sanırım karşındaki kişinin senin verdiğin değerin asla karşılığını vermeyeceğini anlamak. bakın anlamak diyorum çünkü o değerin zaten hiç varolmadığını içten içe bilirsiniz ama bir gün gerçekten alabileceğinizi zannedersiniz.
herkesin bir sınırı olduğunu düşünüyorum, sevme sınırı, tahammül sınırı, bekleme sınırı. bir insanı sevmemekten çok bekletmek ve gösterip çekmek zalimliktir. o kişinin hayatında alan kaplayıp, her yere yayılıp sonra da hiçbir şey olmamış gibi rahatlıkla hayatına devam etmek düpedüz hayvanlıktır. bu hayvanlığı bilir insan ama diyorum ya belki değişebilir düşüncesiyle oldurmaya çalışır bazı şeyleri.
hayır ama. sevdiğiniz kişiden tam da vazgeçtiğiniz eşik bu. bile bile azıyla yetinmeye çalışıp oldurmaya zorlanılan hiçbir duygu bir gün havadan düşmüyor. bırakın gitsin.
bir kere başlandı mı durdurulamayan müthiş bir fonksiyon. korkmaya hiç gerek yok. insan sildikçe daha rahat oluyorsunuz ilişkilerde. boşa çaba, dert anlatmaya çalışma, beklentiye girme gibi şeyler kalmıyor. bakıyorsun, yok bir nane olmaz, çat gitti.
harika bir osamu dazai kitabıdır. kitap dazai'nin kendini yozo karakteri olarak ifade ediş biçmidir. yani kendi biyografisi de diyebiliriz kitaba.
ilk önce aoi bungaku animesini izledikten sonra bu muazzam eseri okudum. keşke ilk kitabı okusaydım dedim. zira kitap tam bir baş yapıt. bambaşka bir insanın iç dünyasına giriyorsunuz. kitabı okurken yozo'yu anlamaya çalışmıyor, direkt yozo oluyorsunuz.
kitabın anlatım dili aslında iç döküş ancak bu okura bir iç döküş değil, dazai'nin kendisine itiraflar niteliğinde benim gözümde. okuyucuya kendini ifade etme, anlayış beslemesini sağlama, beni tanıyın niteliğinde bir anlatım dili değil zira. dazai kendine kendini anlatıyor, okuyucuya ben bunu yaptım bunu hissettim demekten ziyade sadece anlatıyor. kaygısız, çabasız bir şaheser.
yozo yani dazai oldukça ilginç bir karakter. anlatırken zaten sürekili zamandan zamana sıçrıyor. bir olay karşısında küçükken hissettiklerini davranışlarını anlatırken bir anda o ana geri dönüyor, kafasının içi hem karmakarışık hem de oldukça düzenli. sanki anılarını, hislerini bir düzene göre kafasının içinde dizmiş ve yeri geldiğinde o anıları çıkarıyor, o anki olaya bağlıyor.
ruh sağlığı gençlik yıllarında oldukça bozuluyor. bunda çocukluğunun oldukça etkisi var. aslında oldukça acıklı bir çocukluk bekliyorsunuz bu denli karmaşık birinden ancak hayır. dazai'nin acıklı bir çocukluğu yok. kendisinin bu denli hassas, duygusal, çekingen ve korkak olmasının sebebini geri planda kalmış olmasına bağladım ben okurken. kalabalık bir aileden gelmesinin yanı sıra, baskın bir baba figürü ve duygusal bir çocuktan bahsediyoruz. kardeşleri ile olan ilişkilerinden de bahsetmiyor neredeyse. dazai geri kalmışlığının yanı sıra kendisini de fazlasıyla geriye çekmiş bir karakter. hayatındaki her insanı, evet ailesini bile birer figüran olarak gördüğüne oldukça eminim.
insanları anlamaya çalışmasındaki yolculuk, sürekli çatışma halinde olan iç dünyası, kabul görme çabaları, kadınlar tarafından fazla fazla sevilmesi kendisini yakasını bırakmayan toplum baskısı ve toplumdan yok oluşa sürüklüyor. tıpkı kitaptaki yozo karakteri gibi dazai de kendini yazarak ve çizerek ifade eden biri. çizdiği öz benliğini ne kadar benimsediğini, hayatının her alanına oturttuğunu gözlemledim. dazai değişmek, anlaşılmak bir yana dursun kendini insanlardan olabildiğince uzak tutmak istiyordu kanımca. bu gençliğinde yaptığı şebeklik hareketleriyle oldukça zıt düşen bir istek. diyorum ya, onu anlayamıyor direkt onun yerinde hissediyorsunuz kendinizi. yargılayamıyorsunuz da. kızamıyorsunuz.
anlatım dili olarak oldukça akıcı, içine çeken bir kitap. kesinlikle gece okunması ve hissedilmesi gereken bir başyapıt. yazarın diğer kitaplarını okumak için sabırsızlanıyorum. herkes bu kitabı okumalı.
nickaltı benden olsun.
girdiği bilgilendirici, güzel tanımlarıyla iyiki var dedirten normal sözlük yazarıdır. okuyunuz okutturunuz efenim.
iyi bayramlar. *
başta çok sevgili babacığımın olmak üzere, tüm işçilerin, emekçilerin bayramı kutlu olsun. dilerim ki vahşet, karmaşa, baskılar, engeller olmadan; meydanlarda coşkuyla kutlayabileceğimiz güzel yarınlar yakındır.
bugün ile ilgili, gaziantepte patlama olduğunda yaşadıklarımı da bir ara iliştireceğim.
animenin başında bir adam az sonra izleyeceğimiz hikayenin odamu dazai'nin bir biyografisi niteliğinde yazdığı kitabı olduğunu anlatıyor. kitap ve dazai'nin hayatındaki paralellikleri açıklıyor ve kitapta belirtilmemiş olsa dahi dazai'nin hikayesi olduğunu anlıyorsunuz.
yozo, politikacı bir babanın tuhaf oğludur. tuhaf olmasının sebebi ise hayatı boyunca insanlara korku beslemesi ve beslediği bu korkudan ötürü bir türlü insanları anlayamaması, onlarla sağlıklı ilişki kuramaması ve aynı zamanda topluma uyum sağlayamamasına sebep oluyor. yozo çocukluğundan itibaren çevresini gözlemliyor ve bu hayata nasıl uyum sağlayacağını bulabilmek için kendine bir yöntem geliştiriyor: şaklabanlık. herkes onu şapşal, neşeli bir insan sanarken yozo'nun içindeki karanlığı yalnızca bir arkadaşı görüyor. bu arada insan dediğim için yozo'dan özür dilerim. çünkü yozo kendisini insan olarak görmüyor.
yozo toplumda bir yer edinemediği, uyumsuzluğu, oldukça bozuk psikolojisi gibi etkenlerden kaynaklı olarak, kendisini bir hayalet gibi görüyor. aslında yozo demek yerine, dazai diyebiliriz. dazai buhranlarınlarını yazarak, çizim yaparak dışa vuruyor, çevresine karşı takındığı neşe maskesini o kadar ustaca taşıyor ki herkes onun böyle biri olduğunu kabul ediyor.
içindeki karanlığın, öz benliğinin yani hayaletin resmini yapıyor yozo. bu hayalet, ne kadar hayatını değiştirmeye çalışırsa çalışsın peşini asla bırakmıyor. melankoli bu adamın besin kaynağı. absürd hayatı da cabası. bu adam hakkında sayfalarca yazabilirim, oldukça derin bir karakter.
mahveden bir hikayesi var. hikaye yamulmuyorsam 1938'li yıllarda japonya'da geçiyor. yozo güzel yüzlü, tuhaf bir genç ve o kadar uyumsuz bir hayalet ki, toplumdan soyutlandıkça trajedilerin içine düşüyor. yozo, toplum baskısı, kadınlar, insan ilişkileri, dibini sıyırdığı akıl sağlığıyla izleyenleri/ okuyanları ağlatamıyor bile. bambaşka bir hüzün, bambaşka bir hikaye bu. izleyin, kitabını okuyun. spoiler niteliğinde olmaması için oldukça sade yazmaya çalıştım.
dazai bu kitabı yazdıktan sonra başka bir hikayesini yazmaktayken intihar ederek hayatına son veriyor. yozo ile aynı bir yok oluş. dazai, namı diğer yozo.. tüm dünyanın bilmesi gereken hayaletler.
ayrıca şu efsanevi müzik ise yalnızca bu animenin ilk 4 bölümünde çalmakta. maalesef ki bu muazzam şaheser yayınlanmamış. o kadar özel bir hikayeye bu kadar özel bir müzik..
death billiards anime filminin açıklayıcısı niteliğindeki anime serisidir. 12 bölümü vardır. introsu muazzamdır ve karakterleri ise muazzam ötesidir.
konusuna gelecek olursak, animemiz death billiards filminde görmüş olduğumuz quindecim barı, barmen decim ve yanındaki isimsiz kaküllü hanımefendinin hikayesini anlatıyor. başlangıçta bu isimsiz kadının bu bara nasıl geldiğini izliyoruz. kendisi asistan olarak barmen decim'in yanına veriliyor ve kendi adı dahil hiçbir şeyi hatırlamıyor.
ilk bölümlerde klasik olarak decim'in bara gelen müşterileri oyun oynatarak yargılaması ile geçiyor. burada esas hikayesi çözülmesi gereken kişi isimsiz asistan kadın. çünkü diğer yargıçların da söylediğine göre bu isimsiz kadın bir insan! o barda yargılama sürecini aşan hiçbir insan bulunamaz ancak asistan bulunuyor.
işte bu olayın çözümünü izliyoruz.
bunun yanında, yargıçlar insanları yargılayabilmek için insani duygular hissetmeyen, doğmamış, yaşamamış ve ölümü de tecrübe etmeyecek olan kuklalardır. bu noktada çılgın bir rütbeli yargıcın deneyinin kurbanı ve aynı zamanda asistandan da etkilenen decim, insani duyguları hissedebilen, sorgulayan bir yargıç. kendisinin efsanevi bir repliği vardır.
"dolu dolu hayat yaşamış insanlara saygı duyuyorum."
tüm bunlar yargılama sürecini, asistan ve decim'i nasıl etkiliyor bunu izliyoruz. sonrasında ise...
asistan kızımız bir insan. bir insan orada olduğuna göre ölmüş olmalı ve zaten de öyle. asistanın hatıraları öldüğünü hatırladığı için siliniyor. bir insanın quindecim'e geldiği zaman öldüğünü bilmemesi gerekirken asistan, nasıl öldüğünü hatırlamasa bile öldüğünü biliyor. bu noktada asistanın hatıralarını hatırlaması ve boşluğa mı yoksa reenkarnasyona mı gönderileceğine karar verilmesi gerekiyor.
tıpkı decim'in dediği gibi dolu dolu yaşamış bir insanın hayatını onun öldüğünü bilerek izlerken ister istemez saygı duyuyorsunuz. ölmek mi kötüdür yoksa dolu dolu yaşamadan mı ölmek? kendi hayatına son vermek? dolu dolu yaşamadan mı hayatına son vermek yoksa dolu dolu yaşadıktan sonra mı hayatına son vermek? bu yargılamayı nasıl etkiler, insanlar ölmek için mi yaşar yoksa yaşamanın sonu mu ölmektir?
asistana decim'den daha fazla saygı duydum. gencecik yaşında dolu dolu yaşamış, talihsizlikler yaşamış farklı bir insandı chyuki. onun hayatına son vermiş olmasını, onun gibi bir insanın ölmüş olmasını decim gibi bende kabullenmekte çok zorlandım. o güzelim paten sahnesi, beni yerle bir etti. uzun zamandır intiharı, yaşamayı bu kadar sorgulamamış, hayatı düşünmemiştim. gerçekten yerle bir etti beni paten sahnesi.
quindecim'e hoşgeldiniz, ben barmeniniz decim.
bu cümleyi hiç unutmayacağım. seni de hiç unutmayacağım beyaz saçlı barmen decim. artık bende dolu dolu yaşamış insanlara saygı duyuyorum.
günaydın sözlük. kendimi çok garip hissediyorum. sanırım korku ve endişe hissediyorum.
kardeşim 2 hafta sonra askere gidiyor. benim oyun arkadaşım, kavga arkadaşım, ikizim.. hepi topu 6 ay dediğinizi duyar gibiyim. yine de korkuyorum sözlük. o ablasının koca bebeğiydi. kafama binbir türlü şey geliyor, tedirgin olmadan duramıyorum. ah benim canım.
bu kadar çok moda olmadan evvel kendi imkanlarımla sahip olduğum, göbeği açık kısa bluzlardır.
kesip biçmeyi her zaman çok sevdim, bol giyinmeyi de çok severim hatlarımı belli etmekten ziyade. eskimiş görünüm modası bana bu yönden epey yaramıştı. erkek kardeşim sürekli kilo alıyordu ve bende onun eski tişörtlerininin göbişini kesip hem crop hem de bol tişört elde ediyordum.
geçenlerde internetten birkaç parça kıyafet aldım. hem mevsimlik olsun hem de yaza da alışveriş yapmayım dedim. yazlık kışlık farketmeksizin hepsi crop. hatta crop montlar da var, arkadaşım crop mont beni nasıl korusun soğuktan?
ben yine de kendi kestiğim bol croplarımı özlüyorum. daha da almam açıkçası, kardeşim askere gidecek el koyarım tişörtlere ehehhe. bence siz de bu şekilde yapın. eski ve salaş görünüm her zaman güzeldir. erkekler ne için vardır? kıyafetlerini sömürmemiz için. siz yine de babanızın cepli tişörtlerinden crop yapmayın ama. *
2013 yapımı yaklaşık 25 dakika süren bir animedir. daha sonrasında bu animenin serisi death parade olarak çekilmiştir.
konu itibariyle fazlasıyla değişik bir anime. animemizde quindecim adında bir bar ve beyaz saçlı decim adında bir barmenimiz var. barmenimizin yanında ise isimsiz, siyah saçlı kaküllü oldukça güzel bir kız. bara şaşkın bir şekilde asansörden inip iki kişi giriş yapıyor ve barmen decim onları karşılıyor.
"quindecim'e hoşgeldiniz. ben barmeniniz decim."
şaşkınlıkla oturan iki kişiyi oldukça saygılı şekilde karşılayan decim, onlara içecek ikram ediyor ve ardından o epik soruyu soruyor: "buraya gelmeden önce neler olduğunu hatırlıyor musunuz?"
elbette hatırlamıyorlar.
filmin geriye kalan kısmında ilk başta squid game tarzı hayatta kalma oyunu gibi olduğunu düşündürüyor. barmen decim ve yanındaki ablamız bu iki kişiye oyun oynamak zorunda olduklarını, oynamazlar ise öleceklerini söylüyor. bardan oyun oynamadan çıkılamayacağı için ikiside oyunu kabul ediyor ve oyun başlıyor.
aslında quindecim denilen yer aynı anda ölen insanların reenkarnasyona mı yoksa boşluğa mı gideceğini kararlaştırmak için hakemlerin yargılama yaptıkları yer. hakemimiz ise barmen decim. onları canı pahasına oyun oynamaya zorlamasının sebebi ise ölüm korkusuyla insanların ruhundaki karanlığı ortaya çıkarabilmek ve böylece yargılama yapabilmektir. yargılama elbette oyun esnasında sergilenen davranışlardan ibaret olmuyor. ölen kişiler gelmeden evvel decim'e ölenlerin hatıraları gönderiliyor ve bu hatıralara göre ruletten oynanacak oyun seçiliyor, hatıralar ve oyun performansı birleştirilerek yargılama yapılıyor.
oldukça güzel ve kısacık. tadı insanın damağında o kadar kalıyor ki hemen sonrasında dizisinde geçmek istiyorsunuz. dizisinden evvel kısa film izlenirse daha anlamlı ve daha zevkli oluyor. benim için hayatı çok fazla sorgulatan harika bir animeydi. tavsiye edilir.
oldukça ilginç bir yaşamı konu alan fransız yapımı filmdir.
kısaca konusundan bahsedecek olursak 17 yaşında bir kız ilk cinsel ilişkisini tatilde yaşıyor. tatil dönüşünde ise birden bire internetten müşteriler bularak para karşılığında cinsel ilişkiye girmeye başlıyor.
öncelikle filmde kızın bunu para hırsı ile yaptığı biraz çıtlatılır gibi olmuş. böyle olduğunu düşünmüyorum. isabelle tatildeyken alman bir çocuğu gözetliyor, ondan hoşlanıyordu. onunla birlikte olmak istiyordu ve bu isteğini elde etti. ancaak.. beklediği gibi değildi ilişki. canının yanmasından ziyade isabelle hem suçluluk duydu, hem zerre zevk almadı. bir ara kafasını yana çevirdiğinde kendisini gördü. dikilmiş kendisini izliyordu ve bu sahnede bence isabelle içindeki çocuğun ölümüne içerliyordu. aslında isabelle cinselliğe meraklıydı ve yaşadığı zaman mutlu olacağını düşünürken, bunun tam tersi olması onun cinsel bozukluk yaşamasına sebep oldu diye düşünüyorum.
ayrıca isabelle annesiyle çok zıtlaşan bir karakter. ikisi de baskın karakterler. bazı şeyleri sırf annesinin inadına yapıyor ve bence hem ilk seksi, hem sonrasında para karşılığı seks yapmasında annesiyle olan çatışmasından ötürü kendince bir isyandı gibime geliyor.
artı olarak isabelle biriktirdiği paralardan kendine yeni kıyafetler, pahalı takılar, lüks harcamalar gibi jestler yapmadı. bu paraları biriktiriyordu ve isabelle paraya ihtiyacı olan bir kız da değildi. esasen isabelle'in para kaygısından çok, biriktirme bağımlılığı vardı diye düşünüyorum. para kazanmayı seviyordu, parasını eksik aldığı zaman hırslanıyor ve daha çok çalışıyordu. ilginç bir şekilde hırslıydı.
çok güzeldi isabelle. bu güzelliğiyle ne yapacağını da bilmiyordu. isabelle gerçek babasıyla büyümemişti ve belki bu yüzden yaşlı adamlarla birlikte olmak ona koymuyordu. hatta, yaşlılardan daha çok zevk aldığını gözlemledim. oldukça ilginç bir karakter.
film genel olarak güzel, çünkü başrol haddinden fazla güzel ve oyunculuğunu da sevdim. rahatsız edici mi derseniz hayır, insan izlerken rahatsız olmak yerine aksine isabelle'in güzelliğine ve şimdi ne yapacak diye merakına kapılıyor. güzel bir filmdi tavsiye ederim.
ayrıca psikolog sahnelerini keşke daha uzun tutsalarmış dedim.
birbiri üzerine gelmiş aksilik silsilesinden sonra yoğun bir stres anında yaşamış olduğum garip bir olaydır. öncelikle ayrıntılardan bahsetmem gerekiyor.
2 ay öncesinde, yoğun yağmur yağışlarının olduğu bir günde çok yoğun çalıştığım bir gündü. sabahtan akşama kadar hava karanlıktı, herkes grip olmuştu ve iğneler serumlar havada uçuşuyordu. akşam mesai çıkışı evde bakıma uğrayacak ve idrar sondası takacaktım. bunun için malzeme gerekiyordu, medikalcimden arayıp geçerken iş yerime bırakmasını rica ettim. aksi gibi malzemelerin elinde olmadığını söyledi. hastanın aciliyeti olduğundan ve son dakika çıkmış olduğundan strese girdim. akşam saat 9'lara kadar medikalcilerle görüştüm ve nihayetinde saat 10 gibi bana malzeme verebilecek birini bulabildim. bu sırada yoğunluğum azalmıştı.
son hastamı da gönderdikten sonra medikalci aradı ve hemen ana caddeye çıkmamı, bir işi olduğunu ve malzemeleri bana erken bırakması gerektiğini söyledi. canıma minnetti. işimi erken bitirirdim. yağmur şakırdarken el mecbur kitledim iş yerimi, ana caddeye doğru yol aldım. iş yerimden çıkıp ana caddeye gidebilmek için bir sitenin otoparkından geçmem gerekiyor. burası eski bir otopark ve çamur dolu genelde. ıslana ıslana geçiyordum otoparktan ancak.. tam karşımdan koşarak bir çocuk geliyordu. erkekti. üzerinde sarı bir tişört vardı. evet bu yağmurlu havada sarı tişört giymiş, tuhaf bir gülümsemeyle bakan bir erkek çocuğu. ilk önce duraksadım. koşmayı bırakarak direkt yüzüme bakmaya başladı. kayıp mı oldu acaba diye de düşündüm ama yüzündeki gülümseme ve bana bakan tuhaf bakışları çok rahatsız ediciydi. tırsmıştım. birşey demeden birbirimizin yanından geçtik ve kafasını çevirip son ana kadar yüzüme gülümseyerek baktı. arkamı dönmedim ve hızlanarak çamura bulanmayı göze alarak ana caddeye doğru koştum. medikalci geldi birkaç dakikaya ve malzemeleri alarak tekrardan koşarak iş yerime dönmeye başladım.
tekrardan otoparka girdiğimde karşı köşeden biri döndü ve hızlı adımlarla bana doğru yürümeye başladı. evet oydu.. sarı tişörtlü gülen çocuk. kalbim inanılmaz hızlandı ve koşmayı bıraktım. çocuk hem çok korkunç gülümsüyor, hem gözümün içine bakıyor, hem sırılsıklam olmuş ama üşümüyor gibi rahat rahat yürüyordu. birbirimize 10 adım mesafe kala durdum ve konuştum onunla. "ceketin nerede senin?" dedim. aklıma en makul bu gelmişti ve aklıma takılan ilk şeyde buydu zaten. sonradan düşününce ona kaybolup kaybolmadığını, adını, evinin nerede olduğunu ve biliyorsa ailesinin numarasını sorabilirdim ancak çocuk çok korkunçtu. bakın sokakta kimse yok. araba dahi geçmiyor. yağmur yağıyor ve sarı tişörtlü bir çocuk 2 kez gülümseyerek size doğru geliyor. ne düşünürdünüz? elbette benim gibi korkardınız sanıyorum. o yüz ifadesini anlatacak kelimem yok zira.
çocuk ne cevap verdi diye soracak olursanız da.. "evine git abla." dedi. daha çok gülümsedi ve ben hiçbir şey demeden son kez yüzüne bakıp hızlı hızlı iş yerime doğru yol aldım. tüm tüylerim diken diken olmuştu çocuğun yüzüne baktıkça.
o gece eve döndüğümde bunun yorgunluk kaynaklı bir hayal olabileceğini düşündüm. eh, bu başıma gelen ilk değildi sonuçta. bunun gibi çokça garip olaylarım mevcuttur.
seyir zevkini her bölümde maksimumda tutan, tanıdık karakterler gördükçe insana daha da keyif veren leziz bir animedir.
animemiz william james moriarty karakterini oldukça ilginç işliyor ve açıkçası resmen bu karaktere aşık olmamak mümkün değil. zaten sherlock'u ve dr. watson'ı izletiyor bize anime, daha ne olsun? bunun yanında tabii irene adler bebeğimiz de var. karakterleri biraz farklı bakış açısından almış olsa da hem eğlenceli hemde sonu müthiş muazzör biten bir anime. yeni sezon gelecek mi bilmiyorum.
anime bizi öncelikle moriarty ailesiyle tanıştırıyor. bu noktada olayları çözümlemesi biraz zor, ilk birkaç bölümde william ve lous'in aynı kişi olduğunu bile düşündüm. ya ben salağım ya o kısımlar biraz karmaşık anlatılmış. ancak aileyle tanıştıktan sonra ailenin müptelası oluyorsunuz. zira bu aileden düzeni değiştirme fikri ve böylece de eylemleri ortaya çıkmış oluyor. dertleri basit: kast sisteminden nefret ediyorlar. evet soylu bir aile kast sisteminden nefret ediyor ancak neden nefret beslediklerini anlatırsam izlemenizin bir anlamı kalmaz. bu yüzden izleyiniz efem.
sonrasında 3 kardeş, tabii ki william james moriarty'nin beyni olduğu bir takım bu, soylular ve avam sınıfı arasında çatışma başlatıyor. bu çatışma kışkırtma değil. bu çatışmada avamların soylulardan intikam almasını sağlıyorlar. bunu yapmalarındaki amaç ise ideal dünyalarını oluşturmak.
moriarty ailesi faaliyetlerini bu şekilde sürdürürken bizim william ve biriciğimiz sherlock tanışıyor ve öyle bir tanışma ki.. harika bir tanışma sahnesi. sherlock ve william'ın beraber olduğu her sahne başa sarıp sarıp izletecek cinsten. ikisinin diyaloglarını, arka fondaki birbilerine duydukları saygı ve zekaları ve ehm, yakışıklılıkları insanı gerçekten hayran bırakıyor.
william ideal dünya düzenini kurabilmek için kahraman olarak sherlock'u ve şeytan olarak da kendisini seçiyor. animemiz bu şekilde ilerliyor ve her bölümü sürprizli, sherlock ve william'ın sahneleri efsanevi. en ikonik sahneyi bırakacağım aşağıya.
catch me if you can sahne 1
catch me if you can sahne 2
hafiften kanlı manlı bir anime ama sherlock ve moriarty'i izliyorsunuz, hemde farklı bir açıdan.. daha ne! 10/10 bir anime. finali ise harika!
23 nisan ulusal egemenlik ve çocuk bayramımız kutlu olsun. *
çocuklara bayram armağan eden ulu önderimizi ve silah arkadaşlarını saygı, sevgi ve minnetle anıyorum.
oldukça ilginç karakterleri bünyesinde bulunduran ve kalp kırıcı bir hikayeye sahip olan animedir.
konusu itibariyle zaten ilginç. konusu şöyle, 2 adet lise öğrencisi sebebini epeyce bir süre anlayamayacağınız şekilde bomba saldırıları düzenliyorlar. saldırıyı düzenlemeden evvel de internete video yüklüyorlar. bu videolarda, mitoloji karakterleriyle alakalı uydurdukları bilmeceler soruyor ve bilmeceyi çözerlerse bombanın yerini bulabileceklerini söylüyorlar. tabii yüzlerinde de maske var.
geriye kalan kısım spoiler içerir.
bu çocukların yine süper zeki olduğunu söylememe gerek yok sanırım. süper zekiler, elleriyle bomba yapıyorlar ve patlattıkları yerlerde ölüm olmayacak şekilde ayarlıyorlar saldırıları. tabii bu kısım uçuk ancak buradan yakalıyorsunuz bu çocukların derdinin zarar vermek değil dikkat çekmek olduğunu. nitekim gereken dikkati çekiyorlar fakat maalesef, dikkati çektikten sonraki gelişmelere şahit olamıyorlar.
karakterler ilginçti ve ilk defa bir anime izlerken hiçbir karaktere ısınamadım. sanki bilerek antipatik kurgulanmış olmalı karakterler. adı 9 olan karakterimiz tipik bir soğuk karakter. fazlasıyla zeki ve donuk. mutsuz, memnuniyetsiz biri. aynı zamanda duygusal ancak bunu çok başarılı şekilde bastırıyor ve yansıtmıyor.
12 isimli arkadaş ise 9'un tam tersi ve müthiş derecede cıvık, sebepsizce gülüp duran ancak yine muazzam zeki bir çocuk. bu çocuk da duygusal ancak bunu yansıtmaktan hiç çekinmiyor. nitekim duygu beslediği kız için arkadaşını satacak kadar duygusal biri. artı olarak, korkulması gereken tip esas bu. animenin başında bu 12 elemanın kesinlikle çok iyi biri olduğuna kanaat getirmişken, tatlı tatlı gülümseyerek ölüm tehditi savurması, insan hayatını zerre önemsemeyişi ne kadar akıl sağlığının uçmuş noktada olduğunu gösteriyor ve bu beni şaşırttı. bu elemanın daha çok sempatik kadrosunu doldurmasını beklerken kendisi manyak kadrosunu doldurdu.
bir de 5 isimli karakterimiz var, animeye sonradan dahil oluyor ve geri gidiyor. aynı 12 isimli eleman gibi manik bir yapıya sahip çılgın bir ablamız. niye geldi niye gitti diye düşündürten bir karakter. fazla uçuk. itici.
bu çocukların isimlerinin olmamasının sebebi ise, özel olarak seçilip alınan bu çocuklar bir ilaç verilerek deneye tabii tutuluyor. bu deneyde verilen ilaç ile çocukların zeka seviyelerin arttırılıyor falan. özel çocuklar yetiştirelim derken, bu çocukların ölümüne sebep oluyorlar. ilaç onları zeki yaptığı kadar öldürüyorda. 9 ve 12 bu tesisten kaçmayı başarıyor. bu projeden sağ kurtulan ise 5 ablamız oluyor ve kendisini amerika sahiplenerek zekasından faydalanıyor.
anime sonuna kadar şunu sorduruyor: çocuklar neden derdinizi anlatmıyorsunuz, bu polis adamdan ne istiyorsunuz ve sizin hikayeniz ne? sizin bir adınız yok mu?
hikayeyi öğrenince ise kalbiniz kırılıyor. hem çocuklara üzülüyor, yaptıkları bomba patlatma eylemlerine anlam veriyor ve bu geç kalınmışlığa, unutulmuşluğa sinirleniyorsunuz.
animede hiç bahsetmek istemediğim kısa saçlı bir kız karakter de var, sümsük. midem bulandı. bu kızın sahnelerini ileri sarmak istedim. safi ayak bağı, sümsük ve beyinsiz. keşke daha sağlam bir kız karakter koyulsaydı. bu kadar sümsük olmasaydı en azından.
anime yalnızca 11 bölüm ve kesinlikle izlemeye değer. dediğim gibi, ilk kez karakterlere hayran olup aşık olmak yerine hepsine ayrı sinirlendim, sorguladım ve sonuç olarak onları anlayınca da kalbim kırıldı. karakter gelişimini 11 bölüme sığdırmayı başarabilmiş ve vermek istediği mesajları ilginç yollardan vermiş olduğu için tam puanlık ve kıymeti bilinmesi gereken bir anime. harikaydı kısaca. merakı ve adrenalini hep yüksek seviyede tuttu. kesinlikle bir şans vermelisiniz.
normal sözlük'ü kullanarak 3. parti dahil tarayıcı çerezlerinin kullanımına izin vermektesiniz.
Daha detaylı bilgi için çerez ve
gizlilik politikamıza bakabilirsiniz.
online yazar listesini görmek için lütfen giriş yapın.