klm yazar profili

klm kapak fotoğrafı
klm profil fotoğrafı
rozet
karma: 6381 tanım: 130 başlık: 28 takipçi: 10
Keep your distance.

son tanımları


iyi insan olmak için dine ihtiyaç olmaması

hangi dine ya da hangi inanca mensup olursanız olun, çoğunun ortak temeli güzel ahlaka dayanır.
devamını gör...

bir anda gelen gelen bağırma isteği

duygulara tercüman olan bir sahne.

gibi
devamını gör...

tarihin dönüm noktalarındaki insan hataları

tarih dediğimiz şey, tam anlamıyla insan hatalarının dansı. ufak dokunuşlarla* tarihte büyük yankı uyandıran bazı olaylar;

titanic'in batışı (1912)
titanic o zamanın "asla batmaz" dedirten devasa gemisiydi. kaptan, "bu gemiyi batıracak buzdağı daha dünya tarihinde oluşmadı" dedi, ama o tokadı yiyip battılar. o kadar emindiler ki, sonrasında 1500 kişi can verdi. o güven, buzdağını görememekle sonuçlandı ve herkes böyle kazalar tarihe geçer dedi. titanic, "bizim gemi asla batmaz" diyerek tarih yazdı, ama kötü yazdı.

napolyon'un rusya seferi (1812)
napolyon, avrupa'nın "şefiydi", ama rusya'ya girdiğinde her şey tersine döndü. "kış mı, o ney la?" dedi, sonra rusya'nın dondurucu soğuklarına karşı sıfır şansı olduğunu anladı. o kadar kibirli ki, "kış bizi etkilemez" dedi ama soğuktan ordusunu kaybetti. havası yerinde olan napolyon, soğuktan yıkıldı. ayı, "hayır dostum, senin bu kadar ego ile savaşman hatalıydı" dedi.

istanbul'un fethi (1453)
konstantin, istanbul'u tek başına savunabileceğini düşündü. "yalnız hallederim, kimseye ihtiyacım yok!" dedi. sonuç? osmanlı gelip, kapıyı çaldı. eğer batı'dan yardım almış olsaydı, belki de bizans'ı hala konuşuyor olurduk. ama o ego, istanbul'un düşmesine neden oldu. tek başına savaşmak, sonunda "game over" dedirtti.

ispanyol imparatorluğu'nun altın ve gümüş sevdası
ispanya, amerika'dan gelen altın ve gümüşlerle resmen coştu hatta çok çok çoştu. ama ne yazık ki bunları doğru yönetemediler. altın ve gümüş, ekonomiyi iyice sarstı, sonuçta çöküş geldi. paralar harcandı, ülke battı. hızla zengin olup, hızla yıkıldılar. umarım latin halkı, yastık altının önemini anlamıştır. ayrıca, bu senaryo bir yerden tanıdık geliyor ama neyse!

çin'in keşif yollarını kapatması (15. yüzyıl)
çin, okyanusları fethetmeye karar vermişti, ama sonra ming hanedanı çıktı ve "acaba tüm kapıları kapatsak ne olur?" dedi. batı’yla ilişkilerini kesip geri çekildiler. o zamanlar çin, dünya lideri olabilirdi. ama pandora'nın kutusu olmayı tercih ettiler, batı keşifleri yaparken çin bir kenara çekildi. o zamanlar kaçırdıkları fırsatları şimdi tekrardan yaratmaya çalışıyorlar.

mısır piramitlerinin inşası (mö 2700-1700)
mısır piramitleri, gerçekten efsane mühendislik işiydi. ama bu devasa yapıları inşa etmek için harcanan emek, halkı perişan etti. o kadar büyük bir yük vardı ki, mısır'ın gücü bir noktada zayıfladı. piramitler yapılırken halkın refahı tamamen göz ardı edildi, sonunda mısır yavaşça çökmeye başladı. o kadar büyük yapılar yapmak, halkın çektiği acılara değdi mi, he firavun?

fransa'da veraset savaşları (14. yüzyıl)
fransa'da taht kavgası o kadar fena bir hal aldı ki, ülke birbirini yedi. kraliyet ailesi tahtı almak için birbirini indirirken halkın durumu perişandı. sonunda fransa, yüz yıl savaşları’nda ingiltere'ye karşı zor duruma düştü. taht uğruna, ülke çökmek üzereydi. "taht kavgalarına" o kadar kaptırdılar ki, "halk ne durumda?" sorusunu kimse sormadı.

alman imparatorluğu'nun ı. dünya savaşı'na girişi (1914)
almanya, i. dünya savaşı'na girmeyi düşündü, ama o kadar hızlı biter diye düşündü ki. "iki ayda biz bunlara el ense çekeriz, bu savaşı da bitiririz" dediler. ancak öyle olmadı. savaş yıllarca sürdü, herkes yıkıldı, almanya tükendi. hızlıca bitiririm dedikleri şey, yıllarca sürdü ve her şey darmadağın oldu. "bitmez" dedikleri savaş, almanya’yı yerle bir etti.

tarihe baktıkça, çoğu zaman büyük işler yaparken, ufak hataların ne kadar büyük sonuçlara yol açtığını görüyoruz. küçük bir yanlış adım, her şeyi değiştirebiliyor. ama önemli olan küçük detayları göz ardı etmemek gerek, yoksa büyük felaketler kapıda olabiliyor.
devamını gör...

orta çağ'da kafayı sıyırmak

orta çağ’da herkesin kafayı sıyırması çok normaldi. yani gerçekten, bir şeyler ters gitse dehşet içinde oluyorsunuz. tamam, soğuk zindanlar, pis kokular ve böcekler falan vardı ama asıl mesele akıl sağlığıydı. eğer o zamanlar aklını kaybettiysen, birincisi çok şanssızdın, ikincisi de büyük ihtimalle "cadı" olarak etiketlenip bir süre sonra ya yakılıyordun ya da işkence ile sorgulanıyordun. tabii, senin kafayı sıyırman, kimsenin umurunda değildi, çünkü 13. yüzyılda akıl hastalıkları ne alakaysa günah sayılıyordu.

o zamanlar kafayı sıyıran biri için doktora gitmek bir opsiyon değildi. bunun yerine, hemen "bunun içinde şeytan var!" diye bağırıp, seni bir kenara çekerlerdi. "gel bakiyim sen falanlar?" eğer şeytan seni ele geçirmişse, o zaman dünyayı yakmak için devreye girersin. ama senin kafan karıştıysa, o şeytanın etkisi olabilir, he? bir tür zihinsel işgal yani. ve bu işgalin sonucunda ya cadı olur, ya da lanetli bir insan ilan edilirdin. o dönemlerde depresyon falan gibi yeni nesil hastalıklar hak getire, hemen yaftayı yapıştırıp icabınıza bakıyorlardı.

asıl bomba olan cadı olmak, işin sonunda ya yakılmak ya da kellenizin kasaba meydanında gezdirilmesi demekti. bayağı sert bir muamele..! eğer biraz dengesiz davranıyorsan, biraz da "yavaş yavaş kafayı yiyorsan", tamam bu kesin cadı derlerdi... orta çağ’da insanlar korkudan delirmişti ve bu korku çok stratejik bir şekilde toplumu kontrol etme aracına dönüşmüştü. orta çağdan modern çağa kalmış en büyük miras bu diyebiliriz. korku ile kitleleri kontrol etme stratejisi.

kendisini normal hisseden birkaç kişi, ortada bir sorun görmeyen insanlar ve kiliseden size bağıran rahipler, senin akıl sağlığının bozulması için mükemmel bir ortam oluşturuyordu. tabii, bu ortamda dikkat etmen gereken bir şey vardı: "sen niye huzurlu görünüyorsun? bu, bir şeyin habercisi." en küçük bir hareketini, garip bakışlarını veya sıra dışı davranışlarını, hemen cadı etiketiyle tanımlıyorlardı. kafayı yemiş demek, o dönem için cadı demekti.

ve asıl tuhaf olan kısmı. eğer kadınsan, şansın sıfır. kadın olmak, o dönemde kafayı sıyırmakla eşdeğerdi. neden diye soracak olursanız. çünkü kadınlar, o dönemde toplumun ezilen kesimiydi, doğru düzgün eğitim alamıyorlardı ve toplumsal baskılar nedeniyle hep şüpheli görülüyorlardı. işte bu yüzden, akıl sağlığının bozulduğunda, "bunun içinde şeytan var" diye kadını hedefe koyuyorlar, sonra da bir taşla iki kuş vuruyorlardı. hem bir cadıyı öldürüp hem de kadınları eğitimden alıkoyarak rahatlıyorlardı. "cadı avı okulları kapatılsın."

tabii, tam cadı muamelesi görmeden önce, orada da bazı eğlenceli testler vardı. mesela, su testi? cadı olduğuna inanılan biri, bir kovaya suya batırılır ve orada rahatlıkla kalıp kalmadığına bakılırdı. eğer kişi batarsa, kadının suçsuz olduğu kabul edilirdi. ama, bu testin harika bir yanı vardı: eğer kişi sudan çıkamazsa, o zaman kadın cadı olarak kabul edilip yakılırdı. bu da neydi?* geriye dönüp baktığımızda, sadece çok güzel bir görüntüleme tarzı. yani bu test, kimseyi kurtarmıyor, sadece işin dramatik kısmını şölene dönüştürüyordu.

işin özü, orta çağda en ufak bir beyin sarsıntısı bile geçirseydiniz hemen cahil cühela tipler size teşhisi koyup aksiyon alıyordu. ortadan kaldırmak istediğiniz kişileri bu şekilde yaftalamak mükemmel bir suikast aracıydı. hoş insan kafasına bir şeyi taktığı zaman şeytana bile ihtiyaç duymadığı için çokta şey etmemek lazım...
devamını gör...

yazarların normal sözlük'e gelme sebepleri

ekşi'de bir süreliğine kafa tatiline çıkıp burayı tercih ettik. kimseye karışmadan iç güveysinden hallice yazıyoruz.
devamını gör...

kültürel yasaklar ve yasaklanmış ideolojiler

her toplum zaman zaman, kendini belirli bir düzene oturtma çabası içine girer. bu düzene uymayan her şey, ister bir düşünce, ister bir davranış biçimi olsun, ya dışlanır ya da yasaklanır. kültürel yasaklar dediğimiz şey de, işte tam olarak burada devreye giriyor. "ne kadar yasaklanmışsa, o kadar ilginç" diye bir laf vardır ya, işte her yasak da bu mantıkla, yeraltına kayar, başka bir biçimde hayat bulur.

geçmişte pek çok ideoloji ve kültürel akım, sistemin dışında kalmıştır. mesela, 20. yüzyılın başlarında faşizm ve komünizm gibi ideolojiler pek çok ülkede yasaklanmışken, aynı dönemde bu ideolojilerin karşıtı olan özgürlükçü düşünceler de pek çok yerde baskı altında kalıyordu. örneğin sovyetler birliği'nde sosyalizmin dışında kalan her şey yasaklanmışken, amerika'da da komünizmle bağlantılı her şey tehlikeli görülüyordu. ama tam da bu noktada, yasakların aslında bu ideolojilerin hayatta kalmasına nasıl katkı sağladığına bakmak lazım. çünkü yasaklandıkça, yasaklanan şey daha çok ilgi çekmeye başlar.

bir diğer örnek, punk kültürü ve anarşizm. 70’lerde ortaya çıkan bu akımlar, devletin baskılarına ve toplumun dayattığı düzene karşı tepki olarak doğmuştu. başta marjinalleşmiş, toplumsal olarak dışlanmış olsa da, zamanla gençler arasında bir özgürlük hareketine dönüştü. "yasa dışı" ya da "yasaklanmış" olmak, aslında bir nevi bu akımların daha fazla dikkat çekmesine neden oldu.

tabii, yasakların bazen gerçekten de toplumu korumak amacını taşıdığı da bir gerçek. toplumu tehdit edebilecek, şiddet veya nefret içeren ideolojiler, genellikle yasaklanır ve bu da toplumsal huzurun sağlanmasına yardımcı olabilir. ancak burada önemli olan nokta, bu yasakların ne kadar geniş bir şekilde uygulandığı. çünkü bazen bir düşüncenin yasaklanması, onu daha cazip hale getirebilir, hatta onu tartışmasız doğruymuş gibi gösterebilir. örneğin, faşizmin yasaklanması, ona karşı duyulan ilgiyi bitirememiş, aksine onun daha çok konuşulmasına yol açmıştır.

en nihayetinde, yasaklar ve ideolojiler tarih boyunca hep birbirinin karşısında durmuş ve birbirini beslemiştir. kültürel yasaklar sadece dışlanan düşünceleri değil, aslında toplumun tüm yapısını sorgulamaya iten bir mecra yaratmıştır. yasaklar ne kadar sertse, yasaklanan düşünceler bir o kadar güçlü olmuştur. belki de en iyi strateji, düşünceleri yasaklamak yerine onlarla açıkça yüzleşmektir.
devamını gör...

endüstri devrimi ve işçi sınıfı ayaklanmaları

18. yüzyılın sonlarına doğru ingiltere’de başladığında, dünyayı köklü bir şekilde değiştiren bir süreç başlatmıştı. makineler üretimde hızla yerini almaya ve fabrikalar hızla yayılmaya başladı. ancak her devrimde olduğu gibi, bu dönemde de bazı karışıklıklar, protestolar ve direnişler yaşandı. işçi sınıfı, fabrikalarda uzun saatler boyunca makinelerle çalışarak, düşük maaşlarla hayatını kazanan ve çok zor koşullarda çalışan bir gruptu. sabah kalkıp kahvaltı bile yapamadan işe başlamak, akşam geç saatlere kadar çalışmak ve üstüne patronların sürekli bağırmaları, onların yaşamını zorlaştırıyordu.

zorlu çalışma koşullarına dayanamayan işçiler, zamanla çeşitli direnişler başlattılar. bunlardan en bilinenlerden biri, luddite ayaklanması'ydı. 19. yüzyılın başlarında makinelerin işçilerin yerini alacağı endişesiyle harekete geçen işçiler, fabrikalarda kullanılan makineleri kırmaya başladılar. bu hareket, aslında sadece işlerini kaybetme korkusuyla yapılan bir başkaldırıydı.

daha sonra, 19. yüzyılın ortasında chartist hareketi ortaya çıktı. bu sefer işçilerin talepleri sadece makineleri kırmakla sınırlı değildi. işçiler, daha iyi maaşlar, insanca çalışma koşulları ve siyasi haklar istiyorlardı. chartist hareketi, işçi sınıfının temel haklarını savunarak, önemli bir toplumsal değişimin habercisi oldu.

bir başka önemli gelişme ise 1848 devrimleri'ydi. avrupa genelinde işçi sınıfı, kötü yaşam koşullarına karşı büyük çaplı isyanlar başlattı. bu devrimler, sadece işçi hakları için değil, toplumsal yapının yeniden şekillendirilmesi açısından da büyük önem taşıdı. işçiler, fabrikalardaki zor koşullardan çok daha fazlasını talep ediyorlardı.

endüstri devrimi, sadece makinelerin hayatımıza girmesiyle kalmadı, aynı zamanda toplumsal yapıyı da büyük ölçüde değiştirdi. işçi sınıfı, haklarını savunmak için birlik olmaya başladı. bu dönemdeki direnişler, işçilerin daha insanca çalışma koşulları, sendikalar ve yasal güvence arayışını hızlandırdı. sonunda, kazanan sadece makineler değil, işçi sınıfı da oldu.
devamını gör...

great schism

1054 yılında roma katolik kilisesi ile doğu ortodoks kilisesi arasında patlak veren "bizim yolumuz, seninkinden farklı" kavgası. bu olay, o kadar derin izler bırakmış ki, günümüzde bile hala bu iki kilise, birbirlerine göz ucuyla bakarak farklı yollarına devam ediyor. tabii bu ayrılığın sebepleri, sadece "hayırdır ne bakayin gardaş?" gibi basit bir kavga değil, baya bir inanç, güç, kültür savaşı var.

ilk mesele, teolojik farklar. kutsal ruh, baba'dan mı, oğul'dan mı geliyor mevzusu yüzünden patladı olay. batı, kutsal ruh'un hem baba'dan hem de oğul'dan çıktığını savundu. doğu ise, "hayır, kardeşim, böyle bir şey yok!" diyerek karşı çıktı. yani özetle, "hangi yoldan gitmeli?" tartışması, büyük bir bölünmeye yol açtı. başka meseleler de var tabii. araf meselesi, ekmek, şarap ayini, playstation - xbox kavgaları derken, bir baktılar ki, bu işin içinden çıkmak zor!

siyasi tarafı da ayrı bir dert. roma ve konstantinopolis arasında ciddi bir yarış vardı. roma "ben papayım, benim sözüm geçer!" diye bağırırken, konstantinopolis "yok ya, biz de patriğiz, o kadar da değil!" diyerek meydan okudu. arada bir güç savaşı olunca, din işleri de fena karıştı. bir de kültürel farklar eklenince, işler iyice sarpa sardı. mesela batı'da papazların evlenmesi yasakken, doğu'da papazlar özgürdü, vur patlasın çal oynasın modunda, evlenebiliyordu. yani kısacası, herkesin kendi stilinde bir din yaşaması olayına dönüştü.

gün sonunda roma katolik ve doğu ortodoks kiliseleri kendi yolunda gitmeye karar verdi ve bu ayrılık neredeyse bin yıl süren bir ilişkiyi sonlandırmış oldu. yani bir bakıma, her iki kilise de "okey, ben seni sevmiyorum, sen de beni sevmiyorsun. biz de yollarımıza gidelim!" diyerek ayrıldılar. her birinin kendine özgü teolojik yaklaşımları ve ibadet biçimleri gelişmeye başladı.

bu ayrılığın siyasi etkileri de büyük oldu tabii. katolikler batı avrupa'ya yerleşti, ortodokslar ise doğu avrupa'da kümelendi. avrupa haritası da buna göre şekillendi. bu işin sonunda da haçlı seferleri gibi dini çatışmalar patlak verdi. yani, dinse din, politikaysa politika... hiç kimse boş durmamış!

günümüzde, bu iki kilise arasındaki ayrılık hala devam ediyor. ama birbirlerine küs olsalar da, arada bir "how you doing?" modunda diyaloglar gelişiyor. yavaş yavaş birbirlerini anlamaya çalışıyorlar, ama yine de eski tartışmalar bitmemiş. hala "birleşelim mi?" diye soran yok, ama en azından arada bir kısır günleri şeklinde buluşup toplaşmalar olmuyor değil.

sonuç olarak, bu ayrılık, inanç yolunda ikiye ayrılan bir nehir gibiydi; her bir kol, kendi yatağında aktı, ancak aynı denize ulaşamadı. öyle kolay kolay da ulaşacak gibi durmuyor.
devamını gör...

türk lirasını hala milyon ve milyarla hesaplayan insanlar

yakında atılan sıfırlar geri alınacak bence, bizim kendimizi bu duruma adapte etmemiz daha doğru olur.
devamını gör...

toplumdaki mutsuzluğun sebebi

günümüzde birçok insan mutsuzluktan şikayet ediyor. bu mutsuzluğun nedenleri arasında ekonomik sorunlar, sosyal ilişkilerin zayıflaması, stresli yaşam koşulları ve yönetim şekli gibi pek çok faktör sayılabilir. ancak tüm bu dışsal faktörlerin yanı sıra, asıl problem bireyin eylemsizliği en büyük sebeplerden biridir.

bireyler, kendi hayatları üzerinde kontrol sahibi olmadıklarını hissedip pasif bir şekilde her şeyi zamana bırakıyorlar. bu durum, özgüvensizlik, korku ve hareketsizlik gibi sonuçlara yol açıyor. birey, toplumun bir yansıması olduğu için, kendi yarattığı mutsuzluk sarmalı toplumu da etkiliyor.

diğer temel nedenler arasında korku, çekingenlik, motivasyon eksikliği ve toplum baskısı yer alıyor. çözümse oldukça basittir: konfor alanından çıkıp eyleme geçmek. hayallerini gerçekleştirmek, istediğin işe sahip olmak ve daha iyi bir toplum yaratmak için bu yönde adımlar atmak gerekir. başkalarını suçlamak yerine, bireysel değişimle bu dönüşümün parçası olmak çok daha etkili olacaktır. eğer birey kendi derisini değiştirirse, toplum zaten pozitif yönde tepki vermeye başlayacaktır. son olarak var olduğumuz sürece hayallerimiz, çürümüş bir sistemin enkazından bir çiçek gibi her zaman yeşerebilir.
devamını gör...

sour grape effect

hepimizin bir noktada, istediğimiz bir şeyi elde edemediğimizde, "zaten değmezdi!" dediğimiz anlar oldu ve hala olmakta. bu, aslında çok yaygın bir psikolojik tepki ve modern dünyada sıkça karşılaşılan bir davranış biçimi. ulaşamadığımız şeyleri değersizleştirerek kendimizi rahatlatırız. aman çokta gevşek davranmayın.

bu terim, ezop'un ünlü "tilki ve üzümler" masalından geliyor. hikayeyi bilmeyenler için kısaca özetlersek: kurnaz bir tilki, bir bağda asılı olan olgun üzümleri görür ve onlara ulaşmak ister. ama ne kadar zıplarsa zıplasın, ne kadar takla atarsa atsın, üzümlere ulaşamaz. sonunda pes eder ve "zaten bu üzümler ekşiymiş, ben de onları hiç istemiyordum!" der.


peki, bu durum günümüzde bizde nasıl etki ediyor? basit birkaç örnekler verirsek: istediği üniversiteyi kazanamayan mezuna kalan (bu kelimeye de ayar oluyorum da neyse), "o üniversite zaten çok da iyi değilmiş, oraya gitsem de sıkılırdım." diyebilir. beğendiği ayakkabıyı alamayan biri, "o ayakkabılar zaten çok da rahat değilmiş, benim ponçik ayaklarımı mahveder." diye düşünebilir. hayatta istediği başarıyı elde edemeyen biri ise, "zaten bu hayatta başarılı olmak çok da önemli değil." diyerek kendini avutabilir. o an belki bu kendini kandırma yöntemi işe yarar, ama uzun vadede kişi, gerçekten neyi kaybettiğinin farkına varır.

aslında bu davranışın altında yatan neden, kendimizi koruma mekanizmamız. başarısızlık, hayal kırıklığı gibi duygularla başa çıkabilmek için, ulaşamadığımız şeylerin değerini düşürme yoluna gideriz. kendi ruhumuzu, acımızı hafifletmeye çalışırız. fakat bu sadece kısa vadede işe yarar. sürekli olarak bir şeyleri değersizleştirirsek, kendimize olan güvenimiz azalabilir, hedeflerimize ulaşmak için motivasyonumuz düşebilir. bir noktada, gerçekten istemediğimiz şeyler için kendimizi ikna etmeye çalıştığımızı fark edebiliriz.


peki ne yapmalıyız? öncelikle, bu etkinin farkında olmalıyız. ulaşamadığımız şeyleri değersizleştirirken, kendimize dürüst olmalıyız. belki de o üzümler gerçekten ekşi değildir? belki bol sulu ve lezzetlidir!? belki de o üniversite gerçekten iyidir? belki de o başarı gerçekten önemlidir? kendimize karşı dürüst olmak, hedeflerimize ulaşmak için daha çok çalışmamızı sağlar. başarısızlıklarımızdan ders çıkarıp, gelişime her zaman odaklanmamız gerekiyor.

hayatta hepimiz zaman zaman ekşi üzüm etkisi'ne yakalanabiliriz. bu çok normal, ama önemli olan bazen o üzümler gerçekten de çok tatlı olabilir! bunun farkında olup, biraz daha çaba, biraz daha az bahanelerle ilerleyebilmek...
devamını gör...

yazmak için ilham olan şeyler

sabah kahvesi yeterli oluyor.
devamını gör...

normal sözlük yazarlarından ingilizce mizah paylaşımları

devamını gör...

bernard de clairvaux

sistersiyen tarikatının kurucuları arasında yer alan baş keşiş.
devamını gör...

bir elbisenin kaderi

bir tişört'ün farklı renklerini topluca aldıktan sonra, ikinci giyişimde alayı ev tişörtü olarak yerini alıyor. hepsini kaderi ilk yıkanıştan sonra aynı oluyor.
devamını gör...

ilk aşkını ilk gördüğün yer

eşimi ilk ankara kalesinde görmüştüm. ortam süperdi. kekoların halayları arasında aşkımızı yaşıyorduk.*
devamını gör...

bugüne kadar icat edilmiş en iyi şey

geçmiş ve bugünün birleşimi, insanın iç dünyasına açılan bir kapı olan yazının icadı derim.
devamını gör...

yazmayıp sadece tanım oylayan yazarlar

bot olduklarını düşünüyorum.*
devamını gör...

galatasaray'a hala avrupa fatihi demeleri

avrupa fındığı oldu artık. *
devamını gör...

yaşınızı söylemeden açıklayın

susam sokağı.
devamını gör...
devamı...

normal sözlük'ü kullanarak 3. parti dahil tarayıcı çerezlerinin kullanımına izin vermektesiniz. Daha detaylı bilgi için çerez ve gizlilik politikamıza bakabilirsiniz.

online yazar listesini görmek için lütfen giriş yapın.
zaman tüneli köftehor rehberi portakal normal radyo kütüphane kulüpler renk modu online yazarlar puan tablosu yönetim kadrosu istatistikler iletişim