inal - en çok favorilenen tanımları (1. sayfa)
1.
yazarların itiraf köşesi
evet intiharı düşündüm...
öyle ergenliğinden beri intihar eğilimli biri falan da değilim üstelik. yavaş yavaş ilerledi bu durum. başka çarem kalmamıştı..
o dönem yaşadığım dağ evinde bulunan tüfeği bir kaç kez dayadım çeneme.. evet parmağım tetikteydi son ana kadar. kendimle mücadelem bittiğinde uzun uzun titredim.. ölümü hissetmek garip.
tezatlarla dolu hayat.
güçlü olduğum için yalnız bırakıldım. o yapar nasıl olsa denildi hep. sonra bir gün yapamadım. arkamı döndüğümde kimse yoktu. birileri elini uzatmak istediğinde ise artık çok geçti... artık yalnızlık kronik bir durumdu benim için. istesem de adapte olamazdım cevremde birilerinin olmasına.
yatak odası olan evimin salonunda kanepede uyumamın sebebi bu sanırım.
çünkü hicbir yere ait değilim. misafirim her yerde.
sığamıyorum.. boğuluyorum. yalnız kalmak istemiyorum artık. ama kimseye de tahammül edemiyorum.
evet bir yanım o tetiği çekti sanırım..
diğer yanımsa geç kalmış olsan da tutun diyor.
aynı anda 3 4 kursa gidip eşşek gibi çalışıyor bir yanım. diğer yanımsa ne önemi var ki diyor.
insanın kendinden korkması ne acı...
evet.. ne yaparım bilmiyorum.
birşeyleri toparlayabileceğime dair inancımı kaybettim sanırım...
öyle ergenliğinden beri intihar eğilimli biri falan da değilim üstelik. yavaş yavaş ilerledi bu durum. başka çarem kalmamıştı..
o dönem yaşadığım dağ evinde bulunan tüfeği bir kaç kez dayadım çeneme.. evet parmağım tetikteydi son ana kadar. kendimle mücadelem bittiğinde uzun uzun titredim.. ölümü hissetmek garip.
tezatlarla dolu hayat.
güçlü olduğum için yalnız bırakıldım. o yapar nasıl olsa denildi hep. sonra bir gün yapamadım. arkamı döndüğümde kimse yoktu. birileri elini uzatmak istediğinde ise artık çok geçti... artık yalnızlık kronik bir durumdu benim için. istesem de adapte olamazdım cevremde birilerinin olmasına.
yatak odası olan evimin salonunda kanepede uyumamın sebebi bu sanırım.
çünkü hicbir yere ait değilim. misafirim her yerde.
sığamıyorum.. boğuluyorum. yalnız kalmak istemiyorum artık. ama kimseye de tahammül edemiyorum.
evet bir yanım o tetiği çekti sanırım..
diğer yanımsa geç kalmış olsan da tutun diyor.
aynı anda 3 4 kursa gidip eşşek gibi çalışıyor bir yanım. diğer yanımsa ne önemi var ki diyor.
insanın kendinden korkması ne acı...
evet.. ne yaparım bilmiyorum.
birşeyleri toparlayabileceğime dair inancımı kaybettim sanırım...
devamını gör...
2.
islam’ın dili arapça mıdır sorunsalı
emevi ve abbasilerin, devlet politikası haline getirdiği arap milliyetçiliği, kuranın hükümlerini, dinin temel prensiplerini ve hatta kuranda anlatılan tanrı profilini dahi arap milliyetçiliği üzerinden yorumlayan bir fıkıh anlayışı ortaya çıkarmıştır.
bu anlayış;
"allah'ın dili arapçadır."
"islamın dili arapçadır."
"cennette arapça konuşulacak." gibi dayanağı olmayan iddiaları
"kurulacak çok uluslu bir islam medeniyetinin dili de arapça olmalıdır." sonucuna bağlayarak bu arapça dayatmasını meşrulaştırmaya çalışmaktadır. bu iddialara islamın en öncül kaynağı olan kur'an-ı kerim üzerinden cevap vermek gerekir.
birinci iddia hz. muhammet'in arapça konuşuyor olması. ku'ran-ı kerim bize bir çok yerde peygamberin bir millete değil alemlere gönderildiğini ifade eder.
"seni alemlere şefkat(rahmet) olarak gönderdik."(enbiya 107)
yüce yaratan'ın insanlarla iletişim kurmasına vesile olacak olan elçinin onu dinleyecek toplulukla farklı bir dili konuşması düşünülemezdi. insanlar kendilerinin muhatap oldukları emir ve yasakları, uyarıları anlamadan bu noktada bir hesaplaşmaya tabi tutulamazdı.
-ki bugünün müslümanlarının kendilerini bir çok emir ve yasaklara muhatap olarak görmemeleri de bu şekilde açıklanabilir-
yani peygamberin arapça konuşması arapçanın kutsallığına değil yaratıcının insanlarla anladıkları dilde iletişim kurduğu sonucuna bağlanmalıdır.
"onlar ki, dünya hayatını severek ahirete tercih ederler, insanları allah yolundan çevirirler ve o ona bir eğrilik bulmak isterler. işte onlar haktan uzak bir sapıklık içindedirler.
"halbuki her peygamberi ancak kendi kavminin lisanıyla gönderdik ki allah'ın emirlerini onlara açıklasın!" (ibrahim 4)
işte bu sebeple bütün peygamberler arapça konuşmuyordu.
hz. musa ibranice, hz.isa aramice konuşuyordu.diğer peygamberler de kendi kavimlerinin lisanlarıyla konuşuyorlardı. bunu televizyonlarda insanlara islamın hikayelerini(!) anlatarak para kazanan ve hz. adem'i anlatırken onu bile arapça konuşturanlara da hatırlatmak gerekir. galiba bu ayet peygamberlerin lisanlarının sebebini ve kuran'ın anlaşılmasını istemeyenlerin gerekçelerini açıkça dile getiriyor.
ikinci bir iddia türkçe'nin arapçadaki kelimeleri karşılamadığı yönünde.
bu iddia çok geniş bir konu yelpazesinde kendine yer bulmaktadır. ibadetlerden, kuranın okunmasına kadar hemen her konuda bu iddia dile getirilmektedir. işin en üzücü tarafı ise bu iddia bir çok kişi tarafından
"arapça en zengin en güzel dildir. allah bu yüzden arapçayı tercih etmiştir" gibi bir sonuca bağlanmaktadır.
deniyor ki arapça'da bir kelime bazen onlarca anlama gelebildiği için çok zenginmiş. halbuki bu bir dilin zenginliğini değil fakirliğini gösterir. bir millet bir alandaki 10 nesneyi tek bir kelime ile ifade ediyorsa bu o milletin o alanda yeterince bilgi sahibi olmadığını gösterir. ki bu o milletin sosyal yapısıyla da ilgilidir. örneğin hayvancılıkla uğraşan bir milletin sadece at renklerini ifade eden 300'den fazla kelimesi mevcut olabilirken hayvancılıkla uğraşmayan bir millet bu renkleri 4 kelime ile ifade edebiliyor. şimdi bu hangi milletin dilinin zenginliğinin göstergesidir? eğer arapçadaki bir kelimenin türkçe karşılığı yok ise o kelime türkçe çeviride birden fazla kelime ile ifade edilebilir.
sonuç olarak bazı kelimeler türkçe'de tek kelime ile ifade edilemiyor diye kuran'ın tamamından feragat edip onu anlamadığımız dilde okumak kesinlikle mantık dışıdır. bu bizzat kuran'ın hükümlerine de terstir. çünkü kuran'da "biz onu arapça indirdik" ifadesinin geçtiği bütün ayetlerde bu anlaşılır olmaya bağlanmıştır.
"anlayasınız diye biz onu arapça bir kuran olarak indirdik." (yusuf 2)
peki türkçe ibadet mümkün müdür?
konunun başından beri de ifade ettiğimiz gibi tanrı, insanlığa sayfalar ve harfler değil mana indirmiştir. arap milliyetçiliği üzerinden islamı yorumlayan gelenek namazın bütün dünyada arapça kılınmasının onu evrenselleştirdiğini iddia etse de bu tanrı ile iletişim kurma noktasında arap olmayanlar için sadece bir prangadır.
islam ve ona ait ritüelleri evrenselleştirmenin tek yolu bütün insanların hz. muhammet'in anlattığı tek tanrıya anladıkları dil ile seslenmeleridir. ülkemizde, ulu önder mustafa kemal atatürk'ün dinde aydınlanma hareketi olarak niteleyebileceğimiz kuran'ın,hadislerin ve ezanın türkçeleştirilmesi devrimlerinin sadece 20 yıl kadar hayatta kalmasıyla milletimiz tanrı ile arasına tekrar arapçayı dolayısıyla hurafeleri, sahte şeyhleri koymuştur.
ülkemizdeki müslümanların neredeyse tamamının hanefi mezhebine mensup olduğunu göz önünde bulundurursak bu konuya da imam ebu hanife üzerinden delil getirmek en mantıklısı olacaktır.
imam ebu hanife'ye göre kuran lafız olarak, yani arapça olarak değil, mana olarak kuran idi. bu nedenle de arapça okunduğu gibi farsça da -dolayısıyla türkçe de- okunabilirdi. bir insan arapça'yı bilse de kendi dilinde ibadet edebilirdi. imam ebu hanife bu fikrini ise bizzat peygamber dönemine dayandırıyordu. iranlılar, hz. muhammet'in arkadaşlarından selman-ı farisi'ye bir mektup yazmışlar ve arapçayı bilmediklerini, namazda okumak üzere kendilerine fatiha suresini farsçaya tercüme etmesini istemişlerdi. bunun üzerine selman-ı farisi de fatiha'yı farsçaya çevirerek gönderdi. iranlılar bunu namazlarında okudular. bu bilgi, hanefi ekolünün en güvenilir kaynaklarında sıklıkla ifade edilir.
islamı arap dini olarak gören çevreler, imam ebu hanife'nin bu görüşlerinden rahatsız oldukları için onun ölümünün hemen ardından onun ağzıyla bu fikri yok etmeye çalışmışlardır. nuh ibni meryem, ebu hanife öldükten sonra "onun bu görüşünden vazgeçtiğini" onun ağzıyla rivayet etmiştir. müslümanlar bu rivayete dört elle sarılmış ve çeviri ile namaz kılınamayacağını büyük bir şiddetle savunmaya başlamışlardır. halbuki nuh ibni meryem, ebu hanife'den önce hadis bilginleri tarafından bizzat hz. muhammet'in ağzıyla hadis uydurduğu için "kazip" yani yalancı olarak belirlenmiştir. ebu hanife bu görüşünden hiçbir zaman ayrılmamıştır. onun iki önemli talebesi olan ebu yusuf ve ebu muhammet'in görüşleri de : "namazı arapça bilen arapça kılar, arapça bilmeyen ise kendi dilinde kılabilirdi." şeklindedir.
burada şunu ifade etmek gerekir ki, arapçayı bilmekten kasıt o lisanı bilmektir. yoksa o dilin anlamını idrak etmeden okunuşunu bilmek, arapça bilmek manasına gelmez.
diğer bazı islam kaynaklarında da bu konu ile ilgili bir çok deliller vardır. tahavi şerhi'nin 217. sayfasında ve hazin tefsirinin 725. sayfasında kısaca anadilde ibadet mümkündür denmektedir.
konuyu saptırmadan ilginç bir bilgiyi de dipnot olarak paylaşalım. hanefilerin en güvenilir kaynaklarından olan mebsut'ta daha da enteresan bir görüş zikredilmiştir. buna göre; "eğer allah'ın sözü olduğundan şüphe edilmez ise, bozulmadığına dair delil var ise tevrat ve incil'in bölümlerinin bile namazda okunmasında sakınca yoktur."
sonuç olarak ;büyük türk mütefekkiri, türkiye cumhuriyeti'nin kurucu zihniyetinin öncülerinden ziya gökalp'in , din kitaplarının ve hutbelerle vaazların türkçe okunması düşüncesi kesinlikle siyasi bir duruş olarak görülememelidir.
ziya gökalp'in bu duruşu kimseyi rahatsız edemez ve etmemelidir. türk milletine ve diğer milletlere bu hak bizzat ulu tanrı ya da diğer deyişle cenab-ı allah tarafından verilmiştir. hal böyleyken bir milleti bilmediği bir dile hapsetmek en hafif tabir ile ırkçılıktır. üstelik dinde türkçeye karşı çıkan çevrelerin peygamber, abdest,namaz gibi farsça kelimelere de arapça gibi kutsaliyet atfetmeleri bu tepkilerin ne kadar sığ olduğunun göstegesidir.
öztürkçe tanrı kelimesini türk milletinin dilinden sökmeye çalışırken yine farsça huda kelimesini sakıncalı görmemek tam olarak siyasi bir duruştur. dinin anadilde yaşanmasına karşı çıkmak, ülkemizde son yıllarda sıkça başvurulan din istismarına da kapı açar. bazı çevrelerin kuran'ın insanlar tarafından anlaşılmasını "sen okuma,okusan da anlamazsın,sapıtırsın" gibi söylemlerle tehlikeli göstermelerinin sebebi, zümer suresi 3. ayeti olsa gerek. çünkü bu ayette yüce yaratan bizlere çok önemli bir uyarıda bulunmaktadır.
"dikkat edin! gerçek din, sadece allah'a mahsusdur. ondan başkasını kendilerine dostlar edinenler ise: biz onlara sadece bizi allah'a daha fazla yakınlaştırsınlar diye tapıyoruz derler."
bu size bir şeyleri yada birilerini hatırlatmış olabilir...
bizler bugün malesef konuştuğu cümlelere ingilizce kelimeler serpiştirerek modern görünmeye çalışanlarla, konuştuğu cümlelere arapça kelimeler serpiştirerek dindar görünmeye çalışanlar arasında türkçe konuşma savaşı vermekteyiz.
milletimiz anladığı dilde tanrı ile iletişim kurduğunda, anladığı dilde namaza çağırıldığında, tanrı sözlerini anlamadıkları bir dilde sevap kazanmak için değil, anladıkları dilde "anlamak" için okuduğunda önce kendini sonra geleceğini kurtaracaktır prangalardan.
"göklerin ve yerin yaratılması ile dillerinizin ve renklerinizin farklı olması da allah'ın delillerindendir. şüphesiz bunda bilenler için elbette alınacak dersler vardır." (rum,22)
tanrı esenliği üstünüze olsun...
edit: pek dindar bir adam sayılmam. sadece konuya ilgiliyim.
milliyetçi olduğumu da düşünebilirsiniz.
fakat unutmayın milliyetçilik iç güdüsel bir olaydır.
burada milliyetçilik yaptıysam bile bu ofansif değil defansif bir milliyetçiliktir.
yani din üzerinden yapılan arap ırkçılığına karşı kendimi savundum sadece.
bu anlayış;
"allah'ın dili arapçadır."
"islamın dili arapçadır."
"cennette arapça konuşulacak." gibi dayanağı olmayan iddiaları
"kurulacak çok uluslu bir islam medeniyetinin dili de arapça olmalıdır." sonucuna bağlayarak bu arapça dayatmasını meşrulaştırmaya çalışmaktadır. bu iddialara islamın en öncül kaynağı olan kur'an-ı kerim üzerinden cevap vermek gerekir.
birinci iddia hz. muhammet'in arapça konuşuyor olması. ku'ran-ı kerim bize bir çok yerde peygamberin bir millete değil alemlere gönderildiğini ifade eder.
"seni alemlere şefkat(rahmet) olarak gönderdik."(enbiya 107)
yüce yaratan'ın insanlarla iletişim kurmasına vesile olacak olan elçinin onu dinleyecek toplulukla farklı bir dili konuşması düşünülemezdi. insanlar kendilerinin muhatap oldukları emir ve yasakları, uyarıları anlamadan bu noktada bir hesaplaşmaya tabi tutulamazdı.
-ki bugünün müslümanlarının kendilerini bir çok emir ve yasaklara muhatap olarak görmemeleri de bu şekilde açıklanabilir-
yani peygamberin arapça konuşması arapçanın kutsallığına değil yaratıcının insanlarla anladıkları dilde iletişim kurduğu sonucuna bağlanmalıdır.
"onlar ki, dünya hayatını severek ahirete tercih ederler, insanları allah yolundan çevirirler ve o ona bir eğrilik bulmak isterler. işte onlar haktan uzak bir sapıklık içindedirler.
"halbuki her peygamberi ancak kendi kavminin lisanıyla gönderdik ki allah'ın emirlerini onlara açıklasın!" (ibrahim 4)
işte bu sebeple bütün peygamberler arapça konuşmuyordu.
hz. musa ibranice, hz.isa aramice konuşuyordu.diğer peygamberler de kendi kavimlerinin lisanlarıyla konuşuyorlardı. bunu televizyonlarda insanlara islamın hikayelerini(!) anlatarak para kazanan ve hz. adem'i anlatırken onu bile arapça konuşturanlara da hatırlatmak gerekir. galiba bu ayet peygamberlerin lisanlarının sebebini ve kuran'ın anlaşılmasını istemeyenlerin gerekçelerini açıkça dile getiriyor.
ikinci bir iddia türkçe'nin arapçadaki kelimeleri karşılamadığı yönünde.
bu iddia çok geniş bir konu yelpazesinde kendine yer bulmaktadır. ibadetlerden, kuranın okunmasına kadar hemen her konuda bu iddia dile getirilmektedir. işin en üzücü tarafı ise bu iddia bir çok kişi tarafından
"arapça en zengin en güzel dildir. allah bu yüzden arapçayı tercih etmiştir" gibi bir sonuca bağlanmaktadır.
deniyor ki arapça'da bir kelime bazen onlarca anlama gelebildiği için çok zenginmiş. halbuki bu bir dilin zenginliğini değil fakirliğini gösterir. bir millet bir alandaki 10 nesneyi tek bir kelime ile ifade ediyorsa bu o milletin o alanda yeterince bilgi sahibi olmadığını gösterir. ki bu o milletin sosyal yapısıyla da ilgilidir. örneğin hayvancılıkla uğraşan bir milletin sadece at renklerini ifade eden 300'den fazla kelimesi mevcut olabilirken hayvancılıkla uğraşmayan bir millet bu renkleri 4 kelime ile ifade edebiliyor. şimdi bu hangi milletin dilinin zenginliğinin göstergesidir? eğer arapçadaki bir kelimenin türkçe karşılığı yok ise o kelime türkçe çeviride birden fazla kelime ile ifade edilebilir.
sonuç olarak bazı kelimeler türkçe'de tek kelime ile ifade edilemiyor diye kuran'ın tamamından feragat edip onu anlamadığımız dilde okumak kesinlikle mantık dışıdır. bu bizzat kuran'ın hükümlerine de terstir. çünkü kuran'da "biz onu arapça indirdik" ifadesinin geçtiği bütün ayetlerde bu anlaşılır olmaya bağlanmıştır.
"anlayasınız diye biz onu arapça bir kuran olarak indirdik." (yusuf 2)
peki türkçe ibadet mümkün müdür?
konunun başından beri de ifade ettiğimiz gibi tanrı, insanlığa sayfalar ve harfler değil mana indirmiştir. arap milliyetçiliği üzerinden islamı yorumlayan gelenek namazın bütün dünyada arapça kılınmasının onu evrenselleştirdiğini iddia etse de bu tanrı ile iletişim kurma noktasında arap olmayanlar için sadece bir prangadır.
islam ve ona ait ritüelleri evrenselleştirmenin tek yolu bütün insanların hz. muhammet'in anlattığı tek tanrıya anladıkları dil ile seslenmeleridir. ülkemizde, ulu önder mustafa kemal atatürk'ün dinde aydınlanma hareketi olarak niteleyebileceğimiz kuran'ın,hadislerin ve ezanın türkçeleştirilmesi devrimlerinin sadece 20 yıl kadar hayatta kalmasıyla milletimiz tanrı ile arasına tekrar arapçayı dolayısıyla hurafeleri, sahte şeyhleri koymuştur.
ülkemizdeki müslümanların neredeyse tamamının hanefi mezhebine mensup olduğunu göz önünde bulundurursak bu konuya da imam ebu hanife üzerinden delil getirmek en mantıklısı olacaktır.
imam ebu hanife'ye göre kuran lafız olarak, yani arapça olarak değil, mana olarak kuran idi. bu nedenle de arapça okunduğu gibi farsça da -dolayısıyla türkçe de- okunabilirdi. bir insan arapça'yı bilse de kendi dilinde ibadet edebilirdi. imam ebu hanife bu fikrini ise bizzat peygamber dönemine dayandırıyordu. iranlılar, hz. muhammet'in arkadaşlarından selman-ı farisi'ye bir mektup yazmışlar ve arapçayı bilmediklerini, namazda okumak üzere kendilerine fatiha suresini farsçaya tercüme etmesini istemişlerdi. bunun üzerine selman-ı farisi de fatiha'yı farsçaya çevirerek gönderdi. iranlılar bunu namazlarında okudular. bu bilgi, hanefi ekolünün en güvenilir kaynaklarında sıklıkla ifade edilir.
islamı arap dini olarak gören çevreler, imam ebu hanife'nin bu görüşlerinden rahatsız oldukları için onun ölümünün hemen ardından onun ağzıyla bu fikri yok etmeye çalışmışlardır. nuh ibni meryem, ebu hanife öldükten sonra "onun bu görüşünden vazgeçtiğini" onun ağzıyla rivayet etmiştir. müslümanlar bu rivayete dört elle sarılmış ve çeviri ile namaz kılınamayacağını büyük bir şiddetle savunmaya başlamışlardır. halbuki nuh ibni meryem, ebu hanife'den önce hadis bilginleri tarafından bizzat hz. muhammet'in ağzıyla hadis uydurduğu için "kazip" yani yalancı olarak belirlenmiştir. ebu hanife bu görüşünden hiçbir zaman ayrılmamıştır. onun iki önemli talebesi olan ebu yusuf ve ebu muhammet'in görüşleri de : "namazı arapça bilen arapça kılar, arapça bilmeyen ise kendi dilinde kılabilirdi." şeklindedir.
burada şunu ifade etmek gerekir ki, arapçayı bilmekten kasıt o lisanı bilmektir. yoksa o dilin anlamını idrak etmeden okunuşunu bilmek, arapça bilmek manasına gelmez.
diğer bazı islam kaynaklarında da bu konu ile ilgili bir çok deliller vardır. tahavi şerhi'nin 217. sayfasında ve hazin tefsirinin 725. sayfasında kısaca anadilde ibadet mümkündür denmektedir.
konuyu saptırmadan ilginç bir bilgiyi de dipnot olarak paylaşalım. hanefilerin en güvenilir kaynaklarından olan mebsut'ta daha da enteresan bir görüş zikredilmiştir. buna göre; "eğer allah'ın sözü olduğundan şüphe edilmez ise, bozulmadığına dair delil var ise tevrat ve incil'in bölümlerinin bile namazda okunmasında sakınca yoktur."
sonuç olarak ;büyük türk mütefekkiri, türkiye cumhuriyeti'nin kurucu zihniyetinin öncülerinden ziya gökalp'in , din kitaplarının ve hutbelerle vaazların türkçe okunması düşüncesi kesinlikle siyasi bir duruş olarak görülememelidir.
ziya gökalp'in bu duruşu kimseyi rahatsız edemez ve etmemelidir. türk milletine ve diğer milletlere bu hak bizzat ulu tanrı ya da diğer deyişle cenab-ı allah tarafından verilmiştir. hal böyleyken bir milleti bilmediği bir dile hapsetmek en hafif tabir ile ırkçılıktır. üstelik dinde türkçeye karşı çıkan çevrelerin peygamber, abdest,namaz gibi farsça kelimelere de arapça gibi kutsaliyet atfetmeleri bu tepkilerin ne kadar sığ olduğunun göstegesidir.
öztürkçe tanrı kelimesini türk milletinin dilinden sökmeye çalışırken yine farsça huda kelimesini sakıncalı görmemek tam olarak siyasi bir duruştur. dinin anadilde yaşanmasına karşı çıkmak, ülkemizde son yıllarda sıkça başvurulan din istismarına da kapı açar. bazı çevrelerin kuran'ın insanlar tarafından anlaşılmasını "sen okuma,okusan da anlamazsın,sapıtırsın" gibi söylemlerle tehlikeli göstermelerinin sebebi, zümer suresi 3. ayeti olsa gerek. çünkü bu ayette yüce yaratan bizlere çok önemli bir uyarıda bulunmaktadır.
"dikkat edin! gerçek din, sadece allah'a mahsusdur. ondan başkasını kendilerine dostlar edinenler ise: biz onlara sadece bizi allah'a daha fazla yakınlaştırsınlar diye tapıyoruz derler."
bu size bir şeyleri yada birilerini hatırlatmış olabilir...
bizler bugün malesef konuştuğu cümlelere ingilizce kelimeler serpiştirerek modern görünmeye çalışanlarla, konuştuğu cümlelere arapça kelimeler serpiştirerek dindar görünmeye çalışanlar arasında türkçe konuşma savaşı vermekteyiz.
milletimiz anladığı dilde tanrı ile iletişim kurduğunda, anladığı dilde namaza çağırıldığında, tanrı sözlerini anlamadıkları bir dilde sevap kazanmak için değil, anladıkları dilde "anlamak" için okuduğunda önce kendini sonra geleceğini kurtaracaktır prangalardan.
"göklerin ve yerin yaratılması ile dillerinizin ve renklerinizin farklı olması da allah'ın delillerindendir. şüphesiz bunda bilenler için elbette alınacak dersler vardır." (rum,22)
tanrı esenliği üstünüze olsun...
edit: pek dindar bir adam sayılmam. sadece konuya ilgiliyim.
milliyetçi olduğumu da düşünebilirsiniz.
fakat unutmayın milliyetçilik iç güdüsel bir olaydır.
burada milliyetçilik yaptıysam bile bu ofansif değil defansif bir milliyetçiliktir.
yani din üzerinden yapılan arap ırkçılığına karşı kendimi savundum sadece.
devamını gör...
3.
severnoe siyanie
ilginç biridir efendim. tanımlarından da anlaşılacağı üzere sanki farklı bir dünyadan gelmiş. öyle sağlıklı bir beyin. en uzun tanımlarını bile hiç sıkılmadan okursunuz. hem karşınızdaymış gibi samimi hem de derinlikli bir üslup barındırıyor tanımları.
fikirleri, tespitleri, hayalleri bize olmak istediğimiz insanın aslında çok da uzakta olmadığını gösteriyor. dert tasa görmemiş diyeceğim ama o da değil sanki. hani anası babası kadifelere sarmış da öyle büyütmüş öyle bir şey.
mahlasını bir türlü ezberleyemesem de özellikle ne yazmış diye merak edip baktığım yazardır kendileri. umarım yazmaya devam eder.
nickaltı girme olayını pek sevemedim, profilimde bu tür tanımları da silmişimdir ama sayın yazar, kendisi için baya baya özene bezene bir şeyler yazmak istediğim ilk yazar olma özelliği taşıdığı için silmeyeceğim bu tanımı.
fikirleri, tespitleri, hayalleri bize olmak istediğimiz insanın aslında çok da uzakta olmadığını gösteriyor. dert tasa görmemiş diyeceğim ama o da değil sanki. hani anası babası kadifelere sarmış da öyle büyütmüş öyle bir şey.
mahlasını bir türlü ezberleyemesem de özellikle ne yazmış diye merak edip baktığım yazardır kendileri. umarım yazmaya devam eder.
nickaltı girme olayını pek sevemedim, profilimde bu tür tanımları da silmişimdir ama sayın yazar, kendisi için baya baya özene bezene bir şeyler yazmak istediğim ilk yazar olma özelliği taşıdığı için silmeyeceğim bu tanımı.
devamını gör...
5.
normal sözlük aşık atışması
derdi olmayanın dili lal olur...
ötmez sazının teli, çürür pas olur..
eksiğiniz belli, dibi delik kabınız...
yari olmayanın yarası mı olur ?..
ötmez sazının teli, çürür pas olur..
eksiğiniz belli, dibi delik kabınız...
yari olmayanın yarası mı olur ?..
devamını gör...
6.
iskilipli atıf hoca
hakkında uydurulan “şapka karşıtı kitap yazdığı için asıldığı” iddiasının kaynağı necip fazıl'ın, “son devrin din mazlumları” adlı propaganda kitabıdır. kitap baştan aşağı tutarsızlıklarla ve hezeyanlarla doludur.
iskilipli atıf'ın kuvayi millliyeci olduğu yalanı bile söylenmiştir son yıllarda.
kısaca hikayesini anlatalım.
ıı.abdülhamit döneminde "şeyhülislâm tarafından" bodrum'a sürülmüş, ordan kırım'a kaçmıştır ve meşrutiyetin ilanından bir hafta önce istanbul'a dönmüştür.
dönemin en gerici dergilerinde yazılar yazmıştır.
mahmut şevket paşa suikastından sorumlu tutularak sinop'a ordan çorum'a, ordan boğazlıyan'a ve son olarak sungurlu'ya sürgün edilmiştir. necip fazıl bu sürgünleri "ittihatçı zulmü" diye nitelendirir fakat arkadaş ilk seyahatine abdülhamit zamanında çıkmıştır.
kendisi milli mücadele döneminde ingiliz muhipleri cemiyeti ile ortak çalışan tealî islam cemiyetinin başkanıdır.
gavur imam ve anzavur ayaklanmalarında rol oynayan ve ingilizlerin desteğiyle kuvayı milliye'ye karşı cihat ilan eden ahmediye cemiyeti'ni desteklemiştir.
eylül 1919'da yayınladığı milli mücadele karşıtı bildiride, kuvayı milliyecilere “adi eşkıya”, “deli”, “cani”, “kudurmuş haydutlar” ve “aldanmışlar” diye hakaret etmiştir.
ağustos 1920'de milli mücadele karşıtı çok ağır bir bildiri daha yayınlamıştır.
bu bildirideki bazı bölümler şöyle:
"imparatorluk parçalandı. şimdi de anadolu'da mustafa kemal ve kuvayı milliye maskaraları çıktı…
yazık, bin kere yazık ki memleket, bunların fitne ve fesadı uğruna milyonlarca evladını telef ediyor da talat, enver, cemal, mustafa kemal vesaire gibi beş on eşkıyanın vücudunu ortadan kaldırmak için icap eden küçük fedakarlığı göze aldırmayarak(...)
ingiltere ve fransa gibi muazzam ve muntazam devletlere meydan okuyorlar. bu yüzden ingilizleri kızdırıp üzerimize yunanları musallat ettiler. (…) düşünmüyorsunuz ki, yunanlara fazla zayiat verdirmek bile bundan sonra bizim için hayırlı ve menfaatli bir şey olmaz.
bu bagileri, bu asileri, bu eşkıyaları mümkün olduğu kadar az zaman içinde yakalayıp ortadan kaldırmak hepimiz için bir farzdır.
elinize aldığınız fetvayı şerif ki allah'ın emridir, okuduğunuz hattı münif ki halifemizin, padişahımızın bir fermanıdır.
bunların vücutlarını tamamen dünyadan kaldırmak, beşeriyet için, müslümanlık için bir farz olmuştur. "
bu bildiri 30 ağustos 1920'de yunan uçaklarıyla anadolu'ya atılmıştır.
1924 yılında çıkarılan şapka kanununun ardından bazı illerde küçük boyutlu ayaklanma girişimleri olmuş ve bu girişimlerde iskiliplinin "frenk mukallitliği ve şapka" kitabının etkili olduğu belirlenmiştir. kitap 32 sayfadır.
bu kitapta hoca(!):
"şapka takmak küfürdür!"
"şapka takmak müslümanı dinden çıkarır" demiştir.
kitap toplatılmış ve iskilipli serbest bırakılmıştır. ancak kendisi özellikle cumhuriyet karşıtı isyanların çıktığı bölgelerde kitaplarını el altından dağıtmaya devam etmiştir.
hoca(!) bu sefer halkı cumhuriyete karşı isyana ve irticaya teşvikten ve başkanı olduğu cemiyetin milli mücadele'deki ihanet bildirilerinden yargılanmış ve idama mahkûm edilmiştir.
istiklâl mahkemesi kendisi ile birlikte yargılanan sanıkların kalanını beraat ettirmiştir.
beraat edenler arasında din adamları da mevcuttur. yani, mahkemenin din adamlarını asmak gibi özel bir niyeti yoktur.
edit: milli mücadele ve cumhuriyet dönemi hakkında okuyup sağlıklı bir fikir edinmeye çalışıyorsanız tarih konusunda herhangi bir eğitim almayan, metod nedir bilmeyen kısacası tarihçi bile olmayan mustafa armağan ya da necip fazıl gibilerini değil enver behnan şapolyo, erik-jan zürcher, afet inan ve tabi ki halil inalcık gibi büyük değerleri okumanızı tavsiye ederim.
iskilipli atıf'ın kuvayi millliyeci olduğu yalanı bile söylenmiştir son yıllarda.
kısaca hikayesini anlatalım.
ıı.abdülhamit döneminde "şeyhülislâm tarafından" bodrum'a sürülmüş, ordan kırım'a kaçmıştır ve meşrutiyetin ilanından bir hafta önce istanbul'a dönmüştür.
dönemin en gerici dergilerinde yazılar yazmıştır.
mahmut şevket paşa suikastından sorumlu tutularak sinop'a ordan çorum'a, ordan boğazlıyan'a ve son olarak sungurlu'ya sürgün edilmiştir. necip fazıl bu sürgünleri "ittihatçı zulmü" diye nitelendirir fakat arkadaş ilk seyahatine abdülhamit zamanında çıkmıştır.
kendisi milli mücadele döneminde ingiliz muhipleri cemiyeti ile ortak çalışan tealî islam cemiyetinin başkanıdır.
gavur imam ve anzavur ayaklanmalarında rol oynayan ve ingilizlerin desteğiyle kuvayı milliye'ye karşı cihat ilan eden ahmediye cemiyeti'ni desteklemiştir.
eylül 1919'da yayınladığı milli mücadele karşıtı bildiride, kuvayı milliyecilere “adi eşkıya”, “deli”, “cani”, “kudurmuş haydutlar” ve “aldanmışlar” diye hakaret etmiştir.
ağustos 1920'de milli mücadele karşıtı çok ağır bir bildiri daha yayınlamıştır.
bu bildirideki bazı bölümler şöyle:
"imparatorluk parçalandı. şimdi de anadolu'da mustafa kemal ve kuvayı milliye maskaraları çıktı…
yazık, bin kere yazık ki memleket, bunların fitne ve fesadı uğruna milyonlarca evladını telef ediyor da talat, enver, cemal, mustafa kemal vesaire gibi beş on eşkıyanın vücudunu ortadan kaldırmak için icap eden küçük fedakarlığı göze aldırmayarak(...)
ingiltere ve fransa gibi muazzam ve muntazam devletlere meydan okuyorlar. bu yüzden ingilizleri kızdırıp üzerimize yunanları musallat ettiler. (…) düşünmüyorsunuz ki, yunanlara fazla zayiat verdirmek bile bundan sonra bizim için hayırlı ve menfaatli bir şey olmaz.
bu bagileri, bu asileri, bu eşkıyaları mümkün olduğu kadar az zaman içinde yakalayıp ortadan kaldırmak hepimiz için bir farzdır.
elinize aldığınız fetvayı şerif ki allah'ın emridir, okuduğunuz hattı münif ki halifemizin, padişahımızın bir fermanıdır.
bunların vücutlarını tamamen dünyadan kaldırmak, beşeriyet için, müslümanlık için bir farz olmuştur. "
bu bildiri 30 ağustos 1920'de yunan uçaklarıyla anadolu'ya atılmıştır.
1924 yılında çıkarılan şapka kanununun ardından bazı illerde küçük boyutlu ayaklanma girişimleri olmuş ve bu girişimlerde iskiliplinin "frenk mukallitliği ve şapka" kitabının etkili olduğu belirlenmiştir. kitap 32 sayfadır.
bu kitapta hoca(!):
"şapka takmak küfürdür!"
"şapka takmak müslümanı dinden çıkarır" demiştir.
kitap toplatılmış ve iskilipli serbest bırakılmıştır. ancak kendisi özellikle cumhuriyet karşıtı isyanların çıktığı bölgelerde kitaplarını el altından dağıtmaya devam etmiştir.
hoca(!) bu sefer halkı cumhuriyete karşı isyana ve irticaya teşvikten ve başkanı olduğu cemiyetin milli mücadele'deki ihanet bildirilerinden yargılanmış ve idama mahkûm edilmiştir.
istiklâl mahkemesi kendisi ile birlikte yargılanan sanıkların kalanını beraat ettirmiştir.
beraat edenler arasında din adamları da mevcuttur. yani, mahkemenin din adamlarını asmak gibi özel bir niyeti yoktur.
edit: milli mücadele ve cumhuriyet dönemi hakkında okuyup sağlıklı bir fikir edinmeye çalışıyorsanız tarih konusunda herhangi bir eğitim almayan, metod nedir bilmeyen kısacası tarihçi bile olmayan mustafa armağan ya da necip fazıl gibilerini değil enver behnan şapolyo, erik-jan zürcher, afet inan ve tabi ki halil inalcık gibi büyük değerleri okumanızı tavsiye ederim.
devamını gör...
7.
normal sözlük yazarlarının çektiği fotoğraflar

yeğenim mustafa tufan..
onu böyle görünce aklıma gelen bir sunay akın şiirini de paylaşayım sizlerle.
büyüklerle ben yapamıyorum
çocuklar da almıyor beni oyunlarına
devlet dairesinde
yangından kurtarılmayacak
sıkışmış bir çekmece gibiyim
açılamıyorum sana
kardeşiyle sokaklarda hep
bir örnek giydirilen sen
nasıl sevmezsin eşitliği
yürürken düşen çoraplarını
aynı hizaya getirmek için
annen değil miydi önünde diz çöken...
devamını gör...
9.
enver aysever
ülkedeki sahte entelektüel tiplerin özetidir.
hayatımda daha boş çok az insan gördüm. hastalıklı ve son derece sığ bir sosyalizm anlayışı var adamın. eline kalemi alanın kendini kanaat önderi sandığı bir ülkede buna da bir televizyon programı vermişler.
tartışma adabı da yok moderatörlük nedir onu da bilmiyor. ümit özdağ ile yaptığı programda da cehaletini açıkça belli etmiştir. tahammül edilmesi imkansız bir adamdır.
hayatımda daha boş çok az insan gördüm. hastalıklı ve son derece sığ bir sosyalizm anlayışı var adamın. eline kalemi alanın kendini kanaat önderi sandığı bir ülkede buna da bir televizyon programı vermişler.
tartışma adabı da yok moderatörlük nedir onu da bilmiyor. ümit özdağ ile yaptığı programda da cehaletini açıkça belli etmiştir. tahammül edilmesi imkansız bir adamdır.
devamını gör...
10.
kuzenine aşık olan varsa aşk acısı çekiversin zihniyeti
kuzenine aşık olma ya da evlenme olayı doğu ve güneydoğuda hala çok yaygın. hatta "amcaoğlu attan indirir" diye bir söz var. hani düğün vs yapılır gelin en son baba evinden bir atın üstünde yeni evine gider. işte tam orda eğer amcaoğlu ben amcakızını istiyorum derse onun o kadar önceliği var ki ordan dönebilir o iş. evet garip gelebilir ama bu zihniyet devam ediyor.
burada kuzenine aşık olan arkadaşa çok iğrenç git doktora görün diyenler gereksiz bir tepki gösteriyor derdim ama arkadaşım sen de özel hayatını burda dile getirirsen insanlara bu hakkı sen vermiş olursun. sonuna kadar da eleştirebilirler.
sen önce kendi durumunu anlatıp sonra insanların seni desteklemesini istiyorsun. fikir dayatmak budur işte. bize ne senin kime aşık olduğundan? hadi bunu paylaştın herkes seninle aynı dünya görüşünü paylaşmak zorunda mı?
başka konu yokmuş gibi sabah akşam da aynı tür başlıklar. olmaz diyene laf yetiştirmeler falan.
burası demek ki böyle kardeşim beğenmiyorsan çektir git. ben şahsen kimseye liberal olacağıma dair yemin etmedim sözlüğe girerken.
önüne geçemediğin bir duygu varsa bu senin problemin ama bana soruyorsun madem git tedavi ol derim. göze göz demeyelim mi yani napalım ?
burada kuzenine aşık olan arkadaşa çok iğrenç git doktora görün diyenler gereksiz bir tepki gösteriyor derdim ama arkadaşım sen de özel hayatını burda dile getirirsen insanlara bu hakkı sen vermiş olursun. sonuna kadar da eleştirebilirler.
sen önce kendi durumunu anlatıp sonra insanların seni desteklemesini istiyorsun. fikir dayatmak budur işte. bize ne senin kime aşık olduğundan? hadi bunu paylaştın herkes seninle aynı dünya görüşünü paylaşmak zorunda mı?
başka konu yokmuş gibi sabah akşam da aynı tür başlıklar. olmaz diyene laf yetiştirmeler falan.
burası demek ki böyle kardeşim beğenmiyorsan çektir git. ben şahsen kimseye liberal olacağıma dair yemin etmedim sözlüğe girerken.
önüne geçemediğin bir duygu varsa bu senin problemin ama bana soruyorsun madem git tedavi ol derim. göze göz demeyelim mi yani napalım ?
devamını gör...
11.
vahdettin
1922 yılında bizzat tbmm tarafından vatan haini ilan edilirken bir gün neredeyse kahraman ilan edileceği düzmece bir tarih yazılacağını kendisinin bile tahmin etmediği osmanlı padişahı.
1861 yılında sultan abdülmecit'in 30 çocuğunun 23üncüsü olarak dünyaya gelmiştir.
vahdettin,çocukluğunda ve gençliğinde saray entrikalarına ve cinayetlerine şahit olmuştur. amcası abdulaziz'in öldürülmesi, ağabeyleri v.murat ve ıı. abdülhamit'in tahttan indirilmeleri onu derinden etkileşmiştir.
bu sebeple içine kapanık bir karakterdir. duygusaldır,yakınlarına karşı cömerttir.
iyi bir bestecidir. çokça sigara içtiği, zaman zaman içki içtiği bilinir. yobazlık derecesinde olmamak kaydıyla dindardır.
çocukluğundan itibaren sıklıkla hastalanmıştır. romatizmasından dolayı fazla yürümemektedir.
geçirdiği rahatsızlıklardan dolayı ciddi bir eğitim alamamıştır ama konuşması düzgündür.
bir almanya gezisinde kendisine eşlik eden ulu önder mustafa kemal atatürk, vahdettin'in düşüncelerini çok düzgün bir şekilde ifade ettiğini belirtmiştir.
58 yaşında tahta çıktığında pek istekli değildir. "ben bu makam için hazırlanmadım." demiştir.
gelelim asıl meseleye...
vahdettin,mondros mütarekelerini yürütme görevine bahriye nazırı rauf bey'in getirilmesini sadrazam ahmet izzet paşanın ısrarları ile zoraki kabul ederken,
rauf bey'i huzuruna davet ederek ona şu şartı koşmuştur:
"hilafetin, saltanatın ve osmanlı hanedanlığının hukukunun korunması"
yani önce vatan değil. önce ben...
bir hükümdarla,onun kullarını idare etmek,demokratik rejimle yönetilen özgür bir yurttaşlar topluluğunu idare etmekten çok daha kolaydır.
bu sebeple emperyalistler vahdettini desteklemiştir.
vahdettin ingilizlere yaranmak için meclis-i mebusanı dağıtmış, damat ferit'i sadrazamlığa getirmiştir.aralıklarla tam 5 kez hükümet kurma görevi vermiştir bu kişiye.
damat ferit paşa tarihimizin cahil siyasetçilerinden biridir. en cahili demeyelim yine de.
onun kim olduğunu 20 sene kadar sonra tarih yazacaktır.
vahdettin ve damat ferit, ingilizlerle kürtleri mustafa kemal aleyhine kışkırtma planları yapmışlardır.
erzurum ve sivas kongrelerini dağıtmak için bizzat emir vermişlerdir.
10 nisan 1920'de istanbul müftüsü dürrizade abdullah'a atatürk ve arkadaşlarını "dinsiz,zındık" ilan eden fetvayı yayınlatmışlardır.
bu fetvayı anadoludan hint müslümalarına kadar ingiliz uçakları dağıtmıştır.
11 mayıs 1920 de atatürk ve 9 arkadaşı hakkında idam cezası verilirken milli hareket aleyhinde de bir bildiri yayınlanmıştır.
milli kuvvetlerin telgraflarının çekilmesi yasaklanmıştır.
işgali protesto eden istanbul mitingleri yasaklanmıştır.
genelge yayınlayıp "izmirde çete teşkil edenleri dağıtmak için gerekirse askeri kuvvete müracaat edeceğiz" denmiştir.
5 ağustos 1920'de damat ferit,vahdettin'in emriyle harbiye nazırı ve polis müdürüyle toplantı yaparak atatürk'ü ortadan kaldırmak için neler yapılabileceğini görüşmüştür.
9 ağustos 1920'de atatürk'ün rütbe ve nişanları padişah fermanı ile elinden alınmıştır.
kuvayı milliyeyi ortadan kaldırmak için nasihat ve tahkik heyetleri kurulmuştur. akil adamlar yani :)
kahramanlar, yurdu işgalden kurtarmaya çabalarken bir yandan da vahdettin ve damat feritin çalışmaları ile çıkarılan 10dan fazla ayaklanmayla meşgul olmuşlardır.
damat ferit paşa, 9 mart 1919'da ingiliz yüksek komiseri yardımcısı richard webb'i ziyarette "padişahımızla benim ümitlerimiz tanrıya ve ingiliz yönetimine dayanır" demiştir.
webb, ingiliz dış işleri bakanlığına gönderdiği bir mektupta yazmaya utandığım şeyler anlattıktan sonra şu ifadeleri kullanmıştır:
"halife elimizin altında olduğu sürece islam dünyası üzerinde ek bir denetim aracına sahibiz. bildiğiniz gibi padişah bizi buraya yerleştirmeyi diliyor."
vahdettinin en yakın ikinci adamı da sait molladır. kendisi ingiliz muhipleri cemiyetinin kurucularındandır. bir de gazetesi var. "yeni istanbul" ne kadar tanıdık :)
sevr anlaşması bizzat vahdettinin emriyle imzalanmıştır.
vahdettin atatürk'e hem istanbuldayken hem de kaçtıktan sonra defalarca kez hakaret etmiştir.
bu mesele üzerine çok daha uzun ve ayrıntılı yazılabilir.
ahkam kesmeden önce tarih bilmek metodoloji bilmek gerek.
son olarak bir bilgi verelim.
18 nisan 1920'de vahdettin, ingilizlerin maddi yardımı ile kuvvayı inzibatiye ordusunu kurmuştur.
paşa yaptığı ahmet anzavur, bu paralı kuvvetlerle kuvayi milliye ordularına üst üste iki saldırı düzenlemiştir.
bu ihanet ordusu ali fuat paşa'nın ankara'dan gönderdiği 20. kolordu birlikleri ile takviye edilen çerkez ethem komutasındaki kuva-yi seyyare karşısında yenilgiye uğramıştır e adapazarı'na çekilmek zorunda kalmıştır.
20. kolordu birlikleri 23 mayıs'ta bir karşı saldırı düzenleyerek adapazarı ve sapanca'yı kuva-yi inzibatiye'nin elinden almıştır.
14 haziran'da yeni bir saldırı düzenleyen kuva-yi inzibatiye yine yenilgiye uğramıştır.
sultan vahdettinin su katılmamış bir vatan haini olması için daha ne gerekli acaba?
1861 yılında sultan abdülmecit'in 30 çocuğunun 23üncüsü olarak dünyaya gelmiştir.
vahdettin,çocukluğunda ve gençliğinde saray entrikalarına ve cinayetlerine şahit olmuştur. amcası abdulaziz'in öldürülmesi, ağabeyleri v.murat ve ıı. abdülhamit'in tahttan indirilmeleri onu derinden etkileşmiştir.
bu sebeple içine kapanık bir karakterdir. duygusaldır,yakınlarına karşı cömerttir.
iyi bir bestecidir. çokça sigara içtiği, zaman zaman içki içtiği bilinir. yobazlık derecesinde olmamak kaydıyla dindardır.
çocukluğundan itibaren sıklıkla hastalanmıştır. romatizmasından dolayı fazla yürümemektedir.
geçirdiği rahatsızlıklardan dolayı ciddi bir eğitim alamamıştır ama konuşması düzgündür.
bir almanya gezisinde kendisine eşlik eden ulu önder mustafa kemal atatürk, vahdettin'in düşüncelerini çok düzgün bir şekilde ifade ettiğini belirtmiştir.
58 yaşında tahta çıktığında pek istekli değildir. "ben bu makam için hazırlanmadım." demiştir.
gelelim asıl meseleye...
vahdettin,mondros mütarekelerini yürütme görevine bahriye nazırı rauf bey'in getirilmesini sadrazam ahmet izzet paşanın ısrarları ile zoraki kabul ederken,
rauf bey'i huzuruna davet ederek ona şu şartı koşmuştur:
"hilafetin, saltanatın ve osmanlı hanedanlığının hukukunun korunması"
yani önce vatan değil. önce ben...
bir hükümdarla,onun kullarını idare etmek,demokratik rejimle yönetilen özgür bir yurttaşlar topluluğunu idare etmekten çok daha kolaydır.
bu sebeple emperyalistler vahdettini desteklemiştir.
vahdettin ingilizlere yaranmak için meclis-i mebusanı dağıtmış, damat ferit'i sadrazamlığa getirmiştir.aralıklarla tam 5 kez hükümet kurma görevi vermiştir bu kişiye.
damat ferit paşa tarihimizin cahil siyasetçilerinden biridir. en cahili demeyelim yine de.
onun kim olduğunu 20 sene kadar sonra tarih yazacaktır.
vahdettin ve damat ferit, ingilizlerle kürtleri mustafa kemal aleyhine kışkırtma planları yapmışlardır.
erzurum ve sivas kongrelerini dağıtmak için bizzat emir vermişlerdir.
10 nisan 1920'de istanbul müftüsü dürrizade abdullah'a atatürk ve arkadaşlarını "dinsiz,zındık" ilan eden fetvayı yayınlatmışlardır.
bu fetvayı anadoludan hint müslümalarına kadar ingiliz uçakları dağıtmıştır.
11 mayıs 1920 de atatürk ve 9 arkadaşı hakkında idam cezası verilirken milli hareket aleyhinde de bir bildiri yayınlanmıştır.
milli kuvvetlerin telgraflarının çekilmesi yasaklanmıştır.
işgali protesto eden istanbul mitingleri yasaklanmıştır.
genelge yayınlayıp "izmirde çete teşkil edenleri dağıtmak için gerekirse askeri kuvvete müracaat edeceğiz" denmiştir.
5 ağustos 1920'de damat ferit,vahdettin'in emriyle harbiye nazırı ve polis müdürüyle toplantı yaparak atatürk'ü ortadan kaldırmak için neler yapılabileceğini görüşmüştür.
9 ağustos 1920'de atatürk'ün rütbe ve nişanları padişah fermanı ile elinden alınmıştır.
kuvayı milliyeyi ortadan kaldırmak için nasihat ve tahkik heyetleri kurulmuştur. akil adamlar yani :)
kahramanlar, yurdu işgalden kurtarmaya çabalarken bir yandan da vahdettin ve damat feritin çalışmaları ile çıkarılan 10dan fazla ayaklanmayla meşgul olmuşlardır.
damat ferit paşa, 9 mart 1919'da ingiliz yüksek komiseri yardımcısı richard webb'i ziyarette "padişahımızla benim ümitlerimiz tanrıya ve ingiliz yönetimine dayanır" demiştir.
webb, ingiliz dış işleri bakanlığına gönderdiği bir mektupta yazmaya utandığım şeyler anlattıktan sonra şu ifadeleri kullanmıştır:
"halife elimizin altında olduğu sürece islam dünyası üzerinde ek bir denetim aracına sahibiz. bildiğiniz gibi padişah bizi buraya yerleştirmeyi diliyor."
vahdettinin en yakın ikinci adamı da sait molladır. kendisi ingiliz muhipleri cemiyetinin kurucularındandır. bir de gazetesi var. "yeni istanbul" ne kadar tanıdık :)
sevr anlaşması bizzat vahdettinin emriyle imzalanmıştır.
vahdettin atatürk'e hem istanbuldayken hem de kaçtıktan sonra defalarca kez hakaret etmiştir.
bu mesele üzerine çok daha uzun ve ayrıntılı yazılabilir.
ahkam kesmeden önce tarih bilmek metodoloji bilmek gerek.
son olarak bir bilgi verelim.
18 nisan 1920'de vahdettin, ingilizlerin maddi yardımı ile kuvvayı inzibatiye ordusunu kurmuştur.
paşa yaptığı ahmet anzavur, bu paralı kuvvetlerle kuvayi milliye ordularına üst üste iki saldırı düzenlemiştir.
bu ihanet ordusu ali fuat paşa'nın ankara'dan gönderdiği 20. kolordu birlikleri ile takviye edilen çerkez ethem komutasındaki kuva-yi seyyare karşısında yenilgiye uğramıştır e adapazarı'na çekilmek zorunda kalmıştır.
20. kolordu birlikleri 23 mayıs'ta bir karşı saldırı düzenleyerek adapazarı ve sapanca'yı kuva-yi inzibatiye'nin elinden almıştır.
14 haziran'da yeni bir saldırı düzenleyen kuva-yi inzibatiye yine yenilgiye uğramıştır.
sultan vahdettinin su katılmamış bir vatan haini olması için daha ne gerekli acaba?
devamını gör...
12.
dut ağacı
ölünce başucuma dikilmesini dilediğim ağaçtır.
sene kaç hatırlamıyorum, ben kaç yaşındayım onu da hatırlamıyorum...
o zaman bayramlar kış aylarına denk geliyor. ben de aşığı olduğum köyüme gideceğim için ayrıca mutlu oluyorum.
köyde kerpiç bir evimiz vardı ve senede bir gittiğimiz için annem her gittiğimiz gün aksama kadar o evi tekrar yaşanabilir hale getirmeye çalışırdı. içeriden her seferinde sürüyle akrep süpürdüğünü gözlerimle görmesem inanmazdım. anadolu kadını işte korkar mı akrepten yılandan...
gece olunca da bütün aile yer yataklarında yan yana dizilir uyurduk.
hayatım boyunca bir daha hiç o kadar huzurlu uyumadım. sabah olur pencerenin yakınında bir kumrunun ya da güvercinin çıkardığı seslerle uyanır herkes uyurken ben sesin geldiği yeri bulmaya çalışırdım.
bahçemiz de toprak zemindi doğal olarak.
çamurla neler yapardım neler. arabalar..evler...
bu bahçede üç dut ağacı vardı.
ağaçlar öyle büyüktü ki bahçemize güneş girmezdi bu sebeple. gündüz tam keyiflik alan gece olduğunda ise zifiri karanlık olurdu.
bir gece dışarda yağmur yağarken biz ailece uykudayken gece yarısı uyandım.
o saatte bizim bahçemiz belki de şehrin en karanlık noktasıdır. penceremizin önünde haraket halinde kıvılcım gibi ışıkların geçtiğini gördüm.
kalkıp baktığımda gördüğüm manzara büyüleyiciydi.
yağmur devam ederken bahçemizin zemininde bir bölge göllenmişti. ve o suyun etrafına sayısız ateş böceği yığılmıştı. ateş böcekleri sadece o suyun etrafında değil bahçemizin her noktasındaydı. en başta inanamadım. kapıya çıktım. bahçemiz sanki galaksiye bambaşka bir noktadan bakıyordu. yıldızlar ayaklarımızın altındaydı. bu muazzam ışıkların dalga halinde daha da parlayıp sonra azaldığını görüyordum yer yer.
kardeşlerimi sessizce uyandırıp onlara da gösterdim.
şu yaşıma kadar beni en çok etkileyen ve en mutlu eden şey odur.
ölene kadar da unutmayacağım sanırım.
bu tanımı da can azerbaycandan ne güzel sesler çıktığını bize bir kere daha gösteren şu video ile süsleyelim o zaman.
sene kaç hatırlamıyorum, ben kaç yaşındayım onu da hatırlamıyorum...
o zaman bayramlar kış aylarına denk geliyor. ben de aşığı olduğum köyüme gideceğim için ayrıca mutlu oluyorum.
köyde kerpiç bir evimiz vardı ve senede bir gittiğimiz için annem her gittiğimiz gün aksama kadar o evi tekrar yaşanabilir hale getirmeye çalışırdı. içeriden her seferinde sürüyle akrep süpürdüğünü gözlerimle görmesem inanmazdım. anadolu kadını işte korkar mı akrepten yılandan...
gece olunca da bütün aile yer yataklarında yan yana dizilir uyurduk.
hayatım boyunca bir daha hiç o kadar huzurlu uyumadım. sabah olur pencerenin yakınında bir kumrunun ya da güvercinin çıkardığı seslerle uyanır herkes uyurken ben sesin geldiği yeri bulmaya çalışırdım.
bahçemiz de toprak zemindi doğal olarak.
çamurla neler yapardım neler. arabalar..evler...
bu bahçede üç dut ağacı vardı.
ağaçlar öyle büyüktü ki bahçemize güneş girmezdi bu sebeple. gündüz tam keyiflik alan gece olduğunda ise zifiri karanlık olurdu.
bir gece dışarda yağmur yağarken biz ailece uykudayken gece yarısı uyandım.
o saatte bizim bahçemiz belki de şehrin en karanlık noktasıdır. penceremizin önünde haraket halinde kıvılcım gibi ışıkların geçtiğini gördüm.
kalkıp baktığımda gördüğüm manzara büyüleyiciydi.
yağmur devam ederken bahçemizin zemininde bir bölge göllenmişti. ve o suyun etrafına sayısız ateş böceği yığılmıştı. ateş böcekleri sadece o suyun etrafında değil bahçemizin her noktasındaydı. en başta inanamadım. kapıya çıktım. bahçemiz sanki galaksiye bambaşka bir noktadan bakıyordu. yıldızlar ayaklarımızın altındaydı. bu muazzam ışıkların dalga halinde daha da parlayıp sonra azaldığını görüyordum yer yer.
kardeşlerimi sessizce uyandırıp onlara da gösterdim.
şu yaşıma kadar beni en çok etkileyen ve en mutlu eden şey odur.
ölene kadar da unutmayacağım sanırım.
bu tanımı da can azerbaycandan ne güzel sesler çıktığını bize bir kere daha gösteren şu video ile süsleyelim o zaman.
devamını gör...
13.
meryem'in bakire olduğuna inanmak
meryem ile ilgili kuranda geçen ifade "allah onu güzel bir bitki olarak büyüttü" şeklindedir.
bu noktada eşeyli ve eşeysiz üreme konularına az buçuk hakim biri "kendine döllenme" diye de ifade edilen olayı bilir.
yani erkek ve dişi hücreler bir bedende aynı anda var oluyor ve herhangi bir dış müdahale olmaksızın kendi başlarına döllenmiş oluyorlar. fasulyegiller bu tür bitkilere en basit örnektir.
arapça bilen arkadaşlar işin teknik kısmını daha iyi açıklayabilirler ama meryem ile ilgili ayetlerin bir kısmında kadın bir kısmında ise erkek zamiri kullanılır.
bu noktada hermafroditizm kavramını incelemek faydalı olabilir.
hermafroditizm, yunan mitolojisindeki hermes ve afrodit adlı tanrı ve tanrıçalardan ismini alan çift cinsiyetlilik sendromudur. interseks olarak da adlandırılan bu durum, bir insanda hem erkek hem de kadın cinsiyetine ilişkin özelliklerin çeşitli oranlarda yer alması anlamına gelir.
eşcinsellik değildir.
peki bir hermafrodit hamile kalabilir mı?
evet literatürde 40'ın üzerinde vaka var ve doğum yapanların tamamı erkek çocuk doğurmuştur. ilginç.
hermafroditler kendini hamile bırakabilir mi?
bunun cevabı yok. kayda geçmiş bir vaka yok ama olması bilimsel olarak imkansız değil.
olursa ne olur?
mucize olur işte.
kuranda anlatılan mucizelerin fantastik filmlerdeki gibi gerçekleştiğini düşünüp buna inanmak da bir tercih meselesidir.
bunun aksine bu ifadelerin bilimsel bir karşılığı olabilir mi diye araştırmak ve inançlarını buna dayandırmak da tercihtir.
insanların herhangi bir gerekçe ile inandıkları herhangi bir şey eğer sizin herhangi bir özgürlüğünüzü kısıtlamıyorsa bunu eleştirmek de beyin mastürbasyonudur.
abesle iştigal miydi neydi ondan işte.
bu noktada eşeyli ve eşeysiz üreme konularına az buçuk hakim biri "kendine döllenme" diye de ifade edilen olayı bilir.
yani erkek ve dişi hücreler bir bedende aynı anda var oluyor ve herhangi bir dış müdahale olmaksızın kendi başlarına döllenmiş oluyorlar. fasulyegiller bu tür bitkilere en basit örnektir.
arapça bilen arkadaşlar işin teknik kısmını daha iyi açıklayabilirler ama meryem ile ilgili ayetlerin bir kısmında kadın bir kısmında ise erkek zamiri kullanılır.
bu noktada hermafroditizm kavramını incelemek faydalı olabilir.
hermafroditizm, yunan mitolojisindeki hermes ve afrodit adlı tanrı ve tanrıçalardan ismini alan çift cinsiyetlilik sendromudur. interseks olarak da adlandırılan bu durum, bir insanda hem erkek hem de kadın cinsiyetine ilişkin özelliklerin çeşitli oranlarda yer alması anlamına gelir.
eşcinsellik değildir.
peki bir hermafrodit hamile kalabilir mı?
evet literatürde 40'ın üzerinde vaka var ve doğum yapanların tamamı erkek çocuk doğurmuştur. ilginç.
hermafroditler kendini hamile bırakabilir mi?
bunun cevabı yok. kayda geçmiş bir vaka yok ama olması bilimsel olarak imkansız değil.
olursa ne olur?
mucize olur işte.
kuranda anlatılan mucizelerin fantastik filmlerdeki gibi gerçekleştiğini düşünüp buna inanmak da bir tercih meselesidir.
bunun aksine bu ifadelerin bilimsel bir karşılığı olabilir mi diye araştırmak ve inançlarını buna dayandırmak da tercihtir.
insanların herhangi bir gerekçe ile inandıkları herhangi bir şey eğer sizin herhangi bir özgürlüğünüzü kısıtlamıyorsa bunu eleştirmek de beyin mastürbasyonudur.
abesle iştigal miydi neydi ondan işte.
devamını gör...
14.
onurlu bir hayatı tercih edenlerin enayi muamelesi görmesi
üniversiteden mezun olunca çok sık maruz kaldığım bir durum. kendi içinde bir paradoks adeta. mevcut iktidarla örtüşmeyen bir dünya görüşüm var fakat yakın akrabalarım beni tek bir telefonla iş sahibi yapabilecek kadar yakınlar o iktidara.
onlarca mülakatta açıktan referans muhabbetlerinin döndüğünü gördüm. tamamından değilse büyük bir kısmından bu sebeple elendiğimi çok iyi biliyorum. açık açık yüzüme sorulduğu bile oldu torpilin var mı diye.
tüm baskılara rağmen kabul etmedim torpil ile iş sahibi olmayı. bunun için "çalışmak istemiyor bu da bahanesi" gibi suçlamalar bile yapıldı en yakınlarım tarafından.
herhangi bir şekilde anlatma gereği de duymadım bu tavrımı.
ama liyakat sahibi olmayan insanların o mülâkatlardan güle oynaya geçtiğini görünce kendime sürekli sorduğum soru şu:
bunu yaparsan başkasının hakkına mı girmiş olacaksın yoksa kendi hakkını mı savunmuş olacaksın?
ülkede o işe uygun tek kişi sen değilsen bu her şekilde birinin hakkına girmektir, diye cevap veriyorum sonra bu soruya.
işin asıl üzücü tarafı ise enayi muamelesi görmek.
artık onurlu bir hayatı seçmekle övünemiyoruz bu sebeple. torpille iş sahibi olanlar ise eskiden bunu inkar ederdi en kötü ihtimal. şimdi ise övünerek anlatıyor hatta torpil yarıştırıyorlar.
aklıma ismet inönü'nün 5 temmuz 1931'de tbmm'de söylediği o söz geliyor.
"eğer bir memlekette erbab-ı namus, laakal eşşira kadar sabur olmazsa, o memleket behemahal batar."
-bir ülkede namuslular, en az namussuzlar kadar cesur olmazsa, o ülke mutlaka batar...
onlarca mülakatta açıktan referans muhabbetlerinin döndüğünü gördüm. tamamından değilse büyük bir kısmından bu sebeple elendiğimi çok iyi biliyorum. açık açık yüzüme sorulduğu bile oldu torpilin var mı diye.
tüm baskılara rağmen kabul etmedim torpil ile iş sahibi olmayı. bunun için "çalışmak istemiyor bu da bahanesi" gibi suçlamalar bile yapıldı en yakınlarım tarafından.
herhangi bir şekilde anlatma gereği de duymadım bu tavrımı.
ama liyakat sahibi olmayan insanların o mülâkatlardan güle oynaya geçtiğini görünce kendime sürekli sorduğum soru şu:
bunu yaparsan başkasının hakkına mı girmiş olacaksın yoksa kendi hakkını mı savunmuş olacaksın?
ülkede o işe uygun tek kişi sen değilsen bu her şekilde birinin hakkına girmektir, diye cevap veriyorum sonra bu soruya.
işin asıl üzücü tarafı ise enayi muamelesi görmek.
artık onurlu bir hayatı seçmekle övünemiyoruz bu sebeple. torpille iş sahibi olanlar ise eskiden bunu inkar ederdi en kötü ihtimal. şimdi ise övünerek anlatıyor hatta torpil yarıştırıyorlar.
aklıma ismet inönü'nün 5 temmuz 1931'de tbmm'de söylediği o söz geliyor.
"eğer bir memlekette erbab-ı namus, laakal eşşira kadar sabur olmazsa, o memleket behemahal batar."
-bir ülkede namuslular, en az namussuzlar kadar cesur olmazsa, o ülke mutlaka batar...
devamını gör...
15.
elma yedi diye insanı dünyaya kovan tanrı
çok da önemli değil ama elma olmadığını belirtmek isterim. yasak meyve olarak geçer.
elma olduğunu iddia edenler de var üzüm olduğunu iddia edenler de var.
hatta ortadoğuda elma olduğunu kabul edip sırf rengi kırmızıydı yok yeşildi yok sarıydı tartışması ile farklı tarikatlar oluştuğu da bilinir.
ama kovulma olayının kendisinin de yasaklı meyvenin de tamamen imgesel simgeler olduğu düşünülebilir.
belki yasaklı meyve insanın aydınlanmasıdır.
belki cehalet cennetin ta kendisidir.
dünya ise aydınlanmanın getirdiği o ızdırap halidir.
elma olduğunu iddia edenler de var üzüm olduğunu iddia edenler de var.
hatta ortadoğuda elma olduğunu kabul edip sırf rengi kırmızıydı yok yeşildi yok sarıydı tartışması ile farklı tarikatlar oluştuğu da bilinir.
ama kovulma olayının kendisinin de yasaklı meyvenin de tamamen imgesel simgeler olduğu düşünülebilir.
belki yasaklı meyve insanın aydınlanmasıdır.
belki cehalet cennetin ta kendisidir.
dünya ise aydınlanmanın getirdiği o ızdırap halidir.
devamını gör...
16.
grup seks partisinde tanışıp evlenmek
şahsen bana ters diyenleri de anlamak zor.
arkadaşım madem orda tanıştın o zaman sen de gitmişsin o partiye sonuçta peçete tutmaya gitmedin. yani karşı tarafın ahlakını ya da geçmişini sorgulayacak durumda değilsin.
arkadaşım madem orda tanıştın o zaman sen de gitmişsin o partiye sonuçta peçete tutmaya gitmedin. yani karşı tarafın ahlakını ya da geçmişini sorgulayacak durumda değilsin.
devamını gör...
17.
seneca
stoacılıkla hıristiyanlığın sentezini yapan bir anlayış geliştirmiş bir düşünür.
düşünceleriyle imparatorluk dönemi romasına ışık tutmuştur.
insanlık alemini referans alan görüşleriyle seneca, klasik stoacıların kabul ettiği lokal ve dünya devleti anlayışını bir kenara bırakmıştır. senecaya göre insanları bir arada tutan bağ siyasi değil dinî ve ahlakidir.
senecaya göre devlet insan olarak eksilerimizin ve günahlarımızın sonucunda ortaya çıkan bir kurumdur. şayet insanoğlu mükemmel bir varlık olmuş olsaydı devlet denen otoriteye gerek kalmazdı.
seneca, insanın doğuştan günahkar olduğuna inanmasına rağmen medeniyet öncesindeki doğal hayatta, "altın çağ" denen bir dönemin olduğunu kabul eder.
ona göre özel mülkiyet ve onun uzantısı olan medeni değerler gelişmeden önce insanlar altın çağ denen bir çağda, eşit, kardeşce ve mutluca bir yaşam sürdürmekteydiler. bu dönemde insanların devlete yasalara ya da hükümetlere ihtiyaçları yoktu. zamanla özel mülkiyetin ortaya çıkmasıyla birlikte medeniyet, zenginlik ve lüks gelişerek insandaki ilkel saflığı bozdu.
insandaki bencil duygular da böylece gelişmiş oldu. bu da devlet otoritesinin oluşmasını kaçınılmaz kılmıştır.
devlet, zor gücünü kullanarak toplumsal ahenk ve uyumu bozan insandaki sınırsız bencil eğilimleri kontrol altında tutmaktadır.
seneca'nın, bu görüşleriyle modern çağda yazan marks ve rousseau için bir ilham kaynağı oluşturduğu söylenebilir.
düşünceleriyle imparatorluk dönemi romasına ışık tutmuştur.
insanlık alemini referans alan görüşleriyle seneca, klasik stoacıların kabul ettiği lokal ve dünya devleti anlayışını bir kenara bırakmıştır. senecaya göre insanları bir arada tutan bağ siyasi değil dinî ve ahlakidir.
senecaya göre devlet insan olarak eksilerimizin ve günahlarımızın sonucunda ortaya çıkan bir kurumdur. şayet insanoğlu mükemmel bir varlık olmuş olsaydı devlet denen otoriteye gerek kalmazdı.
seneca, insanın doğuştan günahkar olduğuna inanmasına rağmen medeniyet öncesindeki doğal hayatta, "altın çağ" denen bir dönemin olduğunu kabul eder.
ona göre özel mülkiyet ve onun uzantısı olan medeni değerler gelişmeden önce insanlar altın çağ denen bir çağda, eşit, kardeşce ve mutluca bir yaşam sürdürmekteydiler. bu dönemde insanların devlete yasalara ya da hükümetlere ihtiyaçları yoktu. zamanla özel mülkiyetin ortaya çıkmasıyla birlikte medeniyet, zenginlik ve lüks gelişerek insandaki ilkel saflığı bozdu.
insandaki bencil duygular da böylece gelişmiş oldu. bu da devlet otoritesinin oluşmasını kaçınılmaz kılmıştır.
devlet, zor gücünü kullanarak toplumsal ahenk ve uyumu bozan insandaki sınırsız bencil eğilimleri kontrol altında tutmaktadır.
seneca'nın, bu görüşleriyle modern çağda yazan marks ve rousseau için bir ilham kaynağı oluşturduğu söylenebilir.
devamını gör...
18.
porno izlerken 1.5 iskenderi gömmek
iskenderin son lokmasıyla ayranın son yudumunu ve malum filmin final sahnesini aynı anda denk getirmeye de uğraşıyor musunuz mesela...
devamını gör...
19.
mirsaid sultangaliyev
1917 bolşevik ihtilâli’nin, lenin, stalin, troçki ile birlikte dört büyüğünden biridir. tatar kızıl ordusunun başında beyaz ordunun yenilmesinde hayati rolü olmuştur.
milli komünizm fikrinin kurucusu ve teorisyenidir. türk solu onunla doğan avcıoğlu’nun, asya’da marksizm ve milliyetçilik kitabına yazdığı önsöz ile tanışmıştır. fakat gerçek anlamda onunla tanışmamız 90 sonrasında atilla ilhanın yazılarıyla mümkün olmuştur.
hayatına dair bilgiler, daha çok 23 mayıs 1923’te kendisinin kaleme aldığı “ben kimim” başlıklı otobiyografisine dayanmaktadır. bu otobiyografiyi devlet suçlusu olarak tutuklu olduğu sırada savunma amaçlı yazıp stalin ve troçkiye göndermiştir.
“kendimi ancak ekim devrimi sırasında ve devrimin ilk yıllarında özgür hissettim… ama bana şöyle dedikleri günden beri: sen kölesin ve biz sana güvenmiyoruz , - ve bu ekim devriminin üçüncü yılında oldu, - ben tekrar kendimi köle hissettim.”
uluslararası sosyal devrim çalışmasında metropol proletaryasının rolünü ve önemini yeniden değerlendirmiş ve yeni teorilerini bu zeminde oluşturmuştur.
ona göre dünya burjuvazisine karşı tam zafer elde edilmesi için sadece batı avrupa proletaryasının gücünün yeterli olduğu fikri yanılgıdır.
çünkü batı proletaryası, kapitalist metropol ekonomi sistemi içinde sömürgelerin sömürülmesi konusunda burjuvazinin yandaşı konumuna sahiptir; ister istemez kendi burjuvazisinin karının belli bir kısmını paylaşmaktadır. ingiliz ya da amerikan işçisinin maddi konumu da sömürge işçisinin konumundan kat kat daha iyidir ve sömürgelerin sömürülmeleri sayesinde yarattığı kültürden yararlanma olanağına sahiptir.
galiyev, rusya merkezli komünizme karşı turan sosyalist devleti ve sömürgeler enternasyonali tezlerini geliştirmiştir. sosyalizmin uygulanmasında, ideolojik olarak evrensel bir geçerlilikten ziyade milletlerin kendilerine has şartlarının uygulamada belirleyici olması gerektiğini savunmuştur.
“galiyevizm olarak da değerlendirilen “sömürgeler enternasyonali” tezi genel anlamda iki aşamalı bir programdı. ilk aşamada sırasıyla tatar-başkırt devleti, türkistan cumhuriyeti ve turan federal halklar sosyalist cumhuriyeti tesis edilecek, daha sonra azerbaycan ile altay ve çuvaş bölgesindeki türk toplulukları dahil edilerek sovyetler birliği’ndeki bütün müslüman ve türk halklarının siyasî birliği tamamlanacak, ikinci aşamada ise benzer birliklerini oluşturmuş bütün dünyanın mazlum halklarının sömürgeler enternasyonali gerçekleştirilecekti.”
sultan galiyev, sömürgelerin bağımsızlık hareketine destek vermenin uluslararası sosyal devrimin çıkarına olduğunu savunurken onun bu fikri, stalin tarafından “milli sapma” olarak görülmüştür.
ölümü ise tartışmalıdır. 1940 yılında almanlara karşı savaştığı dahil bir çok teori vardır.
daha önce de defalarca kez devrim karşıtı örgüt kurmak, basmacı hareketi ile bağlantısı olmak gibi suçlarla sürülen, yıllarca tutuklu kalan sultan galiyev, sbkp mk’ya bağlı parti denetleme komitesi, marksizm-leninizm enstitüsü, sscb başsavcılığı ve sscb kgb tarafından 29 mayıs 1990 tarihinde hazırlanan belgeye göre 19 mart 1937’de tekrar tutuklanmış ve sscb yüksek mahkemesi askeri kurulu’nun 8 aralık 1939 tarihli kararına istinaden 28 ocak 1940’ta kurşuna dizilerek idam edilmiştir.
“sultan galiyev’in karşı devrimci örgütü” adını taşıyan mesele üzerinde çalışan gpu eski görevlileri y. s. aysenberg, k. p. konstantinov ve h. s. petrosyan daha sonra çeşitli görev dosyaları üzerinde çalışırken yaptıkları sahtekarlıklardan dolayı cezaya tabi tutulmuşlardır.
29 mayıs 1990’da sultan galiyev ve arkadaşlarının itibarının iade edilmesi kararı
“sultan galiyev örgütüne dair delil olarak gösterilenlerin çoğu, moskova’da devlet yönetiminde oluşan durum ve kadro düzenlemeleri hakkında konuşulan ve j. v. stalin’in hatalarının eleştirildiği hemşehri toplantıları ve aile kutlamalarından ibarettir.”
ifadeleri ile ilan edilmiştir.
milli komünizm fikrinin kurucusu ve teorisyenidir. türk solu onunla doğan avcıoğlu’nun, asya’da marksizm ve milliyetçilik kitabına yazdığı önsöz ile tanışmıştır. fakat gerçek anlamda onunla tanışmamız 90 sonrasında atilla ilhanın yazılarıyla mümkün olmuştur.
hayatına dair bilgiler, daha çok 23 mayıs 1923’te kendisinin kaleme aldığı “ben kimim” başlıklı otobiyografisine dayanmaktadır. bu otobiyografiyi devlet suçlusu olarak tutuklu olduğu sırada savunma amaçlı yazıp stalin ve troçkiye göndermiştir.
“kendimi ancak ekim devrimi sırasında ve devrimin ilk yıllarında özgür hissettim… ama bana şöyle dedikleri günden beri: sen kölesin ve biz sana güvenmiyoruz , - ve bu ekim devriminin üçüncü yılında oldu, - ben tekrar kendimi köle hissettim.”
uluslararası sosyal devrim çalışmasında metropol proletaryasının rolünü ve önemini yeniden değerlendirmiş ve yeni teorilerini bu zeminde oluşturmuştur.
ona göre dünya burjuvazisine karşı tam zafer elde edilmesi için sadece batı avrupa proletaryasının gücünün yeterli olduğu fikri yanılgıdır.
çünkü batı proletaryası, kapitalist metropol ekonomi sistemi içinde sömürgelerin sömürülmesi konusunda burjuvazinin yandaşı konumuna sahiptir; ister istemez kendi burjuvazisinin karının belli bir kısmını paylaşmaktadır. ingiliz ya da amerikan işçisinin maddi konumu da sömürge işçisinin konumundan kat kat daha iyidir ve sömürgelerin sömürülmeleri sayesinde yarattığı kültürden yararlanma olanağına sahiptir.
galiyev, rusya merkezli komünizme karşı turan sosyalist devleti ve sömürgeler enternasyonali tezlerini geliştirmiştir. sosyalizmin uygulanmasında, ideolojik olarak evrensel bir geçerlilikten ziyade milletlerin kendilerine has şartlarının uygulamada belirleyici olması gerektiğini savunmuştur.
“galiyevizm olarak da değerlendirilen “sömürgeler enternasyonali” tezi genel anlamda iki aşamalı bir programdı. ilk aşamada sırasıyla tatar-başkırt devleti, türkistan cumhuriyeti ve turan federal halklar sosyalist cumhuriyeti tesis edilecek, daha sonra azerbaycan ile altay ve çuvaş bölgesindeki türk toplulukları dahil edilerek sovyetler birliği’ndeki bütün müslüman ve türk halklarının siyasî birliği tamamlanacak, ikinci aşamada ise benzer birliklerini oluşturmuş bütün dünyanın mazlum halklarının sömürgeler enternasyonali gerçekleştirilecekti.”
sultan galiyev, sömürgelerin bağımsızlık hareketine destek vermenin uluslararası sosyal devrimin çıkarına olduğunu savunurken onun bu fikri, stalin tarafından “milli sapma” olarak görülmüştür.
ölümü ise tartışmalıdır. 1940 yılında almanlara karşı savaştığı dahil bir çok teori vardır.
daha önce de defalarca kez devrim karşıtı örgüt kurmak, basmacı hareketi ile bağlantısı olmak gibi suçlarla sürülen, yıllarca tutuklu kalan sultan galiyev, sbkp mk’ya bağlı parti denetleme komitesi, marksizm-leninizm enstitüsü, sscb başsavcılığı ve sscb kgb tarafından 29 mayıs 1990 tarihinde hazırlanan belgeye göre 19 mart 1937’de tekrar tutuklanmış ve sscb yüksek mahkemesi askeri kurulu’nun 8 aralık 1939 tarihli kararına istinaden 28 ocak 1940’ta kurşuna dizilerek idam edilmiştir.
“sultan galiyev’in karşı devrimci örgütü” adını taşıyan mesele üzerinde çalışan gpu eski görevlileri y. s. aysenberg, k. p. konstantinov ve h. s. petrosyan daha sonra çeşitli görev dosyaları üzerinde çalışırken yaptıkları sahtekarlıklardan dolayı cezaya tabi tutulmuşlardır.
29 mayıs 1990’da sultan galiyev ve arkadaşlarının itibarının iade edilmesi kararı
“sultan galiyev örgütüne dair delil olarak gösterilenlerin çoğu, moskova’da devlet yönetiminde oluşan durum ve kadro düzenlemeleri hakkında konuşulan ve j. v. stalin’in hatalarının eleştirildiği hemşehri toplantıları ve aile kutlamalarından ibarettir.”
devamını gör...
20.
mültecilerin gitmesini istemeyen kafa
devlet nedir ne işe yarar anlamamış insandır.
ülkesini tatil köyü sanan, emeğin ne olduğunu bilmediği için onun alenen gaspedilmesini de umursamayan tiptir.
uluslararası hukuk dersin anlamaz. iç hukuk dersin anlamaz da çok biliyormuş gibi bin dereden su getirir. ama şunu da mı göndereceksin nasıl göndereceksin diye öter durur. ileri modelleri de ülkede yaşayan uygur türklerini ya da ingiliz vatandaşlarını örnek verir ya da en olmadı almanyanın işçi talebiyle ülkesine davet ettiği türklerle suriyelileri karşılaştırır.
ulan bu kadar seviyorsanız beraber gidin onlarla böyle saçmalık olur mu ?
iç savaş çoktan bitmiş genel af ilan etmiş suriye yönetimi gelin diyor. oturursun bir kaç ülke ile garantörlük anlaşması imzalarsın gönderirsin.
tehlikenin yaklaşıyor farketmiyor musunuz diyeceğim de olayın ortasındayız zaten.
ülkesini tatil köyü sanan, emeğin ne olduğunu bilmediği için onun alenen gaspedilmesini de umursamayan tiptir.
uluslararası hukuk dersin anlamaz. iç hukuk dersin anlamaz da çok biliyormuş gibi bin dereden su getirir. ama şunu da mı göndereceksin nasıl göndereceksin diye öter durur. ileri modelleri de ülkede yaşayan uygur türklerini ya da ingiliz vatandaşlarını örnek verir ya da en olmadı almanyanın işçi talebiyle ülkesine davet ettiği türklerle suriyelileri karşılaştırır.
ulan bu kadar seviyorsanız beraber gidin onlarla böyle saçmalık olur mu ?
iç savaş çoktan bitmiş genel af ilan etmiş suriye yönetimi gelin diyor. oturursun bir kaç ülke ile garantörlük anlaşması imzalarsın gönderirsin.
tehlikenin yaklaşıyor farketmiyor musunuz diyeceğim de olayın ortasındayız zaten.
devamını gör...