1.
her şey olması gerektiği gibiydi ve bu, her zaman en büyük tehlikenin habercisidir. güneş, denizin üzerinde erimiş bir portakal gibi asılı duruyor, iyot kokusu genzinizi yakıyordu. yanımda kuzenler, keyifli vakit geçirmenin canlı kanıtları. ortamın o an için tatlı, beyin uyuşturan bir hafifliği vardı. hiçbir şey düşünmüyordum. düşünecek bir şey yoktu. evrenle aramdaki sözleşme, o an için askıya alınmıştı. ben sadece, suyun kaldırdığı, güneşin ısıttığı bir et ve kemik yığınından ibarettim.
sonra telefon çaldı.
telefon, modern hayatın en sadık kasvet elçisidir. o cılız, dijital titremesiyle, bulunduğunuz ana ait olmadığınızı, çözülmesi gereken sorunların, ödenmesi gereken faturaların ve beklenmedik felaketlerin her an sizi bulabileceğini hatırlatır. arayan babamdı. babamın sesi, ait olmadığı bir boyuttan, bu tuzlu su ve huzur realitesine sızan bir anomali gibiydi.
"oğlum," dedi, sesinde o tanıdık, "yine ne haltlar karıştırdın" tınısıyla. "kapında kurye var. beş kilo kıyma getirmiş."
bir an duraksadım. beynim, bu iki konsepti – "deniz kenarı" ve "beş kilo kıyma" – aynı mantık devresinde işlemeyi reddetti. sanki biri bana antarktika'da bir palmiye ağacı bulduğunu söylemiş gibiydi.
"ne kıyması baba?" dedim. kelimeler ağzımdan birer yabancı gibi çıktı.
"senin adına sipariş edilmiş. beş kilo. parası da ödenmemiş. ne yapacaksın bu kadar kıymayı?"
işte o an, ayağımın altındaki kumun kaydığını hissettim. ben, varlığımın en pasif, en beklentisiz noktasındayken; başka bir şehirde, benim adıma, benim kimliğimle birileri eyleme geçmişti. benim iradem dışında, benim adımla bir et dağı sipariş edilmişti. bu, basit bir yanlışlıktan öte bir şeydi. bu, kimliğime yapılmış felsefi bir saldırıydı. hangi paralel evrendeki ben, canı birden bire yüzlerce lahmacun yapmak istemiş ve iradesini dijital bir butona teslim etmişti? ben deniz kenarında biramı yudumlarken, benim karadaki hayaletim kimdi?
babamdan kuryenin numarasını aldım ve bu absürt dramın diğer aktörünü aradım. hattın ucundaki ses, yorgun ve bıkkındı. o, bu anlamsızlığın en ön cephesindeki neferdi. elinde beş kilo ödenmemiş etle, bir kapının önünde bekleyen modern bir sisifos'tu.
"abi evde değilim," dedim. "o siparişi ben vermedim."
"ama isim sizin adınıza, adres burası," dedi. sesi, prosedürlerin dışına çıkamayan bir robotunki gibiydi. ona göre ben, siparişini inkâr eden yalancı bir müşteriydim. ona göre kapıdaki et, bir gerçekti. benim deniz kenarında olmam ise alakasız bir detaydı. hangimiz daha gerçek bir problemle yüzleşiyorduk, emin değilim. onun beş kilo somut, bozulmaya yüz tutmuş kıyması mı, yoksa benim, iradem dışında kimliğimin et sipariş etmek için kullanıldığı soyut gerçekliğim mi?
hattın ucunda bir sessizlik oldu. onun dünyasında insanlar ya siparişi kabul eder ya da etmezdi. siparişin lojistik felsefesini sorgulamazdı. kekeledi. "abi kapıyı açan olmadı, sistemde babanızın numarası da kayıtlıymış herhalde, onu aradık..."
"herhalde?" diye bastırdım. "'herhalde' ile beş kiloluk bir etin sorumluluğunu benim üzerime yıkamazsınız. bakın, size durumu basit bir mantık silsilesiyle açıklayayım. bir: ben, şu anda bedenimle ve ruhumla, sizden yüzlerce kilometre uzakta, bir denizin içindeyim. iki: benim adıma bir sipariş veriliyor ama benim kişisel iletişim bilgilerim es geçilip ailevi bir joker kullanılıyor. bu, ya teknolojik bir beceriksizliktir ya da daha basit bir ihtimalle, bariz bir karışıklıktır. üçüncü ve son olarak, benim şu an bir kilo kıymayı bile düşünecek halim yokken, beş kiloluk bir et operasyonuna girişmem için ya aklımı kaçırmış olmam ya da acil bir hayvanat bahçesi doyurmam gerekirdi."
hattın ucundaki sessizlik şimdi daha da derinleşti. bu, teslimiyetin, mantığın iflas ettiği noktada anlamsızlıkla daha fazla güreşmek istememenin sessizliğiydi. karşısındakinin sıradan bir inkarcı değil, durumun absürtlüğünü kendisinden daha ciddiye alan, tuhaf bir adam olduğunu anlamıştı.
"peki abi... ne yapalım?" dedi, sesi yenilgiyi kabul etmiş bir generalinki gibi çıkıyordu.
"yapacağınız şey basit," dedim. "o eti geldiği yere geri götüreceksiniz. restoranı arayıp asıl sipariş sahibini, yani benim hayaletimi değil, gerçek müşteriyi bulacaksınız. bu kadar basit."
"anlaşıldı abi," dedi. "kusura bakma."
telefonu kapattım. babamı arayıp "hallettim, bir yanlışlık olmuş" dedim. mesele kapanmıştı. pratik sorun çözülmüştü.
ama ben denize geri dönerken, zihnimdeki o çatlak kapanmamıştı. kurye gitmişti, et buharlaşmıştı ama ardında bir soru bırakmıştı. o gün, benim adıma, benim haberim olmadan o eti kim, neden sipariş etmişti? bu, asla cevaplanmayacak bir soruydu. tıpkı hayatın diğer büyük soruları gibi. pratik sorunlar çözülürdü, evet. ama varoluşun kendisi, her zaman havada kalan, sonu belirsiz bir sipariş gibiydi.
sonra telefon çaldı.
telefon, modern hayatın en sadık kasvet elçisidir. o cılız, dijital titremesiyle, bulunduğunuz ana ait olmadığınızı, çözülmesi gereken sorunların, ödenmesi gereken faturaların ve beklenmedik felaketlerin her an sizi bulabileceğini hatırlatır. arayan babamdı. babamın sesi, ait olmadığı bir boyuttan, bu tuzlu su ve huzur realitesine sızan bir anomali gibiydi.
"oğlum," dedi, sesinde o tanıdık, "yine ne haltlar karıştırdın" tınısıyla. "kapında kurye var. beş kilo kıyma getirmiş."
bir an duraksadım. beynim, bu iki konsepti – "deniz kenarı" ve "beş kilo kıyma" – aynı mantık devresinde işlemeyi reddetti. sanki biri bana antarktika'da bir palmiye ağacı bulduğunu söylemiş gibiydi.
"ne kıyması baba?" dedim. kelimeler ağzımdan birer yabancı gibi çıktı.
"senin adına sipariş edilmiş. beş kilo. parası da ödenmemiş. ne yapacaksın bu kadar kıymayı?"
işte o an, ayağımın altındaki kumun kaydığını hissettim. ben, varlığımın en pasif, en beklentisiz noktasındayken; başka bir şehirde, benim adıma, benim kimliğimle birileri eyleme geçmişti. benim iradem dışında, benim adımla bir et dağı sipariş edilmişti. bu, basit bir yanlışlıktan öte bir şeydi. bu, kimliğime yapılmış felsefi bir saldırıydı. hangi paralel evrendeki ben, canı birden bire yüzlerce lahmacun yapmak istemiş ve iradesini dijital bir butona teslim etmişti? ben deniz kenarında biramı yudumlarken, benim karadaki hayaletim kimdi?
babamdan kuryenin numarasını aldım ve bu absürt dramın diğer aktörünü aradım. hattın ucundaki ses, yorgun ve bıkkındı. o, bu anlamsızlığın en ön cephesindeki neferdi. elinde beş kilo ödenmemiş etle, bir kapının önünde bekleyen modern bir sisifos'tu.
"abi evde değilim," dedim. "o siparişi ben vermedim."
"ama isim sizin adınıza, adres burası," dedi. sesi, prosedürlerin dışına çıkamayan bir robotunki gibiydi. ona göre ben, siparişini inkâr eden yalancı bir müşteriydim. ona göre kapıdaki et, bir gerçekti. benim deniz kenarında olmam ise alakasız bir detaydı. hangimiz daha gerçek bir problemle yüzleşiyorduk, emin değilim. onun beş kilo somut, bozulmaya yüz tutmuş kıyması mı, yoksa benim, iradem dışında kimliğimin et sipariş etmek için kullanıldığı soyut gerçekliğim mi?
hattın ucunda bir sessizlik oldu. onun dünyasında insanlar ya siparişi kabul eder ya da etmezdi. siparişin lojistik felsefesini sorgulamazdı. kekeledi. "abi kapıyı açan olmadı, sistemde babanızın numarası da kayıtlıymış herhalde, onu aradık..."
"herhalde?" diye bastırdım. "'herhalde' ile beş kiloluk bir etin sorumluluğunu benim üzerime yıkamazsınız. bakın, size durumu basit bir mantık silsilesiyle açıklayayım. bir: ben, şu anda bedenimle ve ruhumla, sizden yüzlerce kilometre uzakta, bir denizin içindeyim. iki: benim adıma bir sipariş veriliyor ama benim kişisel iletişim bilgilerim es geçilip ailevi bir joker kullanılıyor. bu, ya teknolojik bir beceriksizliktir ya da daha basit bir ihtimalle, bariz bir karışıklıktır. üçüncü ve son olarak, benim şu an bir kilo kıymayı bile düşünecek halim yokken, beş kiloluk bir et operasyonuna girişmem için ya aklımı kaçırmış olmam ya da acil bir hayvanat bahçesi doyurmam gerekirdi."
hattın ucundaki sessizlik şimdi daha da derinleşti. bu, teslimiyetin, mantığın iflas ettiği noktada anlamsızlıkla daha fazla güreşmek istememenin sessizliğiydi. karşısındakinin sıradan bir inkarcı değil, durumun absürtlüğünü kendisinden daha ciddiye alan, tuhaf bir adam olduğunu anlamıştı.
"peki abi... ne yapalım?" dedi, sesi yenilgiyi kabul etmiş bir generalinki gibi çıkıyordu.
"yapacağınız şey basit," dedim. "o eti geldiği yere geri götüreceksiniz. restoranı arayıp asıl sipariş sahibini, yani benim hayaletimi değil, gerçek müşteriyi bulacaksınız. bu kadar basit."
"anlaşıldı abi," dedi. "kusura bakma."
telefonu kapattım. babamı arayıp "hallettim, bir yanlışlık olmuş" dedim. mesele kapanmıştı. pratik sorun çözülmüştü.
ama ben denize geri dönerken, zihnimdeki o çatlak kapanmamıştı. kurye gitmişti, et buharlaşmıştı ama ardında bir soru bırakmıştı. o gün, benim adıma, benim haberim olmadan o eti kim, neden sipariş etmişti? bu, asla cevaplanmayacak bir soruydu. tıpkı hayatın diğer büyük soruları gibi. pratik sorunlar çözülürdü, evet. ama varoluşun kendisi, her zaman havada kalan, sonu belirsiz bir sipariş gibiydi.
devamını gör...