klm yazar profili

klm kapak fotoğrafı
klm profil fotoğrafı
rozet
karma: 6671 tanım: 139 başlık: 28 takipçi: 10
Keep your distance.

son tanımları


iyi insan olmak için dine ihtiyaç olmaması

hangi dine ya da hangi inanca mensup olursanız olun, çoğunun ortak temeli güzel ahlaka dayanır.
devamını gör...

edo dönemi

japonya’nın o meşhur kapalı kutu zamanları. dış dünyada sanayi devrimi patlarken, içeride herkes kendi dünyasında yaşamaya devam ediyordu. bir yandan kültürel devrimler yaşanıyor, sanatta resmen o zaman dans partileri veriliyor, diğer yandan ise toplum o kadar katıydı ki, sanki herkes tahtadan kukla gibi hareket ediyordu. bu ülkenin o dönemi için "altın çağı" deniliyordu ama bildiğin altın çağın karanlık odası gibiydi.

edo'daki toplumsal düzen öyle bir hal almıştı ki, sanki bir kim kimin üstünde oyunu gibi! samuraylar sokaklarda gururla dolaşıyor, tüccarlar parayı basıyor, köylülerse vergi yükünden neredeyse belini büken bir halde... feodal sistem, sanki "ağalık benim işim" yarışması gibiydi.

bu kadar katı bir hiyerarşi, tabii ki toplumsal sıkışıklıklara ve adaletsizliklere yol açar. kadınların durumu da içler acısıydı. kabuki tiyatrosunda bile kadın yoktu o derece sindirilmişler; erkekler, kadın rollerini oynuyordu. o dönemde bu durumu normal kabul etseler de, şimdiki gözle bakıldığında eminim tokugawa ağam biz ne yaptık diye düşünüyorlardır. kadınların sesini duyurması pek mümkün değildi, herhalde durumu kabullenmişlerdi.

ama her şey kötü değildi.kültürel açıdan edo dönemi resmen bir sanat şöleni gibiydi. ukiyo-e baskıları, kabuki tiyatrosu, katsuşika hokusai'nin meşhur büyük dalga tablosu... kendilerini bu konuda bayağı geliştirmişler.

fakat izolasyonu fazlasıyla abartan bir ülkeydi. fazla ısrar göze zarar unutmamak lazım. tokugawa şogunluğu, dünya umrumda değil deyip batı'dan gelen her şeyi görmezden gelirken, batı sanayi devrimi patlaması yaşıyordu. sonra da batılı güçler kara gemileriyle gelip, japonya'nın kapalı dünyasını zorla açmaya başlayınca, tokugawa şogunları şok oldular. ee hani vizyon!?

sonuç olarak, edo dönemi tam bir "karma kaset" gibi. hem kültürel zenginlik var, hem de sosyal sıkışıklık. hem "vay be, ne kadar ilginç!" dedirtiyor, hem de "bunun nesi doğru?" diye düşündürüyor. ama ne olursa olsun, japonya’nın tarihindeki en ilginç ve renkli dönemlerden biri olduğu kesin.
devamını gör...

bir anda gelen gelen bağırma isteği

duygulara tercüman olan bir sahne.

gibi
devamını gör...

tarihin dönüm noktalarındaki insan hataları

tarih dediğimiz şey, tam anlamıyla insan hatalarının dansı. ufak dokunuşlarla* tarihte büyük yankı uyandıran bazı olaylar;

titanic'in batışı (1912)
titanic o zamanın "asla batmaz" dedirten devasa gemisiydi. kaptan, "bu gemiyi batıracak buzdağı daha dünya tarihinde oluşmadı" dedi, ama o tokadı yiyip battılar. o kadar emindiler ki, sonrasında 1500 kişi can verdi. o güven, buzdağını görememekle sonuçlandı ve herkes böyle kazalar tarihe geçer dedi. titanic, "bizim gemi asla batmaz" diyerek tarih yazdı, ama kötü yazdı.

napolyon'un rusya seferi (1812)
napolyon, avrupa'nın "şefiydi", ama rusya'ya girdiğinde her şey tersine döndü. "kış mı, o ney la?" dedi, sonra rusya'nın dondurucu soğuklarına karşı sıfır şansı olduğunu anladı. o kadar kibirli ki, "kış bizi etkilemez" dedi ama soğuktan ordusunu kaybetti. havası yerinde olan napolyon, soğuktan yıkıldı. ayı, "hayır dostum, senin bu kadar ego ile savaşman hatalıydı" dedi.

istanbul'un fethi (1453)
konstantin, istanbul'u tek başına savunabileceğini düşündü. "yalnız hallederim, kimseye ihtiyacım yok!" dedi. sonuç? osmanlı gelip, kapıyı çaldı. eğer batı'dan yardım almış olsaydı, belki de bizans'ı hala konuşuyor olurduk. ama o ego, istanbul'un düşmesine neden oldu. tek başına savaşmak, sonunda "game over" dedirtti.

ispanyol imparatorluğu'nun altın ve gümüş sevdası
ispanya, amerika'dan gelen altın ve gümüşlerle resmen coştu hatta çok çok çoştu. ama ne yazık ki bunları doğru yönetemediler. altın ve gümüş, ekonomiyi iyice sarstı, sonuçta çöküş geldi. paralar harcandı, ülke battı. hızla zengin olup, hızla yıkıldılar. umarım latin halkı, yastık altının önemini anlamıştır. ayrıca, bu senaryo bir yerden tanıdık geliyor ama neyse!

çin'in keşif yollarını kapatması (15. yüzyıl)
çin, okyanusları fethetmeye karar vermişti, ama sonra ming hanedanı çıktı ve "acaba tüm kapıları kapatsak ne olur?" dedi. batı’yla ilişkilerini kesip geri çekildiler. o zamanlar çin, dünya lideri olabilirdi. ama pandora'nın kutusu olmayı tercih ettiler, batı keşifleri yaparken çin bir kenara çekildi. o zamanlar kaçırdıkları fırsatları şimdi tekrardan yaratmaya çalışıyorlar.

mısır piramitlerinin inşası (mö 2700-1700)
mısır piramitleri, gerçekten efsane mühendislik işiydi. ama bu devasa yapıları inşa etmek için harcanan emek, halkı perişan etti. o kadar büyük bir yük vardı ki, mısır'ın gücü bir noktada zayıfladı. piramitler yapılırken halkın refahı tamamen göz ardı edildi, sonunda mısır yavaşça çökmeye başladı. o kadar büyük yapılar yapmak, halkın çektiği acılara değdi mi, he firavun?

fransa'da veraset savaşları (14. yüzyıl)
fransa'da taht kavgası o kadar fena bir hal aldı ki, ülke birbirini yedi. kraliyet ailesi tahtı almak için birbirini indirirken halkın durumu perişandı. sonunda fransa, yüz yıl savaşları’nda ingiltere'ye karşı zor duruma düştü. taht uğruna, ülke çökmek üzereydi. "taht kavgalarına" o kadar kaptırdılar ki, "halk ne durumda?" sorusunu kimse sormadı.

alman imparatorluğu'nun ı. dünya savaşı'na girişi (1914)
almanya, i. dünya savaşı'na girmeyi düşündü, ama o kadar hızlı biter diye düşündü ki. "iki ayda biz bunlara el ense çekeriz, bu savaşı da bitiririz" dediler. ancak öyle olmadı. savaş yıllarca sürdü, herkes yıkıldı, almanya tükendi. hızlıca bitiririm dedikleri şey, yıllarca sürdü ve her şey darmadağın oldu. "bitmez" dedikleri savaş, almanya’yı yerle bir etti.

tarihe baktıkça, çoğu zaman büyük işler yaparken, ufak hataların ne kadar büyük sonuçlara yol açtığını görüyoruz. küçük bir yanlış adım, her şeyi değiştirebiliyor. ama önemli olan küçük detayları göz ardı etmemek gerek, yoksa büyük felaketler kapıda olabiliyor.
devamını gör...

yalnızlık ve yaratıcılık ilişkisi

ilk bakışta birbirine zıt iki şey gibi gelebilir. bir tarafta insanın içini sıkan, yalnız kaldıkça kendini hapsolmuş gibi hissetmesi, diğer tarafta ise yaratıcılığın patladığı, zihinlerin özgürleştiği anlar. ama aslında, ikisi arasında derin bir bağ var. kimse yalnız kalmaktan hoşlanmaz ama bir düşünün, yalnız kaldığınız an kafanızda kocaman bir boşluk oluştuğunda, o boşluğa neler sığdırabileceğini! işte o an yaratıcı fikirler doğar.

yalnızlık, tam da yaratıcı düşünceler için ideal bir ortam. sosyal medyanın sesleri, insanlarla yapılan o gereksiz sohbetler, dış dünyadaki karmaşa… bunlar tamamen sustuğunda, zihin bir tür reset tuşuna basmış gibi oluyor. her şey bir anda netleşiyor. artık o kafa karışıklığının içine girmiyorsun. ve bir anda o kaybolmuş fikirler, düşünceler, hayaller, hepsi yeniden canlanıyor. bir bakıyorsun, beyninin daha önce hiç keşfetmediğin köşelerinden yeni bir fikir doğmuş. işte bu, yalnızlığın sihri.

albert einstein diyor ki, "yalnızlık bir bilim insanının en iyi arkadaşıdır." ya da franz kafka... herkes onun yazdığı karanlık hikayeleri bilir. kafka, kimseyle konuşmadan, kendi kafasında o derin yalnızlık içinde yazdı. belki de bu yalnızlık onun en büyük kaynağıydı, kim bilir? yalnız kaldığı her an, kendi içindeki yaratıcı gücü keşfetti. hepimiz biliyoruz ki bazen sadece insanları değil, kendi sesini de duymaya ihtiyacımız var.

tabii, demek istediğim, yalnızlık illa uzun süreli olmak zorunda değil. bir mola alıp, kafanı dağıttığın zaman, kafandaki karışıklıklar dağılır. zihnin bir süreliğine serbest kalır ve sen de sonrasında neler yaratacağına hayret edersin. ancak dikkat edilmesi gereken şey, her yalnızlık yaratıcılık gücünü beslemez. eğer yalnızlık seni karamsarlığa iterse, o zaman bir sorun vardır. yalnızlık, doğru zamanda ve doğru yerde yaşanmalıdır.

yalnızlık ve yaratıcılığın dansı da böyle bir şey işte. kimisi ondan korkar, kimisi ona sarılır. kimisi yalnız kalınca kafasında yaratıcılık fırtınaları koparır. bazen yalnızlık, yaratıcılığımızın en güzel hali olur ve kafamızda yeni dünyaların kapılarını aralar.
devamını gör...

heroplius

mö 335-280 yılları arasında yaşayan bu arkadaş, tıp dünyasında adeta bir çılgın bilim adamıydı. o dönemde insan vücudunu incelemek dediğinizde, kimse bu psikopat bilim adamı kadar uç bir seviyeye taşıyamazdı. kadavralarla olan ilgisi onu tıp alanında önde gelen isimlerden biri yapmıştı.

bazı kaynaklarda, herophilus’un 600’e yakın mahkumu kesip biçtiği iddia edilse de bu tamamen bir şehir efsanesinden ibaret diyebiliriz. adam bu dünya için çalışırken yok efendim neymiş bu kişi viviseksiyon yapıyormuş da bilmem ne diye atıp tutmuşlar. tertullian gibi bazı yazarlar, herophilus'u adeta bir "canlı frankenstein" olarak tanımlamış. ama gerçek şu ki, herophilus canlılar üzerinde deneyler yapmaktan çok, kadavraları inceleyerek sinir sistemi, beyin, göz yapısı gibi temel konularda devrim niteliğinde keşifler yapmış.

kadavra meselesi hala tartışmalı olsa da, yaptığı buluşlar tıp dünyasında büyük ses getirdi. herophilus’un meraklı yapısı ve azmi onu, dönemin kadavra dedektifi haline getirmişti.

herophilus'un katkıları yalnızca kendi dönemini değil, sonraki yıllarda gelen tıp araştırmalarını da büyük ölçüde etkilemiş. hatta galen gibi büyük isimler, onun çalışmalarını alıp geliştirerek modern tıbbın temellerini atmışlardı.
devamını gör...

orta çağ'da kafayı sıyırmak

orta çağ’da herkesin kafayı sıyırması çok normaldi. yani gerçekten, bir şeyler ters gitse dehşet içinde oluyorsunuz. tamam, soğuk zindanlar, pis kokular ve böcekler falan vardı ama asıl mesele akıl sağlığıydı. eğer o zamanlar aklını kaybettiysen, birincisi çok şanssızdın, ikincisi de büyük ihtimalle "cadı" olarak etiketlenip bir süre sonra ya yakılıyordun ya da işkence ile sorgulanıyordun. tabii, senin kafayı sıyırman, kimsenin umurunda değildi, çünkü 13. yüzyılda akıl hastalıkları ne alakaysa günah sayılıyordu.

o zamanlar kafayı sıyıran biri için doktora gitmek bir opsiyon değildi. bunun yerine, hemen "bunun içinde şeytan var!" diye bağırıp, seni bir kenara çekerlerdi. "gel bakiyim sen falanlar?" eğer şeytan seni ele geçirmişse, o zaman dünyayı yakmak için devreye girersin. ama senin kafan karıştıysa, o şeytanın etkisi olabilir, he? bir tür zihinsel işgal yani. ve bu işgalin sonucunda ya cadı olur, ya da lanetli bir insan ilan edilirdin. o dönemlerde depresyon falan gibi yeni nesil hastalıklar hak getire, hemen yaftayı yapıştırıp icabınıza bakıyorlardı.

asıl bomba olan cadı olmak, işin sonunda ya yakılmak ya da kellenizin kasaba meydanında gezdirilmesi demekti. bayağı sert bir muamele..! eğer biraz dengesiz davranıyorsan, biraz da "yavaş yavaş kafayı yiyorsan", tamam bu kesin cadı derlerdi... orta çağ’da insanlar korkudan delirmişti ve bu korku çok stratejik bir şekilde toplumu kontrol etme aracına dönüşmüştü. orta çağdan modern çağa kalmış en büyük miras bu diyebiliriz. korku ile kitleleri kontrol etme stratejisi.

kendisini normal hisseden birkaç kişi, ortada bir sorun görmeyen insanlar ve kiliseden size bağıran rahipler, senin akıl sağlığının bozulması için mükemmel bir ortam oluşturuyordu. tabii, bu ortamda dikkat etmen gereken bir şey vardı: "sen niye huzurlu görünüyorsun? bu, bir şeyin habercisi." en küçük bir hareketini, garip bakışlarını veya sıra dışı davranışlarını, hemen cadı etiketiyle tanımlıyorlardı. kafayı yemiş demek, o dönem için cadı demekti.

ve asıl tuhaf olan kısmı. eğer kadınsan, şansın sıfır. kadın olmak, o dönemde kafayı sıyırmakla eşdeğerdi. neden diye soracak olursanız. çünkü kadınlar, o dönemde toplumun ezilen kesimiydi, doğru düzgün eğitim alamıyorlardı ve toplumsal baskılar nedeniyle hep şüpheli görülüyorlardı. işte bu yüzden, akıl sağlığının bozulduğunda, "bunun içinde şeytan var" diye kadını hedefe koyuyorlar, sonra da bir taşla iki kuş vuruyorlardı. hem bir cadıyı öldürüp hem de kadınları eğitimden alıkoyarak rahatlıyorlardı. "cadı avı okulları kapatılsın."

tabii, tam cadı muamelesi görmeden önce, orada da bazı eğlenceli testler vardı. mesela, su testi? cadı olduğuna inanılan biri, bir kovaya suya batırılır ve orada rahatlıkla kalıp kalmadığına bakılırdı. eğer kişi batarsa, kadının suçsuz olduğu kabul edilirdi. ama, bu testin harika bir yanı vardı: eğer kişi sudan çıkamazsa, o zaman kadın cadı olarak kabul edilip yakılırdı. bu da neydi?* geriye dönüp baktığımızda, sadece çok güzel bir görüntüleme tarzı. yani bu test, kimseyi kurtarmıyor, sadece işin dramatik kısmını şölene dönüştürüyordu.

işin özü, orta çağda en ufak bir beyin sarsıntısı bile geçirseydiniz hemen cahil cühela tipler size teşhisi koyup aksiyon alıyordu. ortadan kaldırmak istediğiniz kişileri bu şekilde yaftalamak mükemmel bir suikast aracıydı. hoş insan kafasına bir şeyi taktığı zaman şeytana bile ihtiyaç duymadığı için çokta şey etmemek lazım...
devamını gör...

yazarların normal sözlük'e gelme sebepleri

ekşi'de bir süreliğine kafa tatiline çıkıp burayı tercih ettik. kimseye karışmadan iç güveysinden hallice yazıyoruz.
devamını gör...

kültürel yasaklar ve yasaklanmış ideolojiler

her toplum zaman zaman, kendini belirli bir düzene oturtma çabası içine girer. bu düzene uymayan her şey, ister bir düşünce, ister bir davranış biçimi olsun, ya dışlanır ya da yasaklanır. kültürel yasaklar dediğimiz şey de, işte tam olarak burada devreye giriyor. "ne kadar yasaklanmışsa, o kadar ilginç" diye bir laf vardır ya, işte her yasak da bu mantıkla, yeraltına kayar, başka bir biçimde hayat bulur.

geçmişte pek çok ideoloji ve kültürel akım, sistemin dışında kalmıştır. mesela, 20. yüzyılın başlarında faşizm ve komünizm gibi ideolojiler pek çok ülkede yasaklanmışken, aynı dönemde bu ideolojilerin karşıtı olan özgürlükçü düşünceler de pek çok yerde baskı altında kalıyordu. örneğin sovyetler birliği'nde sosyalizmin dışında kalan her şey yasaklanmışken, amerika'da da komünizmle bağlantılı her şey tehlikeli görülüyordu. ama tam da bu noktada, yasakların aslında bu ideolojilerin hayatta kalmasına nasıl katkı sağladığına bakmak lazım. çünkü yasaklandıkça, yasaklanan şey daha çok ilgi çekmeye başlar.

bir diğer örnek, punk kültürü ve anarşizm. 70’lerde ortaya çıkan bu akımlar, devletin baskılarına ve toplumun dayattığı düzene karşı tepki olarak doğmuştu. başta marjinalleşmiş, toplumsal olarak dışlanmış olsa da, zamanla gençler arasında bir özgürlük hareketine dönüştü. "yasa dışı" ya da "yasaklanmış" olmak, aslında bir nevi bu akımların daha fazla dikkat çekmesine neden oldu.

tabii, yasakların bazen gerçekten de toplumu korumak amacını taşıdığı da bir gerçek. toplumu tehdit edebilecek, şiddet veya nefret içeren ideolojiler, genellikle yasaklanır ve bu da toplumsal huzurun sağlanmasına yardımcı olabilir. ancak burada önemli olan nokta, bu yasakların ne kadar geniş bir şekilde uygulandığı. çünkü bazen bir düşüncenin yasaklanması, onu daha cazip hale getirebilir, hatta onu tartışmasız doğruymuş gibi gösterebilir. örneğin, faşizmin yasaklanması, ona karşı duyulan ilgiyi bitirememiş, aksine onun daha çok konuşulmasına yol açmıştır.

en nihayetinde, yasaklar ve ideolojiler tarih boyunca hep birbirinin karşısında durmuş ve birbirini beslemiştir. kültürel yasaklar sadece dışlanan düşünceleri değil, aslında toplumun tüm yapısını sorgulamaya iten bir mecra yaratmıştır. yasaklar ne kadar sertse, yasaklanan düşünceler bir o kadar güçlü olmuştur. belki de en iyi strateji, düşünceleri yasaklamak yerine onlarla açıkça yüzleşmektir.
devamını gör...

endüstri devrimi ve işçi sınıfı ayaklanmaları

18. yüzyılın sonlarına doğru ingiltere’de başladığında, dünyayı köklü bir şekilde değiştiren bir süreç başlatmıştı. makineler üretimde hızla yerini almaya ve fabrikalar hızla yayılmaya başladı. ancak her devrimde olduğu gibi, bu dönemde de bazı karışıklıklar, protestolar ve direnişler yaşandı. işçi sınıfı, fabrikalarda uzun saatler boyunca makinelerle çalışarak, düşük maaşlarla hayatını kazanan ve çok zor koşullarda çalışan bir gruptu. sabah kalkıp kahvaltı bile yapamadan işe başlamak, akşam geç saatlere kadar çalışmak ve üstüne patronların sürekli bağırmaları, onların yaşamını zorlaştırıyordu.

zorlu çalışma koşullarına dayanamayan işçiler, zamanla çeşitli direnişler başlattılar. bunlardan en bilinenlerden biri, luddite ayaklanması'ydı. 19. yüzyılın başlarında makinelerin işçilerin yerini alacağı endişesiyle harekete geçen işçiler, fabrikalarda kullanılan makineleri kırmaya başladılar. bu hareket, aslında sadece işlerini kaybetme korkusuyla yapılan bir başkaldırıydı.

daha sonra, 19. yüzyılın ortasında chartist hareketi ortaya çıktı. bu sefer işçilerin talepleri sadece makineleri kırmakla sınırlı değildi. işçiler, daha iyi maaşlar, insanca çalışma koşulları ve siyasi haklar istiyorlardı. chartist hareketi, işçi sınıfının temel haklarını savunarak, önemli bir toplumsal değişimin habercisi oldu.

bir başka önemli gelişme ise 1848 devrimleri'ydi. avrupa genelinde işçi sınıfı, kötü yaşam koşullarına karşı büyük çaplı isyanlar başlattı. bu devrimler, sadece işçi hakları için değil, toplumsal yapının yeniden şekillendirilmesi açısından da büyük önem taşıdı. işçiler, fabrikalardaki zor koşullardan çok daha fazlasını talep ediyorlardı.

endüstri devrimi, sadece makinelerin hayatımıza girmesiyle kalmadı, aynı zamanda toplumsal yapıyı da büyük ölçüde değiştirdi. işçi sınıfı, haklarını savunmak için birlik olmaya başladı. bu dönemdeki direnişler, işçilerin daha insanca çalışma koşulları, sendikalar ve yasal güvence arayışını hızlandırdı. sonunda, kazanan sadece makineler değil, işçi sınıfı da oldu.
devamını gör...

great schism

1054 yılında roma katolik kilisesi ile doğu ortodoks kilisesi arasında patlak veren "bizim yolumuz, seninkinden farklı" kavgası. bu olay, o kadar derin izler bırakmış ki, günümüzde bile hala bu iki kilise, birbirlerine göz ucuyla bakarak farklı yollarına devam ediyor. tabii bu ayrılığın sebepleri, sadece "hayırdır ne bakayin gardaş?" gibi basit bir kavga değil, baya bir inanç, güç, kültür savaşı var.

ilk mesele, teolojik farklar. kutsal ruh, baba'dan mı, oğul'dan mı geliyor mevzusu yüzünden patladı olay. batı, kutsal ruh'un hem baba'dan hem de oğul'dan çıktığını savundu. doğu ise, "hayır, kardeşim, böyle bir şey yok!" diyerek karşı çıktı. yani özetle, "hangi yoldan gitmeli?" tartışması, büyük bir bölünmeye yol açtı. başka meseleler de var tabii. araf meselesi, ekmek, şarap ayini, playstation - xbox kavgaları derken, bir baktılar ki, bu işin içinden çıkmak zor!

siyasi tarafı da ayrı bir dert. roma ve konstantinopolis arasında ciddi bir yarış vardı. roma "ben papayım, benim sözüm geçer!" diye bağırırken, konstantinopolis "yok ya, biz de patriğiz, o kadar da değil!" diyerek meydan okudu. arada bir güç savaşı olunca, din işleri de fena karıştı. bir de kültürel farklar eklenince, işler iyice sarpa sardı. mesela batı'da papazların evlenmesi yasakken, doğu'da papazlar özgürdü, vur patlasın çal oynasın modunda, evlenebiliyordu. yani kısacası, herkesin kendi stilinde bir din yaşaması olayına dönüştü.

gün sonunda roma katolik ve doğu ortodoks kiliseleri kendi yolunda gitmeye karar verdi ve bu ayrılık neredeyse bin yıl süren bir ilişkiyi sonlandırmış oldu. yani bir bakıma, her iki kilise de "okey, ben seni sevmiyorum, sen de beni sevmiyorsun. biz de yollarımıza gidelim!" diyerek ayrıldılar. her birinin kendine özgü teolojik yaklaşımları ve ibadet biçimleri gelişmeye başladı.

bu ayrılığın siyasi etkileri de büyük oldu tabii. katolikler batı avrupa'ya yerleşti, ortodokslar ise doğu avrupa'da kümelendi. avrupa haritası da buna göre şekillendi. bu işin sonunda da haçlı seferleri gibi dini çatışmalar patlak verdi. yani, dinse din, politikaysa politika... hiç kimse boş durmamış!

günümüzde, bu iki kilise arasındaki ayrılık hala devam ediyor. ama birbirlerine küs olsalar da, arada bir "how you doing?" modunda diyaloglar gelişiyor. yavaş yavaş birbirlerini anlamaya çalışıyorlar, ama yine de eski tartışmalar bitmemiş. hala "birleşelim mi?" diye soran yok, ama en azından arada bir kısır günleri şeklinde buluşup toplaşmalar olmuyor değil.

sonuç olarak, bu ayrılık, inanç yolunda ikiye ayrılan bir nehir gibiydi; her bir kol, kendi yatağında aktı, ancak aynı denize ulaşamadı. öyle kolay kolay da ulaşacak gibi durmuyor.
devamını gör...

türk lirasını hala milyon ve milyarla hesaplayan insanlar

yakında atılan sıfırlar geri alınacak bence, bizim kendimizi bu duruma adapte etmemiz daha doğru olur.
devamını gör...

toplumdaki mutsuzluğun sebebi

günümüzde birçok insan mutsuzluktan şikayet ediyor. bu mutsuzluğun nedenleri arasında ekonomik sorunlar, sosyal ilişkilerin zayıflaması, stresli yaşam koşulları ve yönetim şekli gibi pek çok faktör sayılabilir. ancak tüm bu dışsal faktörlerin yanı sıra, asıl problem bireyin eylemsizliği en büyük sebeplerden biridir.

bireyler, kendi hayatları üzerinde kontrol sahibi olmadıklarını hissedip pasif bir şekilde her şeyi zamana bırakıyorlar. bu durum, özgüvensizlik, korku ve hareketsizlik gibi sonuçlara yol açıyor. birey, toplumun bir yansıması olduğu için, kendi yarattığı mutsuzluk sarmalı toplumu da etkiliyor.

diğer temel nedenler arasında korku, çekingenlik, motivasyon eksikliği ve toplum baskısı yer alıyor. çözümse oldukça basittir: konfor alanından çıkıp eyleme geçmek. hayallerini gerçekleştirmek, istediğin işe sahip olmak ve daha iyi bir toplum yaratmak için bu yönde adımlar atmak gerekir. başkalarını suçlamak yerine, bireysel değişimle bu dönüşümün parçası olmak çok daha etkili olacaktır. eğer birey kendi derisini değiştirirse, toplum zaten pozitif yönde tepki vermeye başlayacaktır. son olarak var olduğumuz sürece hayallerimiz, çürümüş bir sistemin enkazından bir çiçek gibi her zaman yeşerebilir.
devamını gör...

maladaptive daydreaming

kötü huylu hayal kurma seansı. aslında herkesin zaman zaman yaptığı, "bir şeylerin hayalini kurmak" gibi bir şey değil. bu, gerçeklikten o kadar uzaklaşmak ki, kişi kendini matrix sistemine bile isteye sokma durumu. öyle bir noktaya gelir ki, kişi adeta uyumadan önce, bazen saatlerce bu dünyaya dalar. gerçeklik algısını bile kaybeder. fazlası kafayı yedirir. lost çok bozmuş olursunuz sonra.

mesela birisi, her gün iş yerinde zor bir gün geçirdiğinde, kendini hayalinde süper kahraman olarak hayal edebilir. herkesin ona hayran olduğu, dünyayı kurtarmakla meşgul bir insan olarak...gülmeyin ciddiyim böyle insanlar var. * kendi evrenin kurtarıcısı, galaksinin tek patronu olmak ister. ama ne yazık ki, gerçek dünyada hala patronu onun tepesine biniyordur.

burada önemli olan nokta şu. hayaller, kişiyi kısa vadede rahatlatabilir, hatta eğlendirebilir, ama uzun vadede hayal dünyasında yaşamaya başlamak, gerçek sorumluluklardan kaçmak ve hayata karşı kayıtsız kalmak, kişiyi karanlık bir yalnızlığa sürükler. zamanla, bu şekilde "kaçmak" yerine, gerçek dünyaya dönüp, her anı yaşamak, sorumluluk almak ve onlarla yüzleşmek çok daha sağlıklı olur. ama tabii hayal kurmanın da sınırı vardır. kimse hiçbir şeyin "en başında" olduğunu unutmasın.
devamını gör...

sour grape effect

hepimizin bir noktada, istediğimiz bir şeyi elde edemediğimizde, "zaten değmezdi!" dediğimiz anlar oldu ve hala olmakta. bu, aslında çok yaygın bir psikolojik tepki ve modern dünyada sıkça karşılaşılan bir davranış biçimi. ulaşamadığımız şeyleri değersizleştirerek kendimizi rahatlatırız. aman çokta gevşek davranmayın.

bu terim, ezop'un ünlü "tilki ve üzümler" masalından geliyor. hikayeyi bilmeyenler için kısaca özetlersek: kurnaz bir tilki, bir bağda asılı olan olgun üzümleri görür ve onlara ulaşmak ister. ama ne kadar zıplarsa zıplasın, ne kadar takla atarsa atsın, üzümlere ulaşamaz. sonunda pes eder ve "zaten bu üzümler ekşiymiş, ben de onları hiç istemiyordum!" der.


peki, bu durum günümüzde bizde nasıl etki ediyor? basit birkaç örnekler verirsek: istediği üniversiteyi kazanamayan mezuna kalan (bu kelimeye de ayar oluyorum da neyse), "o üniversite zaten çok da iyi değilmiş, oraya gitsem de sıkılırdım." diyebilir. beğendiği ayakkabıyı alamayan biri, "o ayakkabılar zaten çok da rahat değilmiş, benim ponçik ayaklarımı mahveder." diye düşünebilir. hayatta istediği başarıyı elde edemeyen biri ise, "zaten bu hayatta başarılı olmak çok da önemli değil." diyerek kendini avutabilir. o an belki bu kendini kandırma yöntemi işe yarar, ama uzun vadede kişi, gerçekten neyi kaybettiğinin farkına varır.

aslında bu davranışın altında yatan neden, kendimizi koruma mekanizmamız. başarısızlık, hayal kırıklığı gibi duygularla başa çıkabilmek için, ulaşamadığımız şeylerin değerini düşürme yoluna gideriz. kendi ruhumuzu, acımızı hafifletmeye çalışırız. fakat bu sadece kısa vadede işe yarar. sürekli olarak bir şeyleri değersizleştirirsek, kendimize olan güvenimiz azalabilir, hedeflerimize ulaşmak için motivasyonumuz düşebilir. bir noktada, gerçekten istemediğimiz şeyler için kendimizi ikna etmeye çalıştığımızı fark edebiliriz.


peki ne yapmalıyız? öncelikle, bu etkinin farkında olmalıyız. ulaşamadığımız şeyleri değersizleştirirken, kendimize dürüst olmalıyız. belki de o üzümler gerçekten ekşi değildir? belki bol sulu ve lezzetlidir!? belki de o üniversite gerçekten iyidir? belki de o başarı gerçekten önemlidir? kendimize karşı dürüst olmak, hedeflerimize ulaşmak için daha çok çalışmamızı sağlar. başarısızlıklarımızdan ders çıkarıp, gelişime her zaman odaklanmamız gerekiyor.

hayatta hepimiz zaman zaman ekşi üzüm etkisi'ne yakalanabiliriz. bu çok normal, ama önemli olan bazen o üzümler gerçekten de çok tatlı olabilir! bunun farkında olup, biraz daha çaba, biraz daha az bahanelerle ilerleyebilmek...
devamını gör...

yazmak için ilham olan şeyler

sabah kahvesi yeterli oluyor.
devamını gör...

normal sözlük yazarlarından ingilizce mizah paylaşımları

devamını gör...

fransisken tarikatı

tanrı’ya biraz daha fazla yakın olalım diyen bu tarikat, bir zamanlar barış ve sevgi sloganıyla hareket etmişti fakat işler öyle olmadı. başlangıçta, günümüzün yoga akımlarından bile daha saf ve temiz olan bir fikirle başladılar: yoksulluk, alçakgönüllülük ve doğayla barış. ama bu adamlara bakınca, zamanla işler biraz karıştı. hani bizde de vardır ya "göz var nizam var" kafası, işte onlar da aynı şekilde bir yerlerde gözden kaybolmuş nizamı bulmaya çalışırken işler fazlasıyla kaydı.

bu zatlar, orta çağ’da yoksulluk yeminini alan, kendilerini tanrı’ya adayan bir grup. "her şey tanrı’ya ait, o zaman niye mal mülk peşinde koşalım" diye diye yollarını kaybetmişler. ama yola çıkarken, zenginliği ve gücü ele geçirmeye başlamaları çok ironik değil mi? bir zamanlar "ne olursa olsun sadık olacağım, dünya işlerine bulaşmayacağım. malım mülküm yolunda feda olsun" dedikleri halde, bir anda kendilerini roma’daki en büyük kilise yapılarından birine dönüşmüş buldular.

mesela, bu tarikattan biri olan bernard de clairvaux, zamanında savaşçı gibi tanrı için dövüşen biriymiş. hatta uzaktan bakınca bu kavruk din adamı biraz ‘gönüllü’ gibi duruyor ama baktığınızda aslında papalık için ciddi güç elde etmeye çalışan bir adam. bu da gösteriyor ki; "sağlam bir inanç ve sadakat" la başlayıp, "o zaman dans deyip, bu dünyayı biraz ele geçirelim" noktasına gelmek kolay olabiliyor. yani, başta zenginlik değil, tanrı’nın sevgi ve barışı vardı ama zamanla, durum cebimin zenginliği her şeyden daha önemi durumuna dönüştü.

bir diğer örnek de fransiskenler’in doğayla barış dediği ama ondan bir hayli uzaklaşıp, kendi iç mücadelelerine sürüklendikleri anlar. bu kadar kasvetli bir yazıyı okurken insan bir kere de "doğa dostu" olan bu tarikatın içindeki hizmetlerin de karanlık yönlerini görmeye başlıyor. zamanında papalığın kontrolünü ele alıp, çok daha fazla güç elde etmeye başlamışlardı.

bu arada bir zamanlar içkiyi yasakladılar, içkinin zararlarından bahsettiler. kim bilir, belki de ıv. murat bunları idol olarak kendine benimsemiş olabilir. ama en sonunda baktılar, içkiden kaçtıkları kadar cennet köşklerine ulaşamayacaklar. sonra ne yaptılar? sizce? kaçak içki işinde trakyalılara taş çıkartan bir eylemde bulunup, yeniden gözler açılsın: içkiyi yasaklamayı unutup, ucuza satmak için büyük anlaşmalar yapmaya başladılar. aradıkları "maddi kazanç" bir şekilde asıl işleri oldu. kilisenin içinde tekel bayii açmış bile olabilirler.

evet, düşününce fransiskenler başta samimi ve barışçıl bir yol izlerken, zamanla hem kişisel çıkarlarını hem de kilise politikalarını güçlendirip, orta çağ’da "kötü örnek" haline geldiler. bu yüzden, onlardan "tartışmasız sevgi" beklemek yerine, biraz "kendi çıkarlarını peşinden koşuyorlar" dedik, yapacak bir şey yok. her kim sizi ben tanrıya daha fazla yaklaştırırım dediyse kaçın uzaklaşın onlardan. bu kafa 10 asır önce de aynıydı şimdi de aynı. bir bebeğin doğduğu anda ki saf ve temizliği başkalarının kirli ellerinde aramayın…
devamını gör...

bernard de clairvaux

sistersiyen tarikatının kurucuları arasında yer alan baş keşiş.
devamını gör...

bir elbisenin kaderi

bir tişört'ün farklı renklerini topluca aldıktan sonra, ikinci giyişimde alayı ev tişörtü olarak yerini alıyor. hepsini kaderi ilk yıkanıştan sonra aynı oluyor.
devamını gör...
devamı...

normal sözlük'ü kullanarak 3. parti dahil tarayıcı çerezlerinin kullanımına izin vermektesiniz. Daha detaylı bilgi için çerez ve gizlilik politikamıza bakabilirsiniz.

online yazar listesini görmek için lütfen giriş yapın.
zaman tüneli köftehor rehberi portakal normal radyo kütüphane kulüpler renk modu online yazarlar puan tablosu yönetim kadrosu istatistikler iletişim