tanım: can sıkıntısından uydurduğum anlatı.

kasım 22, sene bilinmiyor.

kırmızı başlıklı kız annesinden ninesine götürülmek üzere bir emanet alır. ilk bakışta bir gitar kılıfına benzeyen bu paketin içerisinde ne olduğuna dair bir bilgi verilmez kırmızı başlıklı kıza. ancak aldığı terbiye ve ahlakın da izinde başını annesinin önüne eğer ve yola çıkar.

dolmuşa bindiği vakit maskesini takmayı unutmuştur, hemen bir telaşla maskesini takıp müziğini dinlemeye devam eder. o esnada dolmuş şöförü arkadaşlarıyla günde kaç vaka çıktığına, ne zaman aşının geleceğine dair konular tartışmaktadır. hareket vakti geldiğinde yolcuların birisi şöföre "haydi bakaym kaptan!" diye seslenir. şöför sigarasını yere atar, maskesini takar ve kontağı çalıştırır.

köyüne bir türlü asfalt gitmemişti kırmızı başlıklı kızın, arabanın altını yere vurmak istemeyen şöför de amma yavaş sürmektedir. buna katlanamayan, yürümeyi de pek seven kahramanımız emanetlerini de eline alarak aşağı iner. ninesinin evine doğru süzüle süzüle yürümeye başlar.

ağaçların hışırtısı kulaklarına erişmez, zira kendisini doğadan ayıran beşeri bir alet vardır kulaklarında, zaten o an için yolda olmaktır mesele kırmızı başlıklı kız için, doğanın durumu pek gündeminde değildir.

hiç sıkıntısız ninesinin evine varır kızcağız, ninesi de gitar kılıfını andıran kılıftan koca bir tüfek çıkartıp yağlamaya başlar. içine üç beş mermi koyup balkondan tüm fişekleri boşaltır. lakin bu fişekler ses fişeğidir, kimseye zarar vermez. bu kırmızı başlıklı kızın ilgisini çeker mi, sanmam, kulaklığını takıp ninesini öper, sonra dönüş yoluna düşer. yürürken aklına takılan soru: "ulan pandemi var, niye öptüm bu kadını?!" olmuştur.

hazinli son.
devamını gör...
tanım: can sıkıntısından uydurduğum anlatı volume 2.

kimileri onu annabel lee diye, kimileri ise selin diye tanır, ben herhangi bir isim kullanmayacağım kendisinden bahsederken, lakin beni az buz tanıyan herkesin bildiği gibi bu anlatacaklarım da bir kadınla alakalı olacaktır.

deniz kıyısına yakın bir yerde ikamet etmekteydi, ailesiyle birlikte. bahçeli evlerinde kediler dolanır, köpeklerle iyi anlaşamazlardı. pek ağaç bulunduğunu söylemek mümkün değil, zira yeni ekilmiş fideleri ağaçtan saymaya gönlüm elvermemektedir, zaten evlerini de kooperatifin işini iyi yapmasıyla birlikte kısa sürede bitirebilmişlerdi. o sıralarda ben o deniz kıyısına yakın bir yerdeki bakkaliyenin elemanlığını yapmaktaydım, yazları aileme destek olmak için okul bitimine iki hafta kala bir işe girerim, öğretmenlerimin de durumumu bilmelerinden ötürü devamsızlık konusunda sıkıntı çıkartmamalarına müteşekkirim. ancak sizin de hissedeceğiniz üzere her şeye boynunu eğenlerin de gelip geçici sevdaları olabilir, illa aşk acısından kıvranmalarına gerek yoktur.

her sabah ekmek almaya bizim bakkaliyeye uğrar, yeni gelmiş yumuşacık, dumanı tüten ekmekleri gazete kağıdına sarıp kendisine verirdim, sıcak ekmekler poşete konulmaz aksi takdirde poşete yapışır, yerken hep poşet tadı alırsınız. güneşten kızarmış elleri zar zor tutardı sıcak ekmeği, ona kıyamadığımdan beş altı kağıda sarardım ekmeği, o kadar kağıt ziyan ettiğimi o yaşlarda fark edemiyordum, hele ki o taze aşkın mayhoşluğuyla.

on dokuz yaşlarındaydı, denize doğru bir koşuşu vardı ki o sağda solda isimlerine denk geldiğiniz şairlere saniyesi bin liraya satardınız gördüğünüz manzarayı. o kıyı senin bu kaya benim dolanırdı arkadaşlarıyla, bembeyaz lakin çarpık dişlerinden güneş yansırdı yüzüme, çalışmak işkence haline gelirdi. her an oturup hayal kurardım, onun elinden tutup gözlerine bakacağım vakitler de gelecek derdim kendi kendime. yüzmeyi pek bilmiyor gibiydi, şişme kollukları asla kollarından çıkartmıyordu, belki de öyle kendisini rahat hissediyordu bilemem, ne zaman hatırlasam onu o şişme kollukların pembeliği yüzümde gülümsemelere yol açar.

ustam seslendi; "müşteriye baksana lan ne oturursun orada!"
devamını gör...
tanım: can sıkıntısından uydurduğum anlatı volume 3.

güneş ışığı almazdı odam, genelde sabahın havalandırmadan gelen komşunun televizyonundaki siyasilerin sesleriyle uyanırdım. siyasilerin tartışmaları yıllar ilerledikçe zerre umrumda olmamaya başladı, zaten yaşadığımız toplumda çizilmiş sınırlar var, kim gelirse gelsin aynı çemberde dönüp dolaşacaktık. neyse, sonuçta uyanırdım sabaha bir şekilde, kah uykusuz, kah sinirli.

uyanıp kahve yapma planlarıyla kalkardım yataktan, hiç yapmadım, aldığım paket kahve de bayatladı, içilebilir mi bilmiyorum, zaten kahve üzerine pek bilgim de yoktur, bir dönem birlikte uyuduğum bir kadın baristaydı, işine de çok hakimdi, ondan dinlediğim üç beş bilgiyle hayatımın geriye kalan kahve sohbetlerini idame ettirmeyi hedefliyordum.

kendisiyle çalıştığı kafede tanışmıştık, bir altmış boylarında, sol kolu dövmeyle kaplı, kahverengi gözlü bir hanımefendiydi. genelde sinirliydi bakışları, patronuyla arası pek yoktu diye tahmin ediyorum, zira kendisine bir ayıbım olmamıştı henüz. kısa sürede tanışıp çok iyi anlaştık, bana cortado yapardı hep, en sevdiği kahve olduğunu söylerdi, ben onun elinden zehir olsa bile içer miydim bilemiyorum, belki de.

evimde kaldığı zamanlar sevişmeden önce saatlerce rock müzik dinlerdik, manasızca. zaten çok mana da aramıyorum bu işlerde. kendisini aldattığım gün de ona bunu direkt söyledim, bunun manalı bir iş olmadığını biliyordum, lakin manasızdı aynı zamanda aramızdaki ilişki, ayıp olarak algıladığı şey de buydu. şimdi ise kahve yapmaya gidiyorum mutfağa, umarım yaparım. bana da bir daha bu konuyu açtırmayın.
devamını gör...
tanım: can sıkıntısından uydurduğum ve yazılarımı neden sevdiğini bir türlü çözemediğim sevgiparçacığı'na adadığım anlatı, volume 4.

"yer misin yemez misin?" diyen arkadaşlarıma inat olsun diye fırlattım taşı arabanın camına. hiçbir şeyden çekinmeyeceğimi, geri durmayacağımı bilmeleri gerekirdi. zaten geçen sene bundan ötürü bacağımı kırmıştım, bir iddia uğruna ağaca tırmanıp kuş yuvasını bozacaktım aklımca, anne kuşun gelişiyle birlikte ağaçtan aşağı uçmam bir oldu denebilir, beni oraya çıkartan arkadaşlarım da çoktan gitmişti olay yerinden, eve kadar ardımdan soluyarak gittim. annemin beni bir dövüşü var, fight club'daki sahneleri tekrar yazardı chuck palanhiuk görse.

neyse, iyileştim birkaç hafta içerisinde, sahalara geri dönüp popülerliğime kaldığım yerden devam edecektim sözde. lakin çocuklar yeni oyunlar öğrenmiş, kimileri okuma yazmayı falan sökmüş, hatta çoğu aile evladına bisiklet falan almıştı. ulan ne değişti de bizim güzide mahallemiz bir anda kokoş beldesine dönüverdi diye düşünmeye başladım. o sıralarda en yakın arkadaşım olan deniz'in yanına gittim hemen, o puştun kendi köşesi vardır, misketini orada oynar, kızlara orada dondurma ısmarlar hep. "ne oldu lan, herkeste bir afra tafra?" diye sordum hemen, "sakin ol birader, gel bir gazoz içelim önce." diyip mahallenin bakkalına götürdü beni. inanmazsınız bakkal bile parkelerini yeniden döşetmiş. meğersem o hafta içerisinde bizim mahalleden çıkan abdüş dünya bilmemne şampiyonu olmuş da, kaç bin dolar ödül almış da, ailesi de zekat niyetine paranın bir kısmını mahalle muhtarına bağışlamış. muhtar şerefsizi de gidip tüm parayı iddiaya basınca birden parayı iki yüz katına katlamış. sonrasında aşırı vicdan yapıp mahallemizin hocasına gidip durumu anlatmış, imam efendi de bu paranın hepsinin mahalleye harcandığı sürece bir sıkıntı çıkartmayacağına dair güvence vermiş muhtara. muhtar hemen kendisine bir takım elbise çekmiş, zira kendisi bu halk için bir veli nimetti, şatafatlı görünmesi gerekirdi, sonrasında kapı kapı gezip herkese o kirli parayı pay etmiş. sonra tüm mahalle birden zengin olmuş, bisikletler falan ondanmış yani.

bir hışımla oradan ayrılıp pederden hesap sormaya gittim, herkes çift tekerli paten sürerken ben bildiğin eski bilyalımla ittire ittire gidiyordum kendimi, bu işler böyle olmaz diyecektim. babamla konuştuk, annemin paraya el koyduğunu, karne vakti gelmeden de bana bir harcama yapmayacağını söyledi. annem akıllı bir kadındı, derslerle zerre alakamın olmadığının da farkındaydı. yav tamam da, iyi top oynuyoruz onu gören yok?! neyse, bakardık icabına.

ertesi günlerde mahallenin neşesi git gide azalmaya başladı, herkes o kadar lükse koşmaya başlamıştı ki artık maç sonlarında millet kasa kola almaktansa ayakkabı falan iddiasına giriyordu. güçlü bir çocuğumdur, aklıma koyduğumu yaparım. annemin bu politikasına karşın kendi dilimle konuşmayı tercih etmiştim. tüm mahalle maçlarında yıldız oyuncu olup herkesi süzmeye başladım, artık milletin ne ayağına giyecek ayakkabısı ne sürecek bisikleti kalmıştı. yanlışlıkla kendi imparatorluğumu kurdum. deniz'in köşesi artık benimdi, hemen önümde dört tane adamım ellerinde boncuklu tüfekleriyle beni kollar olmuştu. kızlar desen hep benimleydi artık. mahalle arası maçlar öncesinde benim gibi güçlülerle toplantı yapıp maçlara şike sokmaya başladık, derken tüm imparatorluğumuz daha da katlanmaya başladı. mahallede benden habersiz kuş uçmuyordu.

bir sabah uyandım ve babamın tayin haberini aldık ailecek. sebebini sorduğunda patronuyla atıştığını söyledi, meğerse lavuk kendi akrabasını işe almak için babamı başka yere sürmüş. yapacak bir şey yoktu, onca birikim, onca emek suya gitmişti. tüm mahalleyi toplayıp kendi yerime deniz'i atadığımı ilan ettim, deniz tüm adamlarımızı topladı. üç mahalle ilerisindeki babamın iş yerine doğru yürüdük. "babanı işten attı oğlum herif, yer misin yemez misin?" dedi arkadaşlarım bana. onlara inat taşı fırlattım arabanın camına.

meğerse babam durumu çözmüş, tayinini bir şekilde iptal ettirmişti. herifin arabasının üstüne "idne patron" yazmasak bir şekilde kurtarırmışız paçayı da, olmadı.
devamını gör...
tanım: can sıkıntısından uydurduğum anlatı volume 5.

kadıköy'deki evimde ilk günüm, henüz ne elektrik var ne de su. allahtan apartman yöneticisi allem edip kallem edip suyu açtı da yıkanıp tuvalet ihtiyacımı giderebiliyordum.

tuvaletinde bir sene boyunca bir kere olsun temizlemeye yeltenmediğim koca bir ayna vardı. beni o ayna karşısında izlemeyi çok severdin değil mi, altımda eşofman üstüm çıplak çok seksi görünürdüm sana, yoksa ondan koşup sırtımdan öpmez miydin beni, gıdıklandığımı bile bile.

pencereden sızan ışıklar sağolsun bir süre elektriği bağlatma ihtiyacı duymadık, sevişmelerimizin hafif sarı gölgeleri yansırdı o esnada mavi duvarın üzerine, çok güzeldin. ya da öyle hatırlıyorum.

seni.
devamını gör...
tanım: can sıkıntısından günlerce beklediğim ama bir türlü gelmeyen aziz yazarın uydurmayıp bahaneler uydurduğu anlatı.

sınavlar çok fazlaydı üstelik de kazık gibi zordu. allahtan arkadaşlarla wp grubumuz vardı da oradan paylaşıyor, sınavların üstesinden bir şekilde gelmeye çalışıyorduk.

grupta hayri diye bir tosun vardı, azıcık tombul olduğundan tosun diyorduk o da kızmıyor hatta hoşuna gidiyordu. bir dersin sınavı için -hangisiydi unuttum- bu hayri'den not bekliyorduk. azıcık zaman sonra sayfa sayfa notları atmıştı ve manyak gibi çalışıp ertesi gün sınava girmek üzere o yoğunluğun da verdiği yorgunlukla sıcacık yatağıma girip mışıl mışıl uyumuştum.

sabah uyanmış, bir güzel karnımı doyurmuş heyecanla notları tekrar etmeye çalışırken bir türlü konsantre olamadığımı fark etmiş, neden neden diye düşünürken de rüyamda hayri'yi gördüğümü hatırlamıştım. evet hayri, bizim tosun olan. sınavların stresiyle olacak ki rüyamda bu hayri beni elimden tutup bir kafeye götürüyor, kafenin mutfağında şarkı söylemeye başlıyor, o şarkı söyledikçe mutfak çalışanları beni dövüyor, onlar beni dövdükçe ben zevk almaya başlıyorum ve zabalak zıptıçıktı kim kaçtı diye bağırarak birden uyanıyorum...

artık sınav saati gelmişti. aklımda hayri, bedenimde yediğim dayaklardan kalan acı hisler, dilimde ise hayri'nin rüyamda söylediği o şarkı; allah belaaanııı versin, allah seniii kaaahretsin...
devamını gör...
tanım: can sıkıntısından uydurduğum anlatı volume 6.

not: sevgiparçacağı destursuz başlığa tanım girip hikaye anlatmış, kendisini tebrik ederim gayet güzel anlatı.

2018'in yaz aylarıydı. insanlar denize menize gidip eğleniyor, öpüşüyor, sevişiyordu. neyse, mevzu bu değil.

o vakitlerde babamın köye çıkası geldi, kafamızı şişirdi de şişirdi, en nihayetinde vurduk köy yoluna. sözde bir hafta kalıp dönecektik ki ona bile zor ikna etmişti bizi, hele de annemi. annem acayip zor kadındır, istemediği bir işi yapıyorsa mahvoldunuz, günlerce burnunuzdan getirir o işi. küçükken beni yapmak istememiş, babam zorlamış da olmuşum, tüm ömrüm boyunca kafama kakıp durdu bunu.

karaüzüm ağaçlarına tırmanıp üstümüzü başımızı mahvettik mi kuzenlerle, bisikletle rampa aşağı kayıp dişimizi mi kırmadık, akla gelebilecek her türlü hıyarlığı yapmıştık o yaz. tam alışmak üzereyim, babam annemi nasıl olduysa ikna etmiş, bir aya uzatmıştı süreyi. neyse hazır eğleniyorum diye ses etmeyecektim ki, madem buradayız mehmet'i kuran kursuna yollayalım, dine dair bir şeyler öğrensin dedi. ya ne alaka anne...

sabah zorla kaldırıp kuran kursuna yolluyorlar beni, orada da arkadaşlar edindim ama nasıl eğleniyoruz aklınız çıkar. kuran ve din dışında her şey vardı. arka kapıdan kaçıp sigara içmeler, hocayla alay etmeler, camdan aşağı milletin kafasına tükürmeler falan... eğlenceliydi. bir de aşık olduk orada ki sormayın, yan bahçede kız kuran kursu vardı, pencereden baka baka aşık olmuştum kıza. güzel bir aşk filizlenme ihtimali yok değildi hani, kıza havalı görüneceğim diye her gün jole sürüp kapıda karamsar bakışlarla sigara içiyordum. her şey iyi gidiyordu.

gidip hocaya şikayet etmiş kız sigara içtiğimi, annemle babam yoluma pislemişti afedersiniz.
devamını gör...
tanım: can sıkıntısından uydurduğum anlatı volume 7.

grunge ve punk kültürünün yaşandığı zamanlardan bahsedeceğim, 94 senesi, bafra anadolu lisesi bahçesinde volta atan üç beş gençtik. o dönemin müdürü bizden pek haz etmediğini çeşitli sinyallerle iletirdi bize, pencereye çıkıp ters bakışlar çakmalar, el kol hareketleri gibi, anlarsınız işte.

bir de çok hoşlandığım bir kız vardı, kahküllü küt saçları vardı omzuna değen, bir yanından pembe renkli bir toka takardı. sürekli kareli gömlek ve kot giyer, üzerinden deri ceketini eksik etmezdi, yamalı. uzun zaman sonrasından açılabildim ona, beni reddetmesinden daha çok bu kadar hanım hanımcık bir kızın nasıl olur da böylesi müziklerden hoşlandığını bir türlü kavrayamazdım. neyse arkadaşlığımız zarar gördü tabii, kendisi benden uzak durup başka ortamlara takılmaya başladı. duydum ki bir satranç takımına girmiş, artık o paspal şeylerden ziyade ütülü okul üniformalarıyla barışmış, umarım mutlu olur hayatında. ilk madalyasını da geçenlerde almış, il ikinciliği.
devamını gör...
tanım: can sıkıntısından uydurduğum anlatı vol.8. öncelikle kafamın iyi olduğunu belirtmek isterim, eserdeki herhangi bir hata ertesi gün editlenecek ve noksansız hale gelecektir.

küçüktük, yavru develerin annelerinden süt emdiği yaşta ya vardık ya yoktuk, bilemiyorum. o dönemler insanlar kendi ihtiyaçlarını, markete gitmek, sosyal ortam edinmek gibi, çok erken yaşlarda karşılardı. ben dördüncü sınıftayken mahallemizin dondurmacısında sınıfımdaki kafama uygun herkesi topardım, totalde 10tl'ye dünyanın dondurmasını yer, üzerine ailemizle papaz olurduk hasta olup olmayacağımıza dair. her neyse, mevzu bu değil.

sınıftaki basketçi ve futbolcuların oranı oldukça yüksekti, bizim gibi resimle, kolajla uğraşan tipler kolayına eş bulamaz, dönem balosunda eşsiz kalırdı. buna alışmıştık. henüz sekizinci sınıftayken cabernet ile öküzgözünün farkını (entelektüel manada) ayırt edebilirken kızlar bizden uzak dururdu, yeni döneme yetişememiştik, henüz çocuk olmamıza rağmen. ama bunun sebebini az da olsa rock and roll'un ölmesine bağlamakta kararlıydık, zira abilerimizden öyle duyar öyle dinlerdik, kim bilebilirdi ki türk entelektüel dünyasının, özellikle de alt kültürde, başını çekeceğimizi...

ayça'ydı adı, kahverengi gözleri ve ince beliyle oldukça sıradan bir kızdı, her erkeğin hoşuna gidebileceği gibi... ona aşıktım, karşılıksızdı elbet. ayça evlenip yurtdışına göçtü, iki çocuğu vardı inanır mısınız bilmem, ben olsam inanmazdım yazarın laflarına bu kadar orası ayrı, ama ayça gerçekten bunların hepsine sahip olmuş bir kadındı. beni sever mi bir gün, bilemem, yüksek ihtimalle hayır.
devamını gör...
tanım: can sıkıntısından uydurduğum anlatı vol 9. bu hikaye sevgiparçacığı'nın zorlamaları tarafından yazdırtılmış olup hikayenin kalitesi şahsıma, kalitesizliği ilgili şahsa aittir. özledim seni sözlük!

yıllar yıllar önceydi, bu hikaye de, tıpkı dünyadaki tüm hikayeler gibi güzel bir kadınla ilgili. ne uykusuzluk ne de yalnızlık onun gidişiyle dolan gözlerimdeki kas ağrısını geçebildi, hayatımda böyle bir şey yaşamamıştım.

kadıköy'ün güzide bir barında oturmuşum içiyorum, dışarıya bakan taraftaydım sigara içmememe rağmen. benden ateş istedi, sünnettir diye taşırım her daim yanımda, çıkartıp verdim. gözleri yeşildi, hiç unutmadım, sanki bir senedir bana bakıyordu o gözler. sigarasını yaktı, teşekkür etti, tam ardını dönüp gidecekti ki eline dokundum, "otursana" dedim güler yüzle. beni sevmişti, oturdu. geçmişini, hayallerini, yaşadığı hayatı bir bir anlattı, ona bakarken kendimi aşırı şanslı hissetmemek elimde değildi elbet, yanakları dolgundu, ince belliydi, çok hoş kokuyordu.

o geceyi onda geçirdik, evi çok güzeldi, 1+1, her tarafta yarım bıraktığı tablolar... gördüğüm kadarıyla sadece portre çalışıyordu, beni de o tabureye oturttu. çizmeye başladı. yarım bıraktı ve kucağıma oturdu, seviştik. beni sevmişti. sonra o tabloyu hiç tamamlamadı, hep yarım kaldı.
devamını gör...
tanım: can sıkıntısından uydurduğum anlatı volume 10. yeminle bu sefer geri döndüm sözlük, söz.

haziran gecesi, göğsüme yaslanarak uyumayı ne de severdin oysa ki. pembe saçların hep elidor kokardı, çok hoşuma giderdi o güzelim koku, beni bilirsin, kadınlara aşığımdır güzelim. sonra kalktın üzerimden, dans etmeye başladın, ortada ne müzik vardı ne de bir ışık. karanlığın içerisinde ay gibi parlıyordun bana, üstelik ucuz edebiyatıma da aşıktın, nasıl olur da olmazsın yanımda sabahları gözlerimi araladığımda... sen de beni severdin elbet, yazık.

bitirdin dansını, yere kapaklandın aniden, alkolü çok severdin sana o kadar dokunmasına rağmen, şaklabanlıklarına bakıp gülümsedim, çok hoşuma gidiyorsun güzelim, hala. kanatlanıp uçmanı bekledim onca saat, sen ise kucağıma gelip yanağımdan öptün, sonra kafanı hala göğsüme dayadın, deve dövmemi okşadın, çok hoşuma gitti. sen uyudun, ben uyudum, şehir uyudu.

bir daha öpsene beni, o haziran gecesinde.
devamını gör...
tanım: can sıkıntısından uydurduğum anlatı volume 11.

bir veyahut iki el ateş edildi, belki ses yankı yaptı da iki sandım bilemiyorum, ama birisinin canı yanmıştı, ortalıkta ne bir ses ne de bir mutluluk havası vardı, tek gerçek karanlıktı. yürüdüm, adımlarım hızlandı, hayır aklım yerinde, ne yaptığıma dair en ufak bir fikrim yoktu, cebimde silah var, nereden almıştım ki, belki de hikayenin başında patlayan silahtı bu, evet evet, kesin oydu. karanlığa tek el sıktım, bu sefer yankılanmadı, canı yanan kimse yoktu. ne yaptım ki ben, işte ses yankılandı. bacağım kanamaya başladı, huzursuzum, kim var orada?

uyandım, bana bir öpücük kondurdun, seni çok seviyorum, o silah da neyin nesi? ses yankılanmayacak, söz ver.
devamını gör...
can sıkıntısından uydurduğum anlatı, vol2.

uykumdan korkarak uyanmıştım. bu huzursuzlukla uyuyamam deyip dışarı çıkmaya karar verdim. hava da kararmıştı, aksi gibi paltomu da almamış kendimi o iç sıkıntısıyla sokağa atmıştım. ortalık buz gibi, sanki saplanıyordu her içime çektiğim nefeste o soğuk. eve dönmek de istememiş, azıcık yürüsem iyi gelir diyerek ellerim pantolonumun cebinde, yüzüm yerde, gözlerim kısık bir halde ilerlemeye başlamıştım. derken bir ses "ulan şaziye ömrümü yedin ulan allahsız karı!" diye bağırıyordu. sanırım şaziye olacak, bir ses ona karşılık olarak "kes lan tatavayı düdük! bitirdin beni dengesiz herif!" diyordu. içimden "acaba bu kavga ilerler mi, biraz durup beklesem mi, bunlar birbirini boğazlar mı, karı da az manyak değilmiş hani adamı döver mi?" düşünceleriyle boğuşurken bulmuştum kendimi. derken, aniden sesler kesilmiş, ortalık derin bir sessizliğe gömülmüştü. alıp başımı yürümeye devam edecektim ki birden omzumda bir el, ensemde bir nefes hissettim. ani bir hareketle dönüp elin sahibine bakmıştım ki bir de ne göreyim? bakmaya doyulmayacak cinsten bir dünya güzeli. adeta dilim tutulmuş, nefesim kesilmişti. ben öylece ona bakarken o elimi tutup hızlı adımlarla evime doğru sürüklüyordu beni. şaşırmıştım, sahiden de evime gelmiş, odama girmiş ve taş kağıt makas oynamaya başlamıştık. halbuki ben başka şeyler hayal etmiştim... derken, aniden eline geçirdiği eşyaları kafama fırlatmaya başlamış "ne oluyor ulan!?!?" demeye kalmadan "uyan ulan hergele, kalk ekmek al da gel!" sözleri eşliğinde gözlerimi açmıştım. meğerse paralel evrenler içinden başka paralel evrenlere geçmiş, sonra kendi evrenime en son da evime dönmüştüm. ulan ne manyak evrenler var...
devamını gör...
hayatı yaşıyormuş gibi yapma sanatı, bazen de anlamlandırmak için anlatma. bir his, bir kelam ve yolculuk.

#108873 istinaden müsaade buyursanız aziziyi. şuraya bir durum hikayesi bırakayım ben de.
...........................................

gözlerimi kapatıyorum karanlık, aralıyorum hala karanlık. etrafta gördüğüm bu siluetler de ne? küçük mezar taşlarına benziyorlar. birden yanımda bir gölge daha beliriyor ama daha da karanlık. büyüyor, uzuyor şekil değiştiriyor. içimde bir korku. anlamlandıramıyorum. neredeyim? ya da buraya nasıl geldim? düşünüyorum en son evimde oturmuş kahvemi içiyordum. sonrası yok. sonrası boşluk. yanımda duran adama bakıyorum. tanımıyorum. evet birini anımsatıyor ama kim bu? emin olamıyorum. elimden tutuyor, '......................... ' diyor. kulağımdaki bu ses içimi ısıtıyor. sanki yüreğimdeki karanlığı bir mumla aydınlattığını hissediyorum. onun sesi birden benim huzurum oluyor. bu hem çok hoşuma gidiyor hem de bir ürperti ile dolduruyor beni. hadi gidelim, diyor sonra. elim elinde. yüzünü bile seçemediğim bu adamın ardından yürüyorum gayri ihtiyari bir biçimde.
kalbim bir ritim yakalamış, yüksek sesli ve hızlı. heyecan mı, korku mu? birden etrafıma bakıyorum. yapayalnız olduğumu fark ediyorum. şimdi hissettiğim gerçekten korku işte. bilmediğim bir yerde, bilmediğim bir şeyin içine çekilip yalnız kalmışım. içimde sinsi bir ses konuşuyor şimdi 'sana kimseye güvenme!' demiştim.
derin bir nefes alıyorum. bunu da başarırsın tek yapman gereken adımlarını izlemek. yolunu bulabilirsin. her zaman yaptın. şimdi de yap!
devamını gör...
-nasılsın?
+tik tak tik tak...
-anlamadım!
+tik tak tik tak tik tak...
-!?
gitti.
bana nasılsın diye sordu. saat gibiydim, onu anlattım. yine de anlamadı. aptal! kendini zeki sanan aptaldan çektiğim kadar kimseden çekmedim!
tik tak tik tak tik tak...
saat olmaya karar vermiştim ben. bir zaman dilimi. keskin, ağır ve galip.
tik tak tik tak tik tak...
tüm insanları bu keskin yanımla parçalamak, ezmek istiyorum. ve hep galip gelmek, zaman gibi...
tik tak tik tak...
niyazi amcam anlatmıştı, gençlik yıllarında civcivleri yakalayıp kafaları tak diye kopuncaya kadar boyunlarından tutup çeviriyormuş.
dudaklarının ardından sarı dişleri görününceye kadar gülmüş ve bana bunu anlatmıştı.
"civcivleri anne tavuktan kaçırır kafasını tak diye koparırdım. işe böyle..." demişti.
tik tak tik tak...

eğer ben de insanlara nazaran kocaman bir insan olsaydım ve diğer insanlar benim yanımda bir civciv kadar küçük kalsaydı hiç düşünmezdim. tek tek hepsinin boyunlarından tutar çevirir çevirir ve tak diye koparırdım!
sonra kocaman ve genişçe kazardım yeri. magmaya ulaşıncaya değin. magmanın ısısı toprağı iyice ısıtıp, açtığım delik, ateş üzerindeki bir kazana dönüşünceye kadar kazardım!.
tik tak tik tak...
coğrafya öğretmenim anlatmıştı; "eğer dünyayı bir şeftaliye benzetirsek; yer kabuğu, şeftalinin üzerindeki tüylü kabuğu kadar ince bir katmandır çocuklar..." demişti. ben de çok kocaman olursam magmaya ulaşmak hiç zor olmaz. o zaman toprağı kazar içine gölden aldığım tatlı suyu ve biraz da denizden aldığım tuzlu suyu koyardım. suyla doldurduğum kazanımın içine de tak diye kopardığım insan kafalarını atar, pişirirdim. tabii kıllı olmaz!! önce saçlarını, sakallarını, kirpiklerini, kaşlarını yolar öyle atardım suyunu magmanın ısıttığı derin kazanıma. dağlardan kekikleri toplar yaptığım kelle çorbamın içine koyardım. sonra bir kepçeyi tekerleklerinden sıyırır kaşık yerine kullanır ve çorbamdan...
hayır!! içemezdim. midem bulanırdı insandan, asla içemezdim çorbamı!

o zaman ben de tüm tak diye kopardığım insan kafalarını ve çirkin bedenleri akbabalara ziyafet yapsınlar diye verir ve kazanımı da sıcacık suyla yıkanmak için kullanırdım.

eğer insanlar bana oranla bir civciv kadar küçük olsalardı...

tik tak tik tak tik tak...

kimin bedduasını aldım ben!?.

29.03.20 *
devamını gör...
charlie chaplin seyircilere bir şaka yapar ve herkes gülmeye başlar.
charlie aynı şakayı tekrar yapar ve bu sefer birkaç kişi güler.
aynı şakayı bir kez daha yapar ve bu sefer kimse gülmez.
sonra bu harika sözleri söyler:
aynı şakaya defalarca gülemiyorsunuz.
o zaman neden aynı şey için tekrar tekrar ağlıyorsunuz?
devamını gör...
bir hikaye yazayım dedim ama yazıp kendime aldım bir yazar cimriliği daha esti bir yerlerden. zaten hikaye de olmadı araya şiir kaçtı çünkü.
devamını gör...

bu başlığa tanım girmek için olabilirsiniz.

zaten üye iseniz giriş yapabilirsiniz.

"bir hikaye" ile benzer başlıklar

normal sözlük'ü kullanarak 3. parti dahil tarayıcı çerezlerinin kullanımına izin vermektesiniz. Daha detaylı bilgi için çerez ve gizlilik politikamıza bakabilirsiniz.

online yazar listesini görmek için lütfen giriş yapın.
zaman tüneli köftehor rehberi portakal normal radyo kütüphane kulüpler renk modu online yazarlar puan tablosu yönetim kadrosu istatistikler iletişim