tankintunkin yazar profili

tankintunkin kapak fotoğrafı
tankintunkin profil fotoğrafı
rozet
karma: 228 tanım: 20 başlık: 2 takipçi: 2

son tanımları


çocuksuz restoran

durup durup yapay konular uydurmakta üstümüze yok. bir lokanta çocuklu müşteri kabul etmeyeceğini söyleyince ülkemin tatlı sularında yaşayan ne kadar demokrasi havarisi varsa seferber olup değerli fikirlerini paylaştı. haktı, hukuktu, çocuk candı, olamazdı...
konuyla ilgili siyasetçilere anlı şanlı hukukçulara görüşleri soruldu, onlar da hiç düşünmeden toplumu aydınlattı. hayırdı, olamazdı, çocuklu ailelerin lokantalara girişi engellenemezdi...
ulan, neden her boka anahtar deliğinden bakıp içeride gördüğünüzün manzaranın tamamı sanıyorsunuz? neden işin bütününü düşünmeden önünüze atılan yeme tavuk gibi zıplıyorsunuz? biraz cehalet, biraz bu cehaletin verdiği eziklik, biraz toplum içinde işe yarar bir yere gelememe kompleksi. hepsi bu.
öyle lokantalar var ki, yemek saatlerinde ciddi işadamları orada buluşuyor, iş görüşmeleri yapıyor, konuşuyor, anlaşıyor. çok düşük volumda klasik müzik, sessiz, sakin bir ortam. yemek aslında iş görüşmesini yapmak için bahane. ve daha samimi bir ortamda iş konuşmak taraflara güven veriyor. şimdi düşünsenize öyle bir lokantada masalarda üçlü beşli iş adamları trilyonluk projeleri tartışıyor, iki masa ötelerinde şımarık mı şımarık bir velet avazı çıktığı kadar yüksek sesle anırıyor. üç masa ötede de bir başka velet yerinden kalkmış, masa masa dolaşarak ortalığı birbirine katıyor. hiç karşılaşmadınız mı böyle velet tayfalarıyla? karşılaşmışsınızdır.
peki o lokantanın 'iş adamları lokantası' olması özelliği ne olacak? o lokantanın kendine özgü bir tarzı olmasına neden saygı gösterilmeyecek? sümüklü, boklu veletlerinizi her yere götürmek zorunda mısınız* ya da siz, hiç başka yer yokmuş gibi zırıltılarınızla birlikte o lokantaya gitmeye mecbur musunuz? ille her yeri karıştırıp bok etmek zorunda mısınız?
bu tür turistik tesisler de var, çocuksuz müşteri kabul eden oteller gibi... özellikle belli yaşın üzerindeki avrupalı turistlerin gelip sessiz sedasız tatil yaparak kafa dinleyip kitap okuduğu oteller. yok, bıraksalar siz inatla gidip oraların da içine sıçmak istersiniz. o sevimsiz, sevgisiz, şımartılmış, ama eğitilmemiş veletlerinizle altını üstüne getirmek, tüm diğer konukların kafasını şişirmek istersiniz. neden? çocuklu müşteri kabul eden otel yok mu? bu ne inat? bu ne magandalık? bu ne saygısızlık?
bir de türk anne babalarda avrupalılara hiç benzemeyen rezil bir 'çocukla ilgilenme biçimi' var. bir ara dedikoduya, telefona, başkalarını kesmeye dalıp veletlerin boldozer gibi her türlü yıkımı yapmasını görmezden gelirler. bir ara da şımarık çocukları sakatmış ya da acıkınca yemek yemeye kafaları basmıyormuş gibi yemek tabağı ellerinde, kaşık kaşık ağzına tıkarak otelin dört bir yanını turlarlar. çocuk yarısını yer, yarısını tükürür, içeceğini gidip birilerinin üzerine döker, ama anne; özellikle anne çocuğuna hiç kızmaz. çünkü o otele tonla para vermişlerdir ve de zaten senede bir tatil yapmaktadırlar, bundan dolayı da çocukları her yerin içine sıçsa yeridir.
emekli misafirler akşam yatıp sakin bir şekilde uyumak isterler ama her odadan bir zırıltı kulaklarını oyar.
olmaz arkadaş, olmaz! her yerin bir adabı var. o ne dangalak bir düşünce öyle! her yer aynı mı olacak? her yer herkesi mi kabul edecek? bu mu sizin özgürlük ve demokrasi anlayışınız? hamamları da birleştirin o zaman, kadın-erkek ayrımı kalmasın. lokantaların yemek listelerine de karışın, sokun o koca burnunuzu, korkutun, bundan sonra tüm lokantalar aynı yemekleri pişirsin. öyle ya o maganda amcanız ya da bacınız nezih bir balık lokantasına giderse yanlışlıkla ve orada lahmacun ile adana kebap yemek isterse ne olacak? evet, kimseye kendi olma, özel olma hakkı tanımayın. herkese tek tip üniforma giydirin hatta. herkes her gün sizin seçtiğiniz yemekleri yesin. sağ eliyle mi yoksa sol eliyle mi yiyecek, zaten ona karışıyorsunuz, kaç yudum yiyecek onu da belirleyin.
ve burası çok çokomelli, bütün bunları hak, hukuk, demokrasi, eşitlik adına yapın ki alkışınız çok olsun. alıklarınız da. tüm faşistler böyle başlıyor, siz de öyle yapın çok değerli yasakçı teyzeler, ablalar, amcalar.
devamını gör...

tesadüfün iğne deliği

sevgili ferhan şensoy'un sıkça kullandığı laflardan biridir 'tesadüfün iğne deliği.'
70'li yılların başıydı, ailemle çınarcık'a gitmiştik tatile. pansiyon ile motel arası denize karşı bir yer bulup orada kalmıştık. binanın ön cephesinde boydan boya uzanan denize karşı bir balkon düşünün, o balkona açılan sıra sıra odalar. o odalardan birine yerleştik. yan odada da bir başka aile. benle yaşıt kızları var. kız çok güzel, üstelik her şeyi biliyor. çocuğuz yine de. neyse...
birkaç yıl sonra yayımlanan ilk şiir kitabımdaki şiirlerden birini o tatilden döndükten sonra yazmıştım.
bir sandal vardı aşkımıza tanık,
iki de bisiklet.
zaten ne biliyorsa onlar biliyor,
gerisini siktir et...
aradan neredeyse 50 yıl geçti. yazarlık eğitimine gelen ellili yaşlarda bir kadın öğrencimle ilk romanını yazmak üzere projelendiriyoruz. öz yaşam öyküsünü, çektiklerini yazıyor. hikayesinin büyük kısmı pansiyon işlettikleri bir dönemi kapsıyor. çalışma ilerliyor, pansiyonun çınarcık'ta olduğunu öğreniyorum. benim de bir çocukluk anım olduğundan bahsedip devam ediyoruz. sonra pansiyonun konumu, tanımı yapılıyor. işte iğnenin deliği tam da orada çıkıyor ortaya. çocukluk anılarımda kalan o pansiyon ile bu pansiyon aynı. ben gittiğimde kayınpederi işletirken yıllar sonra eşiyle birlikte o değerli öğrencim çekmiş çilesini o mekanın.
hayat tesadüflerle dolu. olgun yaşlara eriştiğimde anladım ki türk filmlerindeki tesadüflerin olmayacak şeyler olduğunu sanıp boşuna küçümsemişiz. öyle tesadüfler oluyor ki inanamazsınız. ve ferhan şensoy gibi ben de tesadüfün iğne deliği diyorum o kadarına.
devamını gör...

toplum

toplum nasıl gelişmeli? eğitim, kültür, sanat, teknoloji gibi konularda hak, hukuk, adalet, eşitlik gibi çağdaş değerlerle ilerlemeli mi yoksa daha daha geri mi gitmeli?
toplumun ileri ya da geri gitmesinde aydınların, siyasetçilerin ve devletin görevi ne olmalı?
bu görevi yerine getirmeyen, toplumun ilerlemesini sağlamayan hatta bir de üstelik arabesk maymun gibi geriletenlere ne yapmalı.
devamını gör...

amerika birleşik devletleri

avrupa'dan kaçan suçluların toplanıp kurduğu dünyanın en büyük mafya teşkilatı. not: bazı kaynaklarda kendisinden 'devlet' olarak söz ediliyor, kanmayın.
devamını gör...

türkiye'den umudunu kesmek

9 ağustos 2021 günü hadımköy'de yaşayan bir ailenin yaşları 11 ile 15 arasında değişen 3 kız çocuğu evden kaçarak kayboldu. cümlealem saatlerce onları ararken gece yarısı civardaki bir lunaparkta bulundular. pedagog eşliğinde verdikleri ifadelerinde aslında güney kore'ye gitmek için evden kaçtıkları itiraf ettiler. düşünün, daha 11-15 yaşındayken bile bu ülkeden tatminsizlik var. ancak 3.dünya ülkesi olmasın getirdiği yazgı şu ki, 'hayaller güney kore', gidebildiğimiz yer lunapark. o da biraz şanslıysak...
devamını gör...

delilik

dünyanın en büyük akıllılık halidir delilik. 'ne biliyorsun tersinin düzünden daha mükemmel olmadığını?' demiş ya büyük usta, bu işin tersi de düzündeki haksızlık, adaletsizlik, kötülük, fesatlık, açgözlülük gibi daha pek çok dayanılmaz hastalık halinden arınma durumudur. baktın olmuyor, değiştiremiyorsun ahlaksız düzeni, sömürülmekten kurtulamıyorsun, dünya nimetlerinin hakça dağıtılması için yapılan mücadeleye sinek kakası kadar katkın olmuyor ve bir de üstelik bakıyorsun ki aslında öyle bir mücadele de yok... işte o zaman tersi denen tarafa geçiyorsun her şeyi geride bırakıp, deliriyorsun. al sana 'alice in wonderland' hayatı. her şey harika, her yer toz pembe. çiçekler, böcekler, sevgi kelebekleri... çok pozitif, çok yalaka haber kanallarının tamamını o tarafa aktarabilirsiniz, akıllı dünyaya zaten uymuyorlar. onların da yeri bu mutlu dünya. rahatlayın. bir meditasyon müziği koyun hatta, gevşeyin. bırakın ortalık bok kokarken siz gül bahçesinde hissedin kendinizi. delilik kadar güzel bir şey var mı?
devamını gör...

dümen

'dümen' ve 'fırıldak' sözcükleri ne alaka ise aklıma sadece siyasetçileri getiriyor.
devamını gör...

starbucks

ezik toplumun ezik bireylerini olimpiyat meşalesi ile ödüllendirerek eziklikten anlık da olsa kurtaran psikolojik merkez. kahve de satıyorlar. bir meşale alıp içindekini içmeden günlerce caddelerde onunla dolaşanlar var. zaten fiyatına bakınca da haftaya yayarak içmek lazım.
devamını gör...

diplomanın işe yaradığı zamanlar

gelişmiş, çağdaş ülkelerde liyakatin unsurlarından biridir diploma. cümle başındaki tanımlamalara uymayan ülkelerde ise olması işe yaramaz.
devamını gör...

sanatın burjuva için olması

sanatın halk için olması,
sanatın burjuva için olması,
sanatın sanatçı için olması...
sanatın kim için olduğu tartışması yeni değil, tıpkı politika gibi.
politika kim için?
halk için mi? burjuva için mi? politikacı için mi?
peki ya zevk, sefa, servet, güç? bütün güzel şeyler kim için?
ve tüm rezil şeyler kime kalıyor?
bütün bunlar işin laf ebeliği tarafı.
fransız ihtilali'ne kadar sanat burjuva için yapılıyordu. ihtilalden sonra başlar ayak, ayaklar baş olunca halk sanata da el attı. ancak yeterli bilgi, birikim, alt yapısı olmadığından halk için kiş (dandik) sanat eserleri üretilmeye başlandı. sanat sanat olmaktan çıkıp başka bir şeylere dönüştü.
ismini söylemeyeyim, bir başka ülkede de sanat halkın eğitimli, donanımlı, kültürlü kesimleri için yapılıyorken yine bir şeyler değişti ve kültürsüz, eğitimsiz, görmemiş bir güruh hızla zengin ve güçlü hale gelince "biz her haltın içinde olmalıyız. biz sanatın da içinde olmalıyız," naraları atarak ve de cenk ederek sanat alanlarına hücum etti. o ülkede birdenbire sanat anlayışı değişti, lahmacunsu hale geldi. ister istemez kiş'leşti. ortaya ilkokul çocuğu yapmış gibi heykeller çıktı mesela hatta bazılarını belediyeler baş köşelerine dikti. sünger bob'umsu restorasyonlar yapılıp iftihar edildi. para onlardaydı, memleketin kültürsüz ama zengin burjuvalarıydılar. onlar neyi beğenirse sanat oydu.
komik şeyler oldu. birisi çıktı, "ulan sizi keklemeyen ne olsun," dedi, boş çerçeveyi apartman parasına sattı. bir başkası daha fenasını yaptı. işler çığırından çıktı, gitti.
neyse... gelelim sanatın kim için olması gerektiğine.
sanat sanat için olacaksa sanatçı kendi pişirsin, kendi yesin. sanatçı diye ortaya çıkmasın kimsenin olmayan çiziktirikleriyle.
sanat burjuva için olacaksa iyi işler, hayırlı cumalar, ticaret bereketli olsun.
sanat halk için olacaksa kişin kişini yapmayan ne olsun.
ne kaldı geriye? sanat aydın düşünceye hizmet için olmalı! yani bu ne demek? sanat halk için, halkın şimdiki pozisyonu için değil, halkı bir adım yukarıya taşıyacak pozisyon için olmalı. sanat, halkı aydınlatmak ve ileriye götürmek için olmalı. serdar ortaç'ın şarkıları gibi dıtdırı dıtdırı çalıp bitiyor ve halkın ruhuna, beynine bir gram faydası olmuyorsa öyle sanat olmamalı.
devamını gör...

şebnem ferah'ın en güzel şarkısı

"sil baştan başlamak gerek bazen..." en güzel şarkılarından biri. ve insan yaşamı boyunca kaç milyon kere silip yeniden başlamayı öğrenmeli? ya da öğrenemeden heder olup da gitmeli?
kişisel gelişim eğitimlerinde söylenmesi ve uygulanması şart bir şarkı olarak programa alınmalı.
devamını gör...

bireysel silahlanmanın yasallaştırılması gerekliliği

bırakın bireysel silaha izin verilmesini, ben herkese ehliyet verilip trafiğe çıkarılmasına dahi karşıyım. önce psikolojik testlerden geçirilmeli herkes. aşamayanlar bir adaya götürülüp terk edilmeli.
nüfusun 3/4'ünü sığdıracak bir ada aranıyor.
devamını gör...

çocukluğu hatırlatan yiyecekler

henüz tv sadece ankara'da yayın yaptığı dönemlerde radyo tek sığınağımızdı. program aralarında şimdiki kadar istila niteliğinde olmayan reklam kuşakları vardı. her reklama girildiğinde, "akşama babacığım, unutma ülker getir" cıngılı yayımlanır, iki - üç reklam sonra da "bir bilmecem var çocuklar" ile başlayıp "eti eti eti" ile biten bir başka bisküvi markasının reklamı çıkardı. o zamanlar bisküvi şimdikine göre çok daha önemliydi. büyük küçük kimse için şimdiki kadar yiyecek ıvır zıvır alternatifi yoktu. acıkınca ya da misafir geldiğinde çay yanında bisküvi yenirdi. ucuzdu, kolay ulaşılırdı. mahalle bakkalları 5 kiloluk küp kutularla alır, tartıp satardı.
şimdilerde o kadar çok yiyecek şey var ki bisküvi içlerinde taş devrinden kalmış gibi görünüyor. oysa iyidir, candır bisküvi.
türkiye'de tüm zamanlarda ve tüm yörelerde çeşitli markalar altında bisküvi satılırken henüz seksenlerin başında pek ithal ürünlerle tanışmamıştık. hammaddeler, ara maddeler, akaryakıt, elektronik aletler gelirdi yurt dışından. bir gün ortaköy'de cadde üzerinde bir dükkan gördük. vitrini gelin gibi süslenmişti. yabancı etiketli ürünler sergileniyordu. baktık, bisküvi. ama ithal. o gün uzun uzun güldük vitrinin karşısında. sonraki günler de ortaköy'e ne zaman gitsek yine güldük. arkadaşlarımıza anlattık, "adamlar bisküvi getirmişler yurt dışından, düşünsene, bisküvi," diyerek eğlendik.
şimdi dağ taş lüzumsuz ithal ıvır zıvırla dolu. üstelik her birinin de alıcısı var.
"bir bilmecem var çocuklar... acaba nedir, nedir? bisküvi deyince akla, hemen onun adı gelir? eti eti eti..."
ben bunu özledim.
devamını gör...

ödünç verilen kitabın bir türlü geri gelmemesi

kitabı okuyunca onunla işimin bittiğini sanan bir güruh yıllarca tüketti kitaplarımı. uzun süre boykot etsem de şimdi aynı kitapları yeniden almaya başladım ama bu sefer elektrik vermeyi düşünüyorum. yeter yahu!
devamını gör...

yazarların koleksiyonunu yaptığı şeyler

kırtasiyecinin önünden geçerken bana biri yeteri kadar not defterim olduğunu söylemeli. evde, ofiste dolaplarda yer kalmadı. bir de yazıp çizip işi bitenleri atmayı öğrensem.
devamını gör...

üniversitelerin seyreltilmiş liselere dönmesi

özel ve vakıf üniversiteleri maalesef bakkal dükkanı gibi yurdun her yanında açıp ticarethanesel faaliyetlerini sürdürmeye çalışıyor. puanları düşük, okulla işi olmayan ama cebinde üç kuruş parası olan gençlerimiz için diploma yolu. tabii bir de orta doğunun her yanından gelip burada kendini avrupa'da zanneden, çok serbest hayat yaşayabilen zengin çocukları var. öğrenci kalitesi böyle yerlerde olunca öğretim kadrosu için fazla harcama yapmaya gerek kalmıyor. yine orta doğudan gelen okutmanlar dolduruyor çoğu kadroları. hem de çok ucuza. iranlı, filistinli, ıraklı... bir de bu üniversitelere devam eden yukarıda bahsettiğim türdeki gençlerden bir baltaya sap olabilmek için okulda kalanları var ki onlar da öğretim kadrolarını oluşturuyor. son yıllarda nasıl olduğuna kendilerinin bile şaşırdığı bir şekilde pek çok kişi dr, prof oldu. bunlardan da kadronun üzerine birkaç tane serpiştirince eksik kalmıyor.
işin kötü yanı, buralardan mezun yüz mühendisi bir araya getirseniz yaptığı binaya girilmez. bin tanesini bir araya getirseniz doktor diye gidilmez.
bu arada doktor demişken sefalet bu meslekte de sürüyor. bizdeki eğitim berbat hale gelmişken pek çok özel hastane ne olduğu belirsiz yabancı uyruklu doktorlar çalıştırıyor bol bol. hele gece nöbetine kalanların çoğu yabancı.
gidiyoruz bir yerlere.
devamını gör...

her şeyin üst üste gelmesi

her şeyin üstü üste gelmesinden pek de şikayetçi olmamalıyız. yani her şey yan yana gelse daha iyi mi olur, bilmiyoruz. öyle olursa ne olur, böyle oldu ne olacak, boş işler bunlar. üst üste olunca daha bile iyi bence, daha az yer kaplar. bitti mi hepsi birden biter. ne yani, sırayla gelseler daha mı iyi?
amaan, üf! nasıl istiyorsanız öyle gelsin, bana ne!
devamını gör...

dizilerdeki aşırı müzik sesi

yerli dizilerde şimdilerde yeni bir moda başladı. eskiden tüm sesler kararınca olur ama reklamlar başladığında acilen televizyonun sesini kısmak zorunda kalırdık. şimdilerde ise tüm dizilerde başka bir uygulama var. konuşmaların altında olması gereken fon müziği zaman zaman aşırı derecede yükseltiliyor ve konuşmalardan hiç bir nane anlaşılamıyor. fon müziği fazla diye televizyonun sesini kıssanız konuşmalar duyulmuyor, duyulsun diye sesi biraz daha açsanız dizi setinde ne işi olduğu belirsiz, aylak aylak dolaşan kuçu kuçu gibi müzik başlıyor haykırmaya.
bakın, buradan dizicilere sesleniyorum. benim asabımı bozmayın. şu sesinize bir ayar çekin. repliklerin saçmalığı, rollerdeki beceriksizlikler, senaryoları iki tane horoz şekeri karşılığı ortaokul öğrencilerine yazdırıyor oluşunuz sesini patlattığınız fon müziklerinin altına gizlenemiyor. zaten adı üstünde, fon müziği. demek ki neymiş, fonda olacakmış. o halde bu müziklerin her şeyin tepesinde ne işi var?
devamını gör...

roman yazmak

roman yazmak dünyanın en keyifli uğraşı. yeni dünyalar, insanlar yaratmak harika bir duygu. gerçek yaşamda verilemeyen ödülleri dağıtmak, kötülükleri cezasız bırakmamak. her şey bir yana insanda bir dinginlik, tatmin duygusu uyandırıyor. alt yapısı uygun olan insanları da, 'ulan bu dünyayı ben yarattım,' hissine terk edip kaçıyor. o andan itibaren kurtlar vadisi'nde oynamış figürasyon gibi bir omuzu yukarıda, diğeri aşağıda pozda dolaşma alışkanlığı veriyor.
her şey bir tarafa ama roman yazmak aslında ciddi bir iş. hele kenarda tutmak yerine birileri okusun diye yazılıyorsa iki kere düşünmeyi gerektiriyor. genellikle çok okuyan birinin güzel roman yazacağı düşünülüyor. bu konudaki bir başka düşünce de müthiş düşüncelere sahip bir nihat doğan bilgeliğinde olunca roman yazmanın işten bile olmayacağı sanılıyor.
işin aslı, her ne kadar süslü söz söyleme sanatı işi çok daha kaliteli hale getiriyor olsa da roman yazma işini bir mühendislik çalışması gibi düşünmek gerekir. bilirsiniz, 70'li ve 80'li yıllarda karadenizli müteahhitler tüm istanbul'u mühendis öpücüğü görmemiş binalarla donatmıştı. onlar da bina yapmak için mühendisliğin gerekmediğine inanıyor, görüp öğrenen kalfalara canlar teslim ediveriyorlardı.
roman yazma konusunda da öyle. "ilham gelir, yazarım. bu işin eğitimi de mi olurmuş?" diyen çok insan var. ancak spor, sanat ve her alanda insanlar o işlerin tekniklerini öğrenerek bir yerlere gelebiliyor, üretim yapabiliyor. yazarlıkta da öyle. eğitimini almadan, alt yapısını bilmeden aklına esenleri art arda yazmak işte o müteahhitlerin yaptığına benziyor.
insan içine girmeyince, "ne var ki? bu işi ben de yaparım," diyor. dolayısıyla ülkemiz özel eğitimini almadığı halde estetik operasyonlar, mide küçültme ameliyatları yapan onlarca doktora sahip. anlı şanlı ilanlar ve sosyal medya çığırtkanlıklarıyla müşteri de (ya da kurban mı demeli?) buluyorlar. pek çoğu mahkemeye veriliyor hatalarından dolayı.
yani şunu diyorum...
eğitimini almadan yamuk yumuk yazılan romanları için de mi ille de mahkemeye verelim yahu!

amerika'daki yazarlık okullarında bu iki insan tipini şöyle isimlendiriyorlar:
mühendisler: öğrenip, projelendirip kurallar ve teknikleri bilip kullanarak yazanlar.
uçucular: 'yaa allah ya bismillah,' diyerek kağıt kaleme sarılan, akıllarına gelenleri delinin ipe boncuk dizmesi gibi sıralayarak kendini 'roman yazmış' kabul edenler.

dedim diyeceğimi, daha ne diyeyim. :)
devamını gör...

yazmak

yazmak kurtuluştur çoğu zaman. aklını kemirip deli eden ya da düşündükçe tırlatarak gidip sözle yüzüne söyleyeceğin şeyleri kağıtla paylaşmaktır. söyleyeceğini söylemiş olmakla bir güzel rahatlarsın. dilediğince sıçarsın, sıvarsın. ohhh. tabi, yazıp yazıp da göndermemek koşuluyla. psikologlar tırlatmaya yakın danışanlarına şöyle öneriyor. "kızdığın kişiye mektup yaz. aklına geleni söyle. içini boşalt. sonra da mektubu yırtıp at." şimdi, "haydaaa, o kadar mektubu neden yazdık o zaman?" demeyin. yoksa içinizi boşaltmış değil yeni denyoluklarla doldurmuş olursunuz. bu durumda psikoloğunuz size kızmış gibi yapar ama içten içe mutlu olur. siz daha çok seanslar gidip papel sayacaksınızdır bu kafayla. yazın, yazın..
devamını gör...

normal sözlük'ü kullanarak 3. parti dahil tarayıcı çerezlerinin kullanımına izin vermektesiniz. Daha detaylı bilgi için çerez ve gizlilik politikamıza bakabilirsiniz.

online yazar listesini görmek için lütfen giriş yapın.
zaman tüneli köftehor rehberi portakal normal radyo kütüphane kulüpler renk modu online yazarlar puan tablosu yönetim kadrosu istatistikler iletişim