz vereceğimi düşündüm ama tavanlar çok yüksekti.” gibi bir cevap veriyor. bu cümlelerin içerisinde hiçbir kötülük yokmuş, bahsettiği şey hayatın bir rutiniymiş gibi söylüyor bunları üstelik.
filmle ilgili teknik bir bilgi ekleyelim. filmin çekildiği eve 10 kamera yerleştirilmiş, yapay ışık ve mikrofon kullanılmadan oyuncular filmi oynamışlar. bunu da filmi izlerken fark ediyorsunuz zaten.
elisa shua dusapin tarafından kaleme alınmış olan ve 2021 yılı amerikan ulusal kitap ödülüne sahip 107 sayfalık bir kitap.
güney kore ve kuzey kore sınırında yer alan sokço'ya normandiya'lı bir yabancının gelmesi ve kaldığı pansiyonda çalışan genç kadın ile bu adamın tanışma hikayesini okuyoruz.
arka fonda sokço'da günlük hayat akarken, biz de iki yabancının birbirine olabileceği en yakın mesafeyi, aynı zamanda da bu iki yabancının birbirine ne kadar uzak olabileceğini görüyoruz.
aslında bu iki yabancının arasındaki cinsellikten çok uzak cinsel çekimi, sadece okuyarak hissediyoruz. ama kitap bu iki yabancı arasındaki hiçbir hissi bize net bir şekilde söylemiyor; hislerimizle birbirlerine nasıl çekildiklerini hayal ediyoruz sadece.
bunlar dışında da güney kore'nin küçük bir kentinin günlük rutinini, yemek ritüellerini okumak da farklı bir tecrübe okur için.
not: iki yabancı arasında geçen bir hikayedeki duygulara bir şekilde tanıdık olmam kişisel tecrübelerimle de ilgili olabilir. o yüzden farklı okurlar daha farklı şeyler hissedebilirler. gerçi bu durum sanırım her hikaye için geçerli; okuduğumuz, izlediğimiz, dinlediğimiz her hikayeyi kendi heybemizdeki bir şeyle eşleyip anlamlandırıyoruz çoğu zaman.
yaşa ve ilişkiye yaklaşım şekline bağlı olarak değişir bunun cevabı.
ama en öncelikle cinselliği bir tabu olarak görmek, evlilik dışı cinsellik yaşayanları kirlenmiş olarak damgalamak saçmalıklarından toplum olarak kurtulmak zorundayız.
cinsellik 2 kişi arasında geçen ve başka kimseye zararı olmayan, 3. hiçbir kişiyi ilgilendirmeyen bir hadisedir. hatta geçmişteki cinsel tecrübeler de hesabı sorulacak, birbirinin başına kakılacak kozlar değildir.
kadın ile erkeğin haklar ve toplumdaki yeri açısından eşit olması gerektiğine inanan biri olarak söylüyorum ki, maalesef kadının cinsellik yaşama kararı kesinlikle karşısındaki erkeğe göre şekillenmelidir. cinsellik inanılmaz önemli bir husus olduğundan değil, sadece böyle bir paylaşımı zafer (!) olarak niteleyebilecek, saçma sapan ortamlarda bunun muhabbetini yapacak gerizekalı adamlara geçit vermemek için.
ben 35 yaşın diğer tarafına geçmiş bir kadın olarak, kendi zaviyemden ilişkilerimin cinsellik olmadan yürüyeceğini düşünmüyorum. insan sevdiği ve ilişkide olduğu kişiyle her anlamda bütünleşmek istiyor; ruhen, bedenen, fikren. olgun bir ilişkide cinsellik yoksa mutlaka bir şeylerin eksikliği hissediliyor.
başlıktaki bazı girilere göz attım ve birileri erkeklerin elde ettiği kadınla sevgili olmayacağını yazmış. benu konuyla ilgili kendimden örnek vereceğim.
sevgililik ile arkadaşlık arasında bir ilişki yaşadığım çocukla bir gece sevişmeye başladık ve ilerleyen bir noktada bana; artık sevgilim olur musun? dedi. bu başlıkta yazılan gibi emeline (!) ulaşıp ortadan kaybolmadı. biz bir buket çiçek eşliğinde sevgili olmadık, biz düpedüz sevişirken sevgili olduk ve 3 yıllık bir ilişki yaşadık. çünkü ikimiz de cinselliği tabu etmeyen, ondan önce insani değerlere önem veren kişilerdik.
şu günlerde x2 hızla ilerleterek izlediğim entrika dizisidir.
bitirdikten sonra belki daha detaylı bir şeyler yazarım ama geldiğim bölüm itibarıyla bu dizide beni en sinir eden şey şu oldu;
tüm krizler kapı dinlemeler, hiç tedbirsiz uluorta söylenen sırlar yüzünden çıkarken nasıl olur da bir kere olsun ders alınmaz? nasıl olur da bir kez olsun kapıyı bacayı sıkıcı örtmeden, sağda solda biri var mı diye kontrol edilmeden koca koca sırlar konuşulur?
vallahi aklımı çıldırıcam.
not: bir de bu ne bol bir zehirdir, canı sıkılan birinin yemeğine zehir katıp adam öldürüyor.
maalesef gencecik bir insan için; “hayata kimsesiz başlamış ve bir mezarı bile olmadan bu dünyadan göçüp gitmiş.” demek zorunda kalıyoruz.
bu ülkenin cehennemi bize öldükten sonra bile bir karış toprağı fazla görüyor; öyle kepaze bir düzen.
insanların depremde ölmelerine mi yanarsın, kimsenin bilmediği toplu mezarlara çuval gibi atılmalarına mı?
bir gün çok sevdiğim bir arkadaşımla bir kitapçıya girdik. o bir yerlerde bir şeylere bakıyor, ben başka bir yerde bir şeyleri kurcalıyorum.
biraz zaman sonra dışarıya çıktık ve yürümeye başladık. ben o esnada çantamdan bir şey alacaktım, bir baktım ki çantamda bir kitap. birden; ----"murat ben kitap çalmışım." dedim, gülmeye başladı.
"kızım kendine hiç mi itikadın yok, ben koydum onu oraya." dedi.
"aaa, sen mi çaldın?" diye cevap verdim.
"ya kızım, neden illa çalıyoruz, paramız mı yok anlamadım" dedi; gülüştük ve yürümeye devam ettik.
kitap çalmak denince bu küçük, tatlı anım geldi aklıma. güzel zamanlarımıza buradan selam olsun.
not: kitap da "bizim büyük çaresizliğimiz" idi.
çok ilginç. insan gün geçmiyor ki yeni bir şey öğrenmesin.
mesela bugün, bu başlıktan toplum nizamı ve emniyeti için bir sorun olduğumu öğrendim.
vallahi öğrenmenin yaşı yok. ama çok merak ederim ki bu kanaati oluşturanlar toplumun nizamı ve emniyeti için ne yapmışlar? mesela hiçbir işe yaramışlar mı bugüne kadar bu s*kindirik fikirleri türetmekten başka?
anlatırlarsa benim gibi başıboş kızlar da ilham alır, belki kendisine çekidüzen verir.
normal sözlük'ü kullanarak 3. parti dahil tarayıcı çerezlerinin kullanımına izin vermektesiniz.
Daha detaylı bilgi için çerez ve
gizlilik politikamıza bakabilirsiniz.
online yazar listesini görmek için lütfen giriş yapın.