terazi_erkeği yazar profili

terazi_erkeği kapak fotoğrafı
terazi_erkeği profil fotoğrafı
rozet
karma: 3064 tanım: 219 başlık: 240 takipçi: 11

son tanımları


kadınların paraya verdiği önem

kadınların paraya verdiği önem, dışarıdan bakıldığında sanıldığı gibi "maddeci bir yaklaşım" değil, bambaşka bir felsefedir aslında. erkekler genelde parayı “biriktirilecek”, “yatırım yapılacak” ya da “acil durumlar için kenara konulacak” bir araç olarak görürken; kadınlar paraya, “hayat kalitesini artıran duygusal bir yardımcı” gibi yaklaşır.

mesela bir erkek cüzdanındaki 200 lirayı benzine harcamakla övünürken, bir kadın o parayla üç parça kıyafet, bir kahve ve ruhuna iyi gelecek küçük bir aksesuar almanın haklı huzurunu yaşar. çünkü onun için para sadece kağıt değil; aynı zamanda “kendini ödüllendirme”, “bir anlığına bile olsa mutlu hissetme” ve “hayata renk katma” aracıdır.

paranın değeri, harcandığı şeyle ölçülmez; kadının yüzüne koyduğu o minik gülümsemeyle anlaşılır. bazen yeni bir çanta, bazen güzel kokan bir mum, bazen de hiç ihtiyaç olmayan ama indirimde olduğu için kaçırılmayan bir çaydanlık... işte bunlar, paranın anlam kazandığı anılardır.

bir erkek paraya “gereklilik” olarak bakar, kadın ise onu “yaşamın fon müziği” gibi hisseder. aralarındaki fark budur. kadınlar için para, biriktirince değil, yaşatınca değerlidir.

ve dürüst olalım: hayat, tek tip bir siyah pantolonla yaşanmaz. ama sekiz farklı siyah pantolonla… işte o zaman bir anlam kazanır! :)
devamını gör...

halk saraydan üstündür

halk saraydan üstündür; ne güzel sözdür. çünkü halkın eliyle yükselmiş devasa sarayların kapılarını açmak o kadar kolay değildir. sarayda halı serilir, kristal avizeler asılır, duvarlar cila cila parlar; ama halk? onun gücü bambaşkadır. halk, o parıltılı duvarların ardındaki gerçek gücü elinde tutar.

düşünsenize, sarayda oturanlar altın tabaklarda yemek yerken, halk mutfağında ne pişerse onu yer. ama unutmayın, halkın mutfağında en iyi tarifler yapılır. sadece lezzetli değil, pratik ve dayanıklıdır. saraydaki şefler ocağı söndürürken, halk ateşi harlar, ekmek pişirir, sofrayı donatır.

sarayda krallar ve kraliçeler vardır, pırıl pırıl tahtlarıyla. ama halkın tahtı vardır; markette, pazarda, kahvede, köprü altında, hatta mahalle parkında. sarayın tahtı taşınabilir mi? peki halkın tahtı? dilediği zaman oturur, kalkar, hatta başka bir tahta geçer. hatta bazen o tahtı devirmek için yürüyüşe bile çıkar!

sarayda gösteriş vardır, ama halkta dayanışma. sarayın bahçeleri süslüdür, ama halkın kalbi daha büyüktür. sarayda güvenlik kameraları sayısızdır; halk ise birbirini gözetir, korur. sarayın kapısı demir parmaklıklarla kilitliyken, halkın kapısı ardına kadar açıktır; çünkü “gelen gideni aratmaz.”

bir de sarayda “ayak işi” diye tabir edilen işler vardır, halk ise el emeğiyle, alın teriyle, gülerek ya da haykırarak o işleri yapar. sarayda servis edenler var, halkta hizmet edenler. aradaki fark bu: hizmet edenler, aslında o sarayı ayakta tutan güçtür.

sarayı yapana değil, onu yaşatan halka bak derler. çünkü sarayda oturanlar gelip geçicidir; halk ise nesiller boyu aynı yerde durur, o sarayların gölgesinde hayatını sürdürür.

ve en önemlisi: sarayın ışıkları yanar, halkın ışığı ise hiç sönmez. sarayda elektrik kesilirse karanlık olur, halkta ise karanlığı dağıtacak nice el ve yürek vardır.

halk saraydan üstündür, çünkü sarayda oturmak kolaydır; ama halk olmak cesaret, emek ve yürek ister. sarayda saltanat sürmek kolaydır; ama halk olarak var olmak, ayakta kalmak, direnmek ve büyümek gerekir.

o yüzden, ne zaman “halk saraydan üstündür” denilse, sadece bir söz değil, tarih boyunca süren bir gerçek, yaşanmış bir destan duyulur.

ve bu destan, her yeni güne, halkın kahkahasıyla, emeğiyle ve dayanışmasıyla yazılır.
devamını gör...

pkk'nın silah bırakmasından rahatsız olan kesim

“silah bırakma süreci mi? ha ha! yani şöyle düşüneceğiz: pkk silahlarını bırakacak, sonra da ‘hadi bakalım, barış var, herkes el ele tutuşacak’ mı diyeceğiz? gülme krizi tutuyor beni! silah bırakmak dedikleri, aslında ‘silahları bahçeye gömdük, çıkarmıyoruz’ demek olmalı. ama biz bunu ısrarla ‘silahları evde kullanmıyoruz’ diye anlamaya devam edeceğiz. olur mu öyle şey?

şimdi şu var: bir insan ya da örgüt ‘silah bırakıyorum’ dedi mi, silahını kutuya koyar, üstüne ‘bu artık işe yaramaz’ yazar, mis gibi dolaba kaldırır. ama bizimkiler ne yapıyor? ‘silah bırakıyoruz’ diye yalan söylüyor, sonra gizli gizli tedarik listesi hazırlıyor, askerler gibi kamp yapıyorlar. hani ‘silah bırakmak’ var, hani ‘silah bırakmamak’ var, bizimki ‘silah bırakma mı? yok, biz sadece silahlarımızı uyutuyoruz’ kafasında.

barış süreci dedikleri şey sanki dizinin sezon finali gibi; ‘öldük mü, kalmadık mı?’ derken yeni sezon bomba gibi başlıyor. izleyici koltuğunda biz de ‘acaba ne olacak şimdi?’ diye bekliyoruz. bu arada silahlar da hazır, yeni bölüm çekiliyor, fragmanlar paylaşılıyor.

bir de o meşhur ‘barış güvercini’ var ya, o da sanırım palyaço kostümü giymiş, ama elinde su tabancası var. çünkü gerçek silahlar orada duruyor, ama biz ‘işte, silah bırakıldı, barış geldi!’ diye ayakta alkış tutuyoruz.

yani kısaca, pkk silah bırakacaksa önce bana da haber versin, ben de kendime hemen ‘silah bırakma kutusu’ alayım, bir güzel kutulayım, o kadar inandırıcı olsun!”
devamını gör...

beşiktaş

beşiktaşlı olmak, öyle sıradan bir taraftarlık değildir. bu bir takımı tutmak değil; bazen "tutunmak", bazen de sabırla, sevgiyle yan yana durmaktır.
çünkü beşiktaş, sadece skor değil, bir yaşam tarzıdır.
renkleri siyah beyazdır ama duyguları renk renk: sevinç, hüzün, umut, delilik ve bolca inat.

başka takımın taraftarı şampiyonluk hesapları yaparken, beşiktaşlı “ya o sağ bek kimdi ya?” diye kara kara düşünür. çünkü bizde rakipten önce iç huzurla mücadele edilir.

beşiktaş maçına gitmek demek, sabır testine gönüllü olmak demektir.
dakika 87’de 1-0 geridesindir, ama tribün hâlâ bağırır:
“seni sevmeyen ölsün!”
çünkü beşiktaş taraftarı, takımını skorla değil, ruhla sever.

bazı haftalar galibiyet gelmez, futbolcular formda değildir, teknik direktör tribüne selam vermeyi unutur... ama beşiktaşlı yine tribündedir.
çünkü beşiktaşlı olmak;
— 3 puanı değil,
— 3 ruh halini yaşamak demektir: umutsuzluk, öfke, "yine de seviyorum" hissi.

ve kabul edelim, beşiktaş bazen bir türk dizisi gibi:
bol entrika, az tempo, çok duygu, ve her bölüm sonunda "devamı haftaya" yazısı.

ama işte tam da bu yüzden güzeldir beşiktaş.
her sene yeni bir umut, her maç yeni bir travma, her golde gözyaşıyla karışık kahkaha.
çünkü biz beşiktaş’ı kupa için değil, "bu sevda kupasız da olur" diyerek severiz.
devamını gör...

y2k

y2k, yani “year 2000”… sadece bilgisayarların sıfırlanmasından korkulan bir dönem değil, aynı zamanda moda dünyasının parlayan simli çocuğu. şimdi ise yıllar sonra, z kuşağı tarafından yeniden hortlatıldı. evet, artık parlayan pantolonlar, düşük bel travması ve pembe lensli güneş gözlükleri sokaklarda. ve biz 90'lar çocukları olarak sadece kenardan “o taytlar tekrar mı moda oldu yahu?” diye bakıyoruz.

y2k stili dediğin şey; britney spears’ın dans ettiği, paris hilton’un yürüdüğü, destiny’s child’ın poz verdiği yerde doğdu.
simli far? var.
parlak lip gloss? damla damla.
belki de en ikonik olanı: düşük bel.
bu pantolonlar, iç organları açık artırmaya çıkaran kadar alçak. “bu kadar düşük bele ne gerek vardı?” sorusu hâlâ bilimsel bir açıklama bekliyor.

bir de kıyafetle zıt renklerde tokalar, tüylü çantalar, abartılı kemerler... yani üstte uzaydan alınmış sinyal gibi parlayan bir bluz, altta iç cepte saklanan minik bir telefon: motorola razr. bir zamanların statü sembolüydü, şimdi retro oyuncak.

bugünün y2k’cıları, 2000’lerde çocuk olanları “vintage” diye gezdiriyor. halbuki biz o dönemi gerçek duygular dergisiyle, müzik listelerinde msn nickleriyle yaşadık.

şimdi y2k ruhu tiktok’ta, pinterest’te, festival alanlarında hortladı. biz sadece kenarda durup şöyle diyoruz:
“bu tarzı biz 20 yıl önce giymiştik ama o zaman kombini anneniz beğenmemişti...”
devamını gör...

tek başına yapılınca daha çok keyif veren şeyler

bazen kalabalıktan uzaklaşmak, sessizliğe karışmak ve sadece kendi ritmini yakalamak insanın ruhuna iyi gelir. tek başına yapılan şeylerin tadı bir başkadır çünkü kimseye uymak, kimseyi beklemek, kimseyle tartışmak zorunda kalmazsın. her şey senin keyfine göre şekillenir.

mesela sinemaya tek başına gitmek... önce garip gelir, ama sonra anlarsın ki mısırın hepsi sana kalıyor, film seçimi kavgası yok, çıkışta da kimsenin yorumunu dinlemeye gerek yok. film hakkında düşüne düşüne çıkarsın salondan, iç dünyanda mini bir tartışma programı başlar.

kahveni alıp bir kafeye oturduğunda da hissedersin bu huzuru. kimseyle sohbet etmek zorunda değilsin. dışarıyı izlersin, gelen geçeni gözlemlersin, bazen de sadece düşünürsün. hatta belki hiç düşünmezsin. sadece oradasındır.

yürüyüş yaparken de benzer bir keyif vardır. kulaklık takılır, sevdiğin şarkılar açılır, adımlar kendi ritmini bulur. durmak istersen durursun, hızlanmak istersen hızlanırsın. ne bir "çok yavaşsın" lafı duyarsın, ne "biraz dinlenelim" isteği gelir.

tatiller bile başka bir güzellik taşır yalnızken. sabah uyanmak istediğin saatte uyanır, o gün ne yapmak istersen onu yaparsın. “müzeye mi gitsek, plaja mı?” tartışması yaşamazsın. ikisini de yaparsın, belki hiçbiriyle uğraşmadan kitabını alıp gölgeye çekilirsin.

aslında yalnız yapılan şeylerin gizli bir huzuru vardır. kimi zaman kendi iç sesini duymak, kalabalıkların sesiyle boğuşmaktan çok daha kıymetlidir. yalnızlık, doğru yaşandığında insanın en samimi arkadaşıdır.
devamını gör...

sadece zenginlerin bileceği dertler

zengin olmak dışarıdan harika görünse de, onların da kendine has "dertleri" var elbet. ama bu dertler öyle “kira günü geldi, faturalar yığıldı” türünden değil. daha çok, “bu özel jetin koltukları neden hâlâ krem rengi?” gibi üst segment problemler… gelin birlikte göz atalım:

mesela bir zengin sabah gözünü açar açmaz kara kara düşünür: “bu yaz bodrum’daki villaya mı geçsek, yoksa toskana’daki bağ evine mi?” dert büyük… hemen arkasından başka bir problem: “yeni aldığımız yatı marinaya bağlayacak yer yokmuş. 35 metre ya, az değil!”

iş bununla da bitmez. özel jette wi-fi yine yavaş. zoom toplantısı donuyor. bu kadar da olmaz artık, değil mi?

alışverişe gelecek olursak... “bu sezonun hermes çantasını hiç bir yerde bulamıyoruz!” gibi feryatlar yükselir. gardırop zaten dolu ama o çanta eksik kalırsa sosyal çevrede eksik puan yazılır.

bir de yatırım dünyası var tabii. “nasdaq düştü, portföyün %3’ü eridi!” deyince moral sıfırlanır. şoför geç kalır, helikopter pisti rüzgardan kapanır, çocuk stanford’dan görüntülü arar ama saat farkı yüzünden zor yakalanır.

yani anlayacağınız, her cebin derdi başka. ama bazı dertler gerçekten sadece yüksek cüzdan seviyesine özel!
devamını gör...

bir kadının en çekici olduğu an

bir kadının en çekici olduğu an, sabah uyandığında saçı dağılmış, gözleri mahmurken "çay demleyeyim mi?" dediği o andır belki. ya da en sevdiği şarkıyı bilmeden mırıldandığı, ritmi parmak uçlarına taşırdığı bir an… hiç planlamadığı, hiçbir aynaya bakmadığı, kendini hiç düşünmediği bir an. çünkü bir kadının en çekici olduğu an, "çekici olayım" demediği zamandır.

o gözlükle kitap okurken gözlüğü burnunun ucuna düşürmesi mesela... ya da kahkahasını tutamadığı anda başını hafifçe yana atışı. sen cümleye başlayamadan onun "ne oldu?" deyişi. dudağını ısırmadan önceki minik tereddüt. bazen sadece “ben gidiyorum” derken durup arkasını dönmesi bile yetiyor. çekicilik, estetikten değil, içten gelen bir duruştan doğuyor.

ve evet, en tehlikeli an şudur:
bir kadının seni dinlerken gözlerini kısmadan, kaşlarını hafifçe kaldırarak baktığı o birkaç saniye. orada zaman durur. çünkü sen lafı toparlamaya çalışırsın ama o çoktan seni çözmüştür. işte o an, çekicilik değil, doğrudan gönül çekimi başlar.

yani özetle; bir kadının en çekici hali, makyajsız, filtresiz, hesapsız, plansız... sadece "kendisi" olduğu andır.
ve sen o hâli görünce, içinden şöyle geçer:
“ey gönül… kaybettin.”
devamını gör...

güzel kadınlara tavsiyeler

aynaya bakıp “ben ne güzelim!” diyorsan haklısın… ama o gün de evi süpürmek zorundasın. güzellik toz almıyor.

güzelsen dikkat çekersin, zekiysen şüphe çekersin. en iyisi ikisini karıştır, millet senin uzaylı olduğuna inansın.

biri “çok güzelsin” dediğinde cevap verme. cevap verirsen alışkanlık yapar, sonra adam sana banka kredisi bile çıkarmaz.

her sabah makyaj yapmadan önce şunu hatırla: evdeki kahve de sütsüzken serttir ama yine de seviliyor.

güzelliğine güvenip ukalalık yapma. unutma ki dünyanın en güzel kadını bile, sabah alarmı çalınca yüzünü yastığa gömer.

çok güzel olduğun için seni herkes kıskanıyor olabilir. ama çamaşır suyu lekesi güzelliği tanımaz, dikkatli ol.

güzelliğini ınstagram filtresiyle değil, kuyrukta beklerkenki sabrınla göster.

sokakta 5 kişi dönüp baktı diye havalara girme. belki de bluzun ters. bir kontrol et istersen.

kendine güven ama özgüvenle "ben zaten çok iyiyim" demek arasında bir çizgi var. o çizgi genelde kaş kalemiyle çiziliyor zaten.

herkes sana bakıyor diye endişelenme. kimse melekle yürümeye alışkın değil.
devamını gör...

antoloji.com

burası, duygularımızı saklamadan, içimizden geldiği gibi döktüğümüz bir yer. şiirlerimizin, hikayelerimizin, bazen en çılgın hayallerimizin, bazen de en derin hüzünlerimizin paylaşıldığı sıcak bir dostluk mekanı. antoloji.com, kelimelerle konuşan, yazmanın büyüsüne inanan herkesin buluşma noktası.

burada yazar olmak demek; yalnız olmadığını hissetmek demek. her satırda, her yorumda bir arkadaşlık, bir destek var. yazdığın her şey değerli; çünkü burası senin sesinin duyulduğu, kalbinin anlaşıldığı yer.

kelimelerle dans etmeye, içinden geçenleri özgürce paylaşmaya, yeni dostluklar kurmaya hazır mısın? o zaman antoloji.com’a hoş geldin! burada hep birlikte büyüyor, öğreniyor ve en önemlisi, paylaşıyoruz.

kelimelerle soluklanıyorum ben,
mısraların içinde kaybolup kendime yol buluyorum.
bazen sessizliğin derinlerinden süzülüyor dizelerim,
bazen hayatın tam ortasında kalemime sığınıyorum.

antoloji.com’da açtığım küçük şiir durağında
yüreğime düşenleri, zamana not düşmek isteyen satırları
sizlerle paylaşıyorum.

eğer duygunun ince kıyılarında yürümeyi,
kelimelerle yeniden doğmayı seviyorsanız,
sizi şair sayfama davet ediyorum.

okuyun, hissedin, eleştirin, iz bırakın…
çünkü her şiir bir gözle okunur,
başka bir kalple tamamlanır.

şiirin büyüsüne ortak olmak,
kelimelerin dansına katılmak ister misiniz?

takip etmek için sadece “takip et” butonuna tıklamanız yeterli!
üstelik bu tıklama, kaslarınızı yormaz,
parmaklarınızın işi biter bitmez
mısralarla dolu bir yolculuğa çıkarsınız.

gelin, birlikte hem gülelim hem hüzünlenelim;
çünkü şiir dediğin biraz kahkaha,
biraz da iç çekiştir.

takip et, keşfet, hisset!

www.antoloji.com/munzevi-ze...
devamını gör...

kadınların şeytani yönleri

kadınların şeytani yönleri var derler ya, hakikaten bir doğaüstü yetenekleri var; neredeyse james bond’un aksine “dünyayı kurtarmak yerine erkekleri çözüyorlar!” gece yarısı bir mesaj atarlar, “naber?” diye. erkek sevinir, “vay be, aradı!” der. sonra 2 saat sonra bir tane daha “yine ben!” mesajı gelir. “alarm durumu, şimdi ne istiyor acaba?”

kadınların en şeytani hamlesi: “benim hiçbir şeyim yok” demekle başlar. oysa dolabın kapısını açınca ufo’lar bile kıskanır. bu cümle, erkeklerin hayatında “bomba ihbarı”yla eşdeğerdir. ne demek “hiçbir şeyim yok”? en az beş parça yeni kıyafet, üç çift ayakkabı ve bir ton kozmetik malzeme vardır orada.

bir de o “oyun oynuyor muyum?” tripleri var ya… erkek anlamaz, kadın bakar ve “tabii ki oynuyorum, hayat oyun!” diye cevap verir. adam oyun oynamak istiyor, o kendi kuralını yazıyor. oyun tahtasında piyon sen, vezir onlar!

kadınların o “akıllı telefon hafızası” diye bir yeteneği var ki, sherlock holmes bile kıskanır. sen üç hafta önce söylediğin şeyi unuttun mu? kadın hemen hatırlatır: “sen bana dedin ki…” derken sesi biraz “ders veren öğretmen” moduna geçer. adam savunmaya geçer, ama kaybeden kesin o olur.

ve en komiği: “beni test ediyorsun!” lafı. kadın sanki gizli ajan, erkek de hep gözlem altında. mesajlara geç cevap verince “sınavda kopya çekmeye çalışıyorsun” gibi suçlanırsın. en ufak unutkanlık, hatalı kelime bile “bu niyetini gösteriyor!” diye yorumlanır. erkek ne yapsın, anca dört dörtlük performans sergilerse “hadi tamam geçtin” derler.

ama işin özü şu: kadınların bu şeytani oyunları, hayatın baharatı. onlar olmasa, hayat biraz tatsız olurdu. zaten o tatlı kavgalar, gizli oyunlar, kıvrak zekâ ve sürprizler, erkeği de “kahramanlık” yapmaya zorlar. hem kim istemez hayatında küçük bir gizem ve macera?

sonuçta kadınların şeytani yönleri, onları dünyadaki en eğlenceli, zeki ve bir o kadar da esprili varlıklar yapıyor. ve biz erkekler, onların bu küçük “şeytani planlarını” çözdükçe aslında onlara daha da hayran kalıyoruz. çünkü kim istemez yanında biraz sihir, biraz oyun, biraz da kahkaha olsun?
devamını gör...

avrupa'da en çok sığır türkiye'de

avrupa’da en çok sığır türkiye’de, diyorlar...

ne diyelim, bu laf çıktı mı şehir efsanesi gibi herkesin dilinde. sanki “sığır” kelimesi avrupa’dan özel kargoyla geliyor da bizde toplanıyor!

ama hani diyorlar ya, “avrupa’da en çok sığır bizde” diye, o zaman şöyle düşünüyorum:

trafikte biri yanından korna çalınca dönüp bakmayan,

yolda yürürken telefonu elinden düşürmeyen,

market kasasında sıra beklerken ınstagram’dan video çeken,

kaldırımda yürürken kendi halinde duran köpeğe “naber lan!” diye bağıran...

işte o “sığırlar” bence burada. ve maalesef sayıları o kadar fazla ki, avrupa kıskanıyor! avrupa hayvanat bahçesine gider, “bizde bu kadar sığır yok” diye ağlıyor.

ama iyisi mi, biz bu sığırların peşini bırakmayalım. çünkü arada biri çıksa da “kardeşim biraz nazik olalım” dese, dünya cennete döner.

neyse, şimdilik “avrupa’da en çok sığır bizde” lafını bir sevgi sözü olarak kabul edelim. çünkü ne olursa olsun, bu memlekette hepimiz biraz sığırız . ama içimizde iyi sığırlar da var!
devamını gör...

seks kasetin olsa ne yapardın sorusu

seks kasetim mi olsa? önce kendime sorardım: ‘acaba hollywood yapımcıları bu işi duysa, oscar verirler mi?’ sonra hemen ‘buna bir dans koreografisi eklesek mi?’ diye düşünürdüm. ama en sonunda… ‘şimdi bu kaseti kaybettiğime göre, kimseyle paylaşamam, netflix’e teklif götüreyim bari!’ derdim
devamını gör...

siyasi partilerin artık inandırıcılığının kalmaması

siyasi partiler artık o eski “ben size söz verdim” havasını tamamen kaybetti, resmen “sözüm söz, ama unuttum” kulübüne dönüştüler. seçim zamanı vaatleri duyunca insanın aklına “yok ya, bu sefer kesin yaparlar!” diye bir umut geliyor, ama sonra hemen “yok, o da yalanmış, şaşırmadık” diyerek kendimizi teselli ediyoruz.

partiler arasındaki fark mı? o da ne? sanki hepsi aynı elden çıkma oyuncak gibi; biri “ben halkın adamıyım” diyor, diğeri “aslında ben de öyleyim” diye cevaplarken, gerçekte “hadi bakalım, kimin cebine kaç para girer?” derdindeler. her seçimde “değişim!” diye bağırıyorlar ama sonunda değişen tek şey, birbirlerinin yerine koltukları kapmaları oluyor.

bir ara izliyorsun, “şeffaflık” diye tutturan parti var, sonra o şeffaflık o kadar şeffaf ki, gözün hiçbir şey görmüyor. “hesap verebilirlik” dediklerinde de, sanki hesap vermek yerine hesap çarşıya uymuyor, kimse hesap sormuyor.

seçmenler olarak biz de mecburen sahnenin önünde oturup “ah, yine aynı senaryo” diye iç geçiriyoruz. en sonunda siyasetten umudumuzu kesince, “en iyisi televizyon dizilerine bakmak” diye karar veriyoruz.

ama tabii ki bu gösteri sürüyor, biz de bilet parasını (vergimizi) veriyoruz. belki bir gün gerçek bir “yenilik” sahneye çıkar, biz de alkışlarız. o zamana kadar pop-cornlarımızı kaptık, komedi devam ediyor!
devamını gör...

sözlük yazarlarının fotoğrafları

kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel
devamını gör...

bir kadının zeki olduğunun en önemli göstergesi

bir kadının zeki olduğunu anlamak mı? çok basit:
konuşurken lafı hiç dolandırmaz, direkt konuya girer.
ama asıl zekâ, sen lafa dalınca, o “hmmm…” derken,
kafasında zaten çözmüş olur, sen daha lafı bitirmeden!

problemi çözmek için google’a bile bakmaz,
“ben hallederim, sen sakin ol” der, gerisini sana bırakmaz.
ve tabii ki en önemlisi: alışverişte pazarlık yaparken,
“indirim var mı?” diye sormadan fiyatı yarıya düşürür hemen!

zeki kadın, akıllı olduğu kadar da komiktir aslında,
çünkü zekâyla beraber, kahkaha da gelir arkasından!
devamını gör...

dilan polat vs dilruba kayserilioğlu

dilan polat vs dilruba kayserilioğlu

(biri “enercii”yle geliyor, diğeri “gerçeklerle yüzleşin” diyor!)

dilan polat vs dilruba kayserilioğlu

özellik: ınfluencer, güzellik merkezi kraliçesi, “enerciii”nin patenti ona ait. vs sokak röportajlarının muhalif yıldızı, felsefesiyle viral oldu.

meşhur repliği: “yakın, daha da yakın!” / “enercii gönderiyorum!” vs “gökyüzüne kitap yakmak gibi... özgürlük bu mu?”

ilk patlama :ınstagram'da altın rengine boyanmış villalarda zıplarken vs bir sokak röportajında halkın duymak istemediği şeyleri söylerken.

medya profili: lüks, gösterişli, bol filtreli, kredi kartına taksitli vs doğal, filtresiz, bol sinirli ama net

başına gelenler: cezaevi, silahlı saldırı, vergi soruşturması, “nereden buldun” davaları vs hapis cezası, ifade özgürlüğü mücadelesi, siyasi gündem

destekçileri: takipçiler, bot yorumcular ve “bu kadının sırrı ne?” diyenler vs gençler, muhalifler, “kadın yalnız değil” diyen sosyal medya ahalisi

imaj: sarı, parıltılı, story’siz yapamayan vs siyah kazak, sade yüz, kelimeleriyle viral olan

düşmanı: masak ve tiktok dedektifleri vs rtük hassasiyeti ve sabırlı savcılar

karizma türü: “lüks hayat hayalimdi” diyenlere ilham vs “gerçek bu, uyanın artık!” diyenlere umut

gündemden düşüş nedeni: cezaevinden sonra sessizlik ve “hesaplar kapalı” süreci vs mahkeme kararlarıyla biraz sessizleşse de, her zaman felsefesi yaşar.

sonuç:

dilan polat, türkiye’nin sosyal medya vitrini gibi: gösterişli, şatafatlı, ama arka planda bol soru işareti.

dilruba kayserilioğlu, o vitrini kırıp camın arkasındaki tozları gösteren kişi: az kelimeyle çok şey söyleyen bir halk sesi.

biri “ışıltıysa özgürlük”, diğeri “özgürlükse önce gerçek” diyor.
devamını gör...

patates kızartmasını üst noktaya taşıyan detaylar

patates kızartması... basit gibi görünen ama yanlış ellerde lastik gibi olan, doğru ellerde ise altın renkli bir mutluluk kıtası.

peki bu efsaneyi “çıtır bir efsaneye” dönüştüren detaylar neler?

doğru patates:
her patates kızartılamaz. en iyisi nişasta oranı yüksek, iri taneli, sarı kabuklu türlerdir.
yani "mutfakta ne varsa onu doğrayayım" devri bitti.

iki aşamalı kızartma:
önce orta sıcaklıkta haşlar gibi pişir (yaklaşık 150°c), sonra yüksek ısıyla çıtırlığı patlat (180°c).
bu işin sırrı: dışı kütür, içi pamuk.

buzluk şoku:
kızartmadan önce doğradığın patatesleri buzlukta 15-20 dakika beklet.
bu hamle: dış kabuğu kıtırlaştırır, yağ çekmeyi azaltır.
evet, biraz mühendislik var işin içinde.

soslar ve baharatlar:
klasik ketçap-mayonez tamam da, trüf yağı, parmesan rendesi, sarmısaklı yoğurt, acı biber tozu derken...
kızartma bir yan lezzet değil, ana karakter olur.

sunum:
küçük bir sepette, esmer kağıtla... yanına ince doğranmış turşu, taze kekik.
bir bakmışsın, evdeki patates kızartması “ınstagram fenomeni” olmuş.

sonuç?
iyi bir patates kızartması, ne aç bırakır ne de yalnız...
yeter ki sen onu hak ettiği gibi kızart.
devamını gör...

regl ağrısının hurafe olması

regl ağrısının hurafe olduğunu söylemek, açıkça söylemek gerekirse, hem biyolojiye hem de milyonlarca insanın deneyimine büyük bir haksızlıktır. kadınların her ay düzenli olarak yaşadığı bu biyolojik süreç, kimi zaman hafif geçse de çoğu kişi için oldukça sancılı ve zorlayıcıdır.

dışarıdan bakıldığında “biraz mide ağrısı” gibi algılanabilir ama işin aslı öyle değil. regl ağrısı, tıp dilinde "dismenore" olarak geçer ve rahmin kasılmasıyla ortaya çıkan, bazı kişilerde günlük yaşamı dahi zorlaştıran fiziksel bir durumdur. baş ağrısı, mide bulantısı, bel ağrısı, ruhsal dalgalanmalar, hatta bayılmaya kadar gidebilen etkileri olabilir.

ama ne hikmetse bazı insanlar hâlâ çıkıp, "abartılıyor bu, eskiden böyle şey mi vardı?" demeye cesaret edebiliyor. oysa tarihin her döneminde kadınlar bu süreci yaşamış ve çoğu zaman sessizce katlanmış. şimdi biraz daha açık konuşulabiliyor olması, onun “abartı” ya da “moda hastalık” olduğu anlamına gelmez.

birçok kadın regl döneminde işe gidiyor, sınava giriyor, çocuk bakıyor, ev geçindiriyor; bunu yaparken de çoğu zaman “iyiyim” demek zorunda kalıyor. o yüzden regl ağrısını “hurafe” ilan etmek, bu dayanıklılığı ve gerçekliği inkâr etmektir.

eğer bir gün regl ağrısını küçümseyen biriyle yer değiştirme imkânımız olsa, muhtemelen o kişi birkaç saat içinde acile başvurur, sonra da “bu nasıl bir şeymiş ya?” diye şaşkın şaşkın etrafa bakardı.

kısacası: regl ağrısı gerçek bir şeydir. kadınlar bunu her ay yaşıyor, kimisi daha hafif atlatıyor, kimisi ise yatağa düşüyor. hurafe olan şey ağrı değil, o ağrının yok sayılmasıdır.
devamını gör...

mahfi eğilmez

ekonomi mi? mahfi ağabey anlatsın!

ekonomi dediğin bazen o kadar karmaşık olur ki, kafan matematik kitabı gibi karışır. ama mahfi eğilmez abi, o karmaşık işleri öyle basit anlatır ki; “hadi bakalım, şu faiz neymiş, enflasyon neymiş” diye uyuyan adam bile uyanır!

mesela enflasyon... herkes “fiyatlar artıyor, yazık bize!” der. mahfi abi der ki: “kardeşim, enflasyon öyle bir misafir ki, kapıdan girdi mi koltuktan kalkmaz. onu izlemekten başka çaren yok.”

faiz meselesi? “faiz çok yüksek, ekonomi yanar” diyenlere mahfi abi şöyle der: “faiz evin kaloriferi gibi, ya çok yakarsın, ya hiç yakmazsın, ayarını bulmak lazım.”

ve o ünlü bütçe açıkları… “kardeşim, devletin kasasında para yok, maaşlar nasıl ödenecek?” diye soranlara cevabı: “bütçe açığı, evin kredi kartı borcu gibi; kullanınca el yakar ama zaruri.”

mahfi eğilmez’in en güzel tarafı da bu işte: ekonomi terimlerini sanki komşun anlatıyormuş gibi yapar, kafa karışıklığını siler, tebessüm bırakır.

öyleyse, ekonomi dersi almak istiyorsan mahfi abiye kulak ver, çayını koy, sabrını tak! çünkü ekonomi, onu bilen için korkulacak değil, anlaşılacak bir mesele.
devamını gör...
devamı...

normal sözlük'ü kullanarak 3. parti dahil tarayıcı çerezlerinin kullanımına izin vermektesiniz. Daha detaylı bilgi için çerez ve gizlilik politikamıza bakabilirsiniz.

online yazar listesini görmek için lütfen giriş yapın.
zaman tüneli köftehor rehberi portakal normal radyo kütüphane kulüpler renk modu online yazarlar puan tablosu yönetim kadrosu istatistikler iletişim