all tiny beautiful things - madalyalı tanımları (1. sayfa)
1.
vejetaryen
güney koreli yazar han kang’ın 2016 yılında yayımlanan ve 2016 uluslararası man booker ödülünü almış olan 158 sayfalık kitabı.
kitap bana kalırsa roman türünde ancak 3 öyküden oluşuyor. 3 öykü birbirine girift bir halde ve birbirinin devamı şeklinde ilerliyor ama ayrı ayrı okunursa da kendi içinde bir anlatı olabilir.
ilk bölüm olan vejetaryeni yonğhe’nin kocasının kendisinden okuyoruz.
ikinci bölüm olan moğol lekesinde de yonğhe ve yonğhe’nin ablasının kocasının merkezde olduğu bir olayı okuyoruz.
üçüncü bölümde ise yonğhe ve ablasının etrafında geçen kısımla hikayemizi sonlandırıyoruz.
kitabın ana konusu şöyle; kocası ile birlikte gayet sıradan bir hayat süren yonğhe bir gece imgelerle dolu bir rüya görür ve uyandığında evdeki tüm etleri çöpe atarak vejetaryen olur.
bundan sonrasında da bir insanın kendi tercihleri doğrultusunda, kimseye hiçbir etkisi ya da zararı olmayan radikal bir değişim yaşamasının, çevresindekilerle olan ilişkisini etkileyişini okuyoruz.
kadının vejetaryen olmayı seçmesi başka kimseyi ilgilendirmeyen bir tercihken, kadının bu yöneliminden doğan müdahalelerin her şeyi bambaşka bir yöne götürmesini de görüyoruz bir yandan.
hatta kitaptaki karakterlerin de bunu sorguladığını görüyoruz;
o gün aile toplantısında, babası yonğhe’ye tokat atmadan önce babasının kolunu daha sıkı tutsaydı, her şey bambaşka olur muydu? yonğhe evleneceği adamı tanıştırmak için getirdiğinde, nedense soğuk bir intiba bıraktığından beğenmemişti. hislerine güvenerek evliliklerini engelleseydi her şey bambaşka olur muydu? işte böyle, yonğhe’nin kaderini etkileyen değişkenleri düşünerek kafa yorduğu zamanlar olmuştu. kardeşinin hayatına konan dama taşlarını teker teker eline alıp hesaplar yapması sadece nafile olmakla kalmayıp mümkün de değildi. buna rağmen düşünmekten kendini alamıyorduç eğer onunla evlenmeseydi.
kitap boyunca ana karakter olan yonğhe’nin ne düşüncelerini, ne cümlelerini, ne hislerini, ne de vejetaryen olma seçimini rüyalar dışında neyle temellendirdiğini okumadığımız için çevresindekilerin müdahaleleri olmasaydı her şeyin başka şekilde olup olamayacağının izini sürdürüyor kitap bize.
ve genel izlenimime gelirsek kitabın su gibi akışını; okuduğum konunun insan bedenine, insanın vahşi doğasına ve özüne dönüşüne dair çok özgün oluşunu; yazarın maharetli kaleminden çıkan tasvirlerin bir film izliyor hissi vermesini çok sevdim.
insanın doğayla olan bağını düşündürten ve bu bağın sınırlarını merak ettiren yapısı da ayrıca etkileyiciydi.
kitap bana kalırsa roman türünde ancak 3 öyküden oluşuyor. 3 öykü birbirine girift bir halde ve birbirinin devamı şeklinde ilerliyor ama ayrı ayrı okunursa da kendi içinde bir anlatı olabilir.
ilk bölüm olan vejetaryeni yonğhe’nin kocasının kendisinden okuyoruz.
ikinci bölüm olan moğol lekesinde de yonğhe ve yonğhe’nin ablasının kocasının merkezde olduğu bir olayı okuyoruz.
üçüncü bölümde ise yonğhe ve ablasının etrafında geçen kısımla hikayemizi sonlandırıyoruz.
kitabın ana konusu şöyle; kocası ile birlikte gayet sıradan bir hayat süren yonğhe bir gece imgelerle dolu bir rüya görür ve uyandığında evdeki tüm etleri çöpe atarak vejetaryen olur.
bundan sonrasında da bir insanın kendi tercihleri doğrultusunda, kimseye hiçbir etkisi ya da zararı olmayan radikal bir değişim yaşamasının, çevresindekilerle olan ilişkisini etkileyişini okuyoruz.
kadının vejetaryen olmayı seçmesi başka kimseyi ilgilendirmeyen bir tercihken, kadının bu yöneliminden doğan müdahalelerin her şeyi bambaşka bir yöne götürmesini de görüyoruz bir yandan.
hatta kitaptaki karakterlerin de bunu sorguladığını görüyoruz;
o gün aile toplantısında, babası yonğhe’ye tokat atmadan önce babasının kolunu daha sıkı tutsaydı, her şey bambaşka olur muydu? yonğhe evleneceği adamı tanıştırmak için getirdiğinde, nedense soğuk bir intiba bıraktığından beğenmemişti. hislerine güvenerek evliliklerini engelleseydi her şey bambaşka olur muydu? işte böyle, yonğhe’nin kaderini etkileyen değişkenleri düşünerek kafa yorduğu zamanlar olmuştu. kardeşinin hayatına konan dama taşlarını teker teker eline alıp hesaplar yapması sadece nafile olmakla kalmayıp mümkün de değildi. buna rağmen düşünmekten kendini alamıyorduç eğer onunla evlenmeseydi.
kitap boyunca ana karakter olan yonğhe’nin ne düşüncelerini, ne cümlelerini, ne hislerini, ne de vejetaryen olma seçimini rüyalar dışında neyle temellendirdiğini okumadığımız için çevresindekilerin müdahaleleri olmasaydı her şeyin başka şekilde olup olamayacağının izini sürdürüyor kitap bize.
ve genel izlenimime gelirsek kitabın su gibi akışını; okuduğum konunun insan bedenine, insanın vahşi doğasına ve özüne dönüşüne dair çok özgün oluşunu; yazarın maharetli kaleminden çıkan tasvirlerin bir film izliyor hissi vermesini çok sevdim.
insanın doğayla olan bağını düşündürten ve bu bağın sınırlarını merak ettiren yapısı da ayrıca etkileyiciydi.
devamını gör...
2.
the zone of interest
jonathan glazer tarafından yazılan ve yönetilen 2023 yılı yapımı dram filmi.
filmde christian friedel, rudolf höss rolünde, sandra hüller ise hedwig höss rolünde oynuyorlar.
auschwitz toplama kampının hemen yanındaki villada yaşayan kamp komutanı rudolf höss’ün ve ailesinin günlük hayatını izliyoruz bu filmde. evin kadını bahçe ile kafayı bozmuş, çocuklar gayet sağlıklı bir ruh hali içerisinde oyunlar oynuyor ama arka planda sürekli krematoryumların yanma sesini duyuyoruz ve tüm güzel sahnelerde arka planda bacalardan çıkan dumanları görüyoruz.
filmde kimse o kampta yaşananları konuşmuyor, kimse arka planda çok büyük bir vahşet varmış gibi davranmıyor; her şey korkunç bir sıradanlığın içinde yaşanıyor ve maalesef kötülüğün de sıradanlığa dönüşmesini izliyoruz seyir boyunca.
2.dünya savaşı dönemini anlatan, oradaki vahşeti, katliamı, dramı anlatan ve tüylerimizi diken diken eden yüzlerce film yapıldı, biz de onlarcasını izledik muhtemelen.
tüm bu filmlerin, en azından benim izlediklerimin ortak noktası yahudilere yapılan soykırımı doğrudan görmemiz, gözümüze sokularak anlatılması ve bu zulmü yapanların sıradanlıklarını görmememizdi.
bu kadar büyük kötülüklerini emrini verenlerin normal (!) bir hayattan çok uzak olduğunu, birer ailelerinin olamayacağını düşündürtüyordu bu filmler bize. nitekim bu filmler olmasa bile, böyle insanların normal birer hayat sürebileceğini düşünmek çok zordu.
ama kötülük erol taş kahkahaları arasında yapılmıyor, kötülük ellerini ovuşturarak planlar kuran iblisler tarafından da yapılmıyor. bu korkunç boyuttaki kötülüğü yapanlar da maalesef ki sıradan insanlar. işte bu filmin de çarpıcı tarafı kötülüğü karikatürize etmeden bize göstermesi.
kamptan ateş sesleri ve çığlıklar yükselirken oyun oynayan bir çocuğu görmek o kampta olanları görmekten daha etkileyici sanırım.
mesela bir sahnede adam karısı ile telefonda konuşuyor ve kadın adama davette kimlerin olduğunu soruyor. adam da; “dikkat etmedim, sadece bu kadar insana nasıl gaz vereceğimi düşündüm ama tavanlar çok yüksekti.” gibi bir cevap veriyor. bu cümlelerin içerisinde hiçbir kötülük yokmuş, bahsettiği şey hayatın bir rutiniymiş gibi söylüyor bunları üstelik.
filmle ilgili teknik bir bilgi ekleyelim. filmin çekildiği eve 10 kamera yerleştirilmiş, yapay ışık ve mikrofon kullanılmadan oyuncular filmi oynamışlar. bunu da filmi izlerken fark ediyorsunuz zaten.
filmde christian friedel, rudolf höss rolünde, sandra hüller ise hedwig höss rolünde oynuyorlar.
auschwitz toplama kampının hemen yanındaki villada yaşayan kamp komutanı rudolf höss’ün ve ailesinin günlük hayatını izliyoruz bu filmde. evin kadını bahçe ile kafayı bozmuş, çocuklar gayet sağlıklı bir ruh hali içerisinde oyunlar oynuyor ama arka planda sürekli krematoryumların yanma sesini duyuyoruz ve tüm güzel sahnelerde arka planda bacalardan çıkan dumanları görüyoruz.
filmde kimse o kampta yaşananları konuşmuyor, kimse arka planda çok büyük bir vahşet varmış gibi davranmıyor; her şey korkunç bir sıradanlığın içinde yaşanıyor ve maalesef kötülüğün de sıradanlığa dönüşmesini izliyoruz seyir boyunca.
2.dünya savaşı dönemini anlatan, oradaki vahşeti, katliamı, dramı anlatan ve tüylerimizi diken diken eden yüzlerce film yapıldı, biz de onlarcasını izledik muhtemelen.
tüm bu filmlerin, en azından benim izlediklerimin ortak noktası yahudilere yapılan soykırımı doğrudan görmemiz, gözümüze sokularak anlatılması ve bu zulmü yapanların sıradanlıklarını görmememizdi.
bu kadar büyük kötülüklerini emrini verenlerin normal (!) bir hayattan çok uzak olduğunu, birer ailelerinin olamayacağını düşündürtüyordu bu filmler bize. nitekim bu filmler olmasa bile, böyle insanların normal birer hayat sürebileceğini düşünmek çok zordu.
ama kötülük erol taş kahkahaları arasında yapılmıyor, kötülük ellerini ovuşturarak planlar kuran iblisler tarafından da yapılmıyor. bu korkunç boyuttaki kötülüğü yapanlar da maalesef ki sıradan insanlar. işte bu filmin de çarpıcı tarafı kötülüğü karikatürize etmeden bize göstermesi.
kamptan ateş sesleri ve çığlıklar yükselirken oyun oynayan bir çocuğu görmek o kampta olanları görmekten daha etkileyici sanırım.
mesela bir sahnede adam karısı ile telefonda konuşuyor ve kadın adama davette kimlerin olduğunu soruyor. adam da; “dikkat etmedim, sadece bu kadar insana nasıl gaz vereceğimi düşündüm ama tavanlar çok yüksekti.” gibi bir cevap veriyor. bu cümlelerin içerisinde hiçbir kötülük yokmuş, bahsettiği şey hayatın bir rutiniymiş gibi söylüyor bunları üstelik.
filmle ilgili teknik bir bilgi ekleyelim. filmin çekildiği eve 10 kamera yerleştirilmiş, yapay ışık ve mikrofon kullanılmadan oyuncular filmi oynamışlar. bunu da filmi izlerken fark ediyorsunuz zaten.

devamını gör...
3.
sokço'da kış
elisa shua dusapin tarafından kaleme alınmış olan ve 2021 yılı amerikan ulusal kitap ödülüne sahip 107 sayfalık bir kitap.
güney kore ve kuzey kore sınırında yer alan sokço'ya normandiya'lı bir yabancının gelmesi ve kaldığı pansiyonda çalışan genç kadın ile bu adamın tanışma hikayesini okuyoruz.
arka fonda sokço'da günlük hayat akarken, biz de iki yabancının birbirine olabileceği en yakın mesafeyi, aynı zamanda da bu iki yabancının birbirine ne kadar uzak olabileceğini görüyoruz.
aslında bu iki yabancının arasındaki cinsellikten çok uzak cinsel çekimi, sadece okuyarak hissediyoruz. ama kitap bu iki yabancı arasındaki hiçbir hissi bize net bir şekilde söylemiyor; hislerimizle birbirlerine nasıl çekildiklerini hayal ediyoruz sadece.
bunlar dışında da güney kore'nin küçük bir kentinin günlük rutinini, yemek ritüellerini okumak da farklı bir tecrübe okur için.
not: iki yabancı arasında geçen bir hikayedeki duygulara bir şekilde tanıdık olmam kişisel tecrübelerimle de ilgili olabilir. o yüzden farklı okurlar daha farklı şeyler hissedebilirler. gerçi bu durum sanırım her hikaye için geçerli; okuduğumuz, izlediğimiz, dinlediğimiz her hikayeyi kendi heybemizdeki bir şeyle eşleyip anlamlandırıyoruz çoğu zaman.
güney kore ve kuzey kore sınırında yer alan sokço'ya normandiya'lı bir yabancının gelmesi ve kaldığı pansiyonda çalışan genç kadın ile bu adamın tanışma hikayesini okuyoruz.
arka fonda sokço'da günlük hayat akarken, biz de iki yabancının birbirine olabileceği en yakın mesafeyi, aynı zamanda da bu iki yabancının birbirine ne kadar uzak olabileceğini görüyoruz.
aslında bu iki yabancının arasındaki cinsellikten çok uzak cinsel çekimi, sadece okuyarak hissediyoruz. ama kitap bu iki yabancı arasındaki hiçbir hissi bize net bir şekilde söylemiyor; hislerimizle birbirlerine nasıl çekildiklerini hayal ediyoruz sadece.
bunlar dışında da güney kore'nin küçük bir kentinin günlük rutinini, yemek ritüellerini okumak da farklı bir tecrübe okur için.
not: iki yabancı arasında geçen bir hikayedeki duygulara bir şekilde tanıdık olmam kişisel tecrübelerimle de ilgili olabilir. o yüzden farklı okurlar daha farklı şeyler hissedebilirler. gerçi bu durum sanırım her hikaye için geçerli; okuduğumuz, izlediğimiz, dinlediğimiz her hikayeyi kendi heybemizdeki bir şeyle eşleyip anlamlandırıyoruz çoğu zaman.

devamını gör...
4.
nohut oda
melisa kesmez'in 108 sayfalık, 5 öyküden oluşan naif kitabı.
5 öykünün 5'inde de insan kendisinden bir şeyler mutlaka buluyor çünkü ayrılıklar, kayıplar, kırgınlıklar insan hayatına dair ortak şeyler ve bunları müthiş betimlemelerle anlatıyor melisa kesmez.
bir de öyle bir yanı var ki öykülerin, hikayelerin başlangıcını okumuyoruz da, bir anda kendimizi bir ilişkinin koptuğu ya da bir durumun sonuna gelindiği noktada buluyoruz. olaylardan ziyade o mecburi ayrılıklardan sonraki hisleri ve tepkileri okuyup mutlaka kendimize uyan bir şeyler denk düşüyor önümüze.
öykülerin kahramanlarının kişilikleri ile ilgili hiçbir malumatımız olmadığı, ya da haklı/haksız gibi bir ayrım olmadığı için de hayatımızdaki bir noktaya taşıyor bizi okuduklarımız; sonrası da bol bol duygu seli.
bir de hislerimizi nasıl tanımlayabileceğimizle ilgili de çok fazla ipucu var kitapta. günün birinde hissettiğimiz ama bir türlü tarif edemediğimiz bir çok duyguyu inanılmaz bir ustalıkla tasvir ediyor melisa kesmez; "hah işte" diyorsun, anlatabilsem böyle anlatırdım.
ve ilişkilerin kopuş sürecini anlattığı şu pasaja da bayıldım;
bunun kararını da almadık işin tuhafı. hayatın bin türlü meşgalesiyle boğuşurken, birbirimizi aramadığımız her gün bir öncekinin üzerine devrildi, nasılsa ararım diye önce haftalar, sonra aylar geçti. ne o geçerken uğradı, ne ben "akşam yemeğe bekliyorum mutlaka" deyip bir tabak ekledim masaya. doğum günleri, bayramlar, yılbaşları bir bir geçerken kimsenin kimseyi aramaması bir süre sonra garip gelmemeye başladı önce. birbirimizin yörüngesinden öyle çıktık ki, arayıp sormanın büyük bir olaya dönüşeceği o hazin noktaya vardık en sonunda.
5 öykünün 5'inde de insan kendisinden bir şeyler mutlaka buluyor çünkü ayrılıklar, kayıplar, kırgınlıklar insan hayatına dair ortak şeyler ve bunları müthiş betimlemelerle anlatıyor melisa kesmez.
bir de öyle bir yanı var ki öykülerin, hikayelerin başlangıcını okumuyoruz da, bir anda kendimizi bir ilişkinin koptuğu ya da bir durumun sonuna gelindiği noktada buluyoruz. olaylardan ziyade o mecburi ayrılıklardan sonraki hisleri ve tepkileri okuyup mutlaka kendimize uyan bir şeyler denk düşüyor önümüze.
öykülerin kahramanlarının kişilikleri ile ilgili hiçbir malumatımız olmadığı, ya da haklı/haksız gibi bir ayrım olmadığı için de hayatımızdaki bir noktaya taşıyor bizi okuduklarımız; sonrası da bol bol duygu seli.
bir de hislerimizi nasıl tanımlayabileceğimizle ilgili de çok fazla ipucu var kitapta. günün birinde hissettiğimiz ama bir türlü tarif edemediğimiz bir çok duyguyu inanılmaz bir ustalıkla tasvir ediyor melisa kesmez; "hah işte" diyorsun, anlatabilsem böyle anlatırdım.
ve ilişkilerin kopuş sürecini anlattığı şu pasaja da bayıldım;
bunun kararını da almadık işin tuhafı. hayatın bin türlü meşgalesiyle boğuşurken, birbirimizi aramadığımız her gün bir öncekinin üzerine devrildi, nasılsa ararım diye önce haftalar, sonra aylar geçti. ne o geçerken uğradı, ne ben "akşam yemeğe bekliyorum mutlaka" deyip bir tabak ekledim masaya. doğum günleri, bayramlar, yılbaşları bir bir geçerken kimsenin kimseyi aramaması bir süre sonra garip gelmemeye başladı önce. birbirimizin yörüngesinden öyle çıktık ki, arayıp sormanın büyük bir olaya dönüşeceği o hazin noktaya vardık en sonunda.
devamını gör...
5.
bir gün kediler dünyadan yok olsaydı
kitap okuyamadığım şu sıcak yaz günlerinde boş durmamak için elime aldığım; çerezlik olduğuna inanarak aldandığım hüzünlü kitap.
ölüme yaklaşmak üzerine, hayatın bir amacı olup olmadığı üzerine, yaşantımızdaki nesnelerin/varlıkların bizi biz yapmalarındaki yeri üzerine ve yaşamanın sadece nefes almakla ilgili olmadığı üzerine çok güzel bir anlatıydı.
dediğim gibi, çerezlik bir kitap diye elime aldığım bu kitap son sayfalarında beni oradan oraya vurdu ve kitabı gözyaşları içinde tamamladım.
lahana adlı kedisiyle yaşayan bir adamın ölümle karşılaştığı anda şeytanla yaptığı, dünyadaki bir şeyi silmesi karşılığında ekstra bir gün daha yaşayacak olduğu anlaşmayı okuyoruz.
anlatıcımız yeryüzünden bazı nesneleri silip birer gün kazanıyorken, bir gün şeytan ondan yeryüzünden kedileri silmesini istiyor ve işte o zaman daha önce yeryüzünden sildiği nesnelerle birlikte hayatı boyunca yaptığı seçimlerini, geçmişini, yaşadığı kayıpları, kırgınlıkları önüne seriyor ve tüm bunlar üzerine düşünüyor.
hayat üzerine kısa ama çarpıcı; yalın ve hap gibi bir kitap. mesela insanın ne olursa olsun pişman olacağı bilgisini bize altı dolu bir şekilde veriyor. ve kitabın arka kapağında da bulunan şu küçük pasaj çok kayda değerdi:
hiçbir zaman kendimi gerçekleştirememiş ya da hayatımı istediğim gibi yaşayamamıştım. 'kendim olmak' ne demek, onu da tam anladığımdan emin değildim. ben de işte bütün bu hatalarla ve pişmanlıklarla, bütün gerçekleşmemiş hayallerle, tanışmadığım insanlarla, tatmadığım yemeklerle, gitmediğim yerlerle ölecektim. ama beni asıl rahatsız eden bunlar değildi. olduğum kişiden ve yaşadığım hayattan tatmin olmuştum. yaşamış olmaktan bile mutluydum. burası dışında nereye varabilirdim ki zaten?
not: birlikte yaşadığımız ve hayatımıza güzellikler katan hiçbir canlının hiçbir zaman yok olmaması dileklerimle.
ve bu da kitap boyu bana eşlik eden güzel kızım:
ölüme yaklaşmak üzerine, hayatın bir amacı olup olmadığı üzerine, yaşantımızdaki nesnelerin/varlıkların bizi biz yapmalarındaki yeri üzerine ve yaşamanın sadece nefes almakla ilgili olmadığı üzerine çok güzel bir anlatıydı.
dediğim gibi, çerezlik bir kitap diye elime aldığım bu kitap son sayfalarında beni oradan oraya vurdu ve kitabı gözyaşları içinde tamamladım.
lahana adlı kedisiyle yaşayan bir adamın ölümle karşılaştığı anda şeytanla yaptığı, dünyadaki bir şeyi silmesi karşılığında ekstra bir gün daha yaşayacak olduğu anlaşmayı okuyoruz.
anlatıcımız yeryüzünden bazı nesneleri silip birer gün kazanıyorken, bir gün şeytan ondan yeryüzünden kedileri silmesini istiyor ve işte o zaman daha önce yeryüzünden sildiği nesnelerle birlikte hayatı boyunca yaptığı seçimlerini, geçmişini, yaşadığı kayıpları, kırgınlıkları önüne seriyor ve tüm bunlar üzerine düşünüyor.
hayat üzerine kısa ama çarpıcı; yalın ve hap gibi bir kitap. mesela insanın ne olursa olsun pişman olacağı bilgisini bize altı dolu bir şekilde veriyor. ve kitabın arka kapağında da bulunan şu küçük pasaj çok kayda değerdi:
hiçbir zaman kendimi gerçekleştirememiş ya da hayatımı istediğim gibi yaşayamamıştım. 'kendim olmak' ne demek, onu da tam anladığımdan emin değildim. ben de işte bütün bu hatalarla ve pişmanlıklarla, bütün gerçekleşmemiş hayallerle, tanışmadığım insanlarla, tatmadığım yemeklerle, gitmediğim yerlerle ölecektim. ama beni asıl rahatsız eden bunlar değildi. olduğum kişiden ve yaşadığım hayattan tatmin olmuştum. yaşamış olmaktan bile mutluydum. burası dışında nereye varabilirdim ki zaten?
not: birlikte yaşadığımız ve hayatımıza güzellikler katan hiçbir canlının hiçbir zaman yok olmaması dileklerimle.
ve bu da kitap boyu bana eşlik eden güzel kızım:

devamını gör...
6.
ezel
bu yaz izlediğim dizidir.
karakterlerin derinliğini, olay örgüsünü, senaryoyu, her olayın nakış gibi işlenmesini çok sevdim. çünkü maalesef türk dizilerinde karakterler çok karton oluyor; hatta eğilip bükülüyor. mesela salt kötü bir karakter önce sempatik bir kötüye, sonra da saf bir insana, en sonunda da pür-i pak birine dönüşüyor senaryo içinde. ve bu bir travma veya olay eşliğinde olmuyor, tamamen reyting savaşı ile şekilleniyor.
ama ezel dizisinde her şey çok net; karakterler o anlamda çok gerçek çünkü hiçbirisinin yaptığı şey seni şaşırtmıyor; "bu adam böyle biri" diyorsun.
gel gelelim ömer ya da ezel'in salaklığına, eyşan'ın adiliğine:
şimdi bir noktada insanlar "eyşan'ın kardeşi hastaydı ve eyşan bunu mecbur olduğu için yaptı." kısmına ikna oldular. herkes bunu eyşan'ın keyfinden yaptığını düşünürken eyşan'ı şaytan gibi görüyorlarken, kardeşinin hastalığı sebebiyle yaptığını öğrenince tepkilerini yumuşattılar; o gerizekalı bahar da, ezel de dahil.
buradaki etik meselesi bir tek benim için geçerli değildir diye düşünüyorum. sevdiğin bir insanın canını kurtarmak için bir başka bir canı, iradesi dışında feda etmek nereden bakarsak bakalım korkunç bir bencilliktir ve buna anlayış göstermek de karaktersizliktir.
şimdi bu olaya kısas gösterelim: bahar eyşan'ın kardeşi ve bahar ölmesin diye eyşan bir başkasının kardeşi, evladı olan birisini, ömer'i feda edebiliyor. ve en korkuncu da günün sonunda ömer ailesine bu acıları yaşatan, hatta dolaylı yoldan kardeşinin ölümüne sebep olan bu olay örgüsünü başlatan kadını affedebiliyor. bu da yetmiyor, bin türlü acıyla yıllarca sınanmış olan annesi ve babasına rağmen eyşan ile evleniyor, eyşan öldü diye intihar ediyor. inanılmaz arkadaşlar, inanılmaz bir karaktersizlik, iradesizlik...
en sakil gelen de bahar'ın eyşan'ın yaptıklarını öğrendikten sonra ağlama krizlerine girmesi; "bu evi o parayla mı aldınız ha, bu kıyafetleri o parayla mı aldınız ha?" diye sinir krizi geçirip, o para ile alınan arabaya binerek acısını yaşamasıydı.
özetle kurgusuyla, oyuncuları ve oyunculuklarıyla, senaryosuyla yapılmış en iyi türk dizisi olabilir, ama tüm bunlar bu dizideki karakterlerin hepsinin ahlak sorunu olduğunu ve hiçbirisinin onurlu bir hayat yaşamanın ne olduğunu bilmediği gerçeğini değiştirmez.
ve son olarak: aşk, sevgi böyle bir şey değil; aşk ve sevgi iyileştiren, koruyan ve kollayan bir şey. bu dizideki saçmalık olsa olsa hırstır, olsa olsa hastalıktır.
karakterlerin derinliğini, olay örgüsünü, senaryoyu, her olayın nakış gibi işlenmesini çok sevdim. çünkü maalesef türk dizilerinde karakterler çok karton oluyor; hatta eğilip bükülüyor. mesela salt kötü bir karakter önce sempatik bir kötüye, sonra da saf bir insana, en sonunda da pür-i pak birine dönüşüyor senaryo içinde. ve bu bir travma veya olay eşliğinde olmuyor, tamamen reyting savaşı ile şekilleniyor.
ama ezel dizisinde her şey çok net; karakterler o anlamda çok gerçek çünkü hiçbirisinin yaptığı şey seni şaşırtmıyor; "bu adam böyle biri" diyorsun.
gel gelelim ömer ya da ezel'in salaklığına, eyşan'ın adiliğine:
şimdi bir noktada insanlar "eyşan'ın kardeşi hastaydı ve eyşan bunu mecbur olduğu için yaptı." kısmına ikna oldular. herkes bunu eyşan'ın keyfinden yaptığını düşünürken eyşan'ı şaytan gibi görüyorlarken, kardeşinin hastalığı sebebiyle yaptığını öğrenince tepkilerini yumuşattılar; o gerizekalı bahar da, ezel de dahil.
buradaki etik meselesi bir tek benim için geçerli değildir diye düşünüyorum. sevdiğin bir insanın canını kurtarmak için bir başka bir canı, iradesi dışında feda etmek nereden bakarsak bakalım korkunç bir bencilliktir ve buna anlayış göstermek de karaktersizliktir.
şimdi bu olaya kısas gösterelim: bahar eyşan'ın kardeşi ve bahar ölmesin diye eyşan bir başkasının kardeşi, evladı olan birisini, ömer'i feda edebiliyor. ve en korkuncu da günün sonunda ömer ailesine bu acıları yaşatan, hatta dolaylı yoldan kardeşinin ölümüne sebep olan bu olay örgüsünü başlatan kadını affedebiliyor. bu da yetmiyor, bin türlü acıyla yıllarca sınanmış olan annesi ve babasına rağmen eyşan ile evleniyor, eyşan öldü diye intihar ediyor. inanılmaz arkadaşlar, inanılmaz bir karaktersizlik, iradesizlik...
en sakil gelen de bahar'ın eyşan'ın yaptıklarını öğrendikten sonra ağlama krizlerine girmesi; "bu evi o parayla mı aldınız ha, bu kıyafetleri o parayla mı aldınız ha?" diye sinir krizi geçirip, o para ile alınan arabaya binerek acısını yaşamasıydı.
özetle kurgusuyla, oyuncuları ve oyunculuklarıyla, senaryosuyla yapılmış en iyi türk dizisi olabilir, ama tüm bunlar bu dizideki karakterlerin hepsinin ahlak sorunu olduğunu ve hiçbirisinin onurlu bir hayat yaşamanın ne olduğunu bilmediği gerçeğini değiştirmez.
ve son olarak: aşk, sevgi böyle bir şey değil; aşk ve sevgi iyileştiren, koruyan ve kollayan bir şey. bu dizideki saçmalık olsa olsa hırstır, olsa olsa hastalıktır.
devamını gör...
7.
baby reindeer
iskoç yazar ve komedyen olan richard gadd tarafından yaratılan ve yine richard gadd (donny dunn) ile jessica gunning'in (martha skott) başrollerini paylaştığı, 7 bölümlük mini bir netflix dizisi. ki bana kalırsa netflix'in son zamanlardaki en iyi işi.
dizinin konusu özetle şöyle:
komedyenlik kariyerinde çok başarılı olmayan donny dunn bir yandan da bir barda barmen olarak çalışmaktadır. ve bir akşam bu bara gelen martha kendisine saplantılı bir şekilde ilgi duyarak sonraki her gün bara gelmeye başlar ve insanın tüylerini diken diken eden bir sapıklık hikayesi ortaya çıkar.
dizinin ilk bölümlerinde donny'e sürekli kızıyorken, sonrasında donny'nin aslında ne kadar yitik bir insan olduğunu ve o hastalıklı ilgiye muhtaç olduğunu görüyoruz.
dizi katmanlı ve geçmişle bugünü yavaş yavaş kavuşturan, bize de durumun vahametini bu anlatımla aktaran bir yapıda. insanı beklemediği anda kendisiyle yüzleştiren, adeta bir terapi seansındaymış gibi hissettiren tarafları da vardı.
ve dizinin en vurucu öğüdü şuydu bana kalırsa, maruz kalınan bir kötülüğü hayatından defetmeyi bilmiyorsan, öğrenemiyorsan ya da onunla yüzleşemiyorsan maalesef o şey bambaşka travmaların yolunu açıyor ve hayatın artık kalbur gibi delik deşik bir hal alıp onarılamaz hale geliyor.
özetle insanı paramparça eden ve kişisel yüzleşmelere kapı aralayan, izlemesi zorlu bir dizi.
taciz insana bunu yapıyor işte. beni şeye dönüştürdü, hayattaki bütün ucubeleri toplayan yapışkan bir banda, tiksinecekleri açık bir yaraya.
dizinin konusu özetle şöyle:
komedyenlik kariyerinde çok başarılı olmayan donny dunn bir yandan da bir barda barmen olarak çalışmaktadır. ve bir akşam bu bara gelen martha kendisine saplantılı bir şekilde ilgi duyarak sonraki her gün bara gelmeye başlar ve insanın tüylerini diken diken eden bir sapıklık hikayesi ortaya çıkar.
dizinin ilk bölümlerinde donny'e sürekli kızıyorken, sonrasında donny'nin aslında ne kadar yitik bir insan olduğunu ve o hastalıklı ilgiye muhtaç olduğunu görüyoruz.
dizi katmanlı ve geçmişle bugünü yavaş yavaş kavuşturan, bize de durumun vahametini bu anlatımla aktaran bir yapıda. insanı beklemediği anda kendisiyle yüzleştiren, adeta bir terapi seansındaymış gibi hissettiren tarafları da vardı.
ve dizinin en vurucu öğüdü şuydu bana kalırsa, maruz kalınan bir kötülüğü hayatından defetmeyi bilmiyorsan, öğrenemiyorsan ya da onunla yüzleşemiyorsan maalesef o şey bambaşka travmaların yolunu açıyor ve hayatın artık kalbur gibi delik deşik bir hal alıp onarılamaz hale geliyor.
özetle insanı paramparça eden ve kişisel yüzleşmelere kapı aralayan, izlemesi zorlu bir dizi.
taciz insana bunu yapıyor işte. beni şeye dönüştürdü, hayattaki bütün ucubeleri toplayan yapışkan bir banda, tiksinecekleri açık bir yaraya.

devamını gör...
8.
vaat
vaat, 1936 doğumlu güney afrika’lı bir yazar olan damon galgot’un 9. ve 2021 booker ödüllü, 278 sayfalık kitabı.
kitap 4 bölümden oluşuyor ve kitabın ilk bölümü, güney afrika'da 1948 ile 1994 yılları arasında resmi olarak uygulanan, apartheid denen ırkçı politika dönemine denk geliyor. sonraki 3 bölüm bu ırkçılığın biraz daha azaldığı ama içselleşmiş olması sebebiyle etkilerinin sürdüğü, mandela’nın yönetimde olduğu yıllarda geçiyor.
roman 1986 yılında evin annesinin, 30’lu yaşlarının sonunda vefat etmesiyle açılan bir aile hikâyesi sunuyor bize. 3 çocuktan oluşan 5 kişilik bu ailenin diğer fertlerinin ölümüyle devam eden romanda, her bölümde de bir ferdin ölümü ve o esnadaki aile ilişkileri konu ediliyor.
anne ölüm döşeğindeyken, yaşadıkları çiftliğin bir bölümünü, ailenin salome adındaki siyahi yardımcısına vermek istediğini söylüyor ve resmi olmayan bu vasiyeti/vaadi sadece ailenin en küçük kızı olan amor roman boyunca taşıyor.
amor çok küçük olduğu için ciddiye alınmıyor ve bu vaadin tutulmamasının arka planında siyahilerin hor görülerek bu hakka uygun görülmemesi de yer alıyor elbette.
sonrasındaki bölümler diğer aile fertlerinin ölümü ile açılıyor ve o ferdin cenazesi boyunca aile içindeki kopuklukları, yıllar geçtikçe ailenin birbirinden uzaklaşmasını ve her defasında da sadece amor’un ciddiye aldığı vaadin tutulmamasını okuyoruz.
insanlar yitirdikleri yüzünden hüzne batarak kendilerine acıyorlardı ama yanı başlarında kendilerinin yol açtıkları yitimlerin farkına bile varmıyorlardı.
kitap 4 bölümden oluşuyor ve kitabın ilk bölümü, güney afrika'da 1948 ile 1994 yılları arasında resmi olarak uygulanan, apartheid denen ırkçı politika dönemine denk geliyor. sonraki 3 bölüm bu ırkçılığın biraz daha azaldığı ama içselleşmiş olması sebebiyle etkilerinin sürdüğü, mandela’nın yönetimde olduğu yıllarda geçiyor.
roman 1986 yılında evin annesinin, 30’lu yaşlarının sonunda vefat etmesiyle açılan bir aile hikâyesi sunuyor bize. 3 çocuktan oluşan 5 kişilik bu ailenin diğer fertlerinin ölümüyle devam eden romanda, her bölümde de bir ferdin ölümü ve o esnadaki aile ilişkileri konu ediliyor.
anne ölüm döşeğindeyken, yaşadıkları çiftliğin bir bölümünü, ailenin salome adındaki siyahi yardımcısına vermek istediğini söylüyor ve resmi olmayan bu vasiyeti/vaadi sadece ailenin en küçük kızı olan amor roman boyunca taşıyor.
amor çok küçük olduğu için ciddiye alınmıyor ve bu vaadin tutulmamasının arka planında siyahilerin hor görülerek bu hakka uygun görülmemesi de yer alıyor elbette.
sonrasındaki bölümler diğer aile fertlerinin ölümü ile açılıyor ve o ferdin cenazesi boyunca aile içindeki kopuklukları, yıllar geçtikçe ailenin birbirinden uzaklaşmasını ve her defasında da sadece amor’un ciddiye aldığı vaadin tutulmamasını okuyoruz.
insanlar yitirdikleri yüzünden hüzne batarak kendilerine acıyorlardı ama yanı başlarında kendilerinin yol açtıkları yitimlerin farkına bile varmıyorlardı.

devamını gör...
9.
artificial intelligence
yönetmenliğini steven spielberg'in üstlendiği, başrollerinde haley joel osment (david), jude law, frances o'connor ve sam robards'ın yer aldığı 2001 yapımı bilimkurgu türündeki filmdir.
aslında stanley kubrick’in yapmayı planladığı bir proje ama onun kontrol konusundaki aşırı hassasiyeti sebebiyle tamamlanamıyor ve o öldükten sonra steven spielberg projeyi tamamlıyor.
film bilim insanlarından oluşan bir toplulukta, birebir insan görünümünde olan bir robotun tanıtılması sahnesi ile açılıyor. bu esnada robot konuşmayı devralıyor ve konuşması esnasında robotun eline ani bir şekilde iğne batırılıyor ve robot çığlık atıyor. robotta acı hafızası oluşuyor ve ikinci defa iğne batırılmak istendiğinde robot elini çekiyor.
böyle ilerlemiş bir teknoloji dünyasında, sevmek üzerine programlanmış çocuk robotlar tasarlanıyor ve film bu eksende, “çocuk robot” denilen bu robotlardan edinen bir ailenin hikâyesini anlatıyor.
filmde robotların yaygınlaşması, insanların onlardan sıkılıp onları sokağa atmaları; sokağa atılan robotların insanların eğlencesine dönüşmesi ele alınıyor.
film bilimkurgu türünde de olsa, insanın acımasızlığının tetiklenmesi, bilinçlenmiş bir varlığa olan şiddetinin beslenerek büyümesi ve kolektif kötülük gibi ahlaki temellere vurgu yapması yönünden çarpıcıydı.
aslında stanley kubrick’in yapmayı planladığı bir proje ama onun kontrol konusundaki aşırı hassasiyeti sebebiyle tamamlanamıyor ve o öldükten sonra steven spielberg projeyi tamamlıyor.
film bilim insanlarından oluşan bir toplulukta, birebir insan görünümünde olan bir robotun tanıtılması sahnesi ile açılıyor. bu esnada robot konuşmayı devralıyor ve konuşması esnasında robotun eline ani bir şekilde iğne batırılıyor ve robot çığlık atıyor. robotta acı hafızası oluşuyor ve ikinci defa iğne batırılmak istendiğinde robot elini çekiyor.
böyle ilerlemiş bir teknoloji dünyasında, sevmek üzerine programlanmış çocuk robotlar tasarlanıyor ve film bu eksende, “çocuk robot” denilen bu robotlardan edinen bir ailenin hikâyesini anlatıyor.
filmde robotların yaygınlaşması, insanların onlardan sıkılıp onları sokağa atmaları; sokağa atılan robotların insanların eğlencesine dönüşmesi ele alınıyor.
film bilimkurgu türünde de olsa, insanın acımasızlığının tetiklenmesi, bilinçlenmiş bir varlığa olan şiddetinin beslenerek büyümesi ve kolektif kötülük gibi ahlaki temellere vurgu yapması yönünden çarpıcıydı.

devamını gör...
10.
all of us strangers
taichi yamada'nın 1987 çıkışlı romanından romanın esinlenerek yaratılan ve belki de 2023 yılının en özel filmi.
filmin künyesinden bahsedersek şöyle; andrew scott ve paul mescal başrolü paylaşırken, anne ve baba rolünde de claire foy ile jamie bell'i görüyoruz.
film uyarlanırken romanın sadece ana omurgası alınmış, fakat etrafındaki her şey ve tüm dünya farklı bir şekilde yaratılmış.
filme gelirsek:
baş karakterimiz adam (andrew scott) bir yazar ve yazabilmek için boğuştuğu bir dönemde bir gün trenle çocukluğunun geçtiği mahalleye gidiyor ve burada yıllar önce ölmüş olan babasıyla karşılaşıyorlar. babasıyla birlikte çocukluğunun geçtiği eve gidiyorlar ve bu defa da kapıyı kaybettiği annesi açıyor.
bu karşılaşmadan sonra sık sık onları ziyarete gitmeye başlıyor ve bu ziyaretlerin paralelinde de yaşadığı apartmandaki tek komşusuyla (paul mescal) duygusal bir ilişki içine giriyor.
tüm bunlar olurken biz de baş karakterimizin yalnızlıkla, aile meseleleriyle, geçmiş hesaplarıyla, kendisiyle olan savaşıyla ve bir yasın nihayete ermeyen ağırlığıyla cebelleşmesine tanıklık ederken, kendimizi de bu duyguların pençesinde buluyoruz.
tutulmayan yasın insanı en zayıf anında alaşağı ettiğini bir kez daha gösteren; oyunculuklarından, mekan kullanımına, müziklerden daha bir çok şeye kadar çok incelikli düşünülmüş, insanın her hücresine işleyen ve insanı paramparça eden bir film.
ve disney plus'ta yayınlanmaya başlamış.
filmin künyesinden bahsedersek şöyle; andrew scott ve paul mescal başrolü paylaşırken, anne ve baba rolünde de claire foy ile jamie bell'i görüyoruz.
film uyarlanırken romanın sadece ana omurgası alınmış, fakat etrafındaki her şey ve tüm dünya farklı bir şekilde yaratılmış.
filme gelirsek:
baş karakterimiz adam (andrew scott) bir yazar ve yazabilmek için boğuştuğu bir dönemde bir gün trenle çocukluğunun geçtiği mahalleye gidiyor ve burada yıllar önce ölmüş olan babasıyla karşılaşıyorlar. babasıyla birlikte çocukluğunun geçtiği eve gidiyorlar ve bu defa da kapıyı kaybettiği annesi açıyor.
bu karşılaşmadan sonra sık sık onları ziyarete gitmeye başlıyor ve bu ziyaretlerin paralelinde de yaşadığı apartmandaki tek komşusuyla (paul mescal) duygusal bir ilişki içine giriyor.
tüm bunlar olurken biz de baş karakterimizin yalnızlıkla, aile meseleleriyle, geçmiş hesaplarıyla, kendisiyle olan savaşıyla ve bir yasın nihayete ermeyen ağırlığıyla cebelleşmesine tanıklık ederken, kendimizi de bu duyguların pençesinde buluyoruz.
tutulmayan yasın insanı en zayıf anında alaşağı ettiğini bir kez daha gösteren; oyunculuklarından, mekan kullanımına, müziklerden daha bir çok şeye kadar çok incelikli düşünülmüş, insanın her hücresine işleyen ve insanı paramparça eden bir film.
ve disney plus'ta yayınlanmaya başlamış.
devamını gör...
11.
tiamat
ihsan oktay anar'ın 2022 yılında yayınlanan 156 sayfalık son kitabıdır.
ben ihsan oktay anar'ın tüm kitaplarını, hatta bazılarını iki kez olmak üzere okudum.
favorilerim; suskunlar, puslu kıtalar atlası ve galiz kahraman. bu kitap bana kalırsa onların gölgesinde kalıyor ama asla ve asla eksiği yok.
şimdi kitaba geleyim: bana küçük bir alanda çekilmiş gerilim filmi izliyorum gibi hissettirdi. zaten yazar betimlemeleri korkunç bir ustalıkla yaptığı ve o ortamı direkt zihninizde canlandırdığı için film izliyor hissini çok daha kolay yakalıyorsunuz. üstelik gemicilikle ilgili bilmediğiniz onlarca terime rağmen.
alışılmışın dışında olan şunlardı; karakterler derinlikli değildi çünkü bu kitapta olay ön plandaydı. ihsan oktay anar'ın diğer romanlarında baş karakterin hayatla ilgili derdini, hayata bakış şeklini, kendini ikna yöntemlerini, zayıflıklarını, gücünü ve yolcuğunu okurduk ve o esnada da o karakteri tanırdık. ama bu kitap karakter değil de olay odaklıydı daha çok ve bir gerilim hikayesi tadında olduğundan kitabın hızlı bir ritmi vardı.
mekan da yine ezber bozan cinstendi. yazarın eski romanlarında istanbul'un tüm ara sokaklarında dolaşırken ve şehrin eski zamanlarına şahitlik ederken; bu kitapta bir denizaltına sıkışıp büyük bir olaya tanıklık ediyoruz.
kitapta çok sevdiğim bir cümle oldu, üzerine binlerce şey katabileceğimiz bir metafor aslında:
uzun zamandan beri cesurdu, çünkü korkulacak her şeyden bir kez korkmuş, geriye bir şey bırakmamıştı.
ben ihsan oktay anar'ın tüm kitaplarını, hatta bazılarını iki kez olmak üzere okudum.
favorilerim; suskunlar, puslu kıtalar atlası ve galiz kahraman. bu kitap bana kalırsa onların gölgesinde kalıyor ama asla ve asla eksiği yok.
şimdi kitaba geleyim: bana küçük bir alanda çekilmiş gerilim filmi izliyorum gibi hissettirdi. zaten yazar betimlemeleri korkunç bir ustalıkla yaptığı ve o ortamı direkt zihninizde canlandırdığı için film izliyor hissini çok daha kolay yakalıyorsunuz. üstelik gemicilikle ilgili bilmediğiniz onlarca terime rağmen.
alışılmışın dışında olan şunlardı; karakterler derinlikli değildi çünkü bu kitapta olay ön plandaydı. ihsan oktay anar'ın diğer romanlarında baş karakterin hayatla ilgili derdini, hayata bakış şeklini, kendini ikna yöntemlerini, zayıflıklarını, gücünü ve yolcuğunu okurduk ve o esnada da o karakteri tanırdık. ama bu kitap karakter değil de olay odaklıydı daha çok ve bir gerilim hikayesi tadında olduğundan kitabın hızlı bir ritmi vardı.
mekan da yine ezber bozan cinstendi. yazarın eski romanlarında istanbul'un tüm ara sokaklarında dolaşırken ve şehrin eski zamanlarına şahitlik ederken; bu kitapta bir denizaltına sıkışıp büyük bir olaya tanıklık ediyoruz.
kitapta çok sevdiğim bir cümle oldu, üzerine binlerce şey katabileceğimiz bir metafor aslında:
uzun zamandan beri cesurdu, çünkü korkulacak her şeyden bir kez korkmuş, geriye bir şey bırakmamıştı.
devamını gör...
12.
aftersun
charlotte wells in yazdığı ve yönettiği, paul mescal ve frankie corio nun başrolünde oynadığı 2022 yapımı dram filmi.
cannes film festivali'nde jüri ödülünü ve başka festivallerde de birçok ödülü silip süpürmüştü.
film annesi ve babası boşanmış 11 yaşındaki bir kızın babası ile birlikte türkiye'ye geldiği tatili anlatıyor.
filmin yönetmeni filmle ilgili;
geçmişten bir anıyı yad etmek ve o anın size hissettirdiğini hatırlamaya çalışmak yepyeni bir duyguyu beraberinde getiriyor
diyor ve film boyunca da bu taahhüt yerine geliyor zaten.
bir de ingilizce'ye çevrilmenin çok zor olduğu ve bir çok duygunun kombinasyonu olan "hasret" kelimesinin de filmi özetlediğini aktarıyor.
büyük ihtimalle herkesin bayılmayacağı, kişisel sebeplerle sevilecek bir film ama benim açımdan çok dağıtıcı ve vurucuydu.
yitik bir insanın ne olursa olsun mutlu olamaması ve o depresyon kuyusundan çıkamaması; kızının dahi o eli ne yaparsa yapsın tutamaması ve tüm bunların kişinin iradesinden bağımsız bir şekilde gerçekleşmesi insanı bin parçaya ayıran bir durum.
ben zaten küçük insan hikayelerine ve dramlarına bayılıyorum; hayatın yalın halini net bir şekilde gördüğüm bu film tam da öyle bir filmdi; dünyadaki 3-5 insan haricindeki kişiler için "kimse" olan birinin hikayesi şahane anlatılmıştı.
filmin vurucu hissi film bittikten, üzerinden günler geçtikten sonra üzerime gelmişti ve hala aklıma geldikçe o garip hüznü üzerimden atamıyorum.
ve film boyunca insanı tetikte tutan "kesin bi bokluk olacak" dürtüsü ve bunu paul mescal in bakışlarında görmek de müthiş bir seyir keyfiydi.
cannes film festivali'nde jüri ödülünü ve başka festivallerde de birçok ödülü silip süpürmüştü.
film annesi ve babası boşanmış 11 yaşındaki bir kızın babası ile birlikte türkiye'ye geldiği tatili anlatıyor.
filmin yönetmeni filmle ilgili;
geçmişten bir anıyı yad etmek ve o anın size hissettirdiğini hatırlamaya çalışmak yepyeni bir duyguyu beraberinde getiriyor
diyor ve film boyunca da bu taahhüt yerine geliyor zaten.
bir de ingilizce'ye çevrilmenin çok zor olduğu ve bir çok duygunun kombinasyonu olan "hasret" kelimesinin de filmi özetlediğini aktarıyor.
büyük ihtimalle herkesin bayılmayacağı, kişisel sebeplerle sevilecek bir film ama benim açımdan çok dağıtıcı ve vurucuydu.
yitik bir insanın ne olursa olsun mutlu olamaması ve o depresyon kuyusundan çıkamaması; kızının dahi o eli ne yaparsa yapsın tutamaması ve tüm bunların kişinin iradesinden bağımsız bir şekilde gerçekleşmesi insanı bin parçaya ayıran bir durum.
ben zaten küçük insan hikayelerine ve dramlarına bayılıyorum; hayatın yalın halini net bir şekilde gördüğüm bu film tam da öyle bir filmdi; dünyadaki 3-5 insan haricindeki kişiler için "kimse" olan birinin hikayesi şahane anlatılmıştı.
filmin vurucu hissi film bittikten, üzerinden günler geçtikten sonra üzerime gelmişti ve hala aklıma geldikçe o garip hüznü üzerimden atamıyorum.
ve film boyunca insanı tetikte tutan "kesin bi bokluk olacak" dürtüsü ve bunu paul mescal in bakışlarında görmek de müthiş bir seyir keyfiydi.
devamını gör...
13.
tatar çölü
üslubunu çok sevdiğim ve metaforlarına ayrı hayranlık duyduğum dino buzzati'nin belki de en çok bilinen kitabı.
sıradan insanlar için hayatın aslında çoğu zaman aynı aşamalardan ibaret olduğunu bambaşka bir anlatı içinde aktaran ve insanın kendisine ve hayatı yaşayışındaki tutumuna yönelik tüm zaaflarını çok güzel bir şekilde ortaya döken bir kitap.
hayat boyu, önümüzde hep çok fazla zaman varmış gibi yanılmamız ve bu yüzden de hep beklememiz; bir yandan da hem kendimize hem de çevremize yabancılaşmamız, hiçbir şey yapmasak da hep daha güzel şeylerin olmasını umut etmemiz, gençliğimize güvenip ertelemelerimiz ve "şimdilik böyle olsun, daha zaman var" deyişlerimiz ve değişikliğe gösterdiğimiz şuursuz dirençlerimiz…
hepsi muazzam bir akış içerisinde, ama bir yandan da durağan bir şekilde aktarılıyor ve her sayfada hayatlarımızı aslında herkesle nasıl benzer bir şekilde yaşadığımızı, bir yandan da özünde onu nasıl heba ettiğimizi, konfor alanından çıkmaya bilinçsiz direncimizi görüyoruz.
çünkü ne kadar hareketli yaşarsak yaşayalım, ne kadar farklı olduğumuza inanırsak inanalım, ne kadar büyük(!) şeyler yaparsak yapalım dost meclislerinde konuşulan şeyler hep benzer oluyor:
… isyan etmemiş, istifasını vermemiş, bu haksızlığı hiç ses etmeden kabullenmiş, her zamanki görevine dönmektedir. hatta ruhunun derinliklerinde, yaşamında büyük değişikliklerin böylece bertaraf edilmiş olmasından ve eski alışkanlıklarına aynen kavuşmaktan doğan utangaç bir hoşnutluk bile vardır.
sıradan insanlar için hayatın aslında çoğu zaman aynı aşamalardan ibaret olduğunu bambaşka bir anlatı içinde aktaran ve insanın kendisine ve hayatı yaşayışındaki tutumuna yönelik tüm zaaflarını çok güzel bir şekilde ortaya döken bir kitap.
hayat boyu, önümüzde hep çok fazla zaman varmış gibi yanılmamız ve bu yüzden de hep beklememiz; bir yandan da hem kendimize hem de çevremize yabancılaşmamız, hiçbir şey yapmasak da hep daha güzel şeylerin olmasını umut etmemiz, gençliğimize güvenip ertelemelerimiz ve "şimdilik böyle olsun, daha zaman var" deyişlerimiz ve değişikliğe gösterdiğimiz şuursuz dirençlerimiz…
hepsi muazzam bir akış içerisinde, ama bir yandan da durağan bir şekilde aktarılıyor ve her sayfada hayatlarımızı aslında herkesle nasıl benzer bir şekilde yaşadığımızı, bir yandan da özünde onu nasıl heba ettiğimizi, konfor alanından çıkmaya bilinçsiz direncimizi görüyoruz.
çünkü ne kadar hareketli yaşarsak yaşayalım, ne kadar farklı olduğumuza inanırsak inanalım, ne kadar büyük(!) şeyler yaparsak yapalım dost meclislerinde konuşulan şeyler hep benzer oluyor:
… isyan etmemiş, istifasını vermemiş, bu haksızlığı hiç ses etmeden kabullenmiş, her zamanki görevine dönmektedir. hatta ruhunun derinliklerinde, yaşamında büyük değişikliklerin böylece bertaraf edilmiş olmasından ve eski alışkanlıklarına aynen kavuşmaktan doğan utangaç bir hoşnutluk bile vardır.
devamını gör...
14.
sevgili arsız ölüm
ilk olarak 1983 yılında yayınlanan ve bugün de kitapçılarda "sevgili arsız ölüm 40 yaşında" etiketiyle görünce aklıma düşen roman.
evdeki yetişkinlerin çocukları kendi doğrularıyla terbiye etmeye çalıştıkça, terbiye edilmeye çalışılanların dönüştürülmek istenilen kişi olmaktan, dahası kendileri olmaktan da uzaklaşmaları; korkunç bir yalnızlık içinde köksüzleşmeleri anlatılıyor bu kitapta ve latife tekin bunu bambaşka bir anlatıyla aktarıyor.
hele ki dirmit'in yalnızlığı; o yalnızlığı tulumbayla arkadaş olarak gidermeye çalışması, öğretmeni olmayan okullara kaçıp kaçıp gitmesi, perdelerle konuşması, şiirlere tutunması, damlardan şehri izlemesi... ve her defasında da cinli (!) olmakla itham edilip yapayalnız bırakılması... çok can acıtıcı.
ilk okuyuşumda beni daha az etkilemişti ama bu yaşımda okuyunca hayran kaldım. zaten böyle bir kaleme ve anlatıya hayran kalmamak da mümkün değil sanırım.
çok kısa ve net cümlelerle yazılmasına rağmen inanılmaz bir üsluba sahip; gerçekle hayalin birbirine girdiği, yerel kültürümüzdeki bambaşka öğelerin yer aldığı nefis bir roman.
kitabın okumayı zorlaştıran birkaç yanı var, onları da söyleyeyim:
birincisi bölüm bölüm ayrılmamış; dümdüz bir anlatı. paragraflar da yer yer 2 sayfayı bulabiliyor. bölümleme olmadığı için konular arasındaki geçiş çok yumuşak, bu sebeple de konsantrasyon düştüğü anda kitaptan kopmak, "ben şimdi ne okuyordum?" demek çok kolay oluyor.
ikincisi de diyalog yok denecek kadar az, kitabın tüm özü betimlemeler ile verilmiş. yine bu da klasik bir roman çatısından farklı bir anlatı olduğu için içine girmek zorlaşabiliyor.
not: yüzyıllık yalnızlık tadında, nefis bir kitap ve bitirip kapağını kapatınca inanılmaz bir dünyaya tanıklık etmenin huzurunu hissediyor insan.
not2: son sayfalarda dirmit'in yaprak yaprak açılması da ne şahane bir edebi şovdu. her detayına bayıldım.
evdeki yetişkinlerin çocukları kendi doğrularıyla terbiye etmeye çalıştıkça, terbiye edilmeye çalışılanların dönüştürülmek istenilen kişi olmaktan, dahası kendileri olmaktan da uzaklaşmaları; korkunç bir yalnızlık içinde köksüzleşmeleri anlatılıyor bu kitapta ve latife tekin bunu bambaşka bir anlatıyla aktarıyor.
hele ki dirmit'in yalnızlığı; o yalnızlığı tulumbayla arkadaş olarak gidermeye çalışması, öğretmeni olmayan okullara kaçıp kaçıp gitmesi, perdelerle konuşması, şiirlere tutunması, damlardan şehri izlemesi... ve her defasında da cinli (!) olmakla itham edilip yapayalnız bırakılması... çok can acıtıcı.
ilk okuyuşumda beni daha az etkilemişti ama bu yaşımda okuyunca hayran kaldım. zaten böyle bir kaleme ve anlatıya hayran kalmamak da mümkün değil sanırım.
çok kısa ve net cümlelerle yazılmasına rağmen inanılmaz bir üsluba sahip; gerçekle hayalin birbirine girdiği, yerel kültürümüzdeki bambaşka öğelerin yer aldığı nefis bir roman.
kitabın okumayı zorlaştıran birkaç yanı var, onları da söyleyeyim:
birincisi bölüm bölüm ayrılmamış; dümdüz bir anlatı. paragraflar da yer yer 2 sayfayı bulabiliyor. bölümleme olmadığı için konular arasındaki geçiş çok yumuşak, bu sebeple de konsantrasyon düştüğü anda kitaptan kopmak, "ben şimdi ne okuyordum?" demek çok kolay oluyor.
ikincisi de diyalog yok denecek kadar az, kitabın tüm özü betimlemeler ile verilmiş. yine bu da klasik bir roman çatısından farklı bir anlatı olduğu için içine girmek zorlaşabiliyor.
not: yüzyıllık yalnızlık tadında, nefis bir kitap ve bitirip kapağını kapatınca inanılmaz bir dünyaya tanıklık etmenin huzurunu hissediyor insan.
not2: son sayfalarda dirmit'in yaprak yaprak açılması da ne şahane bir edebi şovdu. her detayına bayıldım.
devamını gör...
15.
kabil
jose saramago'nun çok tartışılan, ve belki de ülkesinden kovulmasında etkisi en büyük olan olan kitabı.
kronolojik olarak çok doğru ilerlemiyor olabilir ama tanrı tarafından sürgün edilen kabil'in bu kitaptaki yolculuğu; insanlık tarihinin görmüş olduğu ve insanlarca “hikmet” içerdiği düşünülen olayların iç yüzünü sorguluyor.
tanrının kibrini, bencilliğini, onun hiçbir eyleminin sorgulanmamasını gözler önüne seriyor biraz da… korkuyu bir kenara bırakıp da “neden?” sorusu sorulduğunda, yaşanılan her şeyden tanrı'nın sorumlu olduğunu keşfediyorsunuz sonrasında da.
olaylar adem ile havva'nın cennetten bir elma yiyerek kovulması ile başlıyor ve burada tanrı'nın kaosa olan düşkünlüğü jose saramago tarafından sorgulanıyor; “…. efendinin görgüsüzlüğü apaçık ortadadır; çünkü bu meyvenin yenmesini gerçekten istememiş olsaydı çare basitti: ağacı dikmemesi, başka bir yere yerleştirmesi veyahut dikenli tellerden bir çitle etrafını çevirmesi yeterli olurdu.”
sonra olaylar gelişiyor, bildiğimiz gibi adem ile havva cennetten kovuluyorlar.
kitapta tanrı'nın verdiği her musibetin sebebi sorgulanıyor ama en vurucu diyalog kabil'in insanlığın ilk cinayetini işlemesi ile yaşanıyor kitapta;
- kardeşine ne yaptın, diye sordu ve kabil ona başka bir soruyla cevap verdi,
+ kardeşimin bekçisi miyim ben,
- onu öldürdün,
+ doğru, ama ilk suçlu sensin, sen benim yaşamımı mahvetmeseydin onun yaşaması için kendi canımı verirdim,
- seni sınamak istemiştim,
+ sen kimsin ki kendi yarattıklarını sınıyorsun,
- ben her şeyin egemen sahibiyim,
+ bütün varlıkların da diyebilirsin, ama ne benim ne de özgürlüğümün sahibisin,
- öldürme özgürlüğünün mü?
+ tıpkı habil'i öldürmemi önleyebilecekken öldürmeme izin vermekte senin de özgür olduğun gibi, bütün diğer tanrılarda olduğu gibi sende de olan o yanılmazlık gururunu bir an terk etmen yeterli olurdu, bir an için gerçekten bağışlayıcı olman, alçak gönüllülük gösterip benim sunduğumu kabul etmen yeterli olurdu, çünkü onu reddetmemeliydin, tanrıların, ve tüm diğerleri gibi senin de, yarattığınızı söyledikleriniz karşısında görevleriniz var,
- isyankâr konuşuyorsun,
+ öyle olabilir, ama seni temin ederim ki eğer ben tanrı olsaydım, başkaldırıyı seçenlere şükürler olsun çünkü yeryüzünün krallığı onların olacaktır, derdim her gün,
- günaha giriyorsun,
+ belki, ama ne olursa olsun seninki kadar büyük bir günah değil, sen ki habil'in ölmesine izin verdin,
- onu sen öldürdün,
+ evet, doğru, infaz eden kol bendim, ama hükmü sen verdin,
- buradaki kanı ben dökmedim, kabil kötülükle iyilik arasında seçim yapabilirdi, eğer kötülüğü seçtiyse bunun bedelini ödeyecek,
+ bağa giren de bağcı kadar hırsızdır, dedi kabil,
- bu kan intikam diye bağırıyor, diye ısrar etti tanrı,
+ eğer böyleyse, sen de hem gerçek bir ölümle hem de henüz gerçekleşmemiş bir ölümle intikam alacaksın,
- daha açık konuş,
+ işiteceğin şey hoşuna gitmeyecek,
- bu seni durdurmasın, konuş,
+ basit, ben habil'i öldürdüm çünkü seni öldüremezdim, ama benim niyetimde sen ölüsün,
- ne demek istediğini anlıyorum, ama ölüm tanrılara yasaktır,
+ evet, oysa kendi adlarına ya da kendileri yüzünden işlenen bütün cinayetleri üstlenmeleri gerekir,
- tanrı masumdur, eğer o var olmasaydı da her şey aynı olurdu,
+ ama ben, öldürdüğüm için, karşıma çıkacak herhangi biri tarafından öldürülebilirim,
- böyle olmayacak, seninle bir anlaşma yapacağım,
+ dışlanan biriyle mi anlaşacaksın, diye sordu kabil, kulaklarına inanamıyordu,
- habil'in ölümü için sorumluluk paylaşımı anlaşması diyebilir,
+ o halde kendi suçluluk payını kabul ediyorsun,
- kabul ediyorum, ama kimseye söyleme, bu tanrı ile kabil arasındaki bir sır kalacak,
....
bu çarpıcı diyalog sonrası hikaye başlıyor ve kabilin yolu başka peygamber ve evliyalarla da kesişiyor kitapta. ve kabil tüm bu karşılaşmalarda hep sorguluyor tanrı'yı…
kronolojik olarak çok doğru ilerlemiyor olabilir ama tanrı tarafından sürgün edilen kabil'in bu kitaptaki yolculuğu; insanlık tarihinin görmüş olduğu ve insanlarca “hikmet” içerdiği düşünülen olayların iç yüzünü sorguluyor.
tanrının kibrini, bencilliğini, onun hiçbir eyleminin sorgulanmamasını gözler önüne seriyor biraz da… korkuyu bir kenara bırakıp da “neden?” sorusu sorulduğunda, yaşanılan her şeyden tanrı'nın sorumlu olduğunu keşfediyorsunuz sonrasında da.
olaylar adem ile havva'nın cennetten bir elma yiyerek kovulması ile başlıyor ve burada tanrı'nın kaosa olan düşkünlüğü jose saramago tarafından sorgulanıyor; “…. efendinin görgüsüzlüğü apaçık ortadadır; çünkü bu meyvenin yenmesini gerçekten istememiş olsaydı çare basitti: ağacı dikmemesi, başka bir yere yerleştirmesi veyahut dikenli tellerden bir çitle etrafını çevirmesi yeterli olurdu.”
sonra olaylar gelişiyor, bildiğimiz gibi adem ile havva cennetten kovuluyorlar.
kitapta tanrı'nın verdiği her musibetin sebebi sorgulanıyor ama en vurucu diyalog kabil'in insanlığın ilk cinayetini işlemesi ile yaşanıyor kitapta;
- kardeşine ne yaptın, diye sordu ve kabil ona başka bir soruyla cevap verdi,
+ kardeşimin bekçisi miyim ben,
- onu öldürdün,
+ doğru, ama ilk suçlu sensin, sen benim yaşamımı mahvetmeseydin onun yaşaması için kendi canımı verirdim,
- seni sınamak istemiştim,
+ sen kimsin ki kendi yarattıklarını sınıyorsun,
- ben her şeyin egemen sahibiyim,
+ bütün varlıkların da diyebilirsin, ama ne benim ne de özgürlüğümün sahibisin,
- öldürme özgürlüğünün mü?
+ tıpkı habil'i öldürmemi önleyebilecekken öldürmeme izin vermekte senin de özgür olduğun gibi, bütün diğer tanrılarda olduğu gibi sende de olan o yanılmazlık gururunu bir an terk etmen yeterli olurdu, bir an için gerçekten bağışlayıcı olman, alçak gönüllülük gösterip benim sunduğumu kabul etmen yeterli olurdu, çünkü onu reddetmemeliydin, tanrıların, ve tüm diğerleri gibi senin de, yarattığınızı söyledikleriniz karşısında görevleriniz var,
- isyankâr konuşuyorsun,
+ öyle olabilir, ama seni temin ederim ki eğer ben tanrı olsaydım, başkaldırıyı seçenlere şükürler olsun çünkü yeryüzünün krallığı onların olacaktır, derdim her gün,
- günaha giriyorsun,
+ belki, ama ne olursa olsun seninki kadar büyük bir günah değil, sen ki habil'in ölmesine izin verdin,
- onu sen öldürdün,
+ evet, doğru, infaz eden kol bendim, ama hükmü sen verdin,
- buradaki kanı ben dökmedim, kabil kötülükle iyilik arasında seçim yapabilirdi, eğer kötülüğü seçtiyse bunun bedelini ödeyecek,
+ bağa giren de bağcı kadar hırsızdır, dedi kabil,
- bu kan intikam diye bağırıyor, diye ısrar etti tanrı,
+ eğer böyleyse, sen de hem gerçek bir ölümle hem de henüz gerçekleşmemiş bir ölümle intikam alacaksın,
- daha açık konuş,
+ işiteceğin şey hoşuna gitmeyecek,
- bu seni durdurmasın, konuş,
+ basit, ben habil'i öldürdüm çünkü seni öldüremezdim, ama benim niyetimde sen ölüsün,
- ne demek istediğini anlıyorum, ama ölüm tanrılara yasaktır,
+ evet, oysa kendi adlarına ya da kendileri yüzünden işlenen bütün cinayetleri üstlenmeleri gerekir,
- tanrı masumdur, eğer o var olmasaydı da her şey aynı olurdu,
+ ama ben, öldürdüğüm için, karşıma çıkacak herhangi biri tarafından öldürülebilirim,
- böyle olmayacak, seninle bir anlaşma yapacağım,
+ dışlanan biriyle mi anlaşacaksın, diye sordu kabil, kulaklarına inanamıyordu,
- habil'in ölümü için sorumluluk paylaşımı anlaşması diyebilir,
+ o halde kendi suçluluk payını kabul ediyorsun,
- kabul ediyorum, ama kimseye söyleme, bu tanrı ile kabil arasındaki bir sır kalacak,
....
bu çarpıcı diyalog sonrası hikaye başlıyor ve kabilin yolu başka peygamber ve evliyalarla da kesişiyor kitapta. ve kabil tüm bu karşılaşmalarda hep sorguluyor tanrı'yı…
devamını gör...
16.
kapı
macar yazar olan magda szabo'nun kaleme aldığı, 1987 yılında yayımlanan müthiş incelikli, akıcı, naif, hüzünlü ve vurucu romanı.
özetlemek gerekirse şöyle bir roman: kadın bir yazar ev işlerinde yardımcı olması için bir hizmetçi tutuyor. roman boyunca birbirleriyle çelişen, sürekli gerginlik yaşayan ama birbirleri olmadan da yapamayacak olan iki kadını okuyoruz. hatta çoğu zaman bu ilişkinin toksik olduğu fikrine kapılıyoruz ama aralarındaki o bağı da görmezden gelemiyoruz.
arka kapak alıntısı:
benden bu denli farklı olmasına karşın nasıl oluyordu da bana bu kadar bağlanabiliyordu? benim neyimi sevdiğini anlayamamıştım doğrusu... daha önce de yazdığım gibi, o zamanlar henüz gençtim, bağlılığın ne denli mantıkdışı, ölümcül ve
güvenilmez bir duygu olduğunu henüz derinlemesine incelememiştim. karşılıklı bağlılığımız, aşk gibi, birtakım tanımlanamayan bileşkelerin sonucuydu çünkü birbirimizi kabullenebilmek için bir sürü ödün vermemiz gerekmişti.
kişisel değerlendirmem de şöyle;
insan, yüreğine saplanan bıçak eğer çok keskinse anında yere yığılmazmış. hepimiz biliyorduk ki emerenc'i yitirmenin acısı içimizi hemen şimdi kemirmeye başlamayacaktı, sonradan sarsılmaya başlayacak, ardından da yere yığılıverecektik, ama o kavanoz gibi garip biçimde de olsa hala bu dünyada mevcut olan emerenc'le burada, huzurunda değil, bir daha asla süpüremeyecek olduğu sokakta veya kadife patili, başıboş kedilerle köpeklerin sessizce sıvıştıkları ve yiyecek bulamadığı bahçelerde yüzleşecektik.
sonu başından belli olan kitaplardan kapı.
yani en baştan biliyoruz o huysuz ve ihtiyar kadının öleceğini ama tüm hikaye boyunca onu bize sevdiriyor ve tanıtıyor bu kitap. kitaptaki tüm yolculuk boyunca da herhangi bir duygunun katkısı olmayınca tüm tanımların biraz eksik kaldığını; bazen şefkat duygusunun sakin bir şekilde dile getirilemeyeceğini; tanrının bize aslında kulağını tıkadığını; ölümün baltasını tutan ellerin sevgi ve aşkın bileşiminden oluştuğunu; bağlılığın ne denli mantıkdışı ve ölümcül olduğunu; bazen birine verilebilecek en güzel hediyenin onun acı çekmesine engel olmak olduğun; ölümün başıboş kalmaktan çok daha merhametli olduğunu; bir şey ne kadar yalınsa onu anlamanın ve anlatmanın ne denli çetrefilli olduğunu; ölümün ölen kişi için her şeyi sıfırladığını öğreniyoruz.
not: bazı kitapları sesli okumayı tercih ediyorum, kedilerim de beni dinliyormuş gibi hissediyorum ve hoşuma gidiyor. bu kitabı okurken çok defa sesim titredi, çok defalar da gözyaşlarımdan dolayı sayfayı göremedim. ve katmanlı insan hikayesi sevenler için muazzam bir kitap önerisi olacağını düşünüyorum.
özetlemek gerekirse şöyle bir roman: kadın bir yazar ev işlerinde yardımcı olması için bir hizmetçi tutuyor. roman boyunca birbirleriyle çelişen, sürekli gerginlik yaşayan ama birbirleri olmadan da yapamayacak olan iki kadını okuyoruz. hatta çoğu zaman bu ilişkinin toksik olduğu fikrine kapılıyoruz ama aralarındaki o bağı da görmezden gelemiyoruz.
arka kapak alıntısı:
benden bu denli farklı olmasına karşın nasıl oluyordu da bana bu kadar bağlanabiliyordu? benim neyimi sevdiğini anlayamamıştım doğrusu... daha önce de yazdığım gibi, o zamanlar henüz gençtim, bağlılığın ne denli mantıkdışı, ölümcül ve
güvenilmez bir duygu olduğunu henüz derinlemesine incelememiştim. karşılıklı bağlılığımız, aşk gibi, birtakım tanımlanamayan bileşkelerin sonucuydu çünkü birbirimizi kabullenebilmek için bir sürü ödün vermemiz gerekmişti.
kişisel değerlendirmem de şöyle;
insan, yüreğine saplanan bıçak eğer çok keskinse anında yere yığılmazmış. hepimiz biliyorduk ki emerenc'i yitirmenin acısı içimizi hemen şimdi kemirmeye başlamayacaktı, sonradan sarsılmaya başlayacak, ardından da yere yığılıverecektik, ama o kavanoz gibi garip biçimde de olsa hala bu dünyada mevcut olan emerenc'le burada, huzurunda değil, bir daha asla süpüremeyecek olduğu sokakta veya kadife patili, başıboş kedilerle köpeklerin sessizce sıvıştıkları ve yiyecek bulamadığı bahçelerde yüzleşecektik.
sonu başından belli olan kitaplardan kapı.
yani en baştan biliyoruz o huysuz ve ihtiyar kadının öleceğini ama tüm hikaye boyunca onu bize sevdiriyor ve tanıtıyor bu kitap. kitaptaki tüm yolculuk boyunca da herhangi bir duygunun katkısı olmayınca tüm tanımların biraz eksik kaldığını; bazen şefkat duygusunun sakin bir şekilde dile getirilemeyeceğini; tanrının bize aslında kulağını tıkadığını; ölümün baltasını tutan ellerin sevgi ve aşkın bileşiminden oluştuğunu; bağlılığın ne denli mantıkdışı ve ölümcül olduğunu; bazen birine verilebilecek en güzel hediyenin onun acı çekmesine engel olmak olduğun; ölümün başıboş kalmaktan çok daha merhametli olduğunu; bir şey ne kadar yalınsa onu anlamanın ve anlatmanın ne denli çetrefilli olduğunu; ölümün ölen kişi için her şeyi sıfırladığını öğreniyoruz.
not: bazı kitapları sesli okumayı tercih ediyorum, kedilerim de beni dinliyormuş gibi hissediyorum ve hoşuma gidiyor. bu kitabı okurken çok defa sesim titredi, çok defalar da gözyaşlarımdan dolayı sayfayı göremedim. ve katmanlı insan hikayesi sevenler için muazzam bir kitap önerisi olacağını düşünüyorum.
devamını gör...
17.
galiz kahraman
ihsan oktay anar'ın alışılmışın dışında bir tarzda yazdığı; doğa üstü olaylardan ve büyük icatlardan uzak kitabı. ama bence çok güzel sosyolojik okumaları olan bir kitaptı. hatta genelin aksine ihsan oktay anar külliyatı içerisinde ön sıralara koyduğum bir kitap.
çok farklı tespitleri vardı. mesela hırsızlar gözünden hırsızlığı anlatıp, onların hırsızlığı neye dayanarak meşru kıldığını anlatıyor gayet etkileyici bir şekilde. zaten hepimiz başkalarına yanlış gelecek davranışlarımızı meşrulaştırmak için ikna etmiyor muyuz kendimizi? hepimizin bahaneleri yok mu hataları için?
işte kitapta hırsızlığın meşru görülme nedenleri:
hırsızlık camiasının reisi muhtar'a göre insanoğlunun imal ettiği şeylerin ancak yüzde yirmisi onun ihtiyaçlarının yüzde seksenini karşılıyorken, imal edilen şeylerin yüzde sekseni de ihtiyaçların kalan yüzde yirmisini karşılıyordu. buna göre imalatçıların yüzde yirmisinin ürünü olan ekmek, kumaş, tuğla, orak, çekiç, traktör, şimendifer gibi mallar ihtiyaçların yüzde sekseni iken; pasta, smokin, köşk, rols roys ve altmış metrelik hususi yat gibi şeyler de insanoğlunun ihtiyaçlarının sadece yüzde yirmisiydi. işte hırsız camiası da zaten bu yüzde yirminin peşindeydi. aslında yaptıkları işe hırsızlık demek haksızlık olurdu. çünkü onlar, tarih öncesinde atalarımızın yaptığı gibi toplayıcılıkla geçiniyorlardı. atalarımız nasıl ki tabiattan sebze, meyve topluyorlarsa, hırsızlar da şehirden altın, gümüş toplayan gözü tok insanlardı.
özetle kitapta kaybetmişlerin, suçluların, yitik insanların nasıl hayatta kaldığı anlatılıyor.
karakterlerin yaptıkları hataları nasıl meşru gördüğü, kendileriyle nasıl savaş vermediği anlatılıyor.
kendimizi ikna etme yeteneğimiz olmasaydı çok zor olmaz mıydı hepimiz için yaşamak? hangimiz mükemmeliz ki?
işte toplum açısından berbat halde sayılabilecek olan amil'in kendini neye dayanarak üstün görebildiğinin hikayesidir bu. zaten herkesin kendince bir sebebi vardır kendini sevebilmek için; herkese rağmen. hepimizin "amil" olan yönleriyle nasıl başa çıktığının cevabıdır bu kitap. hepimizin birer "galiz kahraman" oluşunun öyküsüdür.
çok farklı tespitleri vardı. mesela hırsızlar gözünden hırsızlığı anlatıp, onların hırsızlığı neye dayanarak meşru kıldığını anlatıyor gayet etkileyici bir şekilde. zaten hepimiz başkalarına yanlış gelecek davranışlarımızı meşrulaştırmak için ikna etmiyor muyuz kendimizi? hepimizin bahaneleri yok mu hataları için?
işte kitapta hırsızlığın meşru görülme nedenleri:
hırsızlık camiasının reisi muhtar'a göre insanoğlunun imal ettiği şeylerin ancak yüzde yirmisi onun ihtiyaçlarının yüzde seksenini karşılıyorken, imal edilen şeylerin yüzde sekseni de ihtiyaçların kalan yüzde yirmisini karşılıyordu. buna göre imalatçıların yüzde yirmisinin ürünü olan ekmek, kumaş, tuğla, orak, çekiç, traktör, şimendifer gibi mallar ihtiyaçların yüzde sekseni iken; pasta, smokin, köşk, rols roys ve altmış metrelik hususi yat gibi şeyler de insanoğlunun ihtiyaçlarının sadece yüzde yirmisiydi. işte hırsız camiası da zaten bu yüzde yirminin peşindeydi. aslında yaptıkları işe hırsızlık demek haksızlık olurdu. çünkü onlar, tarih öncesinde atalarımızın yaptığı gibi toplayıcılıkla geçiniyorlardı. atalarımız nasıl ki tabiattan sebze, meyve topluyorlarsa, hırsızlar da şehirden altın, gümüş toplayan gözü tok insanlardı.
özetle kitapta kaybetmişlerin, suçluların, yitik insanların nasıl hayatta kaldığı anlatılıyor.
karakterlerin yaptıkları hataları nasıl meşru gördüğü, kendileriyle nasıl savaş vermediği anlatılıyor.
kendimizi ikna etme yeteneğimiz olmasaydı çok zor olmaz mıydı hepimiz için yaşamak? hangimiz mükemmeliz ki?
işte toplum açısından berbat halde sayılabilecek olan amil'in kendini neye dayanarak üstün görebildiğinin hikayesidir bu. zaten herkesin kendince bir sebebi vardır kendini sevebilmek için; herkese rağmen. hepimizin "amil" olan yönleriyle nasıl başa çıktığının cevabıdır bu kitap. hepimizin birer "galiz kahraman" oluşunun öyküsüdür.
devamını gör...
18.
beni kör kuyularda
hasan ali toptaş'ın 2019 yılında yayınlanan son romanı.
kitabın anlattığı şey büyülü gerçeklik üzerinden, alegorik bir anlatımla gerçeğin ve toplumun ta kendisi. kokuşmuş, çürümüş bir düzende insanların nasıl sağır, dilsiz ve kör olduğu.
gördüğümüz kötü bir durum karşısında sadece "vah vah" demenin bizi iyi yaptığını sanıyoruz, bir haksızlığı sadece fark etmekle kendimizi ahlak sahibi ilan ediyoruz artık. ama eyleme geçmeyen hiçbir söz, hiçbir acıma duygusu, hiçbir vicdan hesaplaşması bizi iyi insan yapmaya yetmiyor; o yol daha zorlu ve çetin, herkes kolay kolay yürüyemez.
bir de haksızlığı dile getirene çığırtkan gözüyle bakıyoruz; "bu senin işin mi, boş ver." diyoruz.
kabulleniyoruz; asla değiştirmeye çalışmadan, olağan haliyle kabulleniyoruz ama mutlaka kınıyoruz (!), çünkü duyarlı (!) insanlarız hepimiz.
özetle insanların yanlışa yanlış dediğini (kendi içinden), ahlaksızlığa ahlaksızlık dediğini, vicdansızlığa vicdansızlık dediğini, ama düzeltmek için kimsenin kılını kıpırdatmadığını, üzerine o durumun seyircisi olduğunu, "aman ağzımızın tadı kaçmasın." diyerek sustuğunu ve bir şekilde bu pespaye düzeni garip bir hazla izlediğini ve onun bir parçası olduğunu görmek derinden etkiliyor insanı.
tüm bunlar olurken;
.... dışarıdaki karanlık yavaş yavaş soğudu yine, camlar, çerçeveler soğudu, duvarlar soğudu, otlar soğudu, boşmuş gibi görünen doluluklar, doluymuş gibi görünen boşluklar soğudu, bayır soğudu, kurumuş derenin çamurları, taşları soğudu ve gece çatıların, evlerin ağaçların ve irili ufaklı cümle mahlukatın üzerine basa basa yürüdü, o yürürken yine polis karakolları, hastahanelerin acil servisleri, kumarhaneler, barlar doldu taştı, şehrin çeşitli köşelerinde yine kadehler kaldırılıp renkli ışıklar altında şarkılar türküler söylendi, çeşitli köşelerinde çeşitli sebeplerle gözyaşları döküldü, çeşitli köşelerinde sevişildi, çeşitli köşelerinde kırılmış yaprak tadında susuldu, çeşitli köşelerinde ölümüne dövüşüldü, çeşitli köşelerinde kaba adamlar sürekli incelikten, kibirliler dönüp dolaşıp tevazudan, kötüler ısrarla iyilikten söz etti ve artık sonunda ortalık yavaş yavaş ağarmaya başladı.
ve bu pejmürde düzen bir yolunu bulup devam etti.
not: hasan ali toptaş ile aynı dönemde yaşayıp kitaplarını okuyabilmek, üstelik ana dilinde okuyabilmek büyük lütuftu.
malum taciz krizlerinden sonra elimiz varmıyor okumaya belki ama sanatın sanatçıdan bağımsız olduğu fikrine sığınarak bu yazıyı yazdım. bugünlerde yaşadığım can sıkıcı birkaç şey de kitabı akıma düşürdü aslında, yazmamda bunun etkisi büyük.
kitabın anlattığı şey büyülü gerçeklik üzerinden, alegorik bir anlatımla gerçeğin ve toplumun ta kendisi. kokuşmuş, çürümüş bir düzende insanların nasıl sağır, dilsiz ve kör olduğu.
gördüğümüz kötü bir durum karşısında sadece "vah vah" demenin bizi iyi yaptığını sanıyoruz, bir haksızlığı sadece fark etmekle kendimizi ahlak sahibi ilan ediyoruz artık. ama eyleme geçmeyen hiçbir söz, hiçbir acıma duygusu, hiçbir vicdan hesaplaşması bizi iyi insan yapmaya yetmiyor; o yol daha zorlu ve çetin, herkes kolay kolay yürüyemez.
bir de haksızlığı dile getirene çığırtkan gözüyle bakıyoruz; "bu senin işin mi, boş ver." diyoruz.
kabulleniyoruz; asla değiştirmeye çalışmadan, olağan haliyle kabulleniyoruz ama mutlaka kınıyoruz (!), çünkü duyarlı (!) insanlarız hepimiz.
özetle insanların yanlışa yanlış dediğini (kendi içinden), ahlaksızlığa ahlaksızlık dediğini, vicdansızlığa vicdansızlık dediğini, ama düzeltmek için kimsenin kılını kıpırdatmadığını, üzerine o durumun seyircisi olduğunu, "aman ağzımızın tadı kaçmasın." diyerek sustuğunu ve bir şekilde bu pespaye düzeni garip bir hazla izlediğini ve onun bir parçası olduğunu görmek derinden etkiliyor insanı.
tüm bunlar olurken;
.... dışarıdaki karanlık yavaş yavaş soğudu yine, camlar, çerçeveler soğudu, duvarlar soğudu, otlar soğudu, boşmuş gibi görünen doluluklar, doluymuş gibi görünen boşluklar soğudu, bayır soğudu, kurumuş derenin çamurları, taşları soğudu ve gece çatıların, evlerin ağaçların ve irili ufaklı cümle mahlukatın üzerine basa basa yürüdü, o yürürken yine polis karakolları, hastahanelerin acil servisleri, kumarhaneler, barlar doldu taştı, şehrin çeşitli köşelerinde yine kadehler kaldırılıp renkli ışıklar altında şarkılar türküler söylendi, çeşitli köşelerinde çeşitli sebeplerle gözyaşları döküldü, çeşitli köşelerinde sevişildi, çeşitli köşelerinde kırılmış yaprak tadında susuldu, çeşitli köşelerinde ölümüne dövüşüldü, çeşitli köşelerinde kaba adamlar sürekli incelikten, kibirliler dönüp dolaşıp tevazudan, kötüler ısrarla iyilikten söz etti ve artık sonunda ortalık yavaş yavaş ağarmaya başladı.
ve bu pejmürde düzen bir yolunu bulup devam etti.
not: hasan ali toptaş ile aynı dönemde yaşayıp kitaplarını okuyabilmek, üstelik ana dilinde okuyabilmek büyük lütuftu.
malum taciz krizlerinden sonra elimiz varmıyor okumaya belki ama sanatın sanatçıdan bağımsız olduğu fikrine sığınarak bu yazıyı yazdım. bugünlerde yaşadığım can sıkıcı birkaç şey de kitabı akıma düşürdü aslında, yazmamda bunun etkisi büyük.
devamını gör...
19.
six feet under
izledikten sonra; "bendeki bir şeyi tamamladı." dediğim tek dizi olabilir.
hayata dair herhangi bir şeyin dizilerden, filmlerden öğrenilebileceğine çok ihtimal vermiyorum aslında ama bu dizide bambaşka bir gerçeklik var.
ölümü birinci elden yaşamış, bununla yaşamanın bir yolunu bulmuş, artık gülerken ve mutlu olurken suçlu hissetmeyen, özetle ölüme alışmış biri olarak şu sorularla bitirmiştim diziyi; bir insan bu kadar büyük bir kayıp yaşayıp da hayatına nasıl devam edebilir? dünya nasıl dönmeyi bırakmaz? nasıl dünyanın bir yerinde birileri gülebilir?
ve en önemlisi olanlar hiç olmamışçasına ben nasıl devam ediyorum hayata?
bir kere dizinin inanılmaz etkileyici tarafı gerçek olması; kimse salt iyi değil, kimse salt kötü değil, kimse salt güzel değil, kimse salt çirkin değil. kimse her şeyi muazzam bir doğrulukla yaşamıyor, ya da kimse boğazına kadar bokun içinde debelenmiyor. hayatımız boyunca karşılaştığımız, karşılaşacağımız insanlardan hiç farklı değil karakterler.
bu dizi ile ilgili ne anlatabileceğimi bilmiyorum bile ama tamamen hayat ve hayatın en büyük gerçeği ölümle ilgili bir şey.
özetle muhteşem bir sıradanlık dizisi, muhteşem bir aile hikayesi ve o aile içindeki her bireyin tüm zaaflarıyla, doğrularıyla, yanlışlarıyla, acılarıyla, varoluşsal sancılarıyla yollarını bulduğu bir yolculuk hikayesi.
ve hayat kadar gerçek olduğundan mizahı da, absürtlüğü de eksik değil.
hayata dair herhangi bir şeyin dizilerden, filmlerden öğrenilebileceğine çok ihtimal vermiyorum aslında ama bu dizide bambaşka bir gerçeklik var.
ölümü birinci elden yaşamış, bununla yaşamanın bir yolunu bulmuş, artık gülerken ve mutlu olurken suçlu hissetmeyen, özetle ölüme alışmış biri olarak şu sorularla bitirmiştim diziyi; bir insan bu kadar büyük bir kayıp yaşayıp da hayatına nasıl devam edebilir? dünya nasıl dönmeyi bırakmaz? nasıl dünyanın bir yerinde birileri gülebilir?
ve en önemlisi olanlar hiç olmamışçasına ben nasıl devam ediyorum hayata?
bir kere dizinin inanılmaz etkileyici tarafı gerçek olması; kimse salt iyi değil, kimse salt kötü değil, kimse salt güzel değil, kimse salt çirkin değil. kimse her şeyi muazzam bir doğrulukla yaşamıyor, ya da kimse boğazına kadar bokun içinde debelenmiyor. hayatımız boyunca karşılaştığımız, karşılaşacağımız insanlardan hiç farklı değil karakterler.
bu dizi ile ilgili ne anlatabileceğimi bilmiyorum bile ama tamamen hayat ve hayatın en büyük gerçeği ölümle ilgili bir şey.
özetle muhteşem bir sıradanlık dizisi, muhteşem bir aile hikayesi ve o aile içindeki her bireyin tüm zaaflarıyla, doğrularıyla, yanlışlarıyla, acılarıyla, varoluşsal sancılarıyla yollarını bulduğu bir yolculuk hikayesi.
ve hayat kadar gerçek olduğundan mizahı da, absürtlüğü de eksik değil.
devamını gör...
20.
tiny beautiful things
duygusal olarak insanı ele geçiren ve insanın kalbini un ufak eden 8 bölümlük bir mini dizi.
başrolde muazzam oyunculuğuyla kathryn hahn ile birlikte yan rollerde yine ışıl ışıl bir oyuncu olan merritt wever ve sarah pidgeon yer alıyor.
evli ve genç bir kızı olan; evliliğinde sorunlar yaşayan, kızıyla arasında duvarlar olan orta yaşlarda bir kadının hayatını toplama ya da toplayamama yolculuğunu izliyoruz.
bu karakter psikolojik bir sınav veren ve genç kızlığında yaşadığı kaybın yasını sağlıklı bir şekilde yönetememiş; o yüzden de aradan geçen yıllara rağmen o yastan kendini kurtaramamış biri.
dizi lineer bir anlatımda ilerlemiyor. bugünü yaşarken geçmişte de o kayba doğru ilerleyen sancılı süreci izliyoruz ve dizi boyunca bu yasın izini sürüyoruz adeta.
özetle bu dizi yas ve yasla baş edememe üzerine muazzam bir drama. tüm o yas sürecinde genç bir kadının nasıl yolunu kaybettiğini gördükçe tek kaybolanın ben olmadığımı görmek de ekstra vurucu oldu benim için.
herkesin bir yası tutma şekli kendine özeldir, eşsizdir belki ama bazı noktalarda da birbirimizle benzer şekilde yitiyoruz galiba.
ve şu öğüt, ya da tespit; her neyse, aklımızda kalsın;
iyileşmek basit ve normal bir şeydir. ve elimizdeki tek şeydir.
karakter işsiz kaldığı bir noktada "sugar" nickname'i ile güzin ablalık yapmaya başlıyor ve verdiği tavsiyeler, o tavsiyelerin kendi hayatıyla paralelliği de ayrı olarak çok güzeldi.
başrolde muazzam oyunculuğuyla kathryn hahn ile birlikte yan rollerde yine ışıl ışıl bir oyuncu olan merritt wever ve sarah pidgeon yer alıyor.
evli ve genç bir kızı olan; evliliğinde sorunlar yaşayan, kızıyla arasında duvarlar olan orta yaşlarda bir kadının hayatını toplama ya da toplayamama yolculuğunu izliyoruz.
bu karakter psikolojik bir sınav veren ve genç kızlığında yaşadığı kaybın yasını sağlıklı bir şekilde yönetememiş; o yüzden de aradan geçen yıllara rağmen o yastan kendini kurtaramamış biri.
dizi lineer bir anlatımda ilerlemiyor. bugünü yaşarken geçmişte de o kayba doğru ilerleyen sancılı süreci izliyoruz ve dizi boyunca bu yasın izini sürüyoruz adeta.
özetle bu dizi yas ve yasla baş edememe üzerine muazzam bir drama. tüm o yas sürecinde genç bir kadının nasıl yolunu kaybettiğini gördükçe tek kaybolanın ben olmadığımı görmek de ekstra vurucu oldu benim için.
herkesin bir yası tutma şekli kendine özeldir, eşsizdir belki ama bazı noktalarda da birbirimizle benzer şekilde yitiyoruz galiba.
ve şu öğüt, ya da tespit; her neyse, aklımızda kalsın;
iyileşmek basit ve normal bir şeydir. ve elimizdeki tek şeydir.
karakter işsiz kaldığı bir noktada "sugar" nickname'i ile güzin ablalık yapmaya başlıyor ve verdiği tavsiyeler, o tavsiyelerin kendi hayatıyla paralelliği de ayrı olarak çok güzeldi.

devamını gör...