miteherik yazar profili

miteherik kapak fotoğrafı
miteherik profil fotoğrafı
rozet
karma: 10487 tanım: 529 başlık: 278 takipçi: 80
hey there i am using whatsapp

son tanımları | başucu eserleri


türk halkının kitap okumama nedenleri

yine develi söylemi akla getiren başlıktır. neremiz düzgün ki, kitap okuma oranımız yüksek olsun. yıllardır öğretmenlik yapan biri olarak bu konuda gerçekten çok çabaladığımı söyleyerek başlamak isterim.

öğrencilerime özellikle roman -türk ve dünya edebiyatının kendi seçkimce en kolay okunur ve nitelikli eserleri- okutabilmek için listeler hazırladım *. özel sorular düzenledim, sınavlar yaptım ve bunları not olarak işledim. şurası önemli; (bu konuyu (bkz: türk eğitim sistemi) içinde ayrıca yazacağım) birey olarak öğrencinin yaradılışı ve o güne kadar onu var eden her şey.

kimi öğrencim bu listeyi neredeyse kutsal bir saygıyla korur, listedeki kitapları okur ve her fırsatta yanıma gelip okuduklarını benimle paylaşmak isterken, kimi öğrencim (büyük çoğunluk) hep işin dalgasında, hep katakulli çevirerek kaçış peşinde, yaptığım roman sınavlarında da kopya çekme derdindeydi. bu o kadar saçmaydı ki, roman seçimi sene başında yapılıyor, seçtikleri romanları satın almaları isteniyor (maddi durumunu uygun olmayan öğrencilere seçtikleri kitapları ben sağlıyordum.), dönem sonuna kadar bekleniyor, romanları okuyup okumadıkları sürekli takip ediliyordu. (ve sınavda kitapları yanlarında getirip takıldıklarında bakabiliyorlardı.)

belki yararlanabilecek birileri çıkar, ben de kendimi faydalı hissederim diyerek bu sınavların bir örneğini burada paylaşayım:

okunan romanların değerlendirilmesi

1. okuduğunuz romanın adı ve yazarı:
2. hatırladığınız kadarı ile okuduğunuz roman yaklaşık kaç sayfadır? okumanız ne kadar sürdü? hangi aralıklarla, hangi zamanlarda okudunuz? özellikle tercih ettiğiniz bir zaman dilimi var mıydı?
3. romanın başkahramanı ve yardımcı kahramanlardan birisi arasındaki ilişkiyi kısaca yazınız.
4.romanın başkahramanının ya da yardımcı kahramanlardan birinin fiziksel ve ruhsal portresini detaylarıyla anlatınız. (dış görünüş ve karakter özellikleri)
5.romanın geçtiği mekan(lar); ülke(ler), şehir(ler), romanda en çok karşılaşılan mekan(lar) (okul, ev, apartman, dükkan, kahve……….vb gibi) ne(ler)dir?
6.roman hangi yüzyıl içinde, hangi mevsim(ler)de, ay ve günlük zaman dilimi olarak özellikle hangi zamanlarda geçmektedir?
7.romanın en çok etkilendiğiniz bir sahnesini kısaca anlatınız.
8.romandaki karakterlerden en çok hangisini beğendiniz, neden?
9. siz ‘kahraman’ın yerinde olsanız ne yapardınız?
10.yazarın öykünün baş kişisine ve diğer kişilere bakış açısı nasıldı? (yazar, sizi kişileri sevme ya da nefret etme konusunda yönlendiriyor muydu?)
11.romanın genel anlamda okuyucusuna iletmek istediği bir ‘mesaj’ı var mıydı, genel anlamda bir ana düşüncenin varlığından söz edilebilir mi, cevabınız ‘evet’se bu ana düşünce nedir?
12.romandan çıkaracağınız yargılardan hangisini ya da hangilerini kendi yaşantınıza uygulayabilirsiniz?
(bu soruyu, romandan çıkardığınız bu yargı ya da yargıları yazarak “evet, yaşantıma uyguladım ya da uygulamayı düşünüyorum.” şeklinde de cevaplayabilirsiniz.)
13.romanı dil ve anlatım yönünden nasıl buldunuz? kısaca değerlendiriniz.
14.romanın anlatımı (ben merkezli anlatım; '1.tekil kişi anlatımı’, 3. kişi anlatımı, yani; a) fotoğrafik anlatım b) ilahi bakış açılı anlatım--> kahramanların kafalarının içinden geçenleri bile bilen anlatım) hakkında bilgi verin.
15. romanın türü hakkında bilgi verin. (tarihi roman, köy romanı, töre romanı, macera romanı, polisiye roman, aşk romanı,…….vb. gibi.)
16.romanın oluşturulma şekli nasıldır? (anı, günlük, mektup, yer yer geri dönüşler, klasik akış içinde…..vb. gibi.)
17.romanı genel anlamda nasıl buldunuz? romanın beğendiğiniz ve beğenmediğiniz yönlerine ait somut iki tane örnek vererek anlatınız.
18.romanı siz yazsanız böyle mi yazardınız, böyle mi bitirirdiniz ve neden?
19.romanı, okumaları için başkalarına da önerir misiniz, neden?

(bu çalışma; sizin, bilgi, kültür, anlama, anlatım, yorumlama, değerlendirme becerilerinizde daha iyi ve daha ‘zengin’ bireyler olabilmeniz, hayatı daha kolay algılayıp daha doğru kararlar verebilmeniz, ilişkilerinizde daha tutarlı ve daha ‘adil’ olabilmeniz, ‘empati’ kurabilmeniz ve bunu gündelik yaşantınız içinde kullanabilmeniz, ……………….. ve daha sayılamayan pek çok nedenle yaptırılmıştır. umarım bunun farkındasınızdır ve size gerçekten yararlı olabilmiştir ve dilerim ‘okumak’ sizde bir alışkanlık yapar, sizler bu ‘eylem’i hiç bırakmadan, sevgiyle ve isteyerek devam ettirirsiniz. inanın bana, okursanız, daha iyi anlarsınız, daha iyi yazarsınız ve ‘derd’inizi daha rahat anlatırsınız.sevgilerimle.. )

diyerek de bitiriyordum sınavı, ertesi ders soruyordum; "sonunda sizin için yazdığım satırları okudunuz mu?".

cevap yüzde seksen beş "hayır" oluyordu. (haa, bakın şöyle de bir şey var, siz öğrenciyi korkutmamışsanız, size karşı her zaman dürüsttür.) okuyanlar belliydi zaten; soruların altındaki onlara seslenen satırların altına minik yorum cümlelerinden, ilginç çizimlerden -gülen surattan tutun da, 'sıkıntıdan geberttiniz hocam'a kadar- ve bazen de 40 dakikada bu sorularla hala derdini tam olarak anlattığına inanmayıp devam etmek için ek süre isteyip, buna izin vermezsem kızanlardan.....

birey....birey....

keşke sınıflar o kadar kalabalık, ders saatleri o kadar arka arkaya ve angarya işler o kadar çok olmasaydı..
devamını gör...

herodot

tarihin babası olarak nitelendirilen, abartılı, yanlı ve değişken olsa da yazdıklarıyla günümüze ışık tutan yunan tarihçisi.
iyi ki yazmış. adam bilinen dünyaları dolaşmış o zaman. nereden baksan, bugün bile çok zor ama o zamanında bunu başardığı kadar başarmış. gidemedikleri hakkında da okumuş, konuşmuş, sonra da süslemiş, püslemiş, abartmış, etmiş ama oturup yazmış.
yazdıklarına güvenilmezmiş, güvenilmesin.
bir kere dili çok tatlı.
benim gibi kafayı fantazyaya, bilim-kurguya falan takmış kişiler için yazdıkları birebir. adam atlantis'ten söz etmiş yahu. bu bile yeter. bugün atlantis söylencelerinden ne öyküler, romanlar yazılıyor, filmler çevriliyor. heredot olmasa n.h yazılırdı, n.h çekilirdi.
mısır uygarlığı hakkında en derli toplu bilgileri veren de herodot. tamam, mısır yazısı çözüldükten sonra en net bilgileri dolaysız alabiliyoruz mısırlıların kendi yazdıklarından ama, ya öncesinde? perslerle ilgili bilgiler ona keza.
bendeki kitap remzi kitabevi, aralık 1973, birinci baskısı.
bu kitabı bulduğumda hazine bulmuş gibi sevinmiştim. şimdi kitaplığımda ön sıralarda bile değil. en arkalarda. kazara biri gelir, görür, ister diye. mazallah, niye vereyim ki en değerli kitaplarımdan birini? başka kitap istese canımı yesin, asla çekinmem vermeye, hele romandır, hikayedir. ama bu tür bazı kitapları gözüm gibi saklıyorum, onları veremem, kusura bakmasınlar.
herodot tarihi'ni türkçeye çeviren müntekim ökmen. ama çok daha önemlisi, yunanca aslıyla karşılaştıran ve sunan azra erhat.
o azra erhat ki, anadolu uygarlıkları ve mitolojisi kavramını yaratanlardan biri, halikarnas balıkçısı'nın dostu, ilyada ve odissea'nın çevirmeni. türkçenin en saygın, en bereketli uzman yazarlarından biri.
bu kitabın yeni baskıları muhakkak vardır. bence herkesin kütüphanesinde bulunması gereken bir kitap.
alın, okuyun ve herodot'un tatlı diliyle anlattığı 'masalların' içine gömülün, emin olun tarihten hoşlanıyorsanız bu kitaptan da çok keyif alacaksınız.
devamını gör...

tırabzan

burada başlığının hala açılmamasına şaşırdığım sözcük. "baylar bayanlar tırabzandan kayanlar" tekerlemesinin başkahramanı. iki katlı evlerin vazgeçilmezi.
trabzan mı tırabzan mı doğrusu diye kontrol ederek açtım. nişanyan 'trabzan'ı tercih etmiş. ama sayın tdk araya okunuşundaki/söylenişindeki olmazsa olmaz 'ı'yı koymayı tercih etmiş. beni de o tercih ettirdi. yoksa trabzon'un adı da neden trabzon olsundu ki düşüncesi beni delicesine ötekine yöneltirken.

şimdi trabzon'la tırabzanı hemencecik bir araya getirdim ya, evet, aralarında alaka var. zira trabzon'un adı konusundaki çeşitlemelerden, rivayetlerden biri de adının rumcadan gelişine ilişkin. nişanyan şöyle der bu konuda: "bu sözcük eski yunanca trápeza τράπεζα “masa” sözcüğünden alıntı olabilir; ancak bu kesin değildir." ve hemen devamında bir de trabzon'un adının nereden geldiğine dair internette bulunan sayfalardan birinin linkini bırakalım şuraya: buradan

yine de bu sözcüğün kullanıldığı en eski kaynaklarda, bu sözcüğün farsça kökenli olduğuna dair kuvvetli dayanaklar var. şöyle ki: "farsça dārbazīn داربزین veya darābzīn درابزین “dayanma yeri, peyke, sofa” sözcüğünden alıntıdır.
aşık paşa, 1330'larda garib-name'sinde şöyle örneklemiş:
"dāvūdu gör kim demürden n'eylemiş / ṣaḥrāyı çevre ṭarabzōn eylemiş"
(bravo aşık paşa'ya. adam 14 yy başlarında gayet de anlaşılır bir türkçe kullanmış.)

şimdi iki katlı evlerin vazgeçilmezi dedik bu işe yarar dayanakla ilgili. eskiden bunlar şimdiki gibi metalden değil, tahtadan olurmuş ve başlangıç ve bitiş noktalarında da topuza benzer yuvarlak tutunma noktaları olurmuş. (-muş diyorum ama kendi gözlerimle de gördüm yani.) bu tutunma topuzlarının adı da tırabzan babası. ve tırabzan sözcüğü bu tamlamayla birlikte mecaz anlam da kazanıyor, tıpkı iskele babası gibi. öyle korkuluk korkuluk duran, işe yaramaz kimseleri tanımlamak için kullanılıyor.

bütün bu anlattıklarıma rağmen yine de, bu sözcüğün aklıma gelme nedeni başka. bugün az kaldı merdivenlerden yuvarlanayazdım. dengemi çabuk toparladım ama kalbim bir 'güm' etmedi değil. ellerim ıslakken acele edip merdivene yönelince, tırabzandan destek göremedim. göremedim, çünkü elim kaydı. elim kayınca vıjjtt, aniden bir yerine iki basamak iniverdim. oturduğum yerde hayatım bir film şeridi gibhdlkşij...... geçmedi tabii. ama aklıma okul yıllarım geldi. ben çok uslu bir çocuk olduğumdan okulun tırabzanlarından hiç kaymadım, hatta çığlık çığlığa kayanları izlerken; 'ay, bu da ne zevkli bi şey, ben de kayayım bari.' diye aklımdan bile geçirmedim. yazın gördüğüm yamaç paraşütçülerini gözlemlediğim gibi gözlemledim onları -ve aklımdan daha o zamanlarda- insanların ne kadar farklı oldukları geçti. sanırım yükseklik korkum hep vardı benim. başka bir gün de hayatımda ilk ve son defa yerçekimine nasıl meydan okuduğumu anlatayım bari.

valla buraya kadar okuyan eden olduysa ona da bravo diyeceğim. yere sağlam basan, kafası dimdik dostlara selam olsun. hadi kalın sağlıcakla.
devamını gör...

miteherik

bugün yazmak için çok heves vardı içimde, bir türlü fırsat bulmadım. ancak oturabildim. cevaplamamı bekleyen on dokuz mesaj var ve ben içimdeki yazma hevesini daha fazla kırmamak için oturdum bu satırları yazıyorum.
bu yazı görünmez olacak. artık 'nick' altları görünmez ya.
olsun, daha iyi. bu yazılar doğrudan kendime, kendimle ilgili.
geçen bilgisayarıma olan o garip şey bütün hevesimi kaçırmıştı. o kadar uzun bir yazı. gitti, puf oldu. nasıl olduğunu hala anlamadım. neredeyse iki hafta geçti, neler yazdığımı artık hatırlamıyorum bile. ama böyle şeyler oluyor işte. ben dersimi aldım, artık bana olmaz derken oldu. burada ekşi'deki gibi 'kaydet' butonu yok. (sonradan okuma notu: oysa varmış, taslağa aldıktan sonra artık kaydedebiliyorum ve bunu yeni keşfettim, aferim bana.) ve ben tıpkı şimdi olduğu gibi çalakalem yazıp durmuştum. ve paylaşmaya bir türlü elim varmamıştı. kaç gün ana sayfada bekleyip durmuştu o yazı. her an paylaşılabilir halde. sonra o 'şey' oldu işte. olmaması gereken.
unut bunları miteh.
şimdi yeni bir gün yeni bir sayfa.
gerçi konuların çok değiştiğini sanmam. üç aşağı beş yukarı aynıdır. şu gizli bakınıza alma işini de bazen abartıyorum. artık sözlüklere açılmamış madde yazma hevesim hemen hiç kalmadı çünkü. bu yazıyı neden 'bu' sözlükte yazdığım bile anlaşılır bir şey değil.
o kadardır yazıyorum, epey de 'takipçim' var sayılır. yazıyla yetmiş iki kişi. ama nedenini hiç anlamadım.
ben bir ara takip ettiğim her yazarı okuyordum, sonra baktım teker teker sahneden çekildiler. takip ettiklerimden çok azı yazıyor artık.
aynı heves kırıklığını onlar da yaşıyor sanırım. birbirine benzer insanlar olduğumuzu düşünüyorum, takipleşme de ondandı sanırım. ben ne hissediyorsam, takip ettiklerim de aynı şeyleri hissediyorlar herhalde, sözlük konusunda elbette. yoksa böyle anonim bir yerde hele de burada çok popüler olan özelden yazışma yoluyla da iletişim gerçekleşmiyorsa, kişi kişiyi neden takibe alsındı ki.
çok yürüdüm bugün. on beş bin adımı geçmiştir. artık bahar. leylaklar bile açmıştı, gördüm.
aslında bugünü sevinç ve mutlulukla hatırlayabilirim. uzun süredir görmediğim kadar çok uçurtma gördüm. bazıları gökyüzünün öyle uzaklarına kadar çıkmıştı ki, inanamadım hatta. onlar çocukların değil, büyüklerinin marifetiydi elbette ama olsun.
çocuklar ve uçurtmalar. sanki mutlu bir film sahnesi gibi.
fotoğraf çekmedim. uzun süredir fotoğraf çekmiyorum. oysa deliler gibi her yanı fotoğrafladığım günler öyle çok uzakta değil. lanet roma. hayır öyle dememeliyim. roma'nın ne suçu var ki? suç yok zaten. şanssızlık yalnızca. biriktirilen bütün anı fotoğrafların bir hard diskte hapsolması ve o hard diskin açılmaması. bir gün o hard diski açtırmanın bir yolunu bulacağım. belki de hayat bana böyle güzel sonlu bir sürpriz yapıyordur, kim bilir.
bu sayfanın artık okunmazlığını düşününce başka çözüm yolları aradım önce. o gün beni en çok etkileyen ne varsa onun başlığı altına yazmak ve böylece akışa düşmesini sağlamak. saçma. amacım okunmak ve oylanmak değil ki. bir yerlere yazmıştım. sözlüklere yazan herkes bir etkileşim arzular, yazdıklarına tepki almayı bekler. ama şu an kendimi yokluyorum. bu konuda içimdeki istek...... sıfır. ve bu gerçek. öyleyse neden ekşi'ye kendi nickimin altına yazmıyorum? çünkü oradaki nickim beni en çok yansıtan değil, en büyük neden bu sanırım. okunmazlık oranının aynı olması değil.
yazdığım bütün sözlüklerde nicklerimin bir ortak noktası var ve ekşi'deki nick onların anaları aslında. yine de, orada hiç denemediğim bir şey bu ve bir süre daha buradan devam.

yıllar geçtikçe, bütün inançlarımdan sıyrıldığımı fark ediyorum. bu inançsızlık değil, bambaşka bir şey. tüm inançlara açık olma, hepsini anlamaya çalışma gibi bir şey. dinler, milliyetler, cinsel eğilimler, yerleşmiş ahlak anlayışları......
insana dair genelgeçer doğrular değil kastettiğim, onlar yerli yerinde; dürüstlük, adalet, acıma, yardım etme, güçsüzü koruma, zulümden kaçınma ve zulüme engel olma.......daha pek çok aslında, bunlar insan olmanın gerekleri.
ama artık daha özgürüm. bir takım kuralların bağlayıcılığından kurtulmuş hissediyorum ve bu özgürlük demek. hala çözümünü aradığım dünya kadar soru ve sorunum var tabii ama artık başkalarının bakış açısıyla sürekli kendimi gözden geçirmekten vazgeçtim. başkalarını umursamama düzeyine ulaşmak......paha biçilemez.
meyke ve denilu siz varsınız, ben varım.
devamını gör...

bilinç akışı

en basit anlatımına belki virginia woolf'un mrs. dalloway romanından satırlar örnekleyerek ulaşacaktım, maalesef kopyalayamıyorum , o satırları buraya geçirmek de şu an zor geliyor.

virginia woolf, mrs. dalloway romanında, romanın başkahramanı mrs. dalloway'i londra'da birkaç saatlik bir gezintiye çıkarır. clarissa dalloway, londra sokaklarında yürürken hem aksiyon halindedir, yani dükkanlara girer çıkar, alışveriş yapar, tanıdıklarıyla selamlaşır, günün ve havanın keyfini çıkarır; bir yandan da neredeyse bütün geçmişiyle, geçmişteki ve şimdiki tanıdıklarıyla, yaptıklarıyla ve yapmadıklarıyla hesaplaşır, kafası da bedeni gibi hareket halindedir. düşünceleri oradan oraya atlar, gördüğü, duyduğu, dokunduğu, kokladığı, tattığı her şey onda düşünce yumakları oluşturur. anlatıda, o an ve clarissa'nın aklından geçenler iç içedir. bu belli bir sırayla olmaz, çağrışımlarla olur.

aslında gerçek hayatta da öyledir. düşüncelerimiz sınırsızdır. bize, her şey, her şeyi çağrıştırabilir. tam şu andan çocukluğumuzun hatırladığımız en genç evresine atlayabiliriz ya da gelecekle ilgili düşünceler geçmişle çözülmez yumaklar, anlamlı ya da anlamsız birliktelikler oluşturabilir.

bu teknik zor bir teknik. dünyanın en büyük ve güçlü yazarlarından bazılarının gerçekten büyük bir başarıyla uyguladıkları bir teknik.

bu tekniği bütün bir roman boyunca uygulamak aslında en zor olanı. virginia woolf bunu başarıyor. ama bu tekniği kullanan birçok yazar, bunu bütün roman boyunca devam ettirmez, yalnızca ihtiyaç duyduğu yerlerde kullanır.

bu teknik okuyuşu zorlaştırır mı? evet. sıradan okuru sıkar mı? evet.

günümüzde özellikle genç okurlar, hızlıca akan maceraların içine dalmak istiyorlar. sabırsızlar. tıpkı bağımlısı oldukları bilgisayar oyunları gibi, kişiler, güçler, silahlar.......her şey belli olsun, zaman hızlıca aksın ve her şey bir sonuca ulaşsın istiyorlar. belki de haklılar.

oysa bilinç akışı tıpkı insan ruhu gibi. -ruh sözcüğü burada metafor olarak kullanıldı.- insan, belki gelecekte de bugün olduğu gibi hiçbir bilgisayarın çözümleyemeyeceği kadar karmaşık ve belirsiz olacak. bırakalım öyle de kalsın (mı acaba?).

bilinç akışı tekniğini türk edebiyatı'nda en iyi kullanan yazar yusuf atılgan. anayurt oteli romanında denediği bir teknik bilinç akışı tekniği. anayurt oteli'nin insanı boğan havası yalnızca zebercet'in manyaklıklarından, kaybetmeye mahkum oluşundan değil, bilinç akışı tekniğinden de geliyor. bu da yazarın bilinçli seçimi. yusuf atılgan'ın önünde saygıyla eğiliyorum.

bilinç akışı tekniğine örnek olarak ders kitaplarında da bulunan bir nedim gürsel öyküsünden alıntılama yapmak istiyorum. buraya kadar okuyanlar o satırları da okursa, yukarıda açıklamaya çalıştığım tekniği daha iyi anlayabilirler. aldığım örnekte kahramanın kafasından geçen çağrışımlara dikkat ediniz.


“yol boyu kavak ağaçları, köprü, yokuş yukarı dar sokak… sokağın bitiminde kediyi gördüm. yıkık bahçe duvarından duta tırmandı, oradan da çatıya. baktım baca tütüyor. rüzgarla savrulan kül rengi, yoğun bir duman. kedi dumana girdi çıktı. kiremitlerin arasında kayboldu sonra. bahçe kapısının önünde durdum. girsem yol bitecek. ömür biter, yol bitmez… kentlerin, otellerin duvarlarında yazılıydı. bir geminin beyazında, trenlerin, uçakların alnında. bekleme odalarında, gar saatlerinde, kamyonların, otobüslerin ön camlarında yazılıydı. ya da tanıdık bir ses hep bu cümleyi fısıldadı kulağıma: ömür biter, yol bitmez. girsem paris’te figuier sokağı’ndaki odamın kapısı çalınmayacak bir daha. ne telefon çalacak ne de notre dame’ın çanları. gece lambamın ışığına üşüşmeyecek türkçe sözcükler. bu sürgün bitecek. girsem sofada sedirin üzerinde bulacağım seni. saçların ağarmış, yuvarlak beyaz yüzünde sabır.”


son not: bu yazıyı bugün yazmama neden olan @nicholai rosicky'ye teşekkürler.
devamını gör...

dune

-ön not: bu yazının neredeyse tamamı frank patrick herbert, #1401223 nolu yazımın içinden alındı. çünkü yazının büyük bölümü frank herbert'in dune romanına ayrılmıştı. böyle yaparsam daha çok kişiye ulaşacağını düşündüm.-


frank patrick herbert çok erken yaşlarda yazmaya başladı ve neredeyse hayatı boyunca gazetecilik yaptı. araya, öğretmenlik, fotoğrafçılık, kitap eleştirmenliği ve en önemlisi ekolojik danışmanlık (ki ekolojik danışmanlığı '(gbkz: dune)'da sıkça yararlanacağı bir alandır.) girdi. f. herbert'i dünya çapında üne kavuşturan roman serisi dune, çok uzun bir ön çalışmanın, araştırmanın ürünüdür.

yine ingilizce wiki'de: "ın a 1973 interview, herbert stated that he had been reading science fiction "about ten years" before he began writing in the genre, and he listed his favorite authors as h. g. wells, robert a. heinlein, poul anderson and jack vance." kısaca, bu türde yazmaya başlamadan önce, on yıl boyunca yukarıda işaretlediğim yazarları okuduğunu söylüyor.

yazar, dune romanına önce bir magazin gazetesine yaşadıkları yerin yakınlarında bulunan bir yer hakkında (the oregon dunes) makale olarak başladığını ama makaleyi asla bitirmediğini, dune'u yazma fikrinin de o zaman geliştiğini ve uzun yıllar birinci kitabı yazmak için uğraştığını (altı yıl kadar) söyler.

" 'dune world' from december 1963 and 'prophet of dune' in 1965."
herbert, bu iki kitabı büyük zorluklarla bastırır. fakat kitaplar büyük ilgi çeker. önce 1965'te nebula ödülünü (ki bilimkurgu yazarları için en büyük iki ödülden biridir ve ilk kazananı da dune'la f. herbert'tir.) ve hemen arkasından 1966'da bilimkurgu dünyasının ilk ve en büyük ödülünü -'hugo award'- başka bir yazarla (....and call me conrad by roger zelazny) 'roger zelazny' ile paylaşır.

ondan sonra f. herbert'i kimse tutamaz zaten. romanların arkası gelir. sadece şunu söylemek gerekir ki, frank herbert'in yazdığı bu roman serisi, sadece bir bilimkurgu roman olmanın çok ötesindedir. dune'u bir felsefe kitabı olarak da okuyabiliriz. bir ekoloji destanı olarak da, bir güç ve politika evreni olarak da.

mina urgan bir yazısında şöyle der: "......bazı büyük eserler en az iki katmanlıdır. üst kat, yüzeydeki kat, herkesin anlayacağı düzeydedir. eserin asıl büyüklüğünü, alt katmanın anlamını ise, herkes kolay kolay kavrayamaz......" ben, biraz daha ileri giderek, bunun bir eserin büyüklüğünü anlatan en önemli göstergesi olduğunu savunanlardanım. sadece üst kesim okura, konunun ya da anlatılanın uzmanına seslenen eserler, insanlığa sunmaları gereken yararı sunamıyor gibi gelir bana. tabii bu çok tartışmalı bir konu ve çok fazla tepki de alabilir. bugün çok fazla entelektüel, -bana göre büyük bir kibirle- herkes tarafından anlaşılmak için yazmadıklarını rahatça söyleyebiliyor.

f.herbert 'dune'u;
-çöl gezegeni dune (dune, desert planet)
-dune mesihi (dune messiah)
-dune'un çocukları (children of dune)
-dune'un imparator tanrısı (god emperor of dune)
-dune sapkınları (heretics of dune)
-dune rahibeler meclisi (chapterhouse: dune)
adlarıyla altı kitaplık bir seri olarak yazdı ve son kitabın üzerinde çalışırken 1986'da öldü.

ölümünden sonra oğlu brian herbert ve yazar kevin j. anderson bu evreni (tıpkı star wars evreni gibi) asıl dune evrenini hazırlayan yeni serileri yaratmak için büyük bir üretkenlikle kullandılar. f. herbert'in yazdığı dune evreninde ve f. herbert'in yazdığı asıl dune serisine hazırlık olarak üçer kitaplık üç seri yarattılar. hatta okuyanların dikkatini çekmiştir, bu evrenin asıl merkezi olan dune gezegeni, ilk olarak gezegenbilimci pardot kynes'ın dune'a gelmesiyle başlar ve hepimizin aklına geldiği gibi bu karakterde, brian herbert, babası f. herbert'i simgeleyen bir karakter yaratmıştır.

yenilerde dune serisinin, (oğlunun söylemiyle, bir bankanın kiralık kasasından bulup çıkardıkları, babasının serinin son kitabına ilişkin notlarından yararlanarak yazdıkları) son kitap (7. kitap) iki cilde bölündü ve bildiğim kadarıyla ilk cildi türkçeye çevrildi ve basıldı ama diğer cildin türkçeye çevrilip çevrilmediğini şu an itibariyle öğrenemedim, öğrendiğimde buraya eklerim.

aşağıya daha önce dune'la ilgili olarak yaptığım başka bir çalışmanın ürünü olan 'f. herbert; dune evreni' ile ilgili türkçeye çevrilmiş ve basılmış, türkçeye çevrilmemiş ve basılmamış bütün kitapları içeren bir liste bırakıyorum.

ve kapanışı, arthur c. clarke'ın, 'dune'la ilgili olarak söylediği; "dune, yüzüklerin efendisi ile kıyaslanabilecek tek şaheser kurgu romandır." sözleriyle yapmak istiyorum.

dune kitaplar listesi:
(+işaretli kitaplar yazar tarafından, diğerleri, yazarın ölümünden sonra oğlu brian herbert ve yazar kevin j. anderson tarafından yazılmıştır.)
kronolojik sıra:

-hunting harkonnens – harkonnen avı (kısa hikaye) (kabalcı yayınevi-2005)
-the butlerian jihad – butleryan cihadı (kabalcı yayınevi-2005)
-whipping mek – dövüş meki (kısa hikaye) (kabalcı yayınevi-2005)
-the machine crusade – makinelerin seferi (kabalcı yayınevi-2005)
-the faces of a martyr – bir şehidin hatırlanışı (kısa hikaye) (kabalcı yayınevi-2006)
-the battle of corrin – corrin savaşı (kabalcı yayınevi-2006)
-sisterhood of dune (türkçeye çevrilmedi)
-mentats of dune (türkçeye çevrilmedi)
-red plague (kısa hikaye) (türkçeye çevrilmedi)
-navigators of dune (türkçeye çevrilmedi)
-house atreides (1999) – atreides hanedanı (kabalcı yayınevi-2003)
-house harkonnen (2000) – harkonnen hanedanı (kabalcı yayınevi-2003)
-house of corrino (2001) – corrino hanedanı (kabalcı yayınevi-2004)
-wedding silk (kısa hikaye) (türkçeye çevrilmedi)
+dune çöl gezegeni (sarmal, 1997/kabalcı, 2008/ithaki, 2015)
-a whisper of caladan seas (kısa hikaye) (türkçeye çevrilmedi)
-paul of dune (türkçeye çevrilmedi)
-the road to dune (türkçeye çevrilmedi)
+dune messiah – dune mesihi (sarmal,1997/kabalcı, 2008/ithaki, 2016)
-the winds of dune (türkçeye çevrilmedi)
+children of dune – dune’un çocukları (sarmal, 1998/kabalcı, 2008/ithaki, 2016)
+god emperor of dune – dune’un imparator tanrısı (sarmal yayınevi-1999) dune tanrı imparatoru (kabalcı yayınevi-2009) dune tanrı imparatoru (ithaki, 2017)
+heretics of dune – dune’un kafirleri (sarmal yayınevi-1999) dune sapkınları (kabalcı yayınevi- 2011)
+chapterhouse dune – dune rahibeler meclisi (mavi ada-2000) dune rahibeler meclisi (kabalcı yayınevi-2012)
-sea child (kısa hikaye) (türkçeye çevrilmedi)
-hunters of dune (türkçeye çevrilmedi)
-treasure in the sand (kısa hikaye) (türkçeye çevrilmedi)
-the sandworms of dune (türkçeye çevrilmedi)
devamını gör...

şiir inceleme

uzun süredir düşündüğüm bir şeydi bir şiir üzerinde şiiri incelemesi yapmak. daha önce şiir inceleme başlığında yazmıştım. onları önce burada bir tekrarlayalım ki, okuyacak olanlara kolaylık olsun:
şiir nedir?

şiirin tek bir tanımı yoktur. hatta biraz abartarak söyleyelim; şiirin, şiiri tanıyıp, bilenlerin sayısı kadar tanımı olabilir. nedir şiiri bu kadar 'özel' kılan? şiiri bilen insan sayısı kadar tanımı olmasını sağlayan?

ben bugün, şiirin edebi tanımları üzerinde durmayacağım. şiiri tıpkı öğrencilerime anlatır gibi, 'formülleştirerek' anlatmaya çalışacağım.

şiir kısaca; ses + imaj/imge'dir.

şimdi 'ses'le neyi kastettiğimizi açalım:

ses aslında şiirin biçimine ait her şeydir; şiirin nazım şekli, şiirin nazım birimi, şiirin ölçüsü, şiirin kafiye dizilişi, şiirin kafiye ve varsa redifleri, şiirdeki bilinçli ses tekrarları (aliterasyonlar ve asonanslar).....

şiirde, imge/imaj nedir onu açalım şimdi de:

imge/imaj dediğimiz şey, şiire ait her türlü anlamsal/bağlamsal niteliktir. yine formülize ederek açıklamaya çalışırsak,

şiirleri; şiirin konusu, şiirin ana duygusu (theme/tema), şiirin -eğer varsa- vermek istediği mesaj, şiirde kullanılan edebi sanatlar, şiirin imge dünyası (şiiri okuduğumuzda gözümüzde canlananlar), şiirde kullanılan sözcüklerin seçimi (dil ve anlatım)... özellikleriyle irdelediğimizde ortaya koyduğumuz her şeydir.

şimdi, yukarıdaki açıklamaları okuyanlar "bu da nedir, yazar bize ne anlatmaya çalışıyor?" diyebilirler.
bu soruya çok basitçe bir cevap verirsek, lisedeki edebiyat derslerinde ve üniversitelerdeki 'dil' bölümlerinde, bir şiir inceleneceği zaman yukarıdaki kriterlerden hareket edilir. bu kişiler (öğrenciler?) için şiir, yalnızca 'ruhlarında fırtınalar estiren bir söz mucizesi' değildir. onlar bir şiiri yukarıda saydığım kıstaslar çerçevesinde didik didik ederler.

belki siz de bundan sonra bir şiiri okurken, yukarıya yazdıklarımı hatırlar ve şiire bir de bu çerçeveden bakarsınız.

zamanı oy, sesini sakla; bir ahmet erhan şiirini bu izlekler eşliğinde incelemek istedim. önce şiir:

zamanı oy, sesini sakla...unutulmasın
tarih düşür her yazdığının altına
aynaya bak, yüzünü göm...unutulmasın
bir gün küllerin savrulur nasılsa

bence sen bir günlük tutmalısın
solgun güller kurutarak yapraklarında
yağmurda yürü, izini koru...unutulmasın
toprağı eşeleyen çocukların avuçlarında

şimdi kentlerin yalın-kılıç yalnızlığındasın
geçtiğin kırmızı, durduğun yeşil...unutulmasın
dimdik önündesin bir fotoğraf karesinin
o fotoğrafta hiç sarı kullanılmasın

iyi çocuk ol, acınla büyü...unutulmasın...
-------------------------------------------------

şiire önce 'ses' özellikleri açısından bakalım:
şiir, türk şiirinin özellikle 80 sonrası bir dönemine ait olduğu için herhangi bir nazım şeklinden söz etmemiz mümkün değil. tamamen serbest ve şairin kendi özgür biçemiyle kurduğu bir şiir. bu nedenle şiirde bir ölçüden de söz etmek mümkün değil.
şiir seslerden örüldüğü için şiirde bir kafiye şeması arayalım önce:
abab/abab/aaca/a
şiir üç dörtlük ve bir dizeden oluşmuş. her dörtlük şemalaştırırken harflerle işaretlediğimiz gibi benzer seslerle örülmüş. ana ses, olumsuz emir kipi 3. tekil şahısla kurulmuş: unutulmasın!
kafiye ve rediflere tek tek bakarsak;
1. dörtlükte: unutulmasın sözleri redif.
altına ve nasılsa sözcüklerinde ise 'a' sesleri yarım kafiye.
2. dörtlükte: tutmalısın ve unutulmasın sözcüklerindeki 'sın' sesleri arasında zengin kafiye var. çünkü, 'tutmalısın'daki 'sın'-->gereklilik kipinin ikinci tekil şahsı. 'unutulmasın'daki 'sın'-->emir kipi üçüncü tekil şahıs. yani aralarında herhangi bir anlam ya da görev benzerliği yok. sadece ses benzerliği olduğu ve üç ses benzediği için de zengin kafiye diyoruz.
3. dörtlüğe gelince: birinci dizedeki yalnızlığındasın sözcüğündeki 'sın' ikinci tekil şahıs eki. üçüncü ve dördüncü dizelerdeki, unutulmasın ve kullanılmasın sözcüklerindeki ortak sesler olan 'sın'lar ise emir kipi üçüncü tekil şahıs ekleri ve bu nedenle redif ama birinci dizedeki ses benzerliği bu redif ilişkisini bozduğu için bu üç dize arasında da zengin kafiye olduğunu söyleyeceğiz.
3. dörtlüğün üçüncü dizesindeki 'karesinin' sözcüğünü başka bir kafiye işareti ile işaretlemiştik. evet burada da kulağımıza benzeyen sesler çarpıyor ama diğer üçüyle herhangi bir kafiye ya da redif ilişkisi yok bu dize ile diğer dizeler arasında. sadece bir asonans ya da aliterasyon benzerliğinden söz edebiliriz.
ve şiir tek bir vurucu dize ile bitiyor, o dizedeki kafiye sesi de bütün şiir boyunca şiire hizmet eden aynı sözcüğün içindeki aynı ses--> 'sın' sesi.

bütün bir şiir boyunca bir öğüt ve emir karışımı ifade var; bu ifade emir kipiyle pekiştirilmiş ve şiirin ana sesinin 's' sesi olduğunu; şiirde en çok tekrar edilen seslerin, ünlülerde 'ü ve 'a' (asonans); ünsüzlerde 's' sesinin yanında, 'l', 't', 'n' ve 'ç' sesleri olduğunu söyleyebiliriz (aliterasyon).

bütün bu ses benzerliklerine ve aralarındaki ilişkiye bakarsak, şiirin her şeyden önce, bir dilde yaratılan seslerin mükemmel uyumu olduğunu söyleyebiliriz. işte tam bu nedenden ötürü de şiirin asla çevrilemeyeceğini, aynı konuda farklı bir dilde yeni bir şiir yazılacağını rahatlıkla söyleyebiliriz.
------------------------------------------
şimdi gelelim şiirin öz yönünden incelenmesine yani, anlamsal, imgesel incelemesine.
şiir incelemeleri aslında tam buradan başlar. bundan önce yazdıklarımız aslında sadece işin akademik öğretisidir ama bundan sonra yazacaklarımız herkesi ilgilendiren, şiiri şiir yapan her türlü hayal, duygu, anlam.......dır.

şiiri okuduğumuzda ilk hissettiğimiz, çocukluk anılarıyla harmanlanmış bir geleceğe bir şeyler bırakma kaygısı. son derece insani. son derece anlaşılır. hepimizde, her birimizde var olan bir duygu. öyle bir duygu ki, sözlüklere yazma nedenimiz de o, günlük tutmamız ya da fotoğraf çektirme nedenimiz de o.
geçici, kısacık ömürlerimizde bir şeylere tutunma, var olma isteği. benliğimiz.
aslında bizi biz yapan her şey, bütün duygularımız, yaşantımız, yaşadıklarımız....
hani geçmişe dönebilsek o zamanki bize, 'şu an' hakkında bir şeyler söylemek isteriz ya, hani 'keşke'lerimizi geçmişe dönüp yok etmek isteriz ya, hani o çocukluğun masum saflığındaki çocuğa, yaşadıklarının kıymetini bil, kendini koru, n'olur incinme demek isteriz ya, işte o duyguların hepsi bu şiirde var.
"şimdi kentlerin yalın-kılıç yalnızlığındasın
geçtiğin kırmızı, durduğun yeşil...unutulmasın
dimdik önündesin bir fotoğraf karesinin
o fotoğrafta hiç sarı kullanılmasın"
artık bugündür, bir yetişkin olarak yaşadıkların da kıymetli. ölüm, ah ölüm! evet, belki ölüm hep var ama ölümsüzlük de yok mu? yoksa bile unutulmamak. evet, o işte kesinlikle var. o zaman unutulmaz ol. öyle şeyler yap, öyle şeyler bırak ki, asla unutulma. işte ölümsüzlüğün formülü de bu. bunu bilerek yaşa.
şiirde olağanüstü imgeler, benzetmeler, mecazlar..... yok. var olanlar da o kadar açık ve net ki. gerçek çırılçıplak patlıyor suratlarımızda.

toprağı eşeleyen bir çocuk imgesinden, büyük kentte tek başına mücadele eden adam yalnızlığına kadar her sözcük bilinçli, kullanılan renkler bilinçli. eğer bir simge halinden söz edebilirsek yalnızca bu renkler bir şeyleri örterek anlatmış, yoruma açık diyebiliriz.

şiirler; bazen sırdaşımız, dert ortağımız, tesellimiz, ağlayışlarımız, umutlarımız, umutsuzluklarımız, sevinçlerimiz, coşkularımız, arzularımız, zayıflıklarımız, gücümüz, karanlık yanlarımız, bitmeyen isteklerimiz.........insanlığımız.

ben şaire, sevdiğim bir şarkı eşliğinde, bu kalp seni unutur mu diyorum.
devamını gör...

truvalı helen

adına romanlar, şiirler yazılmış, filmler, tablolar yapılmış mitolojik karakter.

'homeros'un 'ilyada'sında, 'sparta' kralı 'meneleos'un karısı. 'akha'ların komutanı 'agamemnon'un hem karısının -clytemnestra- kızkardeşi, hem de erkek kardeşinin karısı.

truvalı (troy) 'paris'in aşkı uğruna, yurdunu, kocasını ve çocuğunu -hermione- bırakarak troy'a gelen ve troy'un 'akha'lar tarafında yakılıp yıkılmasına neden olan güzeller güzeli kadın. hatta öyle ki, troy'da taş üstüne taş kalmazken, helena kurtulur. kocası onun güzelliğine kıyamaz. ve hayatta kalır.

hikaye aslında bir tanrılar tartışmasıyla başlar. paris'in babası priamos'un, eşi hecabe paris'e hamileyken gördüğü bir kabus üzerine, doğan çocuğu 'ida dağı'na bıraktırmasıyla başlar paris'in hikayesi. bir çoban tarafından kurtarılan paris'in kendisi de bir çoban olur. ve üzerinde 'en güzeline' yazılı altın elma onun kaderini belirler. tanrıçalar ona dünyaları vaderken, o, güzellik ve aşk tanrıçası afrodit'in vadettiğini seçer: "dünyanın en güzel kadının aşkı'. bu aşk onun hayatına ve ulusunun yok olmasına yol açsa da.

'helen, helena'; aslında, sparta kraliçesi olan annesi leda'nın, baştanrı zeus'la kaçamağından doğan bir tanrı kızıdır ve bu nedenle daha baştan 'lanet'lidir.

ve 'helen, helena' aslında taa eskilerden gelen ataerkil düzenin olağan suçlusu 'kadın'ın simgesidir ve bu hikaye de ne yazık ki bitimsizdir.

buradan
devamını gör...

blonde

artık yazabilirim.
onu tanıdığım/bildiğim andan itibaren hayatım boyunca -belki annemden dolayı- garip bir yakınlık duyduğum/kurduğum sahte sarışın. (aslında bu satırlar hazırlayacağım marilyn monroe yazısı için de giriş satırları.)
öleli altmış yılı geçmesine rağmen, yaşadığı zamanki kadar popüler ve ilgi çekici. genç ölmesinin, öldüğünde hala çok güzel bir kadın olmasının, hiç kötü fotoğrafının olmamasının da bunda büyük etkileri var elbette.
bu kadında insanı saran garip bir sıcaklık var. ona bakıldığı zaman, kadın ya da erkek olmanız fark etmiyor, onu korumak istiyorsunuz. ve çok ilginç, kişide uyandırdığı bu yoğun duyguya rağmen, çok korunaksız ve yapayalnız.
marilyn'le ilgili anlatacaklarımı marilyn sayfasına bırakıp biran önce filmi anlatmaya geçmeliyim ama olmuyor işte.

film çok kötü eleştiriler aldı, onu baştan söyleyelim. hatta o kadar olumsuz eleştiriden sonra yönetmen andrew dominik'in insan içine çıkamaması lazım.
filmi izleyenlerin neredeyse tamamı, filmi beğenmemelerine rağmen, marilyn'i canlandıran ana de armas'a bayıldı. ben de öyle. kadın gerçek bir makyaj mucizesiyle resmen marilyn'e dönüşmüş. ama hayır, bu ana'ya haksızlık. yalnızca makyaj değil bizi bizden alan. ana, resmen rolünü oya gibi işlemiş. ve o karmakarışık desenleri o kadar rahatlıkla işlemiş ki, her şeyi unutup onunla bütünleşiyorsunuz. ve bence bu yönetmenle ilgili bir şey değil. ana de armas'ın başka hiçbir filmini izlemedim. bu ilkti. özel olarak aramayacağım da izlemek için. fakat ten rengi bile bu kadar farklı bir kadını oynamak için gösterdiği olağanüstü çaba kesinlikle takdire şayan.

film öncelikle belirtilmesi gerekirse biyografi değil, kurgu.
nedir?
blonde, joyce carol oates'in aynı adlı romanından uyarlanmış. romanda tarihsel gerçeklerle uyuşmayan pek çok durum var. örneğin;

marilyn monroe'nun ilk ünlenmeye başladığı zamanlar charlie chaplin jr. ve edward robinson jr. ile yaşadığı ileri sürülen üçlü ilişki, hatta onlardan çocuk aldırdığı, marilyn ölmeden önce -hatta duygusal bir yıkım yaşamasına ve intihar etmesine sebep olarak gösterilen- charlie chaplin jr.'ın ölümü ve ona babasıyla ilgili yolladığı not.

bu konuda ingilizce bilenler için bir sayfa bırakmak istiyorum, dileyen bir göz gezdirebilir. buradan
bundan sonrasını da 'spoiler'sız yazmak çok zor.

marilyn'in yaşamının sonlarına doğru, önce amerika'nın görevi başında suikastle öldürülen ve ölümü hala açıklığa kavuşturulamayan john f. kennedy ve arkasından onun başkanlığa oynayan ve belki de kazanması kesin olan -o da suikaste kurban gidiyor.- küçük kardeşi robert f. kennedy ile olan seksüel ilişkisi hakkında yalnızca birincisinden söz edilmiş, hem de beni çok şaşırtan bir şekilde. kennedy ailesi amerika'da hala çok güçlü bir aile. ve en küçük erkek kardeş ted kennedy bildiğim kadarıyla hala sağ ve amerikan senatosunda demokratları temsil ediyor, ki, demokratlar şu anda iktidarda. ve onların filmi mahkemeye verecek tüm güç ellerindeyken, hiçbir şey yapmamaları ve öylece izlenmesine izin vermeleri gerçekten beni çok şaşırttı. filmdeki en vurucu sahnelerden birisi, başkanın marilyn'e bir et parçasıymış gibi davrandığı, ona yatak odası kapısı açıkken ve odanın hemen dışında açık kapının önünde ve otel süitinin diğer odalarında bir yığın insan varken blowjob yaptırdığı, son derece kaba ve gaddar davrandığı sahneler. filmde bunlar marilyn'in çöküşünü hazırlayan sahneler olarak verilmiş. ama bende yalnızca "hayır, bu kadın hani aptal sarışın değildi, buna azıcık beyni olan kimse izin vermez." duygusu uyandırdı ve gerçek olmasına rağmen gerçekliğini yitirmesine neden oldu. (bu arada şunu da eklemeliyim, yakın zamanda ekşi'ye yazdım, john f. kennedy'nin karısı jacqueline kennedy-ve sonra onassis soyadını ekliyor soyadına.- kocasının ölümünden sonra aşırı metanetiyle toplumun hayranlığını kazanıyor ya, hani arkasından da ünlü yunanlı milyarder aristotle sokratis onassis'le evleniyor, işte tüm bunların nedeni kocasının evlilikleri boyunca ona hiç sadakat göstermemesi, sürekli aldatması. demek ki kadın bütün bunlardan ne kadar bıktıysa, adam ondaki sevgiyi bitirmiş olmalı.)

yazı uzadı gitti ama henüz sona gelmedik.
filmle ilgili en dikkat çekici nokta marilyn'in geçmişinden asla kopamaması. annesinin deliliği, babasız oluşu, kimsesizliği.... hele babasız oluşu öyle kalın çizgilerle sürekli işlenmiş ki, insana bir noktadan sonra bıkkınlık geliyor. kocalarına 'daddy' deyişi, çocuk delisi olmasına rağmen o günün şartları içinde bir türlü isteğine kavuşamaması......bunlar hep seksist bakış açısının olumsuzluklarını vurgulamak için kullanılan sahneler, bir anlamda netflix'in resmi görevi haline gelen, liberal ahlak anlayışının manifestoları gibi. ama bir yandan da insan, anne karnından seslendirilen -aslında marilyn'in iç sesi/vicdanı- bebeğin acıklı sesi, yok oluşunun seyirci gözünde travma yaratacak şekilde düzenlenmesi......bütün bunlar bizim liberal netfilx için bir 'acaba' dememize neden oluyor, hele de şu sıralar amerika'da cumhuriyetçilerle demokratlar arasında bir kürtaj yasası kavgası varken.

filme teknik yönden de kısaca bakalım:
eleştirmenlerin belki de en çok takıldıkları nokta, yönetmenin süper bir buluşçasına siyah beyaz ve renkli çekimleri kafasına göre kotarması. arada saçma sapan göz yoran karartmalar ya da renk yığınları ile yönetmen bize ne anlatmaya çalışıyor, o çok iyi anlaşılıyor da, olmamış, olduramamış. bir kere gereksiz uzun tutulmuşlar, sanki süre boşuna harcansın diye konulmuş izlenimi bıraktı bende. bu da yönetmenin kurguda çuvalladığı anlamına geliyor. işin ilginç yanı film aslında ilk kurguda böyle akmıyormuş, daha sonra yönetmenin içine sinmemiş ve oturmuş, kurguyu baştan sona kendisi yeniden düzenlemiş. yani filmde beğenilmeyen her şey açıkça yönetmenin hatası.
filme genel olarak baktığımızda, dönemi (50'ler) başarıyla yansıttığını söyleyebiliriz. makyaj, kostüm, eşyalar, arabalar, bizi o yılların filmlerine bir şekilde götürüyor. yönetmen birkaç yerde, marilyn'in eski filmlerinden parçalar da kullanmış. örneğin; 'some like it hot= bazıları sıcak sever'. nasıl izin aldılarsa filmden parçalar gösterildi ve aslında o filmi en az üç kez izlemiş biri olarak tony curtis'i ve özellikle jack lemmon'ı yeniden görmek benim hoşuma gitti.

film, tüm görüntü ve davranışlarıyla, mimikleri ve özellikle sesiyle, giydiği kıyafetlerle, kısaca marilyn'i marilyn yapan her şeyiyle ana de armas'ı parlatan bir film. bütününe baktığımda, evet film bence de başarılı değil. ama benim gibi marilyn hayranlarına yine de onun o güzel yüzünü yeniden görme anlamında iyi gelen bir film. hatta filmde sürekli aşağılanmasına, acındırılmasına, pek çok yerde yanlış anlatılmasına/yorumlanmasına 'rağmen'.
bazı insanlar vardır. kısa ya da uzun yaşamaları fark etmez. onlar insanlık hafızasında sonsuza dek yaşarlar. marilyn belki kendini öldürmeyi tercih etti (belki de etmedi öldürüldü, bilmiyoruz.) bu onun sonsuza dek yaşayacağı gerçeğini değiştirmez. o bir şekilde 'güzel'i simgeleyen herhangi bir 'obje'nin bir köşesinde yer almaya devam eder.
devamını gör...

aylak adam

bazı kitaplar vardır, her okuyuşunuzda ilk defa okuyormuş gibisinizdir. daha önce fark etmediğiniz yeni bir yanını, yönünü fark edersiniz. sizi her seferinde yakalar bir yerinizden, okurken dünyayı unutursunuz.
aylak adam bunlardan biri değil benim için.
ilk okuduğumda nasıl çarpıldığımı hatırlıyorum. yeniden okuyuncaya kadar benim 'en'imdi bu roman.
yeniden okuduğumda birkaç saatte bitmişti. ve yaşadığım düş kırıklığı hala canımı yakıyor.
nedeni üzerinde epey düşündüm.
ilk okuduğumda, fazla romantik, hayal dünyasında yaşayan, hala ergenliğin sınırlarında yaşayan bir genç kızdım. bay 'c', düşlerimde yaşattığım, onun da 'beni' sürekli aradığını bildiğim ama kaderin bir türlü bizi birleştirmediğine inandığım hayali aşkımdı.
onu bir gün bulacağıma dair inanç bana yaşama gücü veriyordu.
burada durup yazarın bu kısa romanında gerçekleştirdiği o neredeyse kutsal başarıya bakalım.

(bakılacak)

yusuf atılgan üretken bir yazar değil.
onunla tanışmayı isterdim. konuşkan biri olduğunu düşünmüyorum. öylece susar, nbc filmlerindeki gibi 'uzaklar'ı seyrederdik. konuşmamıza gerek olmazdı, çünkü birbirimizi anlardık.
türk edebiyatının zirvesinde iki roman, yok ettiği bir roman -eşek sırtında saksağan-, yarıda kalmış bir son roman -canistan- ve orada burada yayımlanan bir avuç öykü.
68 yıl, bu mudur?
aylak adamın ta kendisidir yusuf atılgan. onu o kadar iyi anlıyorum ki, onun dişisi benim zaten.
bu sözlerimden hayatını bomboş geçirmiştir anlamını çıkartırsanız çok yanılırsınız.
büyük düşleri olan, hem akıllı hem yetenekli insanlar, 'gerekli' hırs ve çalışkanlığa sahip değillerse, ölüm bir süre sonra kapılarını çaldığında, hala yapacak binlerce işlerini düşünerek ölmek istemezler. bu konu epey acıklı. içi rahat ölmek ve huzursuz ölmek başlığı açılmalı.
yusuf atılgan mükemmelliyetçiliğin o zalim sınırlarında gezinirken daha zamanı olduğunu düşünmüştür, eminim.
yarım kalan canistan onun hayatının esintilerini belirgin bir biçimde taşırken aylak adamı da neredeyse otobiyografik bir roman olarak düşünüyorum. ve anayurt oteli tartışmasız türk edebiyatının en önemli 'on' romanından biridir. zebercet de yusuf atılgan'ın ta kendisidir dersek büyük haksızlık etmiş oluruz ama. yine de zebercet gibi bir karakteri yaratabilmek o karakterle belli bir iz düşümünde birleşmeyi de gerektirir.
romanlarında kullandığı dil ve anlatıma girersem bu yazının sonu da canistan gibi olur, yarım kalır.
bugün bu başlıkta okuyup oynadığım birkaç yazı da kesinlikle romanın dayandığı felsefe ve alt yapı açısından doyurucu bilgiler içeriyordu. özellikle oyladıklarımın okunmalarında yarar görüyorum. bu nedenle zaten yazılmış olanları bu yazıda yinelemeyeceğim.
şimdi sıra en başta yazdığımı yinelemekte.
aylak adam ikinci okunuşunda, artık romanın farklı kurgulanmasının ve bunun anlamayı da güçleştirmesinin etkilerini yitirdiği bir zaman diliminde aynı etkileyicilikte değilse, 'romantizm' kişinin öncelikleri arasında olmayı çoktan terk etmiştir.
hep merak etmişimdir, ilk okuyuşta, dinleyişte, görüşte sizin 'çarpıldığınız' ama başkalarının bırakın çarpılmayı, zerre kadar etkilenmediği 'eserler' ve durumlar listelense, listeye neler girerdi?
ya da tam tersi, insanlığın ortak akıl ve duygu durumuyla tam bir mutabakata vardıkları 'şeyler' neler olurdu?
amaç her daim 'güzel'i aramak değil midir?
devamını gör...

uzun sürmüş bir yaz

bendeki baskisi 1986. ilk baskisi ne zaman diye baktim; 1975 cikti karsima. ben bu tur kitaplari gecmiste sahaf sahaf gezerek toplamistim. bazi ilk baski kitaplar da var elimde. kitabi uzun bir aradan sonra tekrar okurken aklimda aslinda ilk baski oldugu bilgisi vardi.
neden tarihler uzerinde bunca duruyorum, aciklayayim:
benim en sevdigim turk yazar bilge karasu. artik yazar kiymeti bilinmesinden mi, yoksa bir ozenti dalgasi yayginligindan mi bilmiyorum, bilge karasu, olumunden once de, olumunden sonra da cok populer. bunu kesinlikle olumsuz anlamda soylemiyorum. bilge karasu oyle bir yazar ki, turkcenin zirvelerinden ve isledigi dil o kadar ust duzey ki, baska dillere cevrildiginde asla ayni tadi vermeyecektir ve -benim gorusume gore de- dunya capinda bir yazar olamayacaktir. cunku islenen konu -tema- ve dil ayni paralelde giderse, yazarlar dunya capinda da taniniyorlar. yasar kemal ornegin, dunyanin butun dillerine cevrilir ve rahatlikla okunur. ama bilge karasu oyle degil. aslinda bu cok uzun ve detayli bir konu. ben bu konuya tekrar donecegim.

butun bu alakasiz gibi gorunen girizgahlarin yukaridaki kitap tarihleri karsilastirilmasiyla iliskisine donersek; bilge karasu'nun "uzun surmus bir gunun aksami" kitabinin ilk basim tarihi 1970, nedim gursel'in "uzun surmus bir yaz" kitabinin ilk basim tarihi 1975. ve her iki kitap da odullu. bilge karasu bu kitapla 1971'de sait faik hikaye armagani almis; nedim gursel ise bu kitapla 1976'da -simdiki degil, o zamanki- tdk oyku odulunu almis.

iki kitabin birbiriyle hemen hic alakasi yok, isimleri disinda. ben, nedim gursel'in hemen yayinlanir yayinlanmaz odul almis ve o zamanki turkiye'nin en onemli elestirmenlerinin hakkinda yazdigi, 'ciddiye aldigi', 'onemsedigi' bir genc yazarin ilk kitabi olarak "uzun surmus bir yaz"i, 'cok sansli ilk kitaplar' listesinin en basina yerlestiriyorum, aklimdan kitabin adinin da bilge karasu etkisi tasidigini gecirerek.

nedim gursel o denli sansli bir kisi ki, ilk kitabinin en sonuna karl marx'tan yaptigi alinti -"sinifli toplumlarin tarihi tarih oncesi sayilmalidir."- ve bendeki baskisinda bir ek bolum olarak yer alan, kendisinin kitabi hakkindaki aciklamalari, iki elestirmenin -fusun akatli'nin ve enis batur'un* kitap ve yazar hakkinda yazdiklari, dogan hizlan'in onunla yaptigi roportaj ve 80 darbesinden sonra kitabin 'yasaklanma' surecine iliskin mahkeme kayitlari........butun bunlar doneminde ve sonrasinda bu ilk kitabi surekli yuceltmek ve aslinda olmadigi o 'cok' onemli yere konumlandirabilmek icin.

nedim gursel kotu bir yazardir demiyorum, cok sansli bir yazar diyorum.

uzun surmus bir yaz'da anlattigi hikayeler iki bolumden olusuyor. ilk bolum, uzun bolum birbirine bagli iki ana hikayeden olusuyor. 12 mart'i odak alan, sol tandansli hikayeler bunlar. ve odul almasini da, ilk oykusunden hareketle bu kadar un kazanmasini da bu oykulere borclu nedim gursel. bunu kendisi de soyluyor zaten. uzun yillar icinde 'marxci' cizgisi hala ayni yerde duruyor mudur? hic sanmiyorum. kendisi dunya zevkleriyle fazlasiyla mesgul, hedonist bir adam. duzenle catisiyor gibi gorunse de, turkiye'nin birkac guzel yerinde satin aldigi evlerini ara ara ziyaret ederek turkiye'yle baglarini devam ettiriyor ama asil hayati yurtdisinda; fransa'da. zaten sozunu ettigim o iki uzun oykunun gectigi aman diliminde de genel olarak fransa'da. akilli bir adam, hep caliskan ve okudugu okullarda hep parmakla gosterilen, ogretmenlerinin hep cok sevdigi bir ogrenci. bu ozelligi fransa'da da devam ediyor ve orada da dogru zamanda, dogru insanlarla karsilasiyor. hocalari bu entelektuel, akici fransizca konusan, yetenekli genci bir yere gondermiyorlar, ona cok az insana sunulan olanaklari sunuyorlar. nedim gursel hala fransa'da, 'sorbonne' universitesi'nde ders veren bir akademisyen.

bu yaziyi aralikli olarak yazdim ve daha bitmesine daha cok var gibi. cok uzamasini birkac nedenle istemiyorum. bunlardan biri uzun yazilarin bu tur mecralarda cok az okunuyor olmasi.
oysa ikinci bolumdeki, ilk oykuleri olarak degerlendirilen, cocukluguna iliskin daha samimi oykulerinden henuz soz etmedim bile.
bir de ozellikle yukarida bir yerlerde sozunu ettigim, kitapta ek bolumlerden biri olarak yer alan, enis batur'un kitap ve yazarla ilgili yazdiklari.
bu benim icin bu kitaptaki en onemli bolumdu bence.
enis batur'a saygi duyarim, onun tarafindan elestirilmek, yukarida da belirttigim gibi genc ve ilk kitabini yayimlamis bir yazar icin buyuk sanstir.
'yeni bir anlatima dogru' basligini tasiyan elestiride, enis batur, elestiri nasil yapilir'in akademik' bir ornegini veriyor. keske bu elestiriyi oldugu gibi buraya alintilayabilseydim. (eger okuyan ve becerisiyle imkani olan biri olur da bana yollarsa ya da kendisi asagiya ikinci bir yazi olarak yazarsa cok sevinirim.) sadece verdigi bir bakinizi buraya alintilamak istiyorum, sadece bu satirlar bile, yazarin, 70'li yillarda nasil bir okuma ugrasi icinde oldugunu ve caginin ne kadar otesinde oldugunu gostermeye yeter:
"michelle foucault'nun 'klasik cagda deliligin tarihi', 'klinigin dogusu' yapitlarinda oldugu gibi deleuze ve guattari'nin 'anti-oedipe'de disavurduklari bu. foucault'nun son calismasi 'gozlemek ve cezalandirmak' ise baska bir boyuta aciyor bu konuyu."

son olarak nedim gursel'le, hem uzun surmus bir yaz, hem onun daha sonraki kitaplari, hem de genel olarak kendisiyle ilgili bilgileri iceren uc okuma sayfasi birakayim. ozellikle magazinseverler ayse arman'la roportajini cok doyurucu bulacaklar. (zaten pek cok seyi magazin yoluyla ogrenmiyor muyuz?)
1-yazar nedim gürsel'le 'uzun sürmüş' bir öğle vakti
2-nedim gürsel'den son fasıl
3-ayse arman'in nedim gursel roportaji


son not: sevgili okuyucum, turkce harf karakterlerini kullanamadigim ve sende olasi bir rahatsizlik duygusu yarattigim icin uzgunum. beni bagisla lutfen.
devamını gör...

earwig and the witch

hayao miyazaki'nin kurucularından biri olduğu ünlü studio ghibli'nin son ürünlerinden biri.
dün canım çok sıkkındı. netflix'de kafama uygun bir film ararken karşıma çıktı. çizgi film delisi, hiç büyümeyen bir çocuk olarak oturdum izledim. allah'ım insan bu kadar mı keyif alır. inanılmazdı. studio ghibli'yi bilenler bilir, en yetenekli sanatçıların elle çizdiği eserler ortaya koyarlar genellikle. bu çizgi film öyle değil. netflix'in açıklamasında ghibli'nin 'ilk' bilgisayar destekli animasyon filmi olduğu özellikle belirtiliyor.

aşağıda çocukla sinama sitesinden aldığım bir yorumu iliştiriyorum önce:
-kendisinden okumak isteyeceklere:-

eski ghibli filmlerine hiç benzemeyen, korkutucu birkaç detay da bulunduran küçük bir cadı hikayesi.

“yürüyen şato”nun da yazarı olan diana wynne jones'in kitabından uyarlanan “benim annem bir cadı”, başında studio ghibli logosu olan grafiği en zayıf film olabilir. hayao miyazaki’nin oğlu goro miyazaki’nin filmi sanki tam bitmemiş, bilgisayarda tasarlanmış haliyle çıkmış karşımıza. karakterlerin ifadeleri miyazaki filmlerinin alıştığımız tonlarından farklı. goro miyazaki babasından farklı olarak tümüyle bilgisayar destekli bir film çıkartmış ortaya bu üçüncü yönettiği filmde.

kızıl bukle bukle saçları olan motorlu genç bir kadın kundaktaki küçük kızını bir yetimhaneye bırakır. bıraktığı nota diğer 12 cadının peşinde olduğunu, bir gün dönüp kızını geri alacağını ama bunun yıllar sürebileceğini yazmıştır. aradan yıllar geçer, erica büyümüş, zeki ve cesur bir kız çocuğu olmuştur. bir gün bella yaga adında bir kadın tarafından evlat edinilir. erica bir süre sonra kadının bir cadı olduğunu anlar. aynı evde mandrake adlı esrarengiz, bazen de korkunç görünen bir adam daha yaşıyordur. earwig, evde çalışırken konuşan bir kedinin desteğiyle annesiyle bağlantılı olan bu insanları araştırmaya başlar.

çocukla sinema'nın yorumu
ünlü bir yazardan uyarlanmasına ve studio ghibli markasına sahip olmasına rağmen beklentileri karşılayamamış bir animasyon. bilgisayar animasyonu maalesef karakterlerin sempatik görünmesine engel oluyor, özellikle de erica ile özdeşleşmeyi zorlaştırıyor. mandrake’nin göründüğü sahneler ürkütücü. özellikle de 67. dakikada hayli korkunç bir şey oluyor.

kısa bir film olmasına rağmen (82 dakika) orta kısımlarında hikaye çok yavaşlıyor. bella yega sihirli iksirler yaparken erica’yı da yardım etmeye zorluyor bu bölümlerde. pek fazla olay da olmuyor, senaryonun zaafiyeti daha da görünür oluyor. doğru düzgün pek bir duygu hissedemiyoruz film boyunca ve maalesef yeni bir “küçük cadı kiki” bekleyenleri hayal kırıklığına uğratarak bitiveriyor.

filme türkçe dublaj yapmayan netflix ne hikmetse “genel izleyici” sınıfı vermiş. ama korkunç sahneleri dolayısıyla en az 7+ olmalı. * burak göral


şimdi benim yorumum:
evet, çocuklar için sanki çok da uygun değil gibi gelebilir. ben çocuklarıma izletir miydim? kesinlikle. inanılmaz titiz hazırlanmış, çizgilerin neredeyse gerçek hallerinde ifade edildiği ama buna rağmen işin içine sizi de katarak -kendi hayal dünyanızı da işin içine katarak- şahane bir yolculuğa çıkacağınız böylesine bir çizgi film dünya yüzünde kaç tanedir diye soracaksınız önce kendinize. çok ender.

filmi izlerken mola ihtiyacınızı bile erteliyorsunuz öyle söyleyeyim. kulağakaçan olarak iğrenç bir çeviriyle adını türkçeleştirebileceğimiz* 'earwig'--> 'erika' kesinlikle sempatik bir çocuk olarak çizilmemiş. hikayeyi okumadım, okumadığım için de yazarın kitapta nasıl bir yöntem izlediğini bilemem elbette. acaba yazar özellikle mi 'özdeşleştirme'den kaçındı? yoksa, kitabın ilerleyen bölümlerinde mi kurulacak o 'özdeşleştirme'? biz çizgi filme bakarsak, benim 'scarlett o'hara' sendromu dediğim o kendini beğenme, kendini önemseme, bencilliği hak olarak görme durumu filmimizin kahramanı için de geçerli. ona yapılan haksızlıklara karşı duruşunda bile, bizim hemen empati kuracağımız o 'mağdur' olma durumu, incinmişlik söz konusu değil. hemen göze göz dişe diş planları kurmaya başlayan bir çocuktan söz ediyoruz burada. böyle bir çocuğa 'sempati' duyabilir misiniz? duymayın, onun buna hiç ihtiyacı yok zaten. şimdi tam da bu noktadan yola çıkarak biz eğitimciler, kafa kafaya versek bu 'cesur yeni dünya'nın, çocuklarımıza işlenmesi gereken bir değer, kazandırılması gereken bir yeti olduğu konusunda nasıl bir karar alırız?

dünya bir şeylere evriliyor ve dünya, bizim şimdi yaşamakta olduğumuz dünya gibi olmayacak. belki distopya onun için bize bu kadar yakın geliyor, belki bizler onun için yalnızlığı bu kadar seviyoruz ve sözlüklere kaçıyoruz. (sözlüklere yazmak pek akıl işi değil çünkü.) gelecekteki dünya belki de gerçekten birkaç tür zombinin yaşadığı ya da hayatta kalanların 'zombi' özellikleri göstereceği bir dünya olacak. (gerçekten çok mu umutsuz bakıyorum?) böyle bir dünyada belki her birey birer 'earwig' olmak zorundadır.

bu film hayat gibi, evet bu stüdyonun daha önce yaptığı, acıklı bile olsalar belli bir 'naif'liği barındıran 'romantik' filmler gibi değil. bir kere 'iyi' ve 'kötü' üzerinde tekrar düşünmemiz gerekiyor. bu filmde kim kötü, kim iyi?

durun bakalım, film zaten burada bitmiyor, devamı.......pek yakında. o da bi gelsin, izleyelim ve bu yazıyı o zaman tamamlayalım. bu gecelik bu kadar.
devamını gör...

lewis carroll

asıl adı charles lutwidge dodgson olan ingiliz yazar. (1832- 1898)

orta sınıf bir ingiliz ailenin çocuğu olarak doğdu, matematiğe ilgisi erken keşfedildi. ölünceye kadar -pek de mutlu olmadığını iddia ettiği- christ church, oxford'da hocalık yaptı. felsefe, şiir ve fotoğrafçılıkla ilgilendi. en önemli romanı başta çocuklar için yazdığı, daha sonra yaptığı ekleme ve düzenlemelerle yetişkinlere de hitap eden 'alice's adventures in wonderland' (alis harikalar diyarında) romanıdır. roman fantastik türde bir eser olduğu için hemen ilgi çekti. hatta o kadar ki, kraliçe victoria kitaba bayıldı. dodgson daha sonra, romanın devamını da yazdı: through the looking-glass, and what alice found there (türkçeye 'aynanın içinden' diye çevrildi.)

dodgson, ölümüne yakın iki ciltlik bir roman daha yazdı ama bu romanlar ilgi çekmedi. ("son romanı, iki ciltlik sylvie ve bruno, sırasıyla 1889 ve 1893 yıllarında basıldı, ancak kitapların başarısı alice'in başarısının yanına bile yaklaşamadı. karmaşıklığı okuyucu tarafından pek takdir görmedi ve kitabın eleştirileri de dahil olmak üzere yalnızca 13,000 baskısının satılması hayal kırıklığı uyandırdı.")

dodgson'un belki de en belirgin özelliği 'kekeme' olmasıydı. alice harikalar diyarındaki 'dodo' karakterini kendisini düşünerek yazdığı ve kendi adını bir türlü düzgün söyleyemediği için bu adı koyduğu söylenir.
şu anda bile kendisi ile ilgili araştırmalar yürüten pek çok kuruluş vardır.

alis harikalar diyarında'nın basılışının 150 yılı için hazırlanan bir bbc belgeselinde dodgson'un 'pedofili'ye eğilimi olduğu iddialarına da yer verildi. bu ne kadar doğrudur bilinmez ama (kendi çektiği fotoğraflardan oluşan arşivindeki fotoğraflardan pek çoğu bugün kaybolmuş olsa bile) dodgson'un çektiği kesin olarak bilinen fotoğraflardan birindeki, ergenliğinin başındaki çırılçıplak küçük kız fotoğrafı, iddiaya önemli bir dayanak olarak gösterilmekte.

çocukluğumun en sevilen kitabının yazarı hakkındaki bu iddia beni üzdü. ama böyle bir kitabı hayal dünyası geniş çocuklara sunabildiği için, yalnızca böyle bir nedenle bile olsa onu lanetleyemiyorum.

charles lutwidge dodgson, nam-ı diğer lewis carroll'ın, ölümünden sonra hubert von herkomer tarafından fotoğraflarına bakılarak yapılan bir portreyi ve ressamı hakkında ingilizce bilgi içeren sayfayı da paylaşayım. bu tablo şu anda great hall of christ church, oxford'da asılıdır.
devamını gör...

ne idüğü belirsiz

işte yine en gerekli gereksizlerden bir deyimin açıklaması ile karşınızdayım. ama ne şirin bi söz değil mi ya? az önce bir yerlere yazarken kullandım, hadi buraya da yazayım dedim.
herhalde en eski deyimlerden biri de budur. çünkü deyim eski anadolu türkçesinin (13. yy.) dil özelliğini taşıyor.
genelde soyu sopu belli olmayan, kime yanlamış, kimin sempatizanı, nedir, necidir belli olmayan kişiler için kullanılsa da aslında her bir nesne ya da varlık için de sıfat olarak kullanabiliriz bu deyimi.

hatta hakkında arama yaparken okuyup beğendiğim bir geyiği bile yazabilirim buraya; "atalarımızın engin ingilizce bilgisiyle id'si olmayanlar için kullandığı söz."
ahaaha, bazen bu orantısız zeka beni benden alıp çoook uzaklara götürüyor.

şimdi bu söz tdk'de var ama- tabii- gayet formal ve legal tdk'miz sözü olması gerektiği gibi yazmış, yani; ne idiği belirsiz şeklinde. ama öyle söylendiğinde aynı etkiyi yapmıyor ki.

aslında ne kadar kullanışlı bir sözdür, şimdiye kadar kullanmadıysanız bence çok şey kaybetmişsiniz.
şimdi bir kız anası olup da kızınızın getirdiği damat adayına bakarak söyleyebilirsiniz bu sözü, sözlük moderatörü ya da editörü olup, hiçbir yere kategorilendiremediğiniz (sözcüğe bakın, sanırsın çekoslavak asıllı) yazılar için de kullanabilirsiniz. ama unutmayın, illaki bir isim soylu sözcük olsun yanında, eğer herhangi bir isim soylu sözcük kullanmadan 'biri' hakkında kullanırsanız, bu resmen hakarete giriyormuş, cezası da ağırmış.

sonuç olarak kalıplara sokamadığınız, ucunu bucağını belirleyemediğiniz, rotasını saptayamadığınız her şey için kullanabilirsiniz ama insanlar için ıı. (bu iki 'ı' anlamına gelen bir işaret.)
devamını gör...

sustalı maymun

anneannemin sıklıkla kullandığı sözlerden biriydi. ta doğduğumdan beri tanıdık bana, bu nedenle nedir, necidir, ne anlama gelir diye hiç düşünmedim. sanki doğuştan kodlanıyor bazı bilgiler. bu da onlardan biri.
çok bilinen bir tamlama/tanımlama değildir esasında. gerçi ekşi'de başlığı açılmış ama bir tanım haricinde pek de bir şey yazılmamış.
ilginç, neden hep kadınların seslendirdiğini duydum bu sözü acaba?
kadınlarla ne ilgisi var?
çocukken bir ingilizce kitabım vardı; maymun joe'nun maceraları gibi bir şeydi. ve sanırım epey eski bir amerika'da (1940'lar?) geçiyordu, çok güzel boyanmış kaliteli çizgileri vardı. (o kitap nerelerdedir şimdi? arasam bulabilir miyim?)
bir de yine -net değil ama- bir roman ya da bir film hatırlıyorum ve hangisi gerçek tam hatırlayamıyorum. eğer romansa nasıl bir filmografik anlatımsa tıpkı bir film sahnesi gibi aklımda sahneleri. (insan hafızası gerçekten çok ilginç.) filmde uğursuz bir sustalı maymun oyuncak vardı, içine kötü bir ruh girmiş oyuncak maymun. maymunun koca dişeri takırdıyordu gülerken ve ellerinin arasındaki ziller uğursuz uğursuz çınlıyordu. sonra gelsin arkasından ölümler. tipik bir korku filmi işte. ve ben aslında asla korku filmi izleyemeyenlerdenim. (zaten o yüzden roman olabilir miydi hatırladığım diye düşünüyorum.)
bu susta dediğimiz şey bir tür yaylı mekanizma. (köpeklerin sahiplerinin öğretilmiş/öğrenilmiş komutuyla arka ayaklarının üzerinde, ön ayakları önlerinde bitişik, dilleri dışarda hallerine de susta deniyor.) oyuncağın belli yerlerine bu sustayı yerleştirince, arkasındaki kurulma düzeneğini çevirdiğimizde, o oyuncak her ne ise -maymun da olur, köpek de...- zilini çalmaya, dişlerini takırdatmaya ya da ayaklarını oynatmaya falan başlıyor. kurgusu bitince de susuyor. bence çocuklara asla böyle oyuncaklar alınmamalı. durduk yerde ses çıkarır falan, çocuk da korkar, yetişkin de.*
gerçeği böyle.
ama bizler, dilimizin o eşsiz özelliğinden dolayı sadece sözcükleri değil, böyle bir gerçekliği olan tamlamaları dahi mecaz anlamda kullanmaya bayılırız.
zaman içinde kurulunca oynayan bu oyuncak, belirli bir insan tipini tanımlamak için de kullanılmaya başlanmış.
ezik sözcüğünü kullanmayı hiç sevmiyorum, kullananları da ama burada kullanma zorunluluğunu hissettim. çünkü bu sözcük, 'ezik' nitelemesiyle nitelenen insanlara 'cuk' oturuyor. edilgin, pasif, kendisine söylenenleri hemen yerine getiren, kendisi inisiyatif kullanamayan, güçsüz, başkalarına bağımlı, daha güçlü insanların baskınlığı altında sinmiş ve onların söylediklerini hemen yerine getirmeye mütemayil kişiler için kullanılıyor sustalı maymun sözü. hatta anneannemin aile arasında muhabbet ederken*; "hatice de kocasını sustalı maymun gibi oynatıyor, yazık adama." dediğini bizzat duymuş biri olarak, aslında iyi huylu, mülayim bir adam olan hüseyin enişte için üzüntü duyardım.
insan denilen varlık gerçekten çok acımasız. hep derler ya, seni ezmeye çalışana sen de dişlerini göster diye. bizde kibarlık, incelik, hassasiyet, duyarlı ve nahif olmak hiç alkışlanmaz, hiç. bu anlayış değişmedikçe de bu toplumun 'adam olma'* ihtimali mars'ta koloni kurulana kadar uzar. yazık.

(bu yazı @evernevergreen'e teşekkür etmek için yazıldı.)*
devamını gör...

yarın yeni bir gün

bu sözü herkes, hepimiz söyleriz.
hayatımızın bir döneminde; etrafımız çepeçevre umutsuzlukla dolu olduğunda, her şey ama her şey ters giderken, sevdiğimiz insan artık bizimle bizim istediğimiz kadar ilgilenmediğinde, annemiz bize ne kadar beceriksiz olduğumuzu bas bas bağırarak söylediğinde, çok istediğimiz ve heyecanla beklediğimiz, tanıdığımız herkesin davet edildiği bir partiye davet edilmeyeceğimizi öğrendiğimizde................
öyle çok şey var ki aklıma gelen; bazıları yazmaktan bile dehşete düşeceğim kadar korkunç ve bu nedenle yazmayı tercih etmediğim.
hepsinin ortak noktası yaşadığımız, yaşıyor olduğumuz olumsuzluklar. oysa yaşarız. her birini tek tek. günlerce yataktan çıkmadığımız, saçlarımızı taramadığımız olur. o kadar çok ağlarız ki. ağladıkça kendimize daha çok acırız.
ama yaşıyorsak, hayat devam ediyorsa o yataktan çıkmak zorundayızdır. kalkıp hazırlanırız; başka insanların bakışlarıyla karşılaşmak için, hayata yeniden karışmak için. ve evet, yarın başka bir gündür. her şey her zaman ters gitmek zorunda değildir. bu umutla yeniden sarılırız hayata. -pandora annemize teşekkür.- çabalarız. eğer çabalamazsak n'olur? ölüm beklenir mi yoksa ona gidilir mi? ölüm çözüm müdür?

nereden nereye. aklımda scarlett o'hara, onun ölüm tarlasında bulduğu havucu ısırma sahnesinde söyledikleri ve filmdeki son cümlesi vardı.
onu da başka bir yazıda yazarız artık. nasıl olsa yaşadığımız sürece yarın hep yeni bir gün.

(bkz: groundhog day)

eklemek istedim, nedense yazarken kafamda hep bu şarkı çalıyordu. belki okurken siz de dinlersiniz:

bu da dursun şurada:

ve bu:

son şarkı, sözleriyle birlikte yeniden:
devamını gör...

sempati duyarak gülmek

türkçede sıklıkla biri ötekinin yerine kullanıldığı halde birbirine karıştırılmayan iki sözcük: empati ve sempati. karşılaştırma başlığı burada da açılmış. ben kesinlikle yeterli olduğunu sanmıyorum. nasıl '(bkz: umarsız)' sözcüğü defalarca ve her yerlerde yazdığım halde sürekli yanlış kullanılmaya devam ediyorsa, bu sözcükleri de şimdi buraya yazmış olmam bir şeyi değiştirmeyecek, birbirinin yerine hiç yanlış yapılmıyormuşçasına kullanılmaya devam edilecek.
bir ara bir yerlere galat-ı meşhur lugat-ı fasihten yeğdir sözünün de açıklamasını yapmıştım. yukarıdaki iki sözcük de aslında bir galat-ı meşhur örneği sayılabilir. bu nedenle bırakınız yapılsın, bırakınız kullanılsın diyorum.*
aslında bu başlığı buraya açmamın nedeni bu birbirinin yerine sıklıkla kullanılan iki sözcüğü deşifre etmek değil. yalnızca beni gerçekten güldüren hoş bir videoyu paylaşarak, izleyecek olanların bu ölümlü dünyada birazıcık da olsa gülümsemelerini sağlamak.
ben konuyu burada kesip hemen videoyu paylaşmak istesem de, içimdeki öğretmen 'hayır' diyor. onu dinlemek zorundayım.
şimdi efendim; hepimizin malumu olduğu üzere empati öylesine önemli bir kavramdır ki, batılı okulların müfredatlarında ders olarak okutulmuşluğu vardır.
nedir empati?
kendimizi başkasının yerine koymak. evet, herhangi bir olay ya da durum karşısında, o olayı/durumu yapan ya da 'maruz' kalanın yerine kendimizi koyabilmemiz, onun bakış açısını, nedenlerini görebilmemiz.
hakkında saatlerce konuşulacak, sayfalarca yazılacak bir konu bu. öylesine önemli, öylesine gerekli. hele bizim gibi sürekli ayrıştırıcı, sürekli ötekileştirici toplumlarda.
otistik bireylerin genelden en önemli ayrışan özellikleri empati yapamamaları. yapmak isteseler bile yapamıyorlar. bu nedenle otistikler. ve otistikler aslında toplumun geneli için önemli bir sorun. neredeyse en ufacık bir yanlışta, eğer ki, otistik birey de çok zeki bir bireyse, bir seri katil olasılığı ile karşılaşabiliyoruz. bu konuda bizim toplumumuzda yapılmış çok fazla araştırma yok ama batılı toplumlarda bununla ilgili yapılmış çok fazla araştırma var. (şimdi benden o araştırmaları istemeyiniz lütfen, yapılacak kısa bir google araştırmasında karşınıza pek çok araştırma çıkacaktır eğer ingilizce biliyorsanız.) (gerçi bizde otistik olsan da olmasan da, o başkasından nefret etme güdüsü neredeyse doğar doğmaz geliyor ama o da başka bir yazının konusu olsun.)
ne demiştik, empati çok önemlidir. peki ya sempati?
bizler sempatiyi herhangi bir şeye karşı hoşlanma duygusu olarak alırız, öyle benimsemişizdir. gerçekten sempati bu mudur?
uzun yıllar sempatiyi ben de bu anlamda bildim ve kullandım. ingilizce öğrenmeye başladıktan sonraki süreçte, özellikle yabancı dizileri orijinal dilinde izlerken dikkatimi çekmişti. ingilizce konuşanlar sempati sözcüğünü bizim kullandığımız anlamdan farklı kullanıyorlardı.
neydi bu fark?
onlar 'sempati'yi, gördükleri, duydukları, okudukları her ne ise, o kişi, olay ya da durumu bizzat kendileri tecrübe ediyormuşçasına algılamak anlamında kullanıyorlardı. yani o şey her ne ise onu yaşamak. empatideki gibi kendilerini o kişi gibi düşünmeyip bizzat kendileri olmak. evet, gerçekten zor. çok önemli bir nüans* var çünkü. empatide yargılama yoktur. sempatide ise yargılama vardır ama bu yargı, yargılanan her ne ise o 'şey'e karşı doğrudan olumlamalı bir yargıdır. her iki sözcük de insan olmak için çok gerekli sözcükler. şairin dediği gibi dünyayı hem güzellik hem sevgi kurtaracak diyelim ve bu her yerinden sevgi fışkıran yazımızı bitirelim isterdim. ama henüz değil, daha karpuz kesilmedi. karpuzu kesmeden önce söyleyeceklerimizi bitirelim.
empati sempatiden önce geliyor arkadaşlar. empati kurabilen bireyler sempati duyabiliyor. ve empati sempatiye dönüştüğü zaman tadından yenmiyor. çünkü empatide eylem yok ama sempati de eylem söz konusu. çünkü sempati empatinin eyleme dönüşmüş hali.*
evet şimdi de gelelim karpuzumuza. bu videoyu izleyenlerin arasında gülmeyenler de oldu. ama gülenler çoğunlukta. sanırım gülmeyenlerin gülmeme nedeni empati yapamamalarıydı. empati yapabilselerdi, videodaki durumu bizzat kendileri yaşayarak (yani sempatiyle) kahkaha atabilirlerdi.
(video aslında bir reklam videosu. ama benim şimdiye kadar konusunu bu kadar güzel işlemiş bir reklama rastladığım olmadı. video öncesi bu açıklamayı da boynumun borcu bildim.) iyi seyirler.

devamını gör...

mazmun

divan şiirinin olmazsa olmazıdır. önce divan şiiri için çok kısaca:

birkaçı dışında çoğu divan şairimizin sadece bir divanı vardır. koskoca nedim, dasdaracık bir cildin içinde başlar ve biter. eğer bu divan’ın da sık sık tekrarlanan bölümlerini, padişah ya da vezire yaranmak için sulandırılmış kısımlarını çıkarırsanız ya da sırf biçime uygun gelsin diye şişirilmiş bölümlerini saymazsanız, geriye birkaç beyit, birkaç dize kaldığını görürsünüz. bu durum çoğu divan şairi için aynıdır.
'divan şiiri'ne adını veren divanlar, kasidelerle (-->padişah ya da vezire yaranmak için sulandırılmış kısımlarla) başlar. bu kasidelerin de çeşitleri ve divana konulma sıraları vardır. bir divan şairinin iyi bir şair olup olmadığı ise kendisinin de en çok önemsediği 'gazel'lerine bakarak anlaşılır. sözlük yazarlarının divan şiirini örneklemek için seçtiği beyitlerin neredeyse tamamı 'gazel' beyitleridir.

şimdi bu ön açıklamalardan sonra, 'mazmun'a yeniden dönecek olursak; ortak islam kültürü içinde, kalıp ölçülerle ((gbkz: aruz)), kalıp nazım şekilleri ile ve ortak hayal dünyası içinde 'özgün' şiire rastlamak cidden zordur.
kurallar, yüzlerce yıl öncesinden belirlenmiş, sınırlar çizilmiştir.

yukarıda sözünü ettiğimiz 'gazel'ler divan şiirinde şairlerin, özgünlüklerini, yaratıcılıklarını, yeteneklerini konuşturacakları, gösterecekleri tek alandır diyebiliriz. gazellerin ana teması bilindiği gibi 'aşk'tır. bu aşk, dünyevi bir aşk da olabilir, ilahi bir aşk da. her ne olursa olsun, 'aşk' anlatılacağı zaman, anlatılacak bir sevgili de var demektir. öyleyse 'sevgili' divan şiirinde nasıl anlatılır?

mazmunlarla. evet, mazmun dediğimiz, her hayali önceden belirlenmiş benzetmelerin oluşturduğu mazmunlarla.

-namık kemal'in tanzimat şiiri'nde yenilik yaparken eleştirdiği ve belirttiği gibi- eğer şairlerin anlattıkları kağıda resim olarak çizilse, karşılaşılacak 'sevgili' bir 'gulyabani' gibidir: çirkin ve korkunç, kesinlikle gerçek olmayan.

nedir en çok kullanılan mazmunlar; kaş, yay gibidir, kirpik oktur, gözler ateş saçar, boy öyle uzundur ki, selvi ağacı yanında halt etsin, bel kopacak kadar incedir, saçlar ya yılandır ya hristiyan keşişlerinin cübbelerine bağladıkları kuşaktır, dinden çıkarır, ağız zaten yoktur........bu böyle devam eder.

konu çok uzun ve kapsamlı. oysa amacım bilimsel bir makale oluşturmak değil, yalnızca bu konudaki düşüncelerimi sizlerle paylaşmak, ey sevgili okur. bu nedenle, bu konuya ilişkin, 'namık kemal'in divan şiiri üzerine düşüncelerini irdeleyen bir yüksek lisans makalesi'ni de şuraya bırakayım ve aradan çekileyim.
buradan
devamını gör...

et dieu crea la femme

ön not: bu yazı #1392601 nolu roger vadim yazısının bir devamı olarak okunmalıdır. ya da bu yazıdan sonra roger vadim yazısına geçilebilir. her nasıl okunursa her iki yazı da 1960'lar fransız sineması özelinde dünya sineması tarihine ilişkindir.

et dieu... créa la femme (ikinci kez yazmamın nedeni, fransızcada accent aigu -aksan tegü gibi bir okunuşu var- yani 'e' harfinin üzerinde eğik çizgi var ama sözlüğün kuralları bunu başlıkta kabul etmiyor, bunu belirtmek içindi.)
and god created woman
ve tanrı kadını yarattı.
1956 tarihli bu film, dünyaya sunduğu gelmiş geçmiş en ünlü seks sembollerinden biriyle özdeşleşmiştir: brigitte bardot. yönetmenliğini fransız yeni dalga sinemasının parlak yönetmeni roger vadim'in yaptığı filmin senaryosu da, roger vadim tarafından yazılmıştır. 22 yaşındaki bardot, vadim'in karısıdır o yıllarda. film, b. bardot nedeniyle öylesine ünlü olur ki, bugün ikibinlerin birinci çeyreği bitmek üzereyken bile, erotik film dendiğinde ilk akla gelen filmlerdendir, hatta, bb'nin (brigitte bardot için dünyada kabul edilmiş kısaltma, 1960'larda (gbkz: bb) kısaltmasıyla dünyanın anladığı şey brigitte bardot'ydu. çıplak ayaklarıyla bir barda dans ettiği sahne, birçok eleştirmen tarafından sinema tarihinin en erotik sahnelerinden biri kabul edilir.

filmin geçtiği fransız sahil kasabası st. tropez, bu filmden sonra dünya jet sosyetesinin de gözde mekanlarından biridir artık.

film, o yıllarda içerdiği erotik sahneler yüzünden birçok ülkede yasaklanır. örneğin amerika birleşik devletleri'nde o yıllarda geçerli olan sinema sansür yasası ((gbkz: hays code)-->hays yasası/yasaları) nedeniyle pek çok sahnesi kırpılır ve film yeniden düzenlenerek bu sansür yasasına uygun hale getirilir.

bu filmle 'femme fatale' kavramına yeni bir soluk getiren bb'nin sinema hayatı hep benzer filmlerle doludur. onu, o yıllar fransa'sının zengin sinema içeriğinde göremeyiz, çevirdiği elliden fazla filmin içinde dişe dokunur bir tane film bulunmaz.

1970'lerin başında henüz kırklı yaşlarının başındayken de sinemadan kopar ve çok sevgili st. tropez'sindeki muhteşem villasında, villasına doldurduğu hayvanlarıyla bir hayvansever olarak yaşar, 92'de evlendiği ve neredeyse otuz yıldır birlikte yaşayıp yaşlandığı son kocasıyla birlikte.
tıpkı o ünlü filminin son sahnesinde, ne yaparsa yapsın onu seven ve affeden kocasıyla el ele evlerine girerken, yönetmenin seyirciye verdiği son mesaj gibi.
they lived happily ever after. the end.
devamını gör...

başka dünyalara gitme yolları

az sonra yazacağım satırlar, benden önce binlerce kişi tarafından yazıldı ve söylendi. ama burası bir sözlük, hem de yeni bir sözlük. bu konunun başlığı ben şimdi açmasam da bir gün açılırdı mutlaka. çünkü en büyük dertlerimizden biri içinde bulunduğumuz yere, zamana, duruma sıkışmışlık hissi. şöyle bir bakın, neredeyse bütün başlıklar bu konuların üzerine dönüyor.
içinde bulunduğumuz durumu kabul etmek zorundayız. etmezsek başlıyor bütün problem, o noktada zıvanadan çıkıyor kişi ve denge bir kez yitirildikten sonra da kolay kolay toparlanılmıyor.
peki ne yapalım o zaman? kalkıp kendimizi metronun önüne mi atalım ya da kapatalım tüm algılarımızı, bir hücre örelim ve onun içinde mi yaşayalım?
oysa kaçış mümkün. hem fiziksel hem zihinsel anlamda. ben burada bunlardan yalnızca bir tanesine, benim başvurduğuma değineceğim sadece. fikri olanlar bu başlık altında kendi kaçış yollarını da yazarlar ve böylece herkes birbirinden bir şekilde yararlanır. neden olmasın. bu tür sözlükler esasında bu amaç için değil mi zaten.

bilim kurgu ve fantastik kitaplar okumak...
evet, bu tür kitapları okumak, bulunduğumuz zamandan ve yerden alıp götürüyor bizi. o zaman yeri gelmişken -daha sonra başka bir başlığa da aktaracağım-, şimdiye kadar okuduğum en iyi bilim-kurgu/fantastik on kitabın listesini yapayım buraya: (aslında epey ekleme yapılabilir listeye ve yapacağım da ilerleyen zamanlarda. bu yalnızca bir başlangıç.)

-j. r. r. tolkien: yüzüklerin efendisi
-george r. r. martin: game of thrones (henüz bitmedi)
-patrick rothfuss: kral katili güncesi (3. ve son kitap sözde bitmiş, basılması bekleniyormuş -yılan hikayesi gibi-)
-robert jordan, brandon sanderson: zaman çarkı (hakkında daha yeni yazdım.) (bkz: #1387922)
-j. k. rowling: harry potter
-frank herbert, brian herbert, kevin j. anderson: dune (frank herbert'in ölümünden sonra oğlu ve kevin j. anderson bitirdi)
-stephen king: kara kule
-china miéville: perdido sokağı istasyonu
-brandon sanderson: fırtına ışığı arşivi
-christelle dabos: aynadan geçen kız (türkçeye yalnızca birinci kitap çevrildi ve basıldı)
devamını gör...
devamı...

cehennemin yüzde 70'ini kadınlar dolduracak

oh be, iyi valla.
islamda kadının zaten hükmü yok. bir erkeğe dört kadın zaten dünyada helal. cennette zibilyon tane her gün bekaretleri tazelenecek huri garanti.*
ay zavallıcıklar.... çoğu dünyada sürüm sürüm, bütün hevesleri öte dünyaya kalmış. püüü
ekleme: daha yazacaklarım bitmemiş. kuzum nedir bunların kadınlarla alıp veremedikleri?* kadının gözünü açma, 12 yaşında ever, arka arkaya 10-12 çocuk doğurt. kadın otuzunda ölür, hadi ikincisi, sonra üçüncüsü..... bu adamlar hem her dakika cinselli* hayaller kurup hem kadını, ev, iş, seks kölesi yapıp sonra da ölünce öte tarafta yine yalnızca kadın cinsi* seks kölelerinden binlercesini hayal ediyorlar. vallahi ayıp, yazarken kafalarının içini görür gibi oldum ve resmen utandım.
devamını gör...

imajinasyon

türkçesi imgelem olan fransızca asıllı sözcük. koca bir hayal dünyasını ifade ediyor. şiir eğer bir sanatsa, bu ancak 'imgelem'le mümkün.
"herkes imgelemi kadar insandır."

bugün dikkatimi çeken bir şiir oldu, aşk bahsinde, küçük iskender'den alıntılanmış:
“yeşil rimel sürerdin kirpiklerine sevgilim.
- ağaçların arasından bakıyorum böyle.
derdin."
şair öyle bir imge kuruyor ki, biz sevgilinin kirpiklerinin uzunluğunu, gürlüğünü, kıvırcıklığı, yani bir 'orman' gücünü imgeleyebiliyoruz. sadece bu da değil, sevgilinin kendisi de o ormanın içinde bir ağaç. bütünün içinde tek bir varlık ama o bütünün ta kendisi.
burada bir edebi sanat aradığımızda sevgilinin kirpikleriyle ağaçlar arasındaki bağıntıyı görebiliriz; hem renk ilgisinden, hem gürlük etkisinden. burada imgelemimizi çalıştırarak, kirpiklerin yapraklara benzetildiğini de söyleyebiliriz, yapraklardan hiç söz edilmemesine rağmen. gerek de yok. kirpikler benzeyense -varsa-, yapraklar kendisine benzetilense -ve yoksa-, burada 'kapalı istiare'den söz edebiliriz.

belki şiirleri böylesine didiklemek anlamsız gelebilir birçok kişiye. ama bütün geçişler için basamaklar vardır. birini geçmeden ötekilere varamayız. (burada bile 'bilgi'yi basamaklara benzeterek bir imgelem kurdum.)


(bkz: imgelem)
devamını gör...

normal sözlük'ü kullanarak 3. parti dahil tarayıcı çerezlerinin kullanımına izin vermektesiniz. Daha detaylı bilgi için çerez ve gizlilik politikamıza bakabilirsiniz.

online yazar listesini görmek için lütfen giriş yapın.
zaman tüneli köftehor rehberi portakal normal radyo kütüphane kulüpler renk modu online yazarlar puan tablosu yönetim kadrosu istatistikler iletişim