1.
arada gelip gidiyo, sevgi de yok aşık da değilim suçlu bende değilim bitti yani hatta onda sorun vardı ama bana arada gelip gidiyolar normal mi neden bu istek oluyor
devamını gör...
2.
mesaj atma isteği geliyor da o cesaret bende yok valla. zaten belki de bundan kaybediyorum ben. başkası olsa atardı o mesajı ve olumlu dönüş alırdı. ama mevzu ben olunca her isteğim, olumsuz olarak dönecek hissi var bende.
devamını gör...
3.
devamını gör...
4.
(bkz: el çekmek)
devamını gör...
5.
mesaj atsan da atmasan da pişman olacaksın. onun için at ve pişman ol, sonra kendine bir daha mesaj atarsam… diye kızmaya başla. günler, aylar sonra tekrar mesaj atacaksın zaten. hayatın kuralı bu, mesaj atmazsan pişmanlığın ne olduğunu nasıl anlayacaksın?
devamını gör...
6.
devamını gör...
7.
umut sarıkaya'nın eski sevgiliye açık mektupları vardı. o geldi aklıma. * şuraya bırakayım da "mesaj atsam mı acaba?" diye düşünürken zihin meşgul edilip vakit geçirilir, vakit geçirilince mesaj atma isteği unutulur belki. *
şu birinci mektup:
canım, dün sabah uyandığımda tarih 19 ocak pazartesiydi. yani senden ayrılalı tamı tamına on gün olmuştu. on gün... sesini duymadığım, teninin kokusunu hissetmediğim, sensiz geçen tam on koca gün! sabah kalkıp doğruca hani seninle saatlerce oturduğumuz, beşiktaş’taki iskelenin yanındaki o parka gittim. bir banka oturup ilk defa tek başıma denizi seyrettim. tek başıma poğaça yedim. dalgalı denizi seyrederken sürekli seni, geçen mutlu günlerimizi, nasıl olup da bu görkemli ilişkiyi bitirdiğimizi, nerede yanlış yaptığımı düşündüm. denize bakarken bir ara dalmışım, “ulan hayatta ankara’da yaşayamam, o ne kupkuru şehir, memur kenti” diye içimden geçirdim. ama sonra hemen vazgeçip tekrar seni ve geçmiş günleri düşündüm.
ben, bu ve bunun gibi düşüncelere dalmışken birden arkamdan yaklaşan iki yumuşacık, pamuk gibi el gözlerimi kapadı ve o bildik soruyu sordu: “bil bakalım ben kimim ?” sesinden tanımıştım, zaten hep zor anlarımda gelir dertlerimi dinlerdi. “lütfen, şaka kaldıracak durumda değilim, gel otur şuraya” dedim, oturdu. evet senin de tahmin ettiğin gibi bu kişi üniversiteden arkadaşım ercan’dan başkası değildi. “abi ellerine n’aptm, ga-dm eli gibi olmuş” dedim. “sabah çıkarken elim çatlamasın diye bizim hanımın kremini sürdüm. nutricina el kremi, norveçli balıkçıların da tercihiymiş” dedi. bunun üzerine bir iki saat norveçli balıkçılar üzerine tartıştık ve en sonunda “allah düşmanımı norveç’te balıkçı etmesin” sonucunu çıkardık bu tartışmadan. sonra ansızın seni sordu, “ayrıldık” dedim. “abooo!” dedi. “dur bu konu burada, parkta konuşulmaz, şurada kazan birahanesi var, oraya gidelim” dedi. “aman ercanım, bilirsin ben içki içmem” dedim. “oğlum, sen kola içersin, gel” dedi, gittim, gittik. ben anlattım ercan dinledi. “boş ver, sana kız mı yok, başkasını bulursun” dedi. böyle seni bir kalemde silip atmamı istemesi üzerine tiksindim ercan’dan, ama sözlerinden etkilenmiş gibi yaptım. “hee-e, haklısın” dedim.
neyse uzatmayayım, saat 22.30’da garson “kapatıyoruz” dedi, hesabı getirdi. “dur abi, sen hiç dokunma ben öderim” dedim. ercan “olur mu öyle şey, ben ödiy-cem” dedi. “abi bak konuşmam bir daha, ben ödiycem” dedim. “tamam öde” dedi. içimden “vay ancuk, insan bir kere daha ısrar eder, o ısrara eııdekslemiştim malî durumumu” diye usulca geçirdim... çıktık birahaneden, “off, bu saatte de nerede otobüs bulucam” dedim. “puff, biç de eve canım gitmek istemiyo” dedim. sağ olsun, “abi istersen bizde kal, salonda yatarsın” dedi. gittik eve. ama aşkım biliyo musun, nagihan ercan’la evlendikten sonra çok değişmiş. böyle bana karşı bir acayip, anlamsız tavırlar falan yapmalar, sorduğum sorulara “off nereden bileyim ben yaa, allah allah yaaa, mallah allah yaa!” diye bir kendini beğenmiş cevaplar vermeler, sorma gitsin. nagihan yüzünden muhabbetten zerre kadar tat alamadım. inanır mısın bir ara “ulan bana ne surat yapıyorsun, bu tırto ercan’la evlen diye sana ben mi dedim ?” diye haykıracaktım suratına ama kendimi zor tuttum. zira arada ercan vardı. bir vakit nagihan mutfağa gittiğinde ercan’a “kanka, boşa bu kadını da şenle şöyle eski günlerdeki gibi takılalım, eve çıkarız ehehehe” dedim. hemen konuyu değiştirdi. “geç oldu” dedi. “biz yatıcaz, sen de yat” dedi. “buyur sana alt eşofman getirdim” dedi. gittiler yattılar. içeriden konuşmalarını duydum. nagihan’ın tam olarak ne söylediğini anlamadım ama ercan’ın “yaa yarım ağızla çağırdım, ben nerden bileyim geleceğini” dediğini duydum. ve usulca çıktım riya yuvası olmuş o evden, vurdum kendimi sokaklara.
üç gün sonra yine üniversiteden engin’le karşılaştık. ercan’ı sordu, “yaa bırak allah aşkına” deyip biraz kötüledim ercan’ı. sonra “hayırdır, durgunsun sen?” diye sordu engin. “şurada kazan birahanesi var, gidelim mi ?” dedim. gittim, gittik...
sonuç olarak çiçeğim, sana söyleyeceğim şu: dön artık, dayanamıyorum sensizliğe. dön bana, beni muhat-tap etme şu adamlarla. yok ercan’mış, yok engin’miş. yemişim ercan’ı, ercan kim aşkım, ercan kim? söyle allah aşkına!
şu ikinci mektup :
"canım, ersoy’u bilirsin, hani bizim mahalleden... hani şenle beraber geçirdiğimiz muhteşem günlerin birinde biz el ele deniz kenarında otururken arkadan usulca gelip enseme vuran ve akabinde o coşkun sesiyle “n’aber lan şerefsiz? bi kız buldun bizi arayıp sormaz oldun” diyen, benim de “ersoycuğum, kaç kere söyledim sana el hareketinden hoşlanmıyorum diye. ayrıca dua et yanımda bayan var, yoksa ben senin gelmişini geçmişini...” diye iki dakkada harcadığım şu ersoy, hatırladın mı ? he o ersoy. ersoy mert çocuktur, ateş gibidir, tuttuğunu koparır aşkım.
şimdi lütfen “off umut, bana ne ersoy’dan. şurda ilişkimiz bitmiş, sen bu mektubunla yanan bir sevdayı küllerinden var edeceğine ya da en azmdan buna çalışacağına tutmuşsun bana ersoy’dan mersoy’dan bahsediyorsun” deme. bir kerecik olsun dinle beni. altı ay boyunca dinlemedin şimdi dinle. senden insan gibi rica ediyorum. he! nerde kalmıştık. evet bu ersoy mert çocuktur diyordum. geçen gün nedenini bilmediğim bir dürtüyle şöyle bir sahile indim, gelmişken buluştuğumuz, oturduğumuz eski yerleri bir bir gezdim. gezerken kimi zaman hüzünlendim, kimi zaman ise acı acı tebessüm ettim. ama total olarak acı acı tebessüm ettim. neyse gezerken birden ersoy’u gördüm. boş gözlerle denizi,
sahile vuran dalgaları seyrediyordu. belli ki yıkılmıştı, belli ki örselenmişti, pusatsız, duldasız üryandı... “ersoy!” diye seslendim, duymadı. gittim yanma, “ersoy neyin var oğlum, sabahtan beri sesleniyorum duymuyorsun, bi şey mi oldu?” dedim. “ha? yok abi, öylesine dalmışım” diye boynunu büktü. “oğlum hak-katten soruyorum. sen bi şeye kafanı takmazsan böyle b.kunu yemiş tavuk gibi düşünüp durmazsın. söyle neyin var ?” diye ısrar ettim. “abi yok bi şey yaa, öylesine duruyorum işte. beni boş ver de sen n’apıyosun onu söyle?” dedi. “eearsooey!” diye “kurtlar vadisi” adlı güzide dizideki laz ziya gibi tehditkârca sesimi yükselttim. hemen çözüldü, anlatmaya başladı. “abi yaa” dedi ve “bak görüyor musun koskoca süper lig geldi geçti yine aynı şey oldu, yine yeşil sahalarda görmeyi arzu etmediğimiz görüntülerle karşı karşıya kaldık. bugün bir bursa-rize maçında yaşanan olayları düşün, bir serdar bilgili’ye vip’ten edilen küfürleri düşün. hadi onları geç, luçesku’nun gereksiz çıkışlarını, yönetimle olan anlaşmazlıklarını düşün, işte bunlardır beni üzen, böyle biçare, itten aç, yılandan çıplak bırakan abi” diye devam etti. “ersoy bunu bana niye yapıyorsun ? niye göz göre göre beni keklemeye çalışıyorsun ?” dedim. anlamazlıktan geldi. “bak hâlâ devam ediyorsun ersoy. bilirim ki vîp’ten edilen küfürler de, bursa-rize maçı da umurunda değil. söyle neyin var ersoy, niye böyle biçaresin ?” diye sitemkârca sordum. “ama abi sen böyle karşımda gülerken ben sana nasıl derdimi anlatabilirim ki ?” diye sordu. “ne gülmesi oğlum, hasta mısın sen ?” dedim. “aha işte abi! karşımda yumicik gibi açmışsın ağzını, sırıtıyorsun. senin şu sıfatına karşı ben nasıl asıl derdimi anlatayım” dedi. “yav oğlum sen bana bakma, ben eski yerleri geziyorum da onun için acı acı tebessüm ediyorum” dedim. durumu anlayınca anlattı...
bir kadınmış onu da bu hallere düşüren, önce ansızın hayatına girmiş sonra birdenbire çekip gitmiş. ersoy’u da böyle derbeder, böyle hercaî bırakıvermiş. “git” dedim, “git yapış koluna. de ki kızım böyle böyle... ‘seviyorum’ de, anlat ona” dedim. “gidemem, anlatamam” dedi. “anlatacaksın. böyle burada yanmaktansa gidip anlatacaksın. hadi koş !” dedim. “yaa abi, sen kim oluyorsun da bana akıl veriyorsun?” dedi. “aman ersoycu-ğum, ben de sevdim, ben de âşık oldum” dedim. dinlemedi. “âşık olmuşmuş. ulan oğlum ben senin gibi naylon aşklar yaşamıyorum tamam mı. delikanlı gibi seviyorum. şimdi sen kim oluyorsun da o küçücük yüreğinle beni anlamaya çalışıyorsun ?” diye eğri ağzını büke büke aşkımız hakkında ileri geri konuştu. “aman ersoycuğum” dedikçe coştu. “etme ersoycuğum” dedikçe şımardı. en sonunda dayanamadım. bi tane vurdum ağzına şerefsizin. anında pısıp on metre ileriye kaçtı oradan, it gibi bana baktı. hırsımı alamadığım için “n’oldu g.tü-ne koduum, daha demin kartal kesilmiştin” diyerekten ayakkabımı çıkarıp bunun kafasına fırlattım. ben çorabım kirlenmesin diye seke seke ayakkabımın tekini almaya gittiğimde ersoy çoktan uzaklara doğru ağlaya ağlaya kaçıyordu. artık kafasına gelen darbeden mi yoksa aşktan mı ağlıyordu onu bilemem...
şimdi sen diyeceksin ki “yaa umut, allah aşkına sen sabahtan beri ne anlatıyorsun yaa! ? bana bu saatten sonra ersoy’la, ersoy’un dertleriyle gelme kardeşim. istemiyorum!” diyeceksin. geleceğim aşkım, geleceğim. önce ersoy’un gönlünü alıp, ersoy’u da ersoy’un dertlerini de alıp bir gece öyle geleceğim sana. sen istesen de istemesen de geleceğim. ersoy’u dinlemelisin, çok içli çocuk. ama dersen ki “ersoy’u çekemem şimdi”, bu durumu ersoy’a usulünce anlatıp “kusura bakma ersoycuğum yengen senden pek hoşlaşmadı” deyip, onu iki dakkada satarak tek başıma geleceğim sana... evet geleceğim. geleceğim. geleyim mi çiçeğim ?
şu da üçüncü mektup:
"canım, saatime baktığımda 02.10’u gösteriyordu. yani sen beni terk edeli, an itibariyle tamı tamına 6 ay 2 hafta 3 gün 8 saat geçmişti. şunu bil ki bu süre içinde ben çok değiştim sevgili. artık mevcut düzenin kurallarına, kanunlara karşı geliyorum. ama sanma ki bu yazı bir acındırma kampanyasının ilk adımı, sanma ki “bak sen beni terk ettiğin için böyle ipsiz sapsız bir haydut oldum” ana temalı bir kompozisyon. bilakis ilk defa kendimi bu kadar özgür hissediyorum, seni benden alan topluma ve onun kanun yapıcılarına, kanunlarına karşı geldiğim sürece insan olduğumun farkına varıyorum bebeğim.
o gece de kadim dostum şahinle sokağın çıkışındaki duvarın orda bekliyorduk. gergin ve sessiz bir bekleyişti bu. gece suça hazırdı. korkuyordum ama korktuğumu şahin’e belli etmiyordum. korktuğumu belli etmemem hoşuma gidiyordu. şahin “ne titriyorsun oğlum?” dedi. “irsî bu şahinciğim birazdan geçer” dedim. şahin “irsî”yi, “tırsî” anlamış olacak “tırsma tırsma, kimsenin ruhu duymayacak” dedi. “yok şahinim ‘irsî’ dedim ben, ‘kalıtımsal’ yani” diye düzelttim.
neyse. o anda sokağın başında beklediğimiz kamyon göründü, gelip yükünü boşaltırken ben malzemeleri depodan alıp getirme bahanesiyle suç mahallinden uzaklaştım. döndüğümde kamyon gidiyordu. şahin “nerde kaldın oğlum?” dedi. “balta ile kovayı bulamadım, onları aradım” dedim. yalandı, zaman geçsin de o zaman zarfında kamyon gitsin diye depoda bulduğum muhtemelen yakılmak için bekleyen bir ortaokul elementary english kitabı bulmuş onu okuyordum. şahin “hadi taşıyalım” dedi, başladık taşımaya. ben büyük bir parçayı kırmaya çalışırken, şahin elimden aldı baltayı kendisi denedi, kı-ramaymca sinirlendi. “bu böyle olmayacak, bütün bütün götürelim depoya” dedi. iki ucundan tuttuk, taşımaya başladık. götürürken şahin’in eli kaydı, ayağına düşürdü parçayı. iyice sinirlenmişti, küfretmeye başladı. “ulan dört ton diyorlar, bunun neresi dört ton be! şerefsizler hep ıslatıp ıslatıp getiriyorlar, şurda taş çatlasa iki ton yoksa cümle âlem beni...” diye saydırdı. ben sakinleştirmek için “abicim sen de her uygar gibi, her çağdaş gibi doğalgaza geçsene. ne bu! kömürün pisliği bitmez; yakması ayrı dert, taşıması ayrı dert. bi de tutmuşsun kaçak kömür almışsın, bi yakalansak...” dedim. bu sefer küfürlerini ev sahibine yönlendirdi. meğerse ev sahibi “siz kiracılar aranızda para toplayın, doğalgaz tesisatını cebinizden yaptırın, ben karışmam” demiş. taşımaya devam ettik kömürü. yarısını ha bitirdik ha bitirmedik şahin’in eşi songül ile baldızı hale ellerinde kola ve bardaklarla geldiler.
“ah be kerizim, sen hiç büyümeyeceksin! yaş oldu yirmi dört hâlâ bi kolasına millete eşşeklik ediyor, kömür taşıyorsun” deme, kolanın yanında biskrem de vardı. ama biskrem umurumda değildi, bütün çabam hale’ye biraz daha yakın olabilmekti. zira hale yanında isterse dünya yakışıksak bi insan olsun, iki sap erkek kişinin “ulan bi kıza bak bi de yanındaki lavuğun tipine bak” diyebileceği derecede güzel birisiydi. kolalarımızı içerken hale’yi uzun uzun inceledim, yüzünde hüzün vardı. gözlerinin içindeki, ay ışığı vurdukça titreyen gözyaşı ha düştü ha düşecek gibiydi. etkileyici bi tonla “hale” dedim, “kolanın asidi burnunu yakıyorsa ya içmeden önce beklet ya da kola turka iç, o yakmıyor” dedim. hiçbir şey söylemeden eve gitti. biz kömürü taşırken camdan uzun uzun bizi izleyip sigara içti. bu sırada bana bi şevk geldi, iki ton kömürün bir buçuk tonunu tek başıma taşıdım, yetmedi kaptığım gibi süpürgeyi kömürden artakalan tozu süpürüp, sabunlu suyla yıkadım asfaltı.
geçen günler içinde şahin’in badana oldu, koştum; eşya taşıma oldu, yetiştim. en sonunda bir gün halılarını yıkarken konuyu şahin’e açtım. “hale” dedim. “hep böyle bir hüzünlü, daha yeni ağlamış gibi üzgünsel be şahin. yoksa erkek arkadaşı denen şerefsiz mi üzüyor onu bu kadar?” dedim. “yok be oğlum. onun erkek arkadaşı falan yok” dedi. “haa demek yok. fakat bu kadar güzel bir kızın böyle yalnız kalması?..” dedim. “deli o deli! kim çeker onu” dedi. ve “bakma onun hüznü de depresyonu da tıraş ! zuhal olcay olmak istiyor o. bak geçen yıl marmara iktisat’ı kazandı gitmedi! neymiş, tiyatro okuyacakmış” dedi. “şahinciğim, yanlış anlamazsan ben onun haluk bilginer’i olmak, sahne ve hayat arkadaşı olmak istiyorum” dedim. “ne haliniz varsa görün. ben karışmıyorum” dedi ve “yalnız şunu unutma, bu memlekette bir haluk bilginer kolay yetişmiyor. adam bir kere yüreğini koyuyor oyuna. deli oynuyor deli!” diye ekledi.
bir hafta sonra hale’ye duygularımı açtım. hiçbir şey demeden başıyla onayladı beni. sonra songül geldi. “çay koyalım mı? hep beraber içeriz” dedi. ben de songül’ü başımla onayladım. sonra telefonum çaldı. arayan köyden uzak akrabam veysel’di. “umut, kışın ajlık çekmeyesin diye sana otobüsle bulgur, çökelek, yoğurt neyin yolladım. otogara git de al. lüks sivas seya-hat’in bürosuna git, kâmil’i gör” dedi. hazır başlamışken veysel’i de başımla onayladım. veysel tekrar etti, yine başımla onayladım. bunun üzerine “umuuoot ! alov ! alovv !” dedi veysel. “abi burdayım, başımla onaylıyorum seni” dedim. anlamadı, kapattı. hale’ye otogara gitmem gerektiğini söyleyip benimle gelmesini istedim. “otogarlar bana hep hüzün verir” dedi. “fazla kalmayız, bir çuval erzak var onu alıp gelicez” dedim.
“hayatta olmaz” dedi. “ölümü öp” diyemedim, ama sen olsan derdim. iki vesait yapıp otogara gittim. aldım çuvalı, eve döndüm. bulgur ile çökeleğin birazını ayırıp geri kalanını hale’ye jest olsun diye götürmek için yola çıktım. kapıyı songül açtı, hale’yi sordum. “odasında” dedi. kapısı açıktı. içeri girdim, makyaj masasına oturmuş makyaj yaparken bir yandan da ağlıyordu. “neyin var hale ?” diyemedim. desem de anlatmazdı, anlatsa da anlamazdım. zira o an anladım ki o bir cnbc-e, ben ise flaş tv’ydim. o “ustalara saygı kuşağı”, ben “türkü bacı” programıydım. o anda ilişkiyi kafamda bitirip çökeleğimi, bulgurumu alıp eve geldim.
bi saat sonra kapı çaldı. elektrik idaresinden geldiğini söyleyen bi adam faturamı görmek istedi. gösterdim. “bu ne kardeşim, iki milyonluk mu elektrik yaktın sen ?” deyip saati göstermemi istedi. indik bodruma, gösterdim. saatim mühürsüzdü, ona senden ve hale’den dolayısıyla köykent sıkışmışlığının verdiği acıdan ve tabi-î ki senden, sonra sadece kalbimin mühürlü olduğundan falan bahsettim. “valla onu bunu bilmem, ben tutanak tutmalıyım, kaçak elektrik kullanımının cezası iki buçuk yıl hapistir, sökmeyecektin mühürü” dedi. “abi bu işin bi kolayı yok mu, biz öğrenci adamız be abi, he abi ?” dedim. kırk milyon istedi, verdim. ertesi sabah durumu şa-hin’e anlattım. “oğlum niye verdin, onlar dolandırıcı, böyle ev ev dolaşıyorlar” dedi.
dedim ya sevgili, sen gittikten sonra ben çok değiştim. suça karıştım, anarşist olmak isterken keriz oldum,
hale gibi abidik gubidik kızlarla beraber oldum... off sevgili, senden sonra ben bi acayip oldum. gel ne olursun, bak evde boynu bükük bulgurlan çökelek... gel!"
şu birinci mektup:
canım, dün sabah uyandığımda tarih 19 ocak pazartesiydi. yani senden ayrılalı tamı tamına on gün olmuştu. on gün... sesini duymadığım, teninin kokusunu hissetmediğim, sensiz geçen tam on koca gün! sabah kalkıp doğruca hani seninle saatlerce oturduğumuz, beşiktaş’taki iskelenin yanındaki o parka gittim. bir banka oturup ilk defa tek başıma denizi seyrettim. tek başıma poğaça yedim. dalgalı denizi seyrederken sürekli seni, geçen mutlu günlerimizi, nasıl olup da bu görkemli ilişkiyi bitirdiğimizi, nerede yanlış yaptığımı düşündüm. denize bakarken bir ara dalmışım, “ulan hayatta ankara’da yaşayamam, o ne kupkuru şehir, memur kenti” diye içimden geçirdim. ama sonra hemen vazgeçip tekrar seni ve geçmiş günleri düşündüm.
ben, bu ve bunun gibi düşüncelere dalmışken birden arkamdan yaklaşan iki yumuşacık, pamuk gibi el gözlerimi kapadı ve o bildik soruyu sordu: “bil bakalım ben kimim ?” sesinden tanımıştım, zaten hep zor anlarımda gelir dertlerimi dinlerdi. “lütfen, şaka kaldıracak durumda değilim, gel otur şuraya” dedim, oturdu. evet senin de tahmin ettiğin gibi bu kişi üniversiteden arkadaşım ercan’dan başkası değildi. “abi ellerine n’aptm, ga-dm eli gibi olmuş” dedim. “sabah çıkarken elim çatlamasın diye bizim hanımın kremini sürdüm. nutricina el kremi, norveçli balıkçıların da tercihiymiş” dedi. bunun üzerine bir iki saat norveçli balıkçılar üzerine tartıştık ve en sonunda “allah düşmanımı norveç’te balıkçı etmesin” sonucunu çıkardık bu tartışmadan. sonra ansızın seni sordu, “ayrıldık” dedim. “abooo!” dedi. “dur bu konu burada, parkta konuşulmaz, şurada kazan birahanesi var, oraya gidelim” dedi. “aman ercanım, bilirsin ben içki içmem” dedim. “oğlum, sen kola içersin, gel” dedi, gittim, gittik. ben anlattım ercan dinledi. “boş ver, sana kız mı yok, başkasını bulursun” dedi. böyle seni bir kalemde silip atmamı istemesi üzerine tiksindim ercan’dan, ama sözlerinden etkilenmiş gibi yaptım. “hee-e, haklısın” dedim.
neyse uzatmayayım, saat 22.30’da garson “kapatıyoruz” dedi, hesabı getirdi. “dur abi, sen hiç dokunma ben öderim” dedim. ercan “olur mu öyle şey, ben ödiy-cem” dedi. “abi bak konuşmam bir daha, ben ödiycem” dedim. “tamam öde” dedi. içimden “vay ancuk, insan bir kere daha ısrar eder, o ısrara eııdekslemiştim malî durumumu” diye usulca geçirdim... çıktık birahaneden, “off, bu saatte de nerede otobüs bulucam” dedim. “puff, biç de eve canım gitmek istemiyo” dedim. sağ olsun, “abi istersen bizde kal, salonda yatarsın” dedi. gittik eve. ama aşkım biliyo musun, nagihan ercan’la evlendikten sonra çok değişmiş. böyle bana karşı bir acayip, anlamsız tavırlar falan yapmalar, sorduğum sorulara “off nereden bileyim ben yaa, allah allah yaaa, mallah allah yaa!” diye bir kendini beğenmiş cevaplar vermeler, sorma gitsin. nagihan yüzünden muhabbetten zerre kadar tat alamadım. inanır mısın bir ara “ulan bana ne surat yapıyorsun, bu tırto ercan’la evlen diye sana ben mi dedim ?” diye haykıracaktım suratına ama kendimi zor tuttum. zira arada ercan vardı. bir vakit nagihan mutfağa gittiğinde ercan’a “kanka, boşa bu kadını da şenle şöyle eski günlerdeki gibi takılalım, eve çıkarız ehehehe” dedim. hemen konuyu değiştirdi. “geç oldu” dedi. “biz yatıcaz, sen de yat” dedi. “buyur sana alt eşofman getirdim” dedi. gittiler yattılar. içeriden konuşmalarını duydum. nagihan’ın tam olarak ne söylediğini anlamadım ama ercan’ın “yaa yarım ağızla çağırdım, ben nerden bileyim geleceğini” dediğini duydum. ve usulca çıktım riya yuvası olmuş o evden, vurdum kendimi sokaklara.
üç gün sonra yine üniversiteden engin’le karşılaştık. ercan’ı sordu, “yaa bırak allah aşkına” deyip biraz kötüledim ercan’ı. sonra “hayırdır, durgunsun sen?” diye sordu engin. “şurada kazan birahanesi var, gidelim mi ?” dedim. gittim, gittik...
sonuç olarak çiçeğim, sana söyleyeceğim şu: dön artık, dayanamıyorum sensizliğe. dön bana, beni muhat-tap etme şu adamlarla. yok ercan’mış, yok engin’miş. yemişim ercan’ı, ercan kim aşkım, ercan kim? söyle allah aşkına!
şu ikinci mektup :
"canım, ersoy’u bilirsin, hani bizim mahalleden... hani şenle beraber geçirdiğimiz muhteşem günlerin birinde biz el ele deniz kenarında otururken arkadan usulca gelip enseme vuran ve akabinde o coşkun sesiyle “n’aber lan şerefsiz? bi kız buldun bizi arayıp sormaz oldun” diyen, benim de “ersoycuğum, kaç kere söyledim sana el hareketinden hoşlanmıyorum diye. ayrıca dua et yanımda bayan var, yoksa ben senin gelmişini geçmişini...” diye iki dakkada harcadığım şu ersoy, hatırladın mı ? he o ersoy. ersoy mert çocuktur, ateş gibidir, tuttuğunu koparır aşkım.
şimdi lütfen “off umut, bana ne ersoy’dan. şurda ilişkimiz bitmiş, sen bu mektubunla yanan bir sevdayı küllerinden var edeceğine ya da en azmdan buna çalışacağına tutmuşsun bana ersoy’dan mersoy’dan bahsediyorsun” deme. bir kerecik olsun dinle beni. altı ay boyunca dinlemedin şimdi dinle. senden insan gibi rica ediyorum. he! nerde kalmıştık. evet bu ersoy mert çocuktur diyordum. geçen gün nedenini bilmediğim bir dürtüyle şöyle bir sahile indim, gelmişken buluştuğumuz, oturduğumuz eski yerleri bir bir gezdim. gezerken kimi zaman hüzünlendim, kimi zaman ise acı acı tebessüm ettim. ama total olarak acı acı tebessüm ettim. neyse gezerken birden ersoy’u gördüm. boş gözlerle denizi,
sahile vuran dalgaları seyrediyordu. belli ki yıkılmıştı, belli ki örselenmişti, pusatsız, duldasız üryandı... “ersoy!” diye seslendim, duymadı. gittim yanma, “ersoy neyin var oğlum, sabahtan beri sesleniyorum duymuyorsun, bi şey mi oldu?” dedim. “ha? yok abi, öylesine dalmışım” diye boynunu büktü. “oğlum hak-katten soruyorum. sen bi şeye kafanı takmazsan böyle b.kunu yemiş tavuk gibi düşünüp durmazsın. söyle neyin var ?” diye ısrar ettim. “abi yok bi şey yaa, öylesine duruyorum işte. beni boş ver de sen n’apıyosun onu söyle?” dedi. “eearsooey!” diye “kurtlar vadisi” adlı güzide dizideki laz ziya gibi tehditkârca sesimi yükselttim. hemen çözüldü, anlatmaya başladı. “abi yaa” dedi ve “bak görüyor musun koskoca süper lig geldi geçti yine aynı şey oldu, yine yeşil sahalarda görmeyi arzu etmediğimiz görüntülerle karşı karşıya kaldık. bugün bir bursa-rize maçında yaşanan olayları düşün, bir serdar bilgili’ye vip’ten edilen küfürleri düşün. hadi onları geç, luçesku’nun gereksiz çıkışlarını, yönetimle olan anlaşmazlıklarını düşün, işte bunlardır beni üzen, böyle biçare, itten aç, yılandan çıplak bırakan abi” diye devam etti. “ersoy bunu bana niye yapıyorsun ? niye göz göre göre beni keklemeye çalışıyorsun ?” dedim. anlamazlıktan geldi. “bak hâlâ devam ediyorsun ersoy. bilirim ki vîp’ten edilen küfürler de, bursa-rize maçı da umurunda değil. söyle neyin var ersoy, niye böyle biçaresin ?” diye sitemkârca sordum. “ama abi sen böyle karşımda gülerken ben sana nasıl derdimi anlatabilirim ki ?” diye sordu. “ne gülmesi oğlum, hasta mısın sen ?” dedim. “aha işte abi! karşımda yumicik gibi açmışsın ağzını, sırıtıyorsun. senin şu sıfatına karşı ben nasıl asıl derdimi anlatayım” dedi. “yav oğlum sen bana bakma, ben eski yerleri geziyorum da onun için acı acı tebessüm ediyorum” dedim. durumu anlayınca anlattı...
bir kadınmış onu da bu hallere düşüren, önce ansızın hayatına girmiş sonra birdenbire çekip gitmiş. ersoy’u da böyle derbeder, böyle hercaî bırakıvermiş. “git” dedim, “git yapış koluna. de ki kızım böyle böyle... ‘seviyorum’ de, anlat ona” dedim. “gidemem, anlatamam” dedi. “anlatacaksın. böyle burada yanmaktansa gidip anlatacaksın. hadi koş !” dedim. “yaa abi, sen kim oluyorsun da bana akıl veriyorsun?” dedi. “aman ersoycu-ğum, ben de sevdim, ben de âşık oldum” dedim. dinlemedi. “âşık olmuşmuş. ulan oğlum ben senin gibi naylon aşklar yaşamıyorum tamam mı. delikanlı gibi seviyorum. şimdi sen kim oluyorsun da o küçücük yüreğinle beni anlamaya çalışıyorsun ?” diye eğri ağzını büke büke aşkımız hakkında ileri geri konuştu. “aman ersoycuğum” dedikçe coştu. “etme ersoycuğum” dedikçe şımardı. en sonunda dayanamadım. bi tane vurdum ağzına şerefsizin. anında pısıp on metre ileriye kaçtı oradan, it gibi bana baktı. hırsımı alamadığım için “n’oldu g.tü-ne koduum, daha demin kartal kesilmiştin” diyerekten ayakkabımı çıkarıp bunun kafasına fırlattım. ben çorabım kirlenmesin diye seke seke ayakkabımın tekini almaya gittiğimde ersoy çoktan uzaklara doğru ağlaya ağlaya kaçıyordu. artık kafasına gelen darbeden mi yoksa aşktan mı ağlıyordu onu bilemem...
şimdi sen diyeceksin ki “yaa umut, allah aşkına sen sabahtan beri ne anlatıyorsun yaa! ? bana bu saatten sonra ersoy’la, ersoy’un dertleriyle gelme kardeşim. istemiyorum!” diyeceksin. geleceğim aşkım, geleceğim. önce ersoy’un gönlünü alıp, ersoy’u da ersoy’un dertlerini de alıp bir gece öyle geleceğim sana. sen istesen de istemesen de geleceğim. ersoy’u dinlemelisin, çok içli çocuk. ama dersen ki “ersoy’u çekemem şimdi”, bu durumu ersoy’a usulünce anlatıp “kusura bakma ersoycuğum yengen senden pek hoşlaşmadı” deyip, onu iki dakkada satarak tek başıma geleceğim sana... evet geleceğim. geleceğim. geleyim mi çiçeğim ?
şu da üçüncü mektup:
"canım, saatime baktığımda 02.10’u gösteriyordu. yani sen beni terk edeli, an itibariyle tamı tamına 6 ay 2 hafta 3 gün 8 saat geçmişti. şunu bil ki bu süre içinde ben çok değiştim sevgili. artık mevcut düzenin kurallarına, kanunlara karşı geliyorum. ama sanma ki bu yazı bir acındırma kampanyasının ilk adımı, sanma ki “bak sen beni terk ettiğin için böyle ipsiz sapsız bir haydut oldum” ana temalı bir kompozisyon. bilakis ilk defa kendimi bu kadar özgür hissediyorum, seni benden alan topluma ve onun kanun yapıcılarına, kanunlarına karşı geldiğim sürece insan olduğumun farkına varıyorum bebeğim.
o gece de kadim dostum şahinle sokağın çıkışındaki duvarın orda bekliyorduk. gergin ve sessiz bir bekleyişti bu. gece suça hazırdı. korkuyordum ama korktuğumu şahin’e belli etmiyordum. korktuğumu belli etmemem hoşuma gidiyordu. şahin “ne titriyorsun oğlum?” dedi. “irsî bu şahinciğim birazdan geçer” dedim. şahin “irsî”yi, “tırsî” anlamış olacak “tırsma tırsma, kimsenin ruhu duymayacak” dedi. “yok şahinim ‘irsî’ dedim ben, ‘kalıtımsal’ yani” diye düzelttim.
neyse. o anda sokağın başında beklediğimiz kamyon göründü, gelip yükünü boşaltırken ben malzemeleri depodan alıp getirme bahanesiyle suç mahallinden uzaklaştım. döndüğümde kamyon gidiyordu. şahin “nerde kaldın oğlum?” dedi. “balta ile kovayı bulamadım, onları aradım” dedim. yalandı, zaman geçsin de o zaman zarfında kamyon gitsin diye depoda bulduğum muhtemelen yakılmak için bekleyen bir ortaokul elementary english kitabı bulmuş onu okuyordum. şahin “hadi taşıyalım” dedi, başladık taşımaya. ben büyük bir parçayı kırmaya çalışırken, şahin elimden aldı baltayı kendisi denedi, kı-ramaymca sinirlendi. “bu böyle olmayacak, bütün bütün götürelim depoya” dedi. iki ucundan tuttuk, taşımaya başladık. götürürken şahin’in eli kaydı, ayağına düşürdü parçayı. iyice sinirlenmişti, küfretmeye başladı. “ulan dört ton diyorlar, bunun neresi dört ton be! şerefsizler hep ıslatıp ıslatıp getiriyorlar, şurda taş çatlasa iki ton yoksa cümle âlem beni...” diye saydırdı. ben sakinleştirmek için “abicim sen de her uygar gibi, her çağdaş gibi doğalgaza geçsene. ne bu! kömürün pisliği bitmez; yakması ayrı dert, taşıması ayrı dert. bi de tutmuşsun kaçak kömür almışsın, bi yakalansak...” dedim. bu sefer küfürlerini ev sahibine yönlendirdi. meğerse ev sahibi “siz kiracılar aranızda para toplayın, doğalgaz tesisatını cebinizden yaptırın, ben karışmam” demiş. taşımaya devam ettik kömürü. yarısını ha bitirdik ha bitirmedik şahin’in eşi songül ile baldızı hale ellerinde kola ve bardaklarla geldiler.
“ah be kerizim, sen hiç büyümeyeceksin! yaş oldu yirmi dört hâlâ bi kolasına millete eşşeklik ediyor, kömür taşıyorsun” deme, kolanın yanında biskrem de vardı. ama biskrem umurumda değildi, bütün çabam hale’ye biraz daha yakın olabilmekti. zira hale yanında isterse dünya yakışıksak bi insan olsun, iki sap erkek kişinin “ulan bi kıza bak bi de yanındaki lavuğun tipine bak” diyebileceği derecede güzel birisiydi. kolalarımızı içerken hale’yi uzun uzun inceledim, yüzünde hüzün vardı. gözlerinin içindeki, ay ışığı vurdukça titreyen gözyaşı ha düştü ha düşecek gibiydi. etkileyici bi tonla “hale” dedim, “kolanın asidi burnunu yakıyorsa ya içmeden önce beklet ya da kola turka iç, o yakmıyor” dedim. hiçbir şey söylemeden eve gitti. biz kömürü taşırken camdan uzun uzun bizi izleyip sigara içti. bu sırada bana bi şevk geldi, iki ton kömürün bir buçuk tonunu tek başıma taşıdım, yetmedi kaptığım gibi süpürgeyi kömürden artakalan tozu süpürüp, sabunlu suyla yıkadım asfaltı.
geçen günler içinde şahin’in badana oldu, koştum; eşya taşıma oldu, yetiştim. en sonunda bir gün halılarını yıkarken konuyu şahin’e açtım. “hale” dedim. “hep böyle bir hüzünlü, daha yeni ağlamış gibi üzgünsel be şahin. yoksa erkek arkadaşı denen şerefsiz mi üzüyor onu bu kadar?” dedim. “yok be oğlum. onun erkek arkadaşı falan yok” dedi. “haa demek yok. fakat bu kadar güzel bir kızın böyle yalnız kalması?..” dedim. “deli o deli! kim çeker onu” dedi. ve “bakma onun hüznü de depresyonu da tıraş ! zuhal olcay olmak istiyor o. bak geçen yıl marmara iktisat’ı kazandı gitmedi! neymiş, tiyatro okuyacakmış” dedi. “şahinciğim, yanlış anlamazsan ben onun haluk bilginer’i olmak, sahne ve hayat arkadaşı olmak istiyorum” dedim. “ne haliniz varsa görün. ben karışmıyorum” dedi ve “yalnız şunu unutma, bu memlekette bir haluk bilginer kolay yetişmiyor. adam bir kere yüreğini koyuyor oyuna. deli oynuyor deli!” diye ekledi.
bir hafta sonra hale’ye duygularımı açtım. hiçbir şey demeden başıyla onayladı beni. sonra songül geldi. “çay koyalım mı? hep beraber içeriz” dedi. ben de songül’ü başımla onayladım. sonra telefonum çaldı. arayan köyden uzak akrabam veysel’di. “umut, kışın ajlık çekmeyesin diye sana otobüsle bulgur, çökelek, yoğurt neyin yolladım. otogara git de al. lüks sivas seya-hat’in bürosuna git, kâmil’i gör” dedi. hazır başlamışken veysel’i de başımla onayladım. veysel tekrar etti, yine başımla onayladım. bunun üzerine “umuuoot ! alov ! alovv !” dedi veysel. “abi burdayım, başımla onaylıyorum seni” dedim. anlamadı, kapattı. hale’ye otogara gitmem gerektiğini söyleyip benimle gelmesini istedim. “otogarlar bana hep hüzün verir” dedi. “fazla kalmayız, bir çuval erzak var onu alıp gelicez” dedim.
“hayatta olmaz” dedi. “ölümü öp” diyemedim, ama sen olsan derdim. iki vesait yapıp otogara gittim. aldım çuvalı, eve döndüm. bulgur ile çökeleğin birazını ayırıp geri kalanını hale’ye jest olsun diye götürmek için yola çıktım. kapıyı songül açtı, hale’yi sordum. “odasında” dedi. kapısı açıktı. içeri girdim, makyaj masasına oturmuş makyaj yaparken bir yandan da ağlıyordu. “neyin var hale ?” diyemedim. desem de anlatmazdı, anlatsa da anlamazdım. zira o an anladım ki o bir cnbc-e, ben ise flaş tv’ydim. o “ustalara saygı kuşağı”, ben “türkü bacı” programıydım. o anda ilişkiyi kafamda bitirip çökeleğimi, bulgurumu alıp eve geldim.
bi saat sonra kapı çaldı. elektrik idaresinden geldiğini söyleyen bi adam faturamı görmek istedi. gösterdim. “bu ne kardeşim, iki milyonluk mu elektrik yaktın sen ?” deyip saati göstermemi istedi. indik bodruma, gösterdim. saatim mühürsüzdü, ona senden ve hale’den dolayısıyla köykent sıkışmışlığının verdiği acıdan ve tabi-î ki senden, sonra sadece kalbimin mühürlü olduğundan falan bahsettim. “valla onu bunu bilmem, ben tutanak tutmalıyım, kaçak elektrik kullanımının cezası iki buçuk yıl hapistir, sökmeyecektin mühürü” dedi. “abi bu işin bi kolayı yok mu, biz öğrenci adamız be abi, he abi ?” dedim. kırk milyon istedi, verdim. ertesi sabah durumu şa-hin’e anlattım. “oğlum niye verdin, onlar dolandırıcı, böyle ev ev dolaşıyorlar” dedi.
dedim ya sevgili, sen gittikten sonra ben çok değiştim. suça karıştım, anarşist olmak isterken keriz oldum,
hale gibi abidik gubidik kızlarla beraber oldum... off sevgili, senden sonra ben bi acayip oldum. gel ne olursun, bak evde boynu bükük bulgurlan çökelek... gel!"
devamını gör...
8.
ayrilik sonrasi bikac ay surekli atiyosun , tirmaliyosun sonrakinaylar yavas yavas azaliyor.
sonraki bikac sene daha aklina geliyor ama yavas yavas geciyor
sonraki bikac sene daha aklina geliyor ama yavas yavas geciyor
devamını gör...
9.
atın atın.
sonra sanki aranızda hiçbir şey yaşanmamış gibi iki yabancıymışsınız gibi göreceğiniz bok çuvalı muamelesinden sonra daha çabuk soğur ve unutursunuz.
sonra sanki aranızda hiçbir şey yaşanmamış gibi iki yabancıymışsınız gibi göreceğiniz bok çuvalı muamelesinden sonra daha çabuk soğur ve unutursunuz.
devamını gör...
10.
eski sevgiliye tekme atılır, kazık atılır, çok çok azgınsanız bi posta atılır ama mesaj atılmaz. herkes yerinde dinlensin demiş eskiler. o yüzden bırakın o da yerinde dinlensin.
devamını gör...
11.
yapılmaması gereken tek kusurlu harekettir. eğer bir şey bitmişse, bitişinin anlamlı bir nedeni vardır. sizin hayatınızın gidişatına, ruhunuzun rengine uymayan bir şeyler olmuş ki, bu ilişki bitmiş. neden geri dönesiniz ki? aynı sarmalı başa sarmanın ne anlamı var? geleceğe dair bir hayat, geçmişin izleriyle kurulmuyor. geçmişinizde var olan bir yanılgıyı/ yanlışı geleceğinize taşırsanız - genelde boşta kalma ya da o anlık anlamsız özlem duygusuyla gelen yazma isteğiyle- geçmişinizi başa sararsınız. bu sizi mutlu etmez aksine daha da yıpratır ve ilişkilere olan inancınızı daha fazla alır. biri bittiyse, bitmiştir. ne olursa olsun, geri dönüş yok.
devamını gör...
12.
13.
üç gün tutun kendinizi. alt tarafı 72 saat. sonra geçer. silin engelleyin her yerden ki hüzünlü alkollü gecelerde, çok isteseniz de yapamayın. zamanla zaten hiç olmamış gibi olur.
devamını gör...
14.
hiç yok, anca kurtulmuşum bide mesaj atıp tekrar başıma musallat mı edicem, yok teşekkürler ben almayayım.
devamını gör...
15.
16.
bende atmıştım. ama aldığım mesajlar attıklarımdan iyidi. çünkü bir kadının bir erkeğe mesaj atması her zaman kolay rastlanacak bir şey değildir. küçük dünyaları ben yarattım kadınının, o hale gelişini görmek büyük bir zevk.
devamını gör...
17.
geliyor tabii arada. öfkenin köpük köpük yükselip gırtlağa dayandığı, ağza geldiğinde hayrına küçük bir söz yerine küfür kıyametin düzüleceği sonra da sansürsüz cümlelere döküleceği mesajlar atmak iyi olurdu.
bir şey durduruyor insanı; değer mi sorusu... değmez!..
bir şey durduruyor insanı; değer mi sorusu... değmez!..
devamını gör...
18.
merkür retrodur. tetiklemiştir.
devamını gör...