ay’a ayak bastıktan sonra dünya’ya dönen neil armstrong ve ekibini, yurt dışından geldikleri gerekçesiyle gümrük kontrolünden geçirmeleri.
devamını gör...

yazılı tarihin ilk dönemlerinde de kendisine yer bulabilmiş sorundur.

asurlarda bakire bir gelin almak, kocası için bir güç göstergesiydi ve onun evlilik öncesinde bakire kalmak suretiyle korunması, baba ve erkek kardeşler için bir kontrol testiydi. kızı nişanlıyken tecavüze uğrayan asurlu babaya, kızını bakireler için öngörülen yüksek fiyata evlendirme şansını yitirdiği için kefaret ödenirdi. ve adam, canı isterse tecavüzcünün annesini de kendisine köle olarak alabilirdi.

fakat bu sistem tevrat ile değişmedi. kızlar, tecavüzcüleriyle evlendirilmeye başlandılar. çünkü artık kimse onlarla evlenmiyordu. yani tecavüzcünün cezası, tecavüz ettiği kadınla evlenmek ve ailesine para vermekti.

ibrani geleneğinde kızının bekaretini ispatlamak babaya düşerdi. eğer gelinin bakire olmadığına dair bir suçlama varsa, gerdek gecesi kullanılan çarşaf otorite veya şehrin ileri gelenlerine sunulurdu. eğer delil yetersiz gelirse gelin evinin önünde taşlanarak öldürülürdü. burada dikkat edilmesi gereken husus; kadının kocası tarafından değil, tüm erkekler tarafından taşlanarak öldürülmesidir. çünkü evlilik dışı cinsel birliktelik tek bir erkeğe değil, bütün erkekliğe karşı işlenmiş bir suç olarak kabul görüyordu.

peki bunlar çok mu eskide kaldı?

1998 yılında bu ülkenin kadın ve aileden sorumlu bakanı ışılay saygın, bekaret muayenesi yaptırmamak için intihar eden kadınlara “bekaret kontrolü, önemli bir önleyici konudur. eğer genç bir kız kendisini bekaret kontrolü yüzünden öldürüyorsa, kendisini öldürmüş olur, o kadar da önemli değil, sadece birkaç tane kız. kızların erkeklerle böyle bir diyaloğa girmelerine izin vermeyin.” diyordu.

3-4 ay önce melek aslan’ın sevgilisiyle olan fotoğraflarının eski sevgilisi aracılığıyla ailesine ulaştırılıp, erkek kardeşi tarafından öldürülmesi de aynı temellere dayanıyor. güya namuslarını temizliyorlar. yani fıtrat değişir sanmayın, bu kan da yine o aynı kandır.
devamını gör...

simülasyonun bir açığı vardır ve o da bu insanlardır. gece üçte, sabah beşte, bir köprünün girişinde ya da parklarda denk gelebilirsiniz bu insanlara. bazıları sürekli yürüyor, bazıları hep düşünceli, bazıları da şarkılar mırıldanıyor. nereye giderler, ne düşünürler, ne mırıldanırlar kimse bilmiyor. sadece varlar.
devamını gör...

kendi hallerinde, kendi kendilerine yuvarlanıp giden insanlardır. böyle insanların diğer ortak özelliklerinden birisi de sanırım mütevazı olmaları. bu yüzden diğer insanlar da çoğunlukla bu kişilere saygı göstermek yerine kendi çıkarları uğruna kullanmayı yeğlerler. fazla tevazunun sonunun vasattan nasihat dinlemek olduğu gibi, fazla saygının sonu da benlik kaynaklarının tükenmesine yol açar. saygının da tevazunun da yakıtı vardır ve tükenebilir.
devamını gör...

-kitap okuyor musunuz bay anderson?
+okumuyorum, eksikliğini de hissetmiyorum.
-ama biz hissediyoruz.

ölü ozanlar derneği, 1989
devamını gör...

kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel

veganların argümanlarını çok doğru buluyorum ve yaptıkları şey de çok fedakarca. ama veganlıkta da bir aymazlık var. bir kere çok bireysel bir eylem. siz evde vegan oluyorsunuz ama mezbahaların bundan haberi yok. orada şey konuşulmuyor, bilmem kim insanın hayvan üzerindeki tahakkümüne karşı et yemeyi bırakmış. aa öyle mi? onun yediği üç danayı çayırlara salalım diye bir şey konuşulmuyor. o üç dana yine kesiliyor ama siz yemediğiniz için üretim fazlası olarak çöpe gidiyor. çok daha büyük bir problem var ortada, varoluşsal problem gibi.

artık hayvanların %90’ı çiftliklerde, insanlar yesin diye üretiliyor. yani hepimiz vegan olursak o kuzular, o danalar hiç hayata gelemeyecek. hormonlu da olsa o otların tadına bakamayacaklar. kardeşleriyle veya anneleriyle vakit geçiremeyecekler. hepimiz vegan olursak, yaşayan hayvan nüfusu %90 azalıyor. toplu kürtaj gibi. ama bir vegana sorsanız şöyle der: vegan olmaya karar verdim vicdanım çok rahat. vegan olmaya karar vermek geçtiğimiz 25 yıl boyunca cinayet işlediğini kabul etmek anlamına gelmiyor mu? en mutlu günlerinde, doğum günlerinde, rakı masanda tabağında cesetler vardı, köfteler. ve bir insanın nasıl 25 yıllık eli kanlı bir katil olduğunu anladığı anla, vicdanının rahatladığı an aynı olabilir? ki katillikten emekli olmak diye bir şey var mı yani? jack the ripper şöyle bir şey diyebilir mi, kadınların karnını deşmenin yanlış bir şey olduğunu farkettim, okumalar yaptım üzerine, karın deşmeden de hayatımı devam ettirebileceğime karar verdim, karın deşmeyi bırakıyorum, vicdanım çok rahat. hatta parklarda gençlerle sohbet açmaya çalışır ben de katil emeklisiyim diye. orayı da mahvettiler hep kendi adamlarını doldurdular.* adam gelmiş çocuk kesmem diyor, oldu paşam.

veganların ikinci cümlesi ise hemen vegan olur olmaz geride kalanlara sallamak, “iğrenç katiller siz şu an ceset yiyorsunuz” ya daha dün sen oradaydın. hatta son bir sağlam yedin yani. vegan oluyorum kebabı yedin. bir insan neden ayrılır ayrılmaz geride kalan gruba böyle söver? chp’den ayrılanlar gibi...

geçtiğimiz 25 yıl boyunca sen benim iki katım et yedin ya. ben ailemin maddi durumu nedeniyle bulgur ağırlıklı beslenirken sen 50 yıllık et yedin belki, benim daha 25 yılım var hem et yiyip hem vicdanımı rahatlatabilmem için. bunlar tabii ki basit tutarsızlıklar ve ironiler.

benim veganlıkla ilgili sıkıntım işlevsizliğiyle. bu yüzden bir öneride bulunacağım. eğer daha fazla hayvanın hayatını kurtarmak istiyorsak bence, vegan olmak yerine, zengin çocuğu öldürmeliyiz. çünkü zengin çocuğu sürekli et yiyor. sabah, öğle, akşam steak houselar, baconlar ve onların yediği etler bizimki gibi ekmek içli, bulgurlu köfteler değil. baya dananın karnından bir dilim alıyorlar karabiber, tuz çıs çıs. yani dananın gönlünden kopan bir parçayı yiyorlar. çocuklarına daha da yediriyorlar semirsinler diye. ve 10 yaşında bir zengin çocuğuna ayda 1 kuzu gidiyordur bence. iyimser konuşuyorum. buradan bir hesap yapacak olursak, 10 yaşındaki bir hayvan katilini saf dışı bıraktığımızda ayda 1 kuzudan, yılda 12 kuzunun hayatını kurtarmış oluyoruz. ki bunlar minimum rakamlar. yani çocuğu öldürüldüğü için iştahı kesilecek ebeveynleri hesaba katmıyorum bile.

tabii burada şöyle bir soru gelebilir, ya öldürdüğümüz çocuk kuzu katili değil de geleceğin vegan aktivistiyse? ya sömürüye karşı omuz omuza savaşacağımız birini öldürdüysek? vicdani açıdan doğru, sınıfsal açıdan eksiklikler içeren bir soru. ona da çözümüm basit: 1 değil 2 zengin çocuğu öldürmek. zenginlerin ebeveynleri işkolik olduğu için genelde çocuklar bir dadı etrafında takılırlar yani birini öldürmek için gittiğinizde diğerini de çok rahat öldürebilirsiniz. ekstra bir külfeti yok. ben bunları niye anlatıyorum size? gidelim çocuk öldürelim diye anlatmıyorum tabii ki. zengini de bizim çocuğumuz fakiri de. ben bunları yarın vegan olduğumuzda önyargılarımızın esiri olup zor duruma düşmeyelim diye anlatıyorum. mesela vegan oldunuz ve bir restorana gittiniz, et yiyen birini gördünüz, “hayvan düşmanı pislik herif şu an tabağında bir ceset var” dediğinizde size şunu diyebilir: hayvan düşmanı mı? sen benim kaç zengin çocuğu öldürdüğümü biliyor musun?
deniz göktaş

kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel
devamını gör...

ve ben aralarından geçer giderim.
devamını gör...

kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel
devamını gör...

1- the century of the self -> belgeselde sigmund freud’un öğretilerinin toplumsal kitleler üzerinde nasıl kullanıldığı anlatılmış diyerek kısa bir özet cümlesi kurabiliriz.
freud’a göre insanın doğuştan sahip olduğu arzuları, istekleri yani irrasyonel yönü bilinçdışı ile kontrol edilmelidir. insan arzularını değil, arzuları insanı yönetir. sigmund freud’un bilinçdışı kavramının yeğeni edward bernays tarafından kamuoyunu yönlendirmek, özellikle ürünlerin satılmasını sağlamak için nasıl kullanıldığı ayrıntılı bir şekilde anlatılmış. yani, insanların sadece ihtiyacı oldukları şeyleri satın alırken nasıl ihtiyaç olmayan şeyleri almaya başladıkları kısaca tüketici toplumunun temellerinin nasıl atıldığı hakkında örnekler bulunuyor. bütün bu söylenenlerin psikanalizle yapıldığını görebiliyoruz.

3- food, inc -> tabağımıza koyduğumuz yemek nereden geliyor, paketlenmek ve o paketin içinde kalabilmek için neler yaşıyor, doğal dediğimiz birçok ürün aslında nasıl bir çöpten ibaret, hayvanlar insanlıktan neler çekiyor ve gıda işçileri ne gibi şartlarda yaşıyor. izledikten sonra gidip organik market kapısı yalayacağınız bir belgesel.

3- taboo -> dünyanın büyük bir çoğunluğu için tabu sayılacak çok çok ilginç şeylerin bazı kabilelerde, toplumlarde nasıl ritüelleştirildiğini gördükçe saç baş yolacaksınız. özellikle afrika ve asya'nın bizden ne kadar farklı olduğunu bir kez daha anlamak için muazzam belgesel.
devamını gör...

toplanın ışın kılıcı yapıyoruz!

evvet arkadaşlar kanalıma hoş geldiniz, abone olmayı ve beğenmeyi unutmayın lütfen.

birincisi, ışın kılıcı dediğimiz şey baya güçlü bir alet. öncelikle sağı solu hiç zorlanmadan kesip biçecek bir şey kullanmamız lazım. demek ki bunun için lazer kullanacağız. ikincisi, vuu vuu diye sesi var. ışın sesi ya da gürültüsü diyebiliriz ona ve onu da çözeriz. ama star wars’taki gibi olmaz bu, çünkü o topraklama hatası sesi, bizimkisi öyle olmayacak. üçüncüsü, bu kılıçlarla savaşırken falan iki kılıç birbirine değdiğinde birbirini havada durduracak. ışık ışığı görmüyor normalde ama bir şeyler deneyeceğiz bakalım. iki ışık hüzmesinin birbirinin farkına varmasını sağlayacağız bir şekilde.

aslında buradaki hikmet kılıçlarda değil ortamdaki gazda. bu gaz da evrenin en soğuk köşesindeki ısının 1 milyarda 1’i kadar soğutulmuş bir gaz. fakat bu gaz, gözle görülebilecek kadar büyük kütlede olmayacak bunu çözemedik daha. bunun için sizin baya mini bir insan olmanız lazım. bunu da sizin çözmeniz lazım, sizin için ben yukarıda neler çözdüm. bu mini insan ortamını da yarattıktan sonra iki tane ışık hüzmesini bir kılıç edasıyla sallıyoruz. o hüzmeler birbirini tanıyor ve kılıçlarımız çarpıştıklarında normal bir kılıç gibi çatır çutur fark ediyorlar birbirlerini. ama bir sorun var. iki ışık hüzmesi birbirini görünce mıknatıs gibi yapışıyorlar. sonra da lanet olsun fizik profesörlüğüne diyerek ışın kılıcımızı elimizden atıyoruz.

bu noktaya kadar geldiyseniz artık yapacağınız tek şey kendinize, ben niye ışın kılıcı yapmak istiyorum diye sormak olmalıdır.
devamını gör...

oliver sacks, karısını şapka sanan adam kitabında bir hastasından bahsediyor. hasta, başına aldığı darbe sonucu görme yetisini kaybetmiş. daha doğrusu beyninin, görmeyle alakalı olan kısmı zarar gördüğü için görmekle ilgili hiçbir şeyi bilmiyormuş artık. görmekle ilgili kelimeleri, mesela renkleri anlamıyormuş. körmüş, ancak kör olduğunun da farkında değilmiş. böylece kendi körlüğünü göremeyen kör olmuş.

anlamak da aynı şekilde. bazı şeyleri anladığımızı iddia ediyoruz, lakin ya anlamayı anlamamışsak?
devamını gör...
12.

willoughby yasası
birine bir makinenin çalışmadığını kanıtlamaya çalışırsanız makine o anda çalışmaya başlayacaktır.

murphy 4 numaralı ölçüt
ne zaman bir işi yapmaya karar verirseniz, o anda yapmanız gereken bir başka iş çıkacaktır.
devamını gör...

kalçaları ya da memeleri kadar dikkat edilmese de aşkla bakan gözleridir.
devamını gör...
14.


cumhuriyetimizin ilk kamu yatırımıydı. 1933 yılında kurulan iştirakin kayseri’deki ilk fabrikası 1935 senesinde sovyetler birliği’nin teknik ve maddi desteğiyle açılmıştı. ülkemizin sanayileşmesi ve büyümesi için atılmış en önemli adımlardan biri olan sümerbank, sadece iktisadî değil sosyal ve kültürel olarak da ilerici bir projeydi.
mesela sümerbank fabrikaları işçilerine kütüphane, sinema binası, spor sahası, lojman (vazife evleri denirdi), çay bahçesi ve hastane dahil her türlü sosyal imkanı sunardı. hepsini geçtim, fabrikanın hamamı dahi vardı. nazilli basma fabrikasında işçiler beethoven dinlerdi; kasetten değil ha, yine işçilerin kurduğu klasik müzik korosundan, canlı olarak… orkestrası ya da bandosu olmayan diğer fabrikalarda işçiler çalışırken radyodan klasik müzik yayını yapılırdı; tıpkı sscb’de, romanya’da, küba’da olduğu gibi.. bazen hünerli bir işçi çıkar, mikrofondan fıkra anlatır veyahut iş arkadaşlarını eğlendiren taklitler yapardı. oysa şimdilerde şartları kölelikten hallice olan modern fabrika ve plazalarda çalışıyor işçiler.

memur çocukları, kumaş kokulu sümerbank mağazalarına ailecek yapılan ziyaretleri iyi bilirler. çünkü devlet, memurlarına ve devlete bağlı kurumlarda çalışan işçilere yıllık sümerbank istihkakı verirdi. gelinlik çeyizlere sümerbank çeki konurdu. sümerbank, yatılı öğretmen okulunda okuyan öğrencilere her yıl birer çift ayakkabı yollar, kredi ve yurtlar kurumunun çarşaf ve nevresimlerini üretirdi. hatta maddi durumu olmayan başarılı öğrencilere burslar verip onları yurtdışında eğitime de gönderirdi.
bir dönem galatasaray’ın parçalı formalarını da yine sümerbank dikmişti. rahşan ecevit’in dallı güllü basma elbiseleri, karaoğlan’ın mavi gömleği hep sümerbank’tandı. dünya güzeli seçilen azra akın’ın o nefis elbisesini bile oscar de la renta filan değil sümerbank dikmişti.

o zamanlar sovyet kredisiyle başlayan bu küçük macera peyderpey büyüdü. ipliğinden tutun, nihai ürünün nakliyatına kadar çoğu işi kendi bünyesinde yapmaya başladı. sümerbank mensucatla kalmadı; porselendir, kırtasiyedir, halıdır, kilimdir, tuğladır, aklınıza ne geliyorsa üretmeye ve satmaya başladı. kendi finansmanını bile kendi bankacılık faaliyetlerinden sağlıyordu. 40 binden fazla çalışan, 500’e yakın mağaza, 41 fabrika ve 43 banka şubesiyle türkiye’nin en büyük holding teşekküllerinden biri haline geldi. eğer istenseydi bir ülkenin tüm üretimini yapacak bir yapıya ulaşabilirdi.

fakat dar gelirli ve mütevazı vatandaşın bayramlık giyim-kuşam ihtiyacını sümerbank’tan karşılaması özal’ın çok zoruna gitti. ımf ve dünya bankası her geldiğinde “halkın sırtındaki kambur” diyerek sümerbank’ı şikayet etti. neymiş, fabrika işçisi çok para alıyormuş. rahmetli çok tontondu ama hiç sevmezdi çok para alan işçiyi.

önce sümerbank’ın bir kısmı işçi düşmanı garipoğlu’na, bir kısmı da hepimizin yakinen tanıdığı albayraklar'a haraç mezat satıldı. hatta araya güzelim tümosan ihalesi de sıkıştırıldı. sonra merinos, beykoz, bergama ve malatya başta olmak üzere fabrikalar teker teker kapatılmaya başlandı. emekçi şehri olan nazilli, bir gecede emekli şehri oldu. daha sonra rüzgâr hafiften yön değiştirdi; garipoğlu sümerbank’ın kaynaklarını zimmetine geçirmek ve nitelikli dolandırıcılık suçlarıyla açılan davalardan, mahkeme kararları bozula bozula, sadece 2 yıl 2 ay hapis cezasıyla yırttı. yani bir halkın 80 yıllık ortak emeği 2 yıl hapis karşılığında birkaç haramiye aktarılmış oldu. acaba biz de 2 yıl yatsak geri verirler mi sümerbank’ı?
devamını gör...
15.

ağlama duvarı ayağınıza geldi.
devamını gör...

kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel
devamını gör...

virüs yayılmadan önce, birçoğumuz maslow’un ihtiyaçlar piramidinin ortalarında mücadele veriyorduk. fizyolojik, güvenlik ve sosyal ihtiyaçları nispeten karşılanmış bazı değer verilme/saygınlık ihtiyacımızı ve kendimizi geliştirme ihtiyacımızı ön plana alıyor, bir yandan ne kadar akıllı, zeki, duyarlı, çalışkan olduğumuzu kendimize ve çevremize ispatlamaya çalışırken, diğer yandan da vücudumuzu ve beynimizi geliştirmenin yollarını arıyorduk.

virüs bir anda gelip hepimizi ilk basamağın dibine geriletti. hepimiz sadece güvenlik ve fizyolojik ihtiyaçlarımıza odaklandık. bu noktaya hiç de alışık değiliz haliyle de kafamız karıştı. bir otorite aradık. sırf bilgi veriyor diye durup dururken bakanı falan övmeye başladık. adam da şaşırdı haliyle.

fakat bir nokta var ki benim aklımı çok kurcalıyor. virüsün ünlülere, zenginlere, başarılı insanlara; yani daha üst sınıflardaki insanlara da bulaşması bir ‘’eşitlik’’ havası yarattı. bir gazeteci de bu durumu şöyle yazdı. ‘’pandemi ortaya çıkıp bir de can almaya başladığında siyasetin de, hırslarımızın da, paranın da, şöhretin de ne kadar anlamsız olduğu görülüyor.’’ bence durum bunun tam tersi.

öncelikle siyasetin en anlamlı olduğu noktadayız. karar alıcıların merhametine ve basiretine kaldık. bir cümleleriyle karantina kararı alınacak, bir cümleleriyle insanlar işlerine devam etmek zorunda kalacak, bir cümleleriyle sosyal haklarımız korunacak veya darbe alacak.

siyasi sebeplerden ötürü fakültelerimiz evrim karşıtı profesörlerle doldu, oysa bugün evrimin ispatı olan bir virüsle savaşıyoruz. keşke siyasi mücadelemiz konusunda daha hırslı olsaydık da, virüsü böylesine anti bilimsel bir ortamda karşılamasaydık.

paranın da en önemli olduğu noktadayız. zenginler dükkanlarını kapatıp kendilerini bodrum’a attılar bile. bugün sahada hangi zengin vatandaş mücadele ediyor? kargolarımızı zenginler mi getiriyor? her gün binlerce insanla temas haline olmak zorunda kalan market kasiyerleri zengin mi? paraları olsa bu işi yapmaya devam ederler miydi?

büyük tehdit altındaki hastane, adliye, eczane, emniyet personelleri zenginlerden mi oluşuyor? açıklanan önlem paketlerinin %90’ı bile zenginlerin durumunu korumakla ilgiliydi.

şöhret de daha önemli olamazdı sanırım. şöhretli sporcular, şarkıcılar, politikacılar vücutlarında herhangi bir hastalık göstergesi olmadığı halde yüzlerce kez test edildiler bile. oysa hastalık emareleri gösteren yüz binlerce insan test edilmeyi bekliyor.

virüs adil olabilir ama toplumumuz değil.

ikisini karıştırmamamız gerekir.
devamını gör...

dolar olmuş 1.35 tl nokia 3310 alınmaz bu devirde.
devamını gör...

kuşlar, kafalarını bir kulak gibi kullanarak sağdan ve soldan gelen frekans farklılığını saptamak suretiyle duyar ve bazı kuşlar da bu frekansları kaydedip karşı cinsi etkilemek amacıyla kullanırlar. kuşlarınki bir anlama değil, taklit yeteneğidir. bir kuşa marx dedirtebilirsiniz ama onunla diyalektik materyalizm konuşamazsınız.

bu durum bazı insanlar için de geçerlidir. çocukken anlamları değil kelimeleri öğrenir ve taklit ederiz. anne ya da baba kelimelerini biliyor olmak, çocuğun annelik veya babalık hakkında bir şeyler bildiği anlamına gelmez. ve bu taklit yeteneği, yaşlanıp ölene dek baki kalır kimisinde. yetişkin insanların din, siyaset, etik, ahlaki değerler gibi konuları tartışamamalarının yegane sebebi, aslında ne konuşmakta olduklarını bilmemelerindendir.
devamını gör...

benim de son ilişkim aynı şekilde sonuçlanmıştır fakat tekrar deneyelim ya da artık hiç konuşmayalım gibi bir durum söz konusu olmamıştır. zaman zaman beğendiği, hoşuna giden bir şeyleri paylaşır benimle. ben de onunla paylaşır ve sevebileceğini düşündüğüm şarkıları, postları, kitapları ya da bir videoyu göndermekten kaçınmam. iki medeni insanız niye kavgalar, küfürler edip bir daha birbirimizi görmek istemeyelim ki? en azından yaşadığımız/paylaştığımız duygu ve durumlara bir saygımız var ve bunu korumak istiyoruz. çünkü değerli. ve neden değerli olmasın?
devamını gör...

normal sözlük'ü kullanarak 3. parti dahil tarayıcı çerezlerinin kullanımına izin vermektesiniz. Daha detaylı bilgi için çerez ve gizlilik politikamıza bakabilirsiniz.

online yazar listesini görmek için lütfen giriş yapın.
zaman tüneli köftehor rehberi portakal normal radyo kütüphane kulüpler renk modu online yazarlar puan tablosu yönetim kadrosu istatistikler iletişim