1.
insan...
dik yürüyen, dik koşan, alet yapan, ateşi ehlileştiren,
ilk konuşan, mağaraya resim çizen, avlayan, toplayan,
eken, biçen, ağaçları kesen, hayvanları evcilleştiren,
demiri büken, kılıcı kuşanan, mızrak ordu diken diken,
altını seven, denize açılan, fetheden, kıyan, kıyılan...
insan... beynimizde yaklaşık 86 milyar nöron dediğimiz sinir hücresi bulunmaktadır. her bir nöron da sinaptik boşluk dediğimiz 10-15 bin bağlantı noktasına sahiptir. bu bağlantı noktaları sayesinde tüm nöronların bir şekilde birbiri ile bağlantısı vardır. yani a nöronundan b nöronuna ulaşmak için arada tek bir nöron da olabilir, 86 milyar nöron da olabilir. nöronların birbiri ile yapabileceği veri ağını gözünüzde şu şekilde canlandırabilirsiniz:
önünüzde 86 milyar farklı kapı olsun. istediğiniz herhangi birisinden içeri girebilirsiniz. girdiğiniz her kapının 86 milyar kapıdan 10-15 bin tanesine geri açıldığını göreceksiniz. kendi içinde, ikişer, üçer, beşer kapı geçerek ulaşacağınız hedef de olabilir, seksen altışar milyar farklı kapıları aça aça ulaşabileceğiniz hedef de olabilir. ortaya çıkabilecek olasılıklar kümesini hesaplayabilecek bilgisayar var mıdır bilmiyorum. işte, aslında insan bu olasılıklar kümesinin toplamı ve ta kendisidir.
doğumumuzdan ölümümüze kadar gördüğümüz, duyduğumuz, tattığımız, kokladığımız, dokunduğumuz her şey bu nöron ağında bir iz bırakıyor. bazı izler silinip giderken, bazı izler tekrar tekrar hatırlanmak istense de istenmese de derinlere kazınıyor. okuduğunuz her kitap, çözdüğünüz her problem, çizdiğiniz her resim, dinlediğiniz her müzik, izlediğiniz her film, gördüğünüz her olay, duyduğunuz her bilgi, yediğiniz her yiyecek, gezdiğiniz her şehir, elini tuttuğunuz her insan nöron ağınızda bir yol katediyor, beyninizde bir olgu oluşturuyor, sizi hissetmeye ve düşünmeye sevk ediyor ve inşa edeceğiniz insan profiline bir tuğla koyuyor.
şöyle genel bir inanış vardır: dna zinciri ve genetiğimiz, nasıl bir insan olacağımız bilgisini içermektedir. hayır değil. dna zincirinizde ne kadar nörona, ne kadar sinaptik boşluğa sahip olacağınız, nöron gruplarınızın beyninizin hangi bölgesinde daha yoğun, hangi bölgesinde daha seyrek kümeleneceği bilgisini içerir. beyninin vicdan muhasebesi yapılan bölgesinde, normal bir insana göre daha az nöron kümelenen, yani altyapı olarak daha zayıf bir vicdan temeline sahip insan büyük olasılıkla katil veya hırsız olacaktır diye bir şey söz konusu değildir. nöronlar, insanların yaşadıkları hayata ve tecrübelere paralel olarak, 30 yaşına kadar farklı sinaptik bağlantılar oluşturabilmektedir ve sürekli bir etkileşim içindedir.
insanlar katil veya hırsız doğmaz. insanlar yalancı, riyakar, kibirli, açgözlü, sinsi, alçak ve namussuz doğmaz. insanlar dürüst, onurlu, cömert, cesur, yardımsever, alçak gönüllü de doğmaz. insanlar sadece temiz ve beyaz doğarlar. algıladığımız her şeyin beynimizde farklı renklere sahip kağıt şeklinde bir olgu çıktısı oluşturduğunu düşünelim. doğumdan ölüme kadar bu renkli çıktıları üst üste koyalım. işte ortaya çıkan renk biz kendimiziz.
bizimle her bir nöronuna, her bir sinaptik boşluğuna kadar bire bir aynı organik bir beyin oluşturduğumuzu düşünün, yani bizim kopyamız. onu bizim evrenimizde yaşanan her şeyin, hatta bir bal arısının kanat çırpışına kadar aynı olacak şekilde tasarlanan paralel bir evrene yerleştirin. bu evren sadece yapılacak tercihler doğrultusunda değişime uğrasın, malum kelebek etkisi... kopyamızın tercihleri bizimle aynı olur muydu? ya da bizim kendimizi aynı paralel evrene koyun. tercihlerimiz değişir miydi?
devam edecek...
dik yürüyen, dik koşan, alet yapan, ateşi ehlileştiren,
ilk konuşan, mağaraya resim çizen, avlayan, toplayan,
eken, biçen, ağaçları kesen, hayvanları evcilleştiren,
demiri büken, kılıcı kuşanan, mızrak ordu diken diken,
altını seven, denize açılan, fetheden, kıyan, kıyılan...
insan... beynimizde yaklaşık 86 milyar nöron dediğimiz sinir hücresi bulunmaktadır. her bir nöron da sinaptik boşluk dediğimiz 10-15 bin bağlantı noktasına sahiptir. bu bağlantı noktaları sayesinde tüm nöronların bir şekilde birbiri ile bağlantısı vardır. yani a nöronundan b nöronuna ulaşmak için arada tek bir nöron da olabilir, 86 milyar nöron da olabilir. nöronların birbiri ile yapabileceği veri ağını gözünüzde şu şekilde canlandırabilirsiniz:
önünüzde 86 milyar farklı kapı olsun. istediğiniz herhangi birisinden içeri girebilirsiniz. girdiğiniz her kapının 86 milyar kapıdan 10-15 bin tanesine geri açıldığını göreceksiniz. kendi içinde, ikişer, üçer, beşer kapı geçerek ulaşacağınız hedef de olabilir, seksen altışar milyar farklı kapıları aça aça ulaşabileceğiniz hedef de olabilir. ortaya çıkabilecek olasılıklar kümesini hesaplayabilecek bilgisayar var mıdır bilmiyorum. işte, aslında insan bu olasılıklar kümesinin toplamı ve ta kendisidir.
doğumumuzdan ölümümüze kadar gördüğümüz, duyduğumuz, tattığımız, kokladığımız, dokunduğumuz her şey bu nöron ağında bir iz bırakıyor. bazı izler silinip giderken, bazı izler tekrar tekrar hatırlanmak istense de istenmese de derinlere kazınıyor. okuduğunuz her kitap, çözdüğünüz her problem, çizdiğiniz her resim, dinlediğiniz her müzik, izlediğiniz her film, gördüğünüz her olay, duyduğunuz her bilgi, yediğiniz her yiyecek, gezdiğiniz her şehir, elini tuttuğunuz her insan nöron ağınızda bir yol katediyor, beyninizde bir olgu oluşturuyor, sizi hissetmeye ve düşünmeye sevk ediyor ve inşa edeceğiniz insan profiline bir tuğla koyuyor.
şöyle genel bir inanış vardır: dna zinciri ve genetiğimiz, nasıl bir insan olacağımız bilgisini içermektedir. hayır değil. dna zincirinizde ne kadar nörona, ne kadar sinaptik boşluğa sahip olacağınız, nöron gruplarınızın beyninizin hangi bölgesinde daha yoğun, hangi bölgesinde daha seyrek kümeleneceği bilgisini içerir. beyninin vicdan muhasebesi yapılan bölgesinde, normal bir insana göre daha az nöron kümelenen, yani altyapı olarak daha zayıf bir vicdan temeline sahip insan büyük olasılıkla katil veya hırsız olacaktır diye bir şey söz konusu değildir. nöronlar, insanların yaşadıkları hayata ve tecrübelere paralel olarak, 30 yaşına kadar farklı sinaptik bağlantılar oluşturabilmektedir ve sürekli bir etkileşim içindedir.
insanlar katil veya hırsız doğmaz. insanlar yalancı, riyakar, kibirli, açgözlü, sinsi, alçak ve namussuz doğmaz. insanlar dürüst, onurlu, cömert, cesur, yardımsever, alçak gönüllü de doğmaz. insanlar sadece temiz ve beyaz doğarlar. algıladığımız her şeyin beynimizde farklı renklere sahip kağıt şeklinde bir olgu çıktısı oluşturduğunu düşünelim. doğumdan ölüme kadar bu renkli çıktıları üst üste koyalım. işte ortaya çıkan renk biz kendimiziz.
bizimle her bir nöronuna, her bir sinaptik boşluğuna kadar bire bir aynı organik bir beyin oluşturduğumuzu düşünün, yani bizim kopyamız. onu bizim evrenimizde yaşanan her şeyin, hatta bir bal arısının kanat çırpışına kadar aynı olacak şekilde tasarlanan paralel bir evrene yerleştirin. bu evren sadece yapılacak tercihler doğrultusunda değişime uğrasın, malum kelebek etkisi... kopyamızın tercihleri bizimle aynı olur muydu? ya da bizim kendimizi aynı paralel evrene koyun. tercihlerimiz değişir miydi?
devam edecek...
devamını gör...
2.
insan... gülen, ağlayan, sevinen, üzülen, kızan, kızaran, şaşıran, heyecanlanan, özleyen, arzulayan, kıskanan, böbürlenen, acıyan, acıtan, paylaşan, hatırlayan, unutan... düşünen, soran, sorgulayan, araştıran, bulan, bilen, öğrenen, öğreten...
insan kendine özgü sahip olduğu tüm duygularına rağmen, yaklaşık 86 milyar sinir hücresi, 1000 trilyon nöron bağlantısıyla, 50'den fazla farklı hormonları, 60'dan fazla farklı nörotransmitter "sinir hücreleri arasındaki sinaptik bağlantılarda veri iletimini sağlayan kimyasallar" molekülleriyle, bazen uzaktan, bazen en derinden o kadar yapay duruyor ki...
bir sabah yatağınızda doğrulmuş, hiçbir şey düşünemeden en derin ve sessiz anlamsızlıklara dalmış, farkındalığın en keskin ucunda, en yakınınızın mutfaktan gelen sesi nasıl da bir yabancının sesine bürünüyor. yüzünüzü yıkarken her sabah aynada göz göze geldiğiniz yüz nasıl da bir yabancıya dönüşüyor...
depersonalizasyon dediğimiz rahatsızlık farkındalığın en keskin ucu olsa gerek. sinir sistemimizin oluşturduğu mekanik bilinçle göz göze gelmektir depersonalizasyon. işin ilginç ve ürkütücü tarafı mekanik bilinciniz de onu uzaktan izlediğinizin farkındadır. bu noktada iç sesinizi hanginizin sahipleneceğine dair küçük bir problem ortaya çıkmaktadır. bunun çözümü iç sesinizi de ona emanet edip, aynada kendinize göz kırpıp gülümsemektir. eğer iç sesinizi sahiplenmekte diretip ısrar edecek olursanız, şimdiden tebrikler, şizofreni 1'e hoş geldiniz. *
milyarlarca yıllık gelişimin ve değişimin sonucu bize insanı hediye eden bu evren eğer simülasyon olsaydı... belki de bir üst akılın yaptığı kozmik bir deney içinde dikkate alınmayan, hatta varlığı fark bile edilmeyen bir insan modeli ve göz ardı edilmiş muazzam bir yapay zeka havuzu... fakat insan, bilinçli bir proje ise, bu yapay zeka havuzu üst akıla neler sunabilirdi?
öncelikle üst akılın yapması gereken bazı görevler vardır. yapay zeka olduğumuz gerçeğini kavrayabilme ihtimalimizi ellerinden geldiği kadar bizden uzak tutmalıdırlar. projeleri, bize sundukları evrenin gerçekliği ve bizde yarattıkları gerçeklik duygusu kadar başarılı olacaktır. ışık hızı, mutlak sıfır, planck sabiti gibi kozmolojik sabitleri her ne kadar kafamızı bulandırsa da, sistemlerinin altyapısını oluşturmak için bu birimlere ihtiyaçları olacaktır. biz nasıl iki boyutlu bir modele perspektif katarak simüle karakterimize üçüncü boyutta hareket etme yanılgısını veriyorsak, onlar da bize karşı "zaman" gibi hilelere başvurabilirler. *
yapay zeka havuzumuza geri dönelim. öncelikle üst akılın dışarıdan müdahalede bulunduğunu varsayarak havuzumuzu irdeleyelim. bizleri toplumsal olarak test ve gözlem amaçlı, belki de manüpüle amaçlı kral, ya da peygamber, veya lider modeli ajan programlar gönderilmiş olsun. bu programlar kendi varlıklarını sorgulayabilir mi? sorgulayabildikleri andan itibaren aramızda yapay zekasal bir farktan söz edebilir miydik?
tabi ki yapay zeka havuzu herhangi bir dış müdahale altında olmadan da kendi liderlerini kendi içinden çıkartmış olabilir. insanın kendisinin yapay zeka olduğunun anlatıldığı bu yazı, bundan sonra bilim-kurgusal bir öykü dizisi olarak devam edecektir. manga tadında bir eser ortaya koymak istesem de, her ne kadar biraz çizim yeteneğim olsa da, hayal gücümü çizgiye dökebilecek üretkenlikte ve yetenekte değilim. roman yazabilecek edebi olgunlukta da olmadığım için, bir öykü dizisini tercih ediyorum. kurguda oluşabilecek mantık hatalarından dolayı, anlayışınız için şimdiden teşekkürler. *
-uyanış-
gece yarısı 01:12
alarm! alarm! alarm!
tüm görevliler görev yerine! acil durum! tüm görevliler görev yerine! acil durum!
-lanet olsun! on beş yıl sonra ilk defa mı? hep gece yarısı mı olmak zorunda!
yirmi dakika sonra
-durum nedir kate?
-kapı birde hareketlilik var efendim. sistem oksijen, karbon, hidrojen ve nitrojen çekmeye devam ediyor. ama neden bu kadar erken geldiniz ki? sabahı bekleseniz daha iyi olurdu.
lanet alarm bir kere uyandırmıştı zaten. koordinatör stefan, önünü boydan boya kaplayan kırılmaz camın arkasından içeri, yukarıdan aşağıya doğru, geniş boşluğu dolduran kapı ikiye bakındı ve onun gölgesinde kalan kapı bire odaklandı. ahtapot yüzlerce upuzun ince metal kollarıyla kapı birin beş metre çapındaki tavanını sarmıştı. koordinatör, soğuk ve sakin duruşunun altında, içten içe on beş yıl sonra yine aynı heyecanla bu mucizeye şahit oluyordu...
devam edecek...
insan kendine özgü sahip olduğu tüm duygularına rağmen, yaklaşık 86 milyar sinir hücresi, 1000 trilyon nöron bağlantısıyla, 50'den fazla farklı hormonları, 60'dan fazla farklı nörotransmitter "sinir hücreleri arasındaki sinaptik bağlantılarda veri iletimini sağlayan kimyasallar" molekülleriyle, bazen uzaktan, bazen en derinden o kadar yapay duruyor ki...
bir sabah yatağınızda doğrulmuş, hiçbir şey düşünemeden en derin ve sessiz anlamsızlıklara dalmış, farkındalığın en keskin ucunda, en yakınınızın mutfaktan gelen sesi nasıl da bir yabancının sesine bürünüyor. yüzünüzü yıkarken her sabah aynada göz göze geldiğiniz yüz nasıl da bir yabancıya dönüşüyor...
depersonalizasyon dediğimiz rahatsızlık farkındalığın en keskin ucu olsa gerek. sinir sistemimizin oluşturduğu mekanik bilinçle göz göze gelmektir depersonalizasyon. işin ilginç ve ürkütücü tarafı mekanik bilinciniz de onu uzaktan izlediğinizin farkındadır. bu noktada iç sesinizi hanginizin sahipleneceğine dair küçük bir problem ortaya çıkmaktadır. bunun çözümü iç sesinizi de ona emanet edip, aynada kendinize göz kırpıp gülümsemektir. eğer iç sesinizi sahiplenmekte diretip ısrar edecek olursanız, şimdiden tebrikler, şizofreni 1'e hoş geldiniz. *
milyarlarca yıllık gelişimin ve değişimin sonucu bize insanı hediye eden bu evren eğer simülasyon olsaydı... belki de bir üst akılın yaptığı kozmik bir deney içinde dikkate alınmayan, hatta varlığı fark bile edilmeyen bir insan modeli ve göz ardı edilmiş muazzam bir yapay zeka havuzu... fakat insan, bilinçli bir proje ise, bu yapay zeka havuzu üst akıla neler sunabilirdi?
öncelikle üst akılın yapması gereken bazı görevler vardır. yapay zeka olduğumuz gerçeğini kavrayabilme ihtimalimizi ellerinden geldiği kadar bizden uzak tutmalıdırlar. projeleri, bize sundukları evrenin gerçekliği ve bizde yarattıkları gerçeklik duygusu kadar başarılı olacaktır. ışık hızı, mutlak sıfır, planck sabiti gibi kozmolojik sabitleri her ne kadar kafamızı bulandırsa da, sistemlerinin altyapısını oluşturmak için bu birimlere ihtiyaçları olacaktır. biz nasıl iki boyutlu bir modele perspektif katarak simüle karakterimize üçüncü boyutta hareket etme yanılgısını veriyorsak, onlar da bize karşı "zaman" gibi hilelere başvurabilirler. *
yapay zeka havuzumuza geri dönelim. öncelikle üst akılın dışarıdan müdahalede bulunduğunu varsayarak havuzumuzu irdeleyelim. bizleri toplumsal olarak test ve gözlem amaçlı, belki de manüpüle amaçlı kral, ya da peygamber, veya lider modeli ajan programlar gönderilmiş olsun. bu programlar kendi varlıklarını sorgulayabilir mi? sorgulayabildikleri andan itibaren aramızda yapay zekasal bir farktan söz edebilir miydik?
tabi ki yapay zeka havuzu herhangi bir dış müdahale altında olmadan da kendi liderlerini kendi içinden çıkartmış olabilir. insanın kendisinin yapay zeka olduğunun anlatıldığı bu yazı, bundan sonra bilim-kurgusal bir öykü dizisi olarak devam edecektir. manga tadında bir eser ortaya koymak istesem de, her ne kadar biraz çizim yeteneğim olsa da, hayal gücümü çizgiye dökebilecek üretkenlikte ve yetenekte değilim. roman yazabilecek edebi olgunlukta da olmadığım için, bir öykü dizisini tercih ediyorum. kurguda oluşabilecek mantık hatalarından dolayı, anlayışınız için şimdiden teşekkürler. *
-uyanış-
gece yarısı 01:12
alarm! alarm! alarm!
tüm görevliler görev yerine! acil durum! tüm görevliler görev yerine! acil durum!
-lanet olsun! on beş yıl sonra ilk defa mı? hep gece yarısı mı olmak zorunda!
yirmi dakika sonra
-durum nedir kate?
-kapı birde hareketlilik var efendim. sistem oksijen, karbon, hidrojen ve nitrojen çekmeye devam ediyor. ama neden bu kadar erken geldiniz ki? sabahı bekleseniz daha iyi olurdu.
lanet alarm bir kere uyandırmıştı zaten. koordinatör stefan, önünü boydan boya kaplayan kırılmaz camın arkasından içeri, yukarıdan aşağıya doğru, geniş boşluğu dolduran kapı ikiye bakındı ve onun gölgesinde kalan kapı bire odaklandı. ahtapot yüzlerce upuzun ince metal kollarıyla kapı birin beş metre çapındaki tavanını sarmıştı. koordinatör, soğuk ve sakin duruşunun altında, içten içe on beş yıl sonra yine aynı heyecanla bu mucizeye şahit oluyordu...
devam edecek...
devamını gör...
3.
-uyanış-
gece yarısı 01:12
alarm! alarm! alarm!
tüm görevliler görev yerine! acil durum! tüm görevliler görev yerine! acil durum!
-lanet olsun! on beş yıl sonra ilk defa mı? hep gece yarısı mı olmak zorunda!
yirmi dakika sonra
-durum nedir kate?
-kapı birde hareketlilik var efendim. sistem oksijen, karbon, hidrojen ve nitrojen çekmeye devam ediyor. ama neden bu kadar erken geldiniz ki? sabahı bekleseniz daha iyi olurdu.
lanet alarm bir kere uyandırmıştı zaten. koordinatör stefan, önünü boydan boya kaplayan kırılmaz camın arkasından içeri, yukarıdan aşağıya doğru, geniş boşluğu dolduran kapı ikiye bakındı ve onun gölgesinde kalan kapı bire odaklandı. ahtapot yüzlerce upuzun ince metal kollarıyla kapı birin beş metre çapındaki tavanını sarmıştı. koordinatör, soğuk ve sakin duruşunun altında, içten içe on beş yıl sonra yine aynı heyecanla bu mucizeye şahit oluyordu...
koordinatör kalın camdan içeri bakarken yüzünün camdaki yansımasıyla göz göze geldi. sanki babasıyla göz göze gelmişçesine içini derin bir özlem kapladı. ondan devraldığı görev başında şu an o olsaydı, o da içten içe bu kadar heyecanlanır mıydı? "hiç sanmam. neticede bizim ihtiyar da o kapıdan geçmişti. hem binlerce kez bu ana şahitlik de etmişti" diye düşündü.
beraber çalıştıkları dönemde babasını görev başında çok izlemişti. babasının, keskin yüz hatlarının, emir veren safir gözlerinin, soğuk demir ciddiyetinin altında gizlediği duygulara vakıf olabilmek imkansızdı. ama yine de küçük de olsa o kırılgan tedirginliğin kokusunu her defasında almıştı. acaba şu an çaktırmadan onu gözlemleyen kate, onun hakkında nasıl çıkarımlar yapıyordu? bu gece nedensiz yere paylaştığı, babasının miras tedirginliğini kate görebiliyor muydu?
"hey stef, kahve getirdim." cümlesinden önce, kahvenin uyarıcı ve içini ısıtan keskin kokusu içeriyi kaplamıştı. bu sefer de ablası doktor laura'nın camdaki yansımasıyla göz göze gelerek -teşekkür ederim "sivri dil"- diye onu selamladı.
-hey, sana kahve getiriyorum ve sen bana sivri dil mi diyorsun ufaklık? dilini eşek arıları soksun!
kate'nin kıkırdamaları ona atılan çatık kaşlı bir bakış ile yarıda kesildi. bu bakışların sahibi doksan bir yaşında, orta yaşın biraz üzerinde olsa dahi hala dip diri duran, sesi insanların üzerinde tahakküm kuran ve tedirginlik yaratan, babasından miras delici safir gözlü, açık kestane renk saçlı, ince, kibirli ve sivri bir burunun yanında, sivri bir dil ile insanları iğnelemekten zevk aldığı her halinden belli olan eğlenceli bir kadındı.
-hey kate, kahve içmek ister misin?
"eğer sade ise çok sevinirim doktor laura." diyerek kate, çocuksu mahcubiyeti üzerinden atıverdi.
aldığı "hayatım, mutfak koridorda sağdan ikinci kapı." cevabı, mahcubiyet yorganından henüz çıkmak için erken olduğunu yüzüne vurdu.
-laura! uğraşma çocukla dedi koordinatör.
-çocuk mu? kırk beş yaşında kadın. küçülsün de cebime girsin diye cevapladı laura.
kate bu sözlerin üzerine, gerçekten doktor laura'nın cebine girebilecek kadar küçülmüştü. önündeki panele ve ekrana kilitlenen bal rengi gözlerinin üzerine düşen perçemlerini toplama gereği hissetmiyordu. yüz ifadesini saklamak için o an iyi bir paravan olduğunu düşünmüştü. uzun ince parmakları sanki her an bir şeyler yapacakmış gibi tuşların üzerinde tetikte bekliyordu. birden kahvenin kokusunu yanı başında hissediverdi.
laura, "hayatım, sade kahve içmediğimi biliyorsun" diyerek kahveyi kate'nin önüne koyuverdi.
kate, "çok teşekkür ederim doktor laura." yüzündeki al mahcubiyet bu sefer çocuksu bir sevince bürünmüştü. kupasının zaten kendisinin olduğunu görünce, laura'nın bu tiyatroyu ta en başta planladığını da anlamıştı. kim ne derse desin, doktor laura iyi bir insandı.
laura, "sabaha kadar gözü ekranda, tüm verileri kontrol edecek kişi olarak, içimizde kahveyi en çok hak eden sensin kate. afiyet olsun."
koridordan gelen topuklu ayakkabı sesleri yaklaşmaya başlamıştı. yaklaştıkça parfüm kokusu da ağırlaşmış ve üçü de "snif snif" bu kokuyu içine çekmişti. mikrobiyolog natali, upuzun canlı düz "melirovanie" saçları, yeşim gözleri, hokka burnu, "claret" ruja hapsedilmiş arzulu dudakları, alımlı gerdanı ve ince dik boynuyla herkesi selamladı.
-selam.
"düğüne mi gidiyoruz natali? ben de niye bu kadar gecikti bu kız diyordum." diyerek ilk karşılamayı laura yaptı.
kate bu sefer kıkırdamasını baskılayacak bir mahcubiyet duymuyordu. "merhaba natali" dedi ve kahvesinden bir yudum daha aldı. içeriyi artık kahve kokusunu bastıran parfümün, çekici ve büyülü kokusu kaplamıştı...
devam edecek...
gece yarısı 01:12
alarm! alarm! alarm!
tüm görevliler görev yerine! acil durum! tüm görevliler görev yerine! acil durum!
-lanet olsun! on beş yıl sonra ilk defa mı? hep gece yarısı mı olmak zorunda!
yirmi dakika sonra
-durum nedir kate?
-kapı birde hareketlilik var efendim. sistem oksijen, karbon, hidrojen ve nitrojen çekmeye devam ediyor. ama neden bu kadar erken geldiniz ki? sabahı bekleseniz daha iyi olurdu.
lanet alarm bir kere uyandırmıştı zaten. koordinatör stefan, önünü boydan boya kaplayan kırılmaz camın arkasından içeri, yukarıdan aşağıya doğru, geniş boşluğu dolduran kapı ikiye bakındı ve onun gölgesinde kalan kapı bire odaklandı. ahtapot yüzlerce upuzun ince metal kollarıyla kapı birin beş metre çapındaki tavanını sarmıştı. koordinatör, soğuk ve sakin duruşunun altında, içten içe on beş yıl sonra yine aynı heyecanla bu mucizeye şahit oluyordu...
koordinatör kalın camdan içeri bakarken yüzünün camdaki yansımasıyla göz göze geldi. sanki babasıyla göz göze gelmişçesine içini derin bir özlem kapladı. ondan devraldığı görev başında şu an o olsaydı, o da içten içe bu kadar heyecanlanır mıydı? "hiç sanmam. neticede bizim ihtiyar da o kapıdan geçmişti. hem binlerce kez bu ana şahitlik de etmişti" diye düşündü.
beraber çalıştıkları dönemde babasını görev başında çok izlemişti. babasının, keskin yüz hatlarının, emir veren safir gözlerinin, soğuk demir ciddiyetinin altında gizlediği duygulara vakıf olabilmek imkansızdı. ama yine de küçük de olsa o kırılgan tedirginliğin kokusunu her defasında almıştı. acaba şu an çaktırmadan onu gözlemleyen kate, onun hakkında nasıl çıkarımlar yapıyordu? bu gece nedensiz yere paylaştığı, babasının miras tedirginliğini kate görebiliyor muydu?
"hey stef, kahve getirdim." cümlesinden önce, kahvenin uyarıcı ve içini ısıtan keskin kokusu içeriyi kaplamıştı. bu sefer de ablası doktor laura'nın camdaki yansımasıyla göz göze gelerek -teşekkür ederim "sivri dil"- diye onu selamladı.
-hey, sana kahve getiriyorum ve sen bana sivri dil mi diyorsun ufaklık? dilini eşek arıları soksun!
kate'nin kıkırdamaları ona atılan çatık kaşlı bir bakış ile yarıda kesildi. bu bakışların sahibi doksan bir yaşında, orta yaşın biraz üzerinde olsa dahi hala dip diri duran, sesi insanların üzerinde tahakküm kuran ve tedirginlik yaratan, babasından miras delici safir gözlü, açık kestane renk saçlı, ince, kibirli ve sivri bir burunun yanında, sivri bir dil ile insanları iğnelemekten zevk aldığı her halinden belli olan eğlenceli bir kadındı.
-hey kate, kahve içmek ister misin?
"eğer sade ise çok sevinirim doktor laura." diyerek kate, çocuksu mahcubiyeti üzerinden atıverdi.
aldığı "hayatım, mutfak koridorda sağdan ikinci kapı." cevabı, mahcubiyet yorganından henüz çıkmak için erken olduğunu yüzüne vurdu.
-laura! uğraşma çocukla dedi koordinatör.
-çocuk mu? kırk beş yaşında kadın. küçülsün de cebime girsin diye cevapladı laura.
kate bu sözlerin üzerine, gerçekten doktor laura'nın cebine girebilecek kadar küçülmüştü. önündeki panele ve ekrana kilitlenen bal rengi gözlerinin üzerine düşen perçemlerini toplama gereği hissetmiyordu. yüz ifadesini saklamak için o an iyi bir paravan olduğunu düşünmüştü. uzun ince parmakları sanki her an bir şeyler yapacakmış gibi tuşların üzerinde tetikte bekliyordu. birden kahvenin kokusunu yanı başında hissediverdi.
laura, "hayatım, sade kahve içmediğimi biliyorsun" diyerek kahveyi kate'nin önüne koyuverdi.
kate, "çok teşekkür ederim doktor laura." yüzündeki al mahcubiyet bu sefer çocuksu bir sevince bürünmüştü. kupasının zaten kendisinin olduğunu görünce, laura'nın bu tiyatroyu ta en başta planladığını da anlamıştı. kim ne derse desin, doktor laura iyi bir insandı.
laura, "sabaha kadar gözü ekranda, tüm verileri kontrol edecek kişi olarak, içimizde kahveyi en çok hak eden sensin kate. afiyet olsun."
koridordan gelen topuklu ayakkabı sesleri yaklaşmaya başlamıştı. yaklaştıkça parfüm kokusu da ağırlaşmış ve üçü de "snif snif" bu kokuyu içine çekmişti. mikrobiyolog natali, upuzun canlı düz "melirovanie" saçları, yeşim gözleri, hokka burnu, "claret" ruja hapsedilmiş arzulu dudakları, alımlı gerdanı ve ince dik boynuyla herkesi selamladı.
-selam.
"düğüne mi gidiyoruz natali? ben de niye bu kadar gecikti bu kız diyordum." diyerek ilk karşılamayı laura yaptı.
kate bu sefer kıkırdamasını baskılayacak bir mahcubiyet duymuyordu. "merhaba natali" dedi ve kahvesinden bir yudum daha aldı. içeriyi artık kahve kokusunu bastıran parfümün, çekici ve büyülü kokusu kaplamıştı...
devam edecek...
devamını gör...
4.
zekasız insan var bir sürü bu neden olmasın?
devamını gör...
5.
araya dalıyorum ama bazı insan zannettiklerimizin yapay zeka olduğunu yahut zihinsel fonksiyonlarını bizim gibi çalıştırmak yerine bir çeşit npc gibi davranmalarını sağlayan neural davranış bioyazılımlarına sahip olmadığını bilmek mümkün değil ve aynı zamanda olası. ger halukarda kadavralardan edindiğimiz yeterli bir bilgi seviyemiz var insanlık olarak ancak belli bir noktaya kadar bilgimiz var. bu da biosoftware dediğimiz bir çeşit zihinsel kodlamaya sahip birçok yapay zeka aramızda dolaşıyor olabilir, onlar da köle sınıfı olarak kullanılıyordur kim bilir? haliyle karşıdaki süper yapay zekanın sizin olası tüm davranışlarınıza tepki vermesi de şaşırtıcı değil.
devamını gör...
6.
(bkz: turing testi)
devamını gör...
"yapay zeka insan" ile benzer başlıklar
yapay zeka
76