atropa bella-donna yazar profili

atropa bella-donna kapak fotoğrafı
atropa bella-donna profil fotoğrafı
rozet
karma: 1220 tanım: 37 başlık: 1 takipçi: 44

son tanımları


beyaz zambaklar ülkesinde

grigory petrov'un 1923 yılında basılan kitabı. konusu finlandiya halkının içinde bulunduğu cehaletten ve geri kalmışlıktan kurtulmak için olağanüstü bir çaba gösteren johan vilhelm snellman ve bir kaç aydının mücadelesini konu alıyor.
kitapta yer alan konular fin halkından bahsetse de aslında her millette örnek olacak niteliktedir. atatürk'ün okullarda okutulmasını istediği kitap olması boşa değildir.
bulunduğumuz şu dönemden yola çıkarak kitap bittikten sonra biraz düşününce aslında 1900'lü yıllardaki fin halkından değil de sanki günümüz türkiye'sinden bahsediyormuş hissine kapılıyorsunuz. fakat devlet, asker, din, eğitim, siyaset, spor gibi konular ayrı ayrı eleştirilmişken ülkemizde yasaklanması olası kitaplar arasına girmesi de mümkün. kitabın ilk sayfalarında ''yeni kuşlar, yeni şarkılar söyler, değişip yenilenen nesiller yeni kavramlar, yeni istekler ve yeni ihtiyaçlarla gelmektedir. bu yeni nesillere, aslında çoktan eskimiş yönetim şekilleri zorla dayatılamaz. onun yerine, yeni nesillerin hayatının, devlet yönetiminin daha anlaşılır, daha adil ve daha sağlam olduğu bir temel üzerine inşa edilmesi gerekir.'' sözleri üzerine yönetim anlayışından, kültürel yapıya kadar, bir ülkenin temellerini oluşturan yapının yeniliklere açık olması ve içinde barındırdığı insanların isteklerine yenilenerek karşılık vermesi gerektiği anlamını çıkarabiliyorsunuz. osmanlı devletinin gerileme döneminden günümüze kadar gelen süreçleri göz önünde bulundurursak yeniliklere açık olmadan, gelişimin süreklilik arz etmemesi , kendi küçük işlerimiz ve kaygılarımız arasında debelenip dururken, temelleri nasıl sağlamlaştırabileceğimizi düşünmeden hareket etmek, devlet yapısının duvarlarında büyük çatlaklara sebep oluyor.
petrov; fin halkının bataklıklarla çevrili bir ülke olmasına, eğitim seviyesinin düşük, tarım ve madencilikle uğraşmaları için elverişli bir koşul olmamasına rağmen ülkenin gelebileceği en iyi seviyeye ulaşması için ne yapılması gerektiğini didaktik ama eleştirel bir dil ile yansıtmış kitabına.
ülkenin gelişip, ayakta sağlam bir şekilde durabilmesi için eğitim seviyesinin yükseltilmesi dikkat çekiyor kitapta. papazından doktoruna, öğretmeninden askerine kadar herkes bu konu için büyük ve istikrarlı emekler sarf etmiş. tabii verdiği emeklerin karşılığını aldığını da görüyoruz. ''ülke insanının çoğunluğunun eğitimden yoksun bırakılmış olması bir cinayettir. devletin kendi kendini yok edişi, intihar etmesi demektir.” sözleri ile fin halkının eğitim konusundaki hassasiyeti de örnek alınması gereken bir konudur.
günümüzde sürekli değişen, belirli bir kitaba bağlı kalarak ezbere verilen eğitimler, okulların sadece karnımızı doyurmak için bir amaç gütmesi, insanların kendini geliştirmekten yoksun ve ülkesine fayda sağlamak gibi bir çabasının olmaması, bu uyuşukluk, mutsuzluk, öz güven eksikliği, bencillik kitapta eleştirilen tüm kötü özelliklerin üzerimizde bulunması ve bunları düzeltmek için hiç bir çaba sarf etmememiz normal mi? peki bu yaşamı normalleştirip hiç bir eleştiriye açık olmayan yönetim şekli? insanların hem fiziksel hem manevi olarak günden güne çürüyerek, kokarak yaşaması mı normal ? yoksa bu kokuya duyarsızlaşıp olağan bir şeymiş gibi yaşaması mı? daha kötü günlerin varlığını düşünüp haline şükreden kesimden, bir kurtarıcı bekleyip güzel günlerin geleceğini umut eden kesimden, cahillikten, umutsuzluktan çıkıp kendi öğretmenimiz olmayı, kendi dünyamızı kurmamızı ve kendi kendimizin kahramanı olmayı anlatan bir baş yapıt olduğunu söylemek mümkün.
devamını gör...

gece yarısı kütüphanesi

2020 yılında özgün ismi the midnighy library olan kitabın yazarı matt haig’dir.
pişmanlıklarını telafi etme şansın olsaydı, bazı konularda farklı davranır mıydın?
her şeyini kaybettiğini düşün aileni, kedini ve hatta yıllardır çalıştığın işini... bazen umudumuzu kaybettiğimizde; ''farklı tercihler yapsam hayatım istediğim gibi olur muydu?'' diye sorduğumuz oluyordur mutlaka. elbette önümüzde sonsuz olasılıklar var. ama neden zamanın ilerisinde ya da gerisinde yaşayıp bir türlü ana odaklanamıyoruz? hayatın bize sunduğu yaşamlar kendi tercihlerimiz evet ama onları değiştirebilecek güç ve olasılıkları da biz yaratıyoruz. kitapta yazarın dediği gibi '

'bazı yolların daha kolay olacağını düşünmek işimize geliyor bence. ama belki de daha kolay yol yoktur.(...) her gün, her an yeni bir evrene giriyoruz. boş yere hayatımızın farklı olmasını diliyor, kendimizi başkalarıyla ve kendimizin farklı versiyonlarıyla karşılaştırıp duruyoruz ama gerçekte çoğu hayat bir yere kadar iyi ve bir yere kadar kötü.''

pişmanlıklara, ihtimallere ve umutsuzluğa dair temel sorunları ele alan bu eser, insanın kendisiyle yaşadığı iç savaşını yansıtıp yine kendisiyle yüzleşmesini sağlayacak güzel bir ders veriyor. bir çok şeyi değiştirebiliriz ama yaşam ağacımızda bulunan bir çok daldan hangisini seçersek seçelim yine o çürümüş ağacız.
devamını gör...

maksim gorki

fırtınanın habercisi isimli kitabıyla tanıştığım yazar. ekim devrimi öncesi rus halkının yaşamını konu edinen bu kitap, yazarın kültürel, ekonomik ve geleneksel bakış açılarını gerçekçi bir dille yansıttığı kısa öyküler içerdiği gibi siyasal görüşlerini de görmemize olanak sağlıyor. yazar siyasal faaliyetlerde aktif rol oynamasına rağmen, edebi kişiliğinde de oldukça iyi çalışmalara imza atmış. ama ne yazık ki bu siyasal kimliği, genrih grigoryeviç yagoda’nın sovyetler birliği ajanı tarafından öldürülmesine sebep olmuştur.
devamını gör...

doktor moreau'nun adası

h.g wells'in 1896 yılında basılan bilimkurgu klasiğidir. thomas henry huxley (biyolog, darwin yasasının önemli savunucularından) tarafından aldığı eğitim ile darwin'in evrim teorisinin esintilerini bu romanında görmek mümkün. ayrıca yazdığı bu roman ile bilimkurgu türünün ilk örneklerinden olduğunu ve konu itibari ile bir çok esere esin kaynağı olduğu yadsınamaz bir gerçek.

yazarın sürükleyici ve anlaşılır dili kitabın ilk sayfalarından prendick isimli ana karakterin denizde yaşanan kaza sonucu içinde hayvan taşıyan bir geminin bilinmeze doğru yol alması gibi, okuyucuyu da kitabın akıcılığı ile kendi içine çekiyor. bir solukta okuyup bitirilecek bir kitap olduğu gibi kitap bittikten sonra uzun uzun düşünmenizi sağlayacak bir çok imgeler mevcut.

prendick geldiği adada doktor moreau ile tanışır. moreau hayvanlar üzerinde yaptığı dirikesim deneylerle meşhur bir bilim adamıdır. prendick bu durumdan ne kadar rahatsız olsa da bir süre sonra alışır ve oradaki hayvan-insan karışımı denekleri normal görmeye başlar ama deneylere karşı tutumu asla değişmez. bu sırada doktor moreau bir puma üzerinde deneylerine devam eder. aralarında fazla bir iletişim olmamakla birlikte doktor işine çılgınca bağlıdır. istediği gibi bir insan elde edemediği için sürekli hayvanlar üzerinde çalışmalar yapar. diğer yaptığı denekleri ise doğal ortamına salıvermiştir. o hayvanlardan istediği başarıyı elde edemediği gibi kendi utancı olarak görür ve onlarla herhangi bir bağ kurmaz. tek bağ kuran yardımcısı montgomery olduğu gibi ikisinin de ölüm sebebi yine üzerinde çalışmalar yaptığı denekler olacaktır. uzun süre adada yaşayan prendick adadaki son iki insanında ölümünden sonra adadan kaçış yolu arar ve tesadüf eseri bir sandala, oradan onu anakaraya ulaştıracak bir gemiye rastlar ve amacına ulaşır. fakat bulunduğu yerde de adada olduğu gibi bir türlü uyum sağlayamaz.

kitap canlı hayvanlar üzerinde yapılan deneylerin arttığı dönemde yazılmış olmasına istinaden wells bu kitap ile bu deneyleri eleştirmiştir. kurgu bakımından ürkütücü bir yapıya sahip olan bu roman temelinde hayvanları insanlaştırmaya çalışan doktorun macerası olarak görünse de bu deneylerle birlikte insanın hayvanlaştığını gözlemlemek mümkün.
prendick'in yaşadıkları içinde tiksintiye yol açan korku, merak ve paronayak tavırlar adanın ona verdiği en histerik duygular olsa da bu yaşadığı tramvayı normal hayatına döndüğünde de sürdürürek, tüm canlılardan nefret etmesine ve yalnızlığın güvenli limanına sığınmaya itecektir.
yaşanan olaylar bakımından ele alındığında doktor moreau hayvanlara duyguyu ve insani özellikleri aşılamaya çalışmasındaki sebebi insanlara karşı duyduğu güvensizlik ve ümitsizlik olduğunu düşünmek mümkün. onu eleştiren insanlardan kaçıp adaya yerleşmesiyle ve hayalini gerçekleştirmek için bu adayı seçmesiyle gözlemleyebiliyoruz. yazar bu kısımda aslında insanların durumunu betimleyerek, duygudan yoksun, sürekli bir çatışma ve kargaşa içerisinde hayat sürerken asıl benliklerinden uzak bir yaşam sürerek insani özelliklerinin yozlaşmasını eleştiriyor.
hayvanlardan insan yapma deneyinde doktor moreau ne kadar amacına ulaşamasa da, bu kitapta insandan hayvana dönüştürülmüş insanlar ile karşılaşacaksınız.
devamını gör...

yalnızlığın tek cümlelik özeti

kuş olsun, insan olsun yalnızlık sevmeyi bilmeyenlerin icadı.
devamını gör...

insancıklar

fyodor dostoyevski'nin 23 yaşında yazdığı, yayımlanan ilk romanı. bu romanı okuyan ünlü edebiyatçılar tarafından büyük övgü almıştır.
kitapta övgüyü hakedecek ne var diye soracak olursanız, o yaştaki bir insanın dilinden çıkabilecek roman olmadığına inanmalarından kaynaklanır. çünkü dostoyevski bu romanında dönemin gerçeklerini hem şiirsel denebilecek bir dilde hem de güçlü tahlil yeteneğini akıcılıkla romanına aktararak okuyanların beğenisini kazanmıştır. yazarın hayatına kısaca göz gezdirdiğimizde yaşadığı zorluklar ve etrafındaki olayları farklı bir duygu ve bakış açısıyla gözlemleyerek genç yaşında bu romanı çıkardığını düşünmek mümkün. o dönemde yaşanan hastalık, yoksulluk, zenginlerin statü gözetmesi ve saygınlık gibi konuların maddi yönlerini yani kısaca hayatın tüm gerçeklerini insanların yüzüne vuran bir kitap.

dostovski'nin bu kitabında iki kişinin mektuplaşmaları görünür. bu kitap, kendinden yaşça küçük olan ve en az onun kadar fakir ,zor bir hayat yaşamış olan varvara isimli kadın karakterle mektuplaşmalarını içerir. varvara ile aralarında para alışverişi, bir birlerine aşk sözcükleri ile hitap edecek kadar yakın bir ilişkileri varken ve aralarındaki samimiyetten ötürü etrafta dedikodu çıkmasına rağmen ''abi-kardeşiz'' imajı çizilmiş. maddi olarak yetersizlik, toplum baskısı, hastalık ve ölüm gibi sebeplerden ötürü iki tarafında birbirine hatta kendilerine itiraf edemedikleri bir aşk göze çarpıyor. ilk etapta makar isimli erkek karakterimizin mektuplarında hislerini varvara'ya açmak istediğini fakat varvara'nın hisleriyle yüzleşmekten ve onu kaybetmekten korktuğu için hiç bir zaman gerçek hislerini itiraf edemiyor. varvara ilk zamanlar kısa ve umut verici mektuplar yazmamaya özen gösterirken , makar'ı iyi bir dost olarak görüp onun haline belki acıdığından, belki de korunma iç güdüsü benimsediğinden, belki de gerçekten aşık olduğundan dolayı makar'ı kaybetmek istemiyor ve onun yanında olmak istiyor hatta makar'ın zor zamanlarında ona para yardımında da bulunuyor. ama hastalandığı ve artık çok bitkin düştüğü bir zamanda da kendisine büyük bir miras bırakacağını vadeden bir zenginle çaresiz kalıp evleniyor, böylelikle makar'a ve mektuplara veda ediyor. son mektuplarında hem makar hem varvara bu durumda büyük üzüntü yaşıyor. hatta varvara'nın pişman olup kendini geri dönüşü olmayan bir yola soktuğunu düşünmesi ile mektubunu sonlandırıyor.

yazar bu kitabında insanların yaşadığı çaresizlikleri, yoksulluğu, sınıf ayrımını, zenginlerin ve fakirlerin ne kadar uç noktalarda yaşayıp mutlu oldukları şeylerin bile ne kadar farklı olduğu gerçeğini yüzümüze tokat gibi indirmiş. üzerinde yırtık pırtık bir elbise gördüğümüz insanlara bakış açımız, onları kıyafetleriyle, sessizlikleriyle, sosyal zevkleriyle acımasızca yargıladığımız gerçeğini bu romanında yansıtmış. bir dilenciye bile bakış açısını değiştirecek, insanlara saygı duymanın, hoşgörülü yaklaşmanın ve en önemlisi sosyal statü gözetmeksizin bir insanı dinleyip, bir tebessüm etmenin önemini anlamamızı sağlayan bir roman. günümüz şartlarında şehrin kalabalık ve kargaşasında kendi hayatımıza yoğunlaşmış ve kendi hayatımızın koşuşturmasında yaşarken, bazı ahlaki sorumluluk gözetmemizin ne kadar önemli olduğunu söylemeden geçemeyeceğim.
insanın her türlü umutsuzluğunun, mutsuzluğunun ve sevinçlerinin yer aldığı bu kitapta ne kadar mükemmel bir hayat yaşarsak yaşayalım kendinizi bulacağınız bir kısım mutlaka göreceksiniz. kendimi bulduğum bir satır bırakıyorum. okuyan herkesin kendisini bulması dileğiyle.

“nasıl olur! bundan böyle insanın sakin sakin yaşaması, kendi köşesinde durması imkânsız -sakin olmasına imkân yok- suya sabuna dokunmadan, hiç kaygılanmadan deyiminde olduğu gibi, tanrı korkusu taşıyıp kendini bilerek, kimse rahatsız etmeden, kulübene girmesinler ve etrafı yoklamasınlar diye umut ederek yaşamaya imkân yok; yani kendi evinde olduğun gibi yaşayamayacaksın, hep bilecekler, söz gelimi üzerindeki yelek iyi mi, üzerine oturuyor mu, iç çamaşırın var mı; çizmelerin var mı, tabanları neyle kaplı; ne yersin, ne içersin, ne yazıp duruyorsun? peki ama bu ne demek canım; istersem kaldırımın ıslak olduğu yerden belki bir kere de çıplak ayakla çizmelerimi elime alıp geçiyorumdur! ”
devamını gör...

at kafası radyo yayını

terapi olarak ağlıyorum kendini o an güçsüz, mutsuz hissettiriyor ama sonrasında hafifliyorsun tüm yük üstünden gitmiş hissediyorsun. genelde ağlarken aynaya bakma gibi bir fantezim var. ilk anlarda bakarken halim dramatik geliyor ama biraz içim soğuyunca komik geliyor ve kendi kendime gülmeye başlıyorum :) bazen bir şeylerle uğraşmak da iyi geliyor, her yerin ağrıyana kadar çalışınca mis gibi uyuyorsun erkenden, bir de 12-15 saat uyuduysan sabaha mis gibi yeniden doğuyorsun :)
devamını gör...

vadideki zambak

honere de balzac romanı olan vadideki zambak felix isimli ana karakterin nathalie'ye yazdığı bir mektupla başlar. felix yaşamının ilk çağlarından başlayarak mektubunda hayatını nathalie'ye açmış. kitabı kısaca özetlemek gerekirse; bir baloda gördüğü kadını omzundan öpüyor ve kadının güzelliğine aşık oluyor. daha sonra kadını bulup evlerine misafir oluyor. kadın evli, çocuklu ve bulunduğu yerin bilinen, dinine bağlı insanlarından. kadın romanın başlarında felix'i çocuk olarak görüp baloda yaptığı hiç yaşanmamış gibi davranarak onu affeder ve zaman geçtikçe sohbetleri artar, felix'in kendi yaşantısını henriette'ye açmasıyla onu daha iyi tanır ve ortak yanlarını, felix'in yeteneklerini görür. felix henriette'yi tanıdıkça ailesinden, annesinden göremediği sevgiyi, ilgiyi henriette'de görünce ona duygusal olarak daha çok bağlanır. fakat henriette ondan yaşça büyük olduğunu düşünür, çocuklarına ve dinine bağlı olduğu için hiç bir zaman felix'le bedenen birlikte olamazlar. ama manevi olarak felix'i ölene kadar yalnız bırakmamıştır. felix'in iyi yerlere gelmesi için tüm imkanlarını ve bilgilerini kullanmıştır. fakat felix bulunduğu konumdan daha iyi bir yere gelince başka biriyle birlikte olur, henriette'den de vazgeçemez. ne yapacağına karar veremezken henriette, felix'in hayatındaki kadını öğrenir ve büyük hayal kırıklılığı yaşayıp hastalanır, tam öleceği zaman felix henriette'yi sevdiğini ve şu an hayatında bulunan kadını sevmediğini düşünür, onu bırakıp henriette'nin yanına gider ama iş işten çoktan geçmiş olur. son defa henriette ile vedalaşır ve mektubunu alır. mektubunda kavuşamadıklarını ancak ikna edebilirse kızıyla evlenmesini istediğini yazar. kızı annesinin ölümünden felix'i suçlar ve bir daha yaşadığı eve gelmemesini söyler. felix bu dışlanmanın ardından bıraktığı sevgilisine döner ama o da felix hiç hayatına girmemiş gibi davranınca bir hayal kırıklılığı daha yaşar. kadınlardan uzak durup işine sarılacağını belirtmesiyle mektubunu sonlandırır.
bu yaşananlar felix açısından dramatik görünmesine rağmen nathalie'nin felix'e bu mektubunun ardından yazdığı cevap felix için daha içler acısı olmuştur. olaylara farklı bir bakış açısı sunan nathalie; ''sizi sevmenin zahmetli şanından vazgeçiyorum; bu sevgi için bir çok nitelik taşımak, katolik ya da anglikan olmak gerekecek ve hayaletlerle uğraşmaya niyetim yok.'' sözü ile felix'i değer bilmezlikle ve geçmişte yaşayamadığı şeylerin acısını çeken ama yaşattıklarının vicdan azabını çekmeyen bencil biri olduğunu söyler. kitap nathalie'nin son sözleriyle sonlanır, ''bütün kadınlar yüreğinizin çoraklığını fark edecektir ve bu yüzden daima bedbaht olacaksınız. içlerinden çok azı tıpkı sadık dostunuzun şu an yaptığı gibi, size söylediklerimi söyleyecek kadar içten, sizden, dostluğunu sunarak hiç kin duymadan ayrılacak kadar temiz yürekli olacaktır.''
bazı şeyleri yaşamanın verdiği acı ve suçluluk duygusundan ziyade başka birinden, farklı bir bakış açısından aldığımız olumsuz durumlar canımızı daha çok yakabiliyor. kitabı okurken felix'in yarım kalmışlıklarına üzülürken, nathalie'nin mektubu ile eksikliklerini başka bir kadın ile tamamlamaya çalışan felix'e kızıyor insan ister istemez. anlattığı şeyler ne kadar samimi ve içten olursa olsun yaşadığı her hikayede başka birinin hayaletini görmeyi kimse istemez ve herkes cesaret edemez.
devamını gör...

otomatik portakal (kitap)

anthony burgess yanlış teşhis konulmasından ötürü öleceğini zannedip eşinin geçimini sağlamak için 12 ayda yazdığı romanlardan biri. 1 yıl geçtikten sonra ölmeyeceğini öğrendiğinde bu unutulmaz modern klasiği yaratan, tanınan bir yazar olmuştur.
otomatik portakal kitabı 1971 yılında sinemaya uyarlanmasıyla kült film niteliği de taşımaktadır. kitabın ana temasını ele alacak olursak bir distopik roman olduğunu söylemek mümkün. bununla birlikte, yazarın iyi bir eleştirmen olduğunu, dönemin eğitim , yönetim, müzik, aile yapısı, toplum gibi bir çok konuda iyi bir gözlemci olduğu yadsınamaz bir gerçek. bir başka gerçek ise yazdıklarını karakterinden konusuna kadar içsel çatışmasını, psikolojik durumunu dile getirebildiği araç olarak görmesi.
ana karakter olan alex suç işlemeye ve para kazanmak için hırsızlık, gasp gibi yollara başvuran bir çeteye üyedir. her toplulukta olduğu gibi bir liderlik çatışması yaşarlarken kendini hapiste bulur. kitabın geri kalan kısmı hapiste ve alex'in düşüncelerinde devam eder. suçu önlemek için yeni bir yöntem deneyen devlet alex'i kobay seçer ve işkence gibi bir yönteme başvurarak onu suç işlemeyen, kendi doğru ve yanlışlarını seçemeyen, başkalarının doğrularını yaşamaya mecbur bir makineye dönüştürürler. daha sonra yaşadığı intiharla birlikte bu süreçten kurtulur. ve alex bunları yaşarken daha 18'inde bile değildir.
kitapta yaşanan olaylar yaşadığımız toplumda kültürün ve geleneklerin bize getirdiklerini bire bir kabul eden ve o sınırı aşmamızın başımıza büyük dertler açacağını empoze etmeye çalışan bir yönetimden bahsediyor. cesaretsiz, boyun eğen ve itaatkar bir robot olmamızı isteyen günümüz yönetim biçiminden farksız. kendi içsel çatışmamızı yaparken bile özgürce davranamayan, doğruyu yanlışı seçerken sorgulamayan nesiller yetiştiren aile yapımızda cabası. hepimizin içinde öfkelerimiz ve suça meyilli bir yanımız dururken bunu farklı şekillerde gösterip, herkese efendi gibi görünen iki yüzlü bireyler olmamız da eleştiriliyor. hatta insanların kendileriyle yüzleşip, kendi karakterlerini normlara göre yansıtmasını çok güzel bir satırla anlatmış yazar.

neden iyiliğin kökenini inceleyemezler, araştırmazlar? herkesin derdi kötülük ya da iblisin kökeni. yani adamlar kötülüğü benimsemişler. iyiler de iyiliği... ben kötüyü yeğleyenler arasındayım. yekte hiç bir zaman kötülüğe izin vermez ne yazık ki... insan kişiliği koca tanrı'nın en büyük eseridir. o bununla övünür. kişiliksiz yaratıklar kişilik sahiplerini ezmeye uğraşırlar bu dünyada kardeşim. çağdaş tarihimize bir göz atın. bu makinelere karşı çıkıp onları bozmaya uğraşanlar hep kişilik sahibi, yüce yaratıklardır. bunları anlatırken son derece ciddiyim kardeşlerim. ben yaptıklarımdan zevk, mutluluk duyduğum için kötüyüm o kadar.

insanların kendi iyi-kötü, doğru-yanlışlarını seçebilme iradesine sahip olmalarını, bunları kaybettikleri zaman insan olmaktan ziyade robota dönüşebileceklerini, diğer canlılardan bizi ayıran özelliğin aklımız ve vicdanımız olduğunu, özgür iradelerini kaybettiklerinde önce kendilerine daha sonra topluma zarar verecek bir yapıda canlılar olduğumuzu, hırsları, tutkuları, ihaneti, sahtekarlığı biraz argo kelimelerle ve yüzleşmeye korktuğumuz gerçeklerle, akıcı ve samimi bir üslupla anlattığı herkesin bir solukta okuyacağı eser.



sınırlamak her zaman güçtür. dünya bir bütündür, hayat bir bütündür. en hoş ve harika eylemler biraz şiddet içerir. örneğin sevişme eylemi, örneğin, müzik.”

devamını gör...

öz güvensiz çocuklar yetiştirmek

ömrünün sonuna kadar hiç bir şey yapamayacağını, asla bir işe yaramadığını düşündüğün ve bu hayata neden geldiğini sürekli sorgulatan durum.
devamını gör...

yazarların kendilerini tanımlama şekli

tam olarak edip canaever’in anlattığı gibiyim…


daha güzel şeylere değil güzel şeylere
bile hakkım yok sanki. hangi dala
tutunsam en baştan kırık, hangi kalbe
sığınsam zalim, kime el uzattıysam
kayıp… hırpalanmış gibiyim bir yaşam
macerasında. umudu yarım kalan,
hevesleri kursağında sallanan, kendi
enkazında kendine ses veren bir
yıkıntı gibiyim.

...
yokum olduğumu
zannettiğim en şiddetli zamanlarda
bile. memleketim gibiyim. düşlerime
silah çekilmiş. umutlarım yok pahaya
satılmış. inançlarım hakir görülmüş
yollarım kar buz içinde. ne yana
baktıysam zifiri siyah. dört tarafı
yalanlarla çevrili insan kalanı…
"unutulmuş gibiyim ben
ve insan
bir bakıma unutulmuş gibidir
bilmem ki nasıl anlatmalı
yalnız bile değilim..."
devamını gör...

cesur yeni dünya (kitap)

aldous huxley’in 1932 yılında kendi yorumuyla oluşturduğu totalitarizmden bahseden, gelecekteki dünyaya ait bir kehanet mi yoksa hiciv mi yazdığından kendisinin de hiç bir zaman emin olmadığı ama döneminin gidişatıyla ilgili öngörülerini bu distopyayla anlatmaya çalıştığı eseridir. yeni dünyanın temelleri atılmaya başlandığında değişimleri farkederek ve bu gelişmeleri sentezleyerek herkesin amerikalaşacağını ve amerika’nın bütün gelişimlerinin dünyanın gelişmesi olduğunu savunmuştur. günümüz dünyasıyla karşılaştırdığımızda bir çok konu bu atıfını desteklemiştir.
yazdığı bu kitabında da makineleşmekten bunun insanlara sağladığı olumlu ve olumsuz yönlerini farklı bir bakış açısıyla ortaya koyuyor. kitabı okurken bir şeylerin değişeceğini düşündüren olay örgüleri var. fakat bizim şu an bu akışı değiştiremediğimiz ve makineleşme sürecine ayak uydurup çağın getirilerini istemsiz de olsa kabullenmemiz gibi kitapta da dünyayı değiştirecek bir kahramanımız olmuyor. herkesin aynılaştığı dünyada, farklı inanışları ve görüşleri olan insanlarla karşılaşıyoruz fakat bunlardan hiç biri bu gelişen süreci durduracak bir değişiklik yapamıyor. aslında düşünürsek şu an bulunduğumuz konforu ve elimizdeki imkanların daha da kötüleşeceğini düşünüp nasıl kabulleniyorsak bu distopyada da aynısını görebilmemiz mümkün.
yazar dönemin değişenlerini farkedip bu eseri çıkarttığı zamanla karşılaştırırsak, daha hızlı gelişen dünyayı göremememiz kitabı okuduktan sonra aslında bir yandan traji-komik gelmekte. ön gördüğü dünya tıpatıp aynı olmasa da yozlaşacağımız ve aynılaşacağımız kısmında haklı çıktığını söylemek mümkün. çünkü bunu fark edemeyecek ve elimizdekilere sahip çıkamayacak kadar makineleştik.
kitapta vahşi ile mustafa mond ile aralarında geçen diyalog bunların sebebini açıklar nitelikte.”

-kızgın bir sesle konuşan vahşi, ” eğer tanrı’ yı biliyorsanız niye onlara anlatmıyorsunuz?” diye sordu. “tanrı hakkındaki bu kitapları niye vermiyorsunuz insanlara?” “onlara othello’ yu neden vermiyorsak, bunları da aynı nedenle vermiyoruz; eskiler de ondan, yüzlerce yıl öncesinin tanrısını anlatıyorlar. şimdinin tanrısını değil.” “ama tanrı değişmez ki.” “insanlar değişir ama.”

ve tüm geçmişimiz aptallar için…
devamını gör...

normal sözlük yazarlarının ruh halleri

işe gideceğim için uyumam lazım, uyurken boşa geçen zamanıma üzülüp uyumamaktan yanayım. ama eninde sonunda uyuyacağım için sabaha uykusuz kalkmak var. bu döngü içinde boğulmaklı bir haldeyim. üstelik her gece…
devamını gör...

yazarların asla yapmam dediği bir şey

asla yapmam demek.
ne zaman bu sözü kullanıp bir şey söylesem hepsini yaptım. pişman mıyım? değilim, yine olsa yine yaparım.
devamını gör...

sürekli mutsuz olan insan

sürekli enerjinizi dibe vurur. güne neşeli, pozitif ve enerji dolu başlarsınız ama sonu hüsran biter. özellikle sürekli ve uzun soluklu görmek zorunda kaldığın insanlarla hayatını çekilmez kılabiliyor. çalıştığım biri böyleydi. enerjik ve motive olmuş bir şekilde çalışırken; sonunda bizde ölüp gideceğiz mezarımıza bir çiçek bırakanımız bile olmayacak gibi sürekli ölümden bahsetmesiyle iç bayan cinsten biriydi kendi gibi yürüyen cenazeye dönüştürmüştü beni. çok şükür birim değiştirdi de eski halime döndüm.
devamını gör...

geceye bir şarkı bırak

devamını gör...

kendi işini kendi halleden insan

kimseye muhtaç olmadan yaşamayı bilen insandır. olur da yardım etmek isteyen olursa karşılığını fazlasıyla ödemek için her şeyi yapar. kimsenin üzerinde minnet duygusunun kalmasını istemez. kötü yanı ise, iş konusunda da yardım isteyemez ve boyunu aşsa da kendi başına yapmaya çalışır.
devamını gör...

bisiklet kazası geçirmek

başlığı görünce bile çok güldüm. konuştuğum biri vardı kuzenimle bisiklete binerken karşılaştık ben hiç hız kesmeden sürerken ona bakarak selaaam demiştim kuzenim de duracağım konuşacağım sanıp durunca bisikletlerle birbirimize girmiştik :) o günden sonra ikimizde birbirimize yazmadık :)
devamını gör...

yazarların şu an dinledikleri şarkı

edis- martılar güne enerjik başlayalım :)
devamını gör...

güne bir kedi bırak

kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel
devamını gör...
devamı...

normal sözlük'ü kullanarak 3. parti dahil tarayıcı çerezlerinin kullanımına izin vermektesiniz. Daha detaylı bilgi için çerez ve gizlilik politikamıza bakabilirsiniz.

online yazar listesini görmek için lütfen giriş yapın.
zaman tüneli köftehor rehberi portakal normal radyo kütüphane kulüpler renk modu online yazarlar puan tablosu yönetim kadrosu istatistikler iletişim