alfred de vigny, 27 mart 1797’de, loches fransa’ da dünyaya gelen ve 17 eylül 1863’te paris’te 66 yaşında hayata gözlerini yuman fransız şair, oyun ve roman yazarıdır. fransız devrimi’nden sonra fakirliğe mahkum olan soylu bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmiş ve paris’te büyümüştür. romantizmin temsilcilerinden biridir. 1814'te bourbonlar'ın yeniden iktidara gelmesiyle, aileden gelme krala bağlılık duygusuyla kralın muhafız alayında teğmenliğe kadar yükselmiş ancak edebiyata olan düşkünlüğü nedeniyle subaylıktan ayrılmıştır. mutsuz bir evlilikten sonra le maine-giraud'da bir köy evine yerleşmiştir.
bir çok romantik gibi william shakespeare' e özel bir ilgi duyan vigny, yazarın romeo ve juliet'ini 1827 yılında, othello ve the merchant of venice'in (venedik taciri) adlı eserlerini de 1829'da fransızca'ya çevirmiştir. 1845 yılında da fransız akademisi'ne seçilmiştir. şiirlerinde tabiatın ve insanların umursamazlığı ve karamsar düşünceler belirgin olan vigny yalnızca şiir alanında en iyi olmakla yetinmemiştir. şiir onun için, " felsefi düşüncelerin epik ya da dramatik biçimde sahnelendiği bir türdü. roman alanındaki yeteneğini cinq-mars'la (1826; cinq mars, 1950) ortaya koydu. bu roman, kralın yakın çevresinden cinq-mars markisinin kardinal richelieu'ye karşı giriştiği komplo çevresinde gelişiyordu. vigny, bir kişiliği yansıttığı ya da bir tezi aktardığı bölümlerde tarihsel gerçeklerden uzaklaşıyordu.
ilk şiiri le bal"i (balo) 1820'de yayımlayan vigny’nin diğer ünlü eserleri arasında, poèmes 1822, éloa 1824, moise le cor 1826, poèmes antiques et modernes 1826, cinq-mars 1826 la maréchale d'ancre 1831, stello 1832, quitte pour la peur 1833, quitte pour la peur 1833, servitude et grandeur militaires (askerliğin kulluğu ve büyüklüğü) 1835, chatterton 1835, le colore de samson (samson'un hiddeti) 1839, la mort du loup (kurdun ölümü) 1840, le maison de berger (çoban evi) 1841, la mont des olivers (zeytin dağı) 1843, les destinées 1864, journal d'un poète 1867, ouvres complètes 1883 1885, daphné (roman) 1912 sayılabilir.
alfred comte de vigny benim hafızamda sessizliği en iyi anlatan yazar ve şairlerden biri olarak yer etmiştir. “evrende yüce olan ancak sessizliktir. bundan ötesi zayıflıktır, acizliktir.” diyor, 19. yüzyılın bu romantik şair ve yazarı. aristokrat bir aileden gelen ve sık sık av partilerine katılan vigny, sessizliğin yüceliğini de yine bir kurt avında fark edecektir. fransız şair, kendisi gibi soylu arkadaşlarıyla çıktığı bir kurt avında, vahşi ormanlarla kaplı bir dağda, bir erkek kurdun dişisi ve iki yavrusunu kurtarmak için verdiği savaşa tanıklık eder ve bundan çok etkilenir. avcılar bembeyaz karlar üzerindeki ayak izlerinden, az önce oradan geçmiş olan iki kurt ve iki yavrusunun yerlerini belirlerler, silahlarını hazırlarlar ve bu kurt ailesinin bütün kaçış yollarını kapatırlar. kendisine, dişisine ve yavrularına saldırmak üzere olan bu avcıları hisseden erkek kurt için artık karşı koymak ve kahramanca hayatını feda etmekten başka çare kalmamıştır. pençelerini az sonra kendisine mezar olacak karlara saplar ve bekler. av köpeklerinin en iri ve saldırgan olanını gözüne kestirir ve onun işini bitirir. köpeğin boynu erkek kurdun dişleri arasındadır. avcılar ha bire ateş ederler. kamalarını kurdun böğrüne kabzalarına kadar saplarlar. fakat kurt hiç inlemeden, ızdırabını sessizce yudumlayıp, öylece düşmanlarına bakmaktadır
şair o anda kurdun gözlerinde sessizliğin yüceliğini okumuştur. bu yücelik şaire, ağlamanın, inlemenin ve yalvarmanın ancak bir zayıflık olduğunu anlatmıştır. erkek kurt kaderin kendisine yüklediği görevi yerine getirmiş, ızdırap çekmiş; ancak inlemeden ölmüştür.
bu asil hayvan, şaire, sevdiklerini yaşatmak için hayatını feda etmeyi ve özveriyi de öğretmiştir.
vigny meşhur “kurdun ölümü” şiirini de bu olaydan sonra yazmıştır.
kurdun ölümü
tutuşmuş ay üstünde koşuyordu bulutlar
nasıl koşarsa yangın üstünde dumanlar;
korular kapkaraydı bir uçtan bir uca.
yürüyorduk, konuşmadan, ıslak çayırda,
yoğun fundalıkta, arasında büyük çalıların,
altında çorak göknarları gibi göknarların,
sonra gördük birdenbire yerde iri iri,
aranan yolcu kurtların pençe izlerini.
dinledik, soluklarımızı tuttuk,durduk,
ne korunun, ne ovanın sesini duyduk;
gökte fırıldak inledi yalnız yaslı yaslı;
rüzgar çekmişti alçaklardan elini ayağını,
dokunsa dokunsa kulelere dokunuyordu.
aşağılarda meşeler kayalara yaslanıyordu,
uyur gibiydiler dayanıp da dirseklerine.
bir hışırtı bile yoktu, ama birdenbire
avcıların en yaşlısı, hiç yanılmamıştı,
başını eğip yattı, kumlara şöyle bir baktı,
ve alçacık bir sesle, sezdiğini söyledi:
yerdeki yeni izler birer açık haberdi,
geçmişti şimdilerde pek güçlü pençelerle,
iki azılı kurt, yanlarında iki enikle.
hep birden çıkardık keskin bıçakları,
yürüdük adım adım, aralayıp dalları,
gizleyip tüfekleri ve ak parıltılarını.
üçü durdu, görmek istedim baktıklarını,
alev alev iki göz gördüm birdenbire,
dört hafif karaltı vardı biraz ötede,
oynuyorlardı ay altında, fundalar içinde,
her gün, gürültüyle, gözlerimiz önünde,
efendileri gelince nasıl oynarsa tazılar.
gölgeler benziyordu, benziyordu oyunlar,
ama sessiz mi sessizdi kurdun yavruları.
öyle ya, iki adımda, yarı uykuda, -biliyorlardı-
duvarlar ardında insan vardı, yani düşmanları.
babaları ayaktaydı, bir ağaca yaslanmıştı,
ana sanki mermerdi, roma’nın taptığıydı
romus ile romulus da sanki yanındaydı.
kurt da gelip oturdu, dimdikti önde ayakları,
kuma gömülmüştü hepten eğri tırnakları.
anladı mahvolduğunu, çevrilmişti dört yanı,
bir yere gidemezdi, tutulmuştu yolları.
alev gibi ağzıyla yakaladı o zaman,
en azılı köpeği o sarkık gırtlağından,
bir daha da açmadı demir çenelerini,
oysa kurşunlarımız deliyordu etini,
sivri bıçaklarımız sanki birer kıskaçtı,
karnına gömülüyor ve birleşiyorlardı.
köpek kendinden önce boğuldu, cansız kaldı,
ayakları dibine taş gibi yuvarlandı.
o zaman bıraktı kurt, sonra da bize baktı.
bıçaklar böğründeydi, saplanıp kalmışlardı,
kurt da kanlı çayırda çiviliydi bu yüzden;
bir ilk ay doğmuştu çevresinde tüfeklerden
yeniden bize baktı, sonra yeniden yattı,
ağzındaki kanları ağır ağır yaladı,
ölüme aldırmadan, haline de bakmadan,
yumdu gözlerini, öldü, tek çığlık koparmadan.
alnımı dinlendirdim üstünde tüfeğimin,
düşünmeye başladım, bir karar veremedim,
ardından gidemedim anayla oğulların,
beklerdi belki ama işi vardı ananın,
yavruları olmasa, bu güzel, dertli dul da
kurdu tek bırakmazdı bu büyük macerada;
ama işi yavruları kurtarmaktı, kurtaracak da
açlık acısını çekmeyi öğretecekti onlara,
sonra şehir yasasına hiç mi hiç girmemeyi.
o yasa insanlarla köle hayvanlar içindi,
uyamazlardı da zaten, kölelerin işiydi
avlamak boğaz tokluğuna ormanın ilk sahibini.
yazık! diye düşündüm, büyük ama adımız,
utanıyorum bizden, biz ne kadar zayıfız!
nasıl bırakılır hayat ve bütün acıları,
bunu bilen sizsiniz, tanrı’nın hayvanları!
ne bir şeye erilir dünyada, ne bir şey bırakılır,
yalnız sessizlik büyük, gerisi zayıflıktır.
iyice anladım ben seni ey vahşi yolcu,
son bakışın dosdoğru gelip kalbimi buldu,
“uğraş, didin” diyordu, “gücün varsa,
ruhun çalışkan ve düşünceli kala kala,
varsın sabırlı gururun en yüksek tepesine,
benim doğuştan eriştiğim büyük ereğine.
ağlamak bayağıdır, inleyip yalvarmak da.
alın yazısının seni çağırdığı tek yolda
yap olanca gücünle uzun, ağır işini,
sonra acı çek ve öl, sessizce, benim gibi.”
alfred de vigny
devamını gör...