yav çok saçma başlıklar açılıyor. bir an verip veriştireyim diyorum. sonra aman banane diyip eriniyorum. bununla mı uğraşacağım. herkesin hayatına kimse karışamaz sonuçta...
2020 yapımı seth rogen filmidir. puanı çok yüksek değil ama seth rogen komedilerini seviyorsanız kesinlikle buna da gülersiniz. fakat bunda yahudi propagandasını bayağı bir abartmışlar. kısaca konusunu özetleyelim. 1900’lü yılların başında kendi ülkesinde refah içerisinde yaşayamadığı için amerika’ya göçen bir yahudi adam burda turşu şirketinde işe girer. ama bir turşu fıçısının içine düşer ve 2000’li yıllara kadar orda mahsur kalır. fıçıdan kurtulduğunda hayatta tek varisi olan torununu bulur ve aşırı radikal muhafazakar yahudi hali ile günümüze ayak uydurmaya çalışır.
zaten konusunda da belli olduğu üzere aşırı absürt bir komedi filmi. ama genel olarak güzel espriler ve şakalar vardı. woke kültürü, din ve kuşak çatışması esprilerin en yoğun olduğu konulardı. film boyunca güldüm. fakat filmin sonu hiçbir yere bağlanmadı. çok saçma sapan bitti. hatta filmin bittiğini falan anlamadım. yanlışlıkla bir yerleri atladım sandım. ayrıca bir diğer beğenmediğim unsur ise aşırı yahudi propagandası. yani etnik unsur şakaları falan güzeldi. ama çok zorlama bir yahudi güzellemesi de mevcut. hatta şöyle örnek vereyim. adam günümüze gelip aşırı radikal yahudi tavırları ile tüm problemlerin o kadar kolay üstesinden geliyor ki neredeyse amerikan başkanı olacak. yapılan esprilerin yanı sıra aşırı zorlama bir yahudi övücülüğü sıkıştırılmış ve bu çok bariz yapıldığı için acayip iğreti durmuş.
tamamen kafanızı dağıtmak için eğlenceli bir film arıyorsanız ve absürd komedi seviyorsanız bu filmi de sevebilirsiniz.
bence de diplomanın hiçbir önemi yok. zira üniversiteler bir işçi yetiştirme kurumu değil ki aldığımız diploma ile herhangi bir iş alanında direk yeterli olalım. fakat transkript daha değerli bir evrak. en azından aldığımız dersleri belgeliyor. bende iki tane diploma var. şu ana kadar hiç kullanmadım. fakat üni sürecindeki sosyal ortamım ve aldığım dersler kişisel gelişimimi oldukça etkiledi.
bence diplomadan ziyade üniversiteler sosyalleşme ve kendini geliştirme konusunda daha kıymetli. olabildiğince insan tanımak, farklı alanlarda dersler alıp ilgilendiğin alanları keşfetmek vb.
hacı murat kitabı, çarlık rusya’sının kafkasya bölgesini işgal etmeye çalışırken, bu bölgede yaşayan ve rusların karşısında yer alan hacı murat karakterinin hikayesini anlatıyor. bunun haricinde roman hakkında ne söylesem eserin okunma zevkini etkileyebilecek ipuçları olacağı için genel değerlendirmeme geçeyim.
eser gayet kısa ve akıcı bir dille kaleme alınmış. ancak tolstoy, karşımıza çıkan her karakterin kişiliği ve ruh hali hakkındaki değerlendirmelerini bizden esirgememiş. hatta biz romanı bir çok kişinin bakış açısı ile okuyoruz. böylece doğru ve yanlış gibi kavramların ne kadar göreceli olduğunu görüyoruz. herkesin kendi inançları ve hayatı doğrultusunda yaptığı veya yapmak zorunda olduğu şeylere şahit oluyoruz. bu sayede hacı murat, oldukça keyifli ve katmanlı bir kitaba dönüşmüş. özellikle baş karakterin karmaşık yapısı ve içerisinde bulunduğu durumlar onunla empati yapmamıza yol açıyor. korku, cesaret, onur, sadakat, dostluk ve düşmanlık kavramlarını tekrar tekrar sorguluyoruz. bununla birlikte eserde savaşın ve çatışmanın kötü yüzü de işleniyor. yapılan korkunç şeyler, sefalet ve insan yaşamının önemsiz sayılması nedeniyle savaşların öteki yüzü vurgulanıyor.
hacı murat akıcı dili ve ilginç hikayesi ile tavsiye edebileceğim bir kitap. özellikle etik ve felsefi sorgulamaları, insanı kendisi hakkında düşünmeye sevk ediyor.
profesör, başrolünde johnny depp’in yer aldığı 2018 yapımı muhteşem bir dram, komedi filmi. bu filmi her yıl tekrar bir izleyesim geliyor. verdiği mesaj mı yoksa johnny depp’in çok güzel oyunculuğu mu buna sebep oluyor tam emin değilim. ama önce kısaca hikayesini sizin için bir özetleyeyim.
johnny depp’in canlandırdığı richard isimli profesör aniden çok hasta oluğunu ve çok fazla bir zamanı kalmadığını öğreniyor. sonrasında ise kendi yaşamına bakıp istediği gibi yaşamadığını ve mutlu olmadığını farkediyor. bu nedenle son gününe kadar hayatı istediği gibi yaşamaya karar veriyor.
film bence dram ile komediyi çok güzel bir çizgide götürüyor. ölüm ve hastalık gibi konular filmin melankolik yanını oluştursa da bir yandan da ölümün kaçınılmazlığının getirdiği özgürlük ve umursamazlık hem bizi iyi hissettiriyor hem de filmin komik sahnelerini oluşturuyor. açıkça hepimiz bir gün öleceğiz fakat günlük problemler ile o kadar meşgulüz ki bu gerçeği unutuyoruz. aslında bunu farkettiğimiz an, günlük problemlerimiz ve stresimiz tamamen manasını yitiriyor. richard’ın başına da tam bu geliyor. kendisi, ailesi ve çevresi ile olan ilişkilerini gözden geçirip yepyeni bir hayata başlıyor adeta. burda ise istediklerini yapmaktan ve söylemekten kaçınmıyor.
film aşırı felsefi, derin manalar içeren bir yapıda değil. böyle klasik ve derin bir konuyu daha açık ve mizahi bir dille ele almış. gayet rahat ve sürükleyici bir film. 10 üzerinden 9 verebileceğim güzel bir filmdi. izlemediyseniz tavsiye ederim.
hayatı ve kendimiz o kadar da ciddiye almamak lazım…
otuz beş yaş şiirini hemen hemen herkes mutlaka duymuş veya okumuştur. fakat bu şiirin de içerisinde bulunduğu otuz beş yaş kitabı, cahit sıtkı’nın bunun haricinde pek çok meşhur şiirini de barındıran çok önemli bir eser. maalesef ben bu kitabı yeni okudum. bazı kitaplarda çok ciddi bir şekilde neden bu kadar geç okuduğuma hayıflanıyorum.
kısaca kitap hakkında genel birkaç bilgiden bahsedeyim. bu eser cahit sıtkı’nın 1933 ile 1946 yılları arasında pek çok dergide yazılan şiirlerinin derlenmesi ile oluşuyor. ilk olarak varlık yayınlarında basılıyor. hatta bu eser bu yayınevinin de ilk kitabı oluyor. ben de bu kitabı yine varlık yayınlarının çok daha güncel bir baskısından okudum. elinizdeki baskıya göre değişmekle birlikte 100 civarında şiir barındıran bir eser. kitaba adını veren otuz beş yaş ve memleket isterim gibi şairin pek çok ünlü şiiri de bu eserde bulunuyor.
biraz da içerikten bahsedelim. çok sade ve akıcı bir dille yazılan bu eser, biraz melankolik bir ruh taşımakta. yanlızlık, zamanın ilerleyişi, gündelik hayat, ölüm ve hüzün bu eserin genel temasını oluşturuyor. ama bununla birlikte memleket sevgisini işleyen ve bu melankolinin dışına çıkan bazı şiirler de mevcut. bu eserin bence günümüze kadar popülerliğini koruyarak gelmesinde sade dili ve evrensel temasının çok büyük bir etkisi var. çünkü dünyanın neresinde olursa olsun ve hangi zamanda olursa olsun bu temaları görmek mümkün.
bu muhteşem kitabın içerisindeki şiirlere mutlaka denk gelmişsinizdir zaten ama tamamını henüz okumadıysanız, şiddetle tavsiye ederim.
içimizdeki şeytan, sabhattin ali’nin bir türlü okuma fırsatı bulamadığım kitabıydı. açıkçası özellikle hayatımın şu döneminde okumak bana çok iyi geldi. kendi hayatım ve çevrem üzerine uzun uzun düşünme fırsatı buldum. fakat bunlara değinmeden önce kısaca kitabın konusundan biraz bahsedeyim.
baş karakterimiz ömer, vapurda arkadaşı ile giderken bir kızı görüp aniden aşık oluyor. aşık olduğu kız da uzaktan bir akrabasının yanında kalan macide. macide’nin ailesi istanbul’da değil bu nedenle macide bir akrabasının yanında sığıntı gibi kalıyor. en sonunda bu durum canına tak ediyor. vapurda tanıştığı ve o zamandan beri sık sık görüştüğü ömer ile birlikte olmaya karar veriyor. biz de bu birlikteliği ve bu insanların başına gelenleri okuyoruz.
aslında romanda dönemin toplumsal yapısını ve baş kahramanların karakterlerini detaylı bir şekilde sorguluyoruz. öncelikle ömer, günübirlik yaşayan, sonunu düşünmeden ani kararlar alan ve işler ters gidince suçu başkasına atan zayıf karakterli bir kişi. hatta bu durum o kadar ileri bir seviyede ki kendi hataları sebebi ile içindeki şeytanı suçlamaya başlıyor. macide ise akrabalarından uzak durmaya çalışan, kendi kararlarını vermekten çekinmeyen, güçlü bir karakter olarak tasvir edilmiş. hatta ömer’in aksine kendi hayatının kontrolünü ele alıp yeni kararlar verebiliyor ve başına gelenlerin sorumluluğunu kabul ediyor. ayrıca ömerin arkadaş çevresi üzerinden sahte bir entelektüel grup görüyoruz. bunların da ne kadar yozlaşmış ve boş insanlar olduğunu farkediyoruz. sabahattin ali burada hem baş kahramanları hem de kendini aydın olarak gören bu sahte entelektüelleri ciddi bir şekilde eleştiriyor.
bu eserde, içimizdeki şeytan metaforunu oldukça beğendim. gerçek hayatta bazen bizler de başımıza gelen şeylerin veya aldığımız kararların sorumluluğundan kaçmak için başkalarını veya bir nevi içimizdeki şeytanı suçluyoruz. fakat kendi hayatımızın sorumluluğunu üstlenmeli ve bu konuda bilinçli olmalıyız. zaten bu nedenle eseri okurken ben gerçek hayatta ömer gibi miyim yoksa macide gibi miyim diye kendimi düşündüm hep. ayrıca yanlış arkadaş çevresi ve içerisinde yaşadığımız toplumun bizim üzerimizde yarattığı etki de eserde güzel bir şekilde irdelenmiş.
hala okumadıysanız bu muhteşem eseri bir an önce okumanızı tavsiye ederim.
bu hikaye biraz eskiye gidiyor. ben ygs lys sınavına giren son nesildenim. son sınavdan çıktığım gün çok rahatlamıştım. ben de bu rahatlamayı ifade etmesi bakımından sahilde kendine su fırlatan kepçe resmini profil fotoğrafı yapmıştım. sonra çok hoşuma gitti. o zamandan beri her türlü platformda sahilde kepçe fotoğrafları kullanıyorum.
1941 yapımı oscar ödüllü meşhur bir filmdir. çok eski bir film olmasına rağmen hem teknik hem de içerik olarak sinemaya yön veren filmlerden biridir. kısaca hikayesine değinelim. baş karakterimiz charles foster kane isimli çok zengin bir medya patronudur. film onun ölümü sonrası gazetecilerin onun hayatını araştırmasını ele alır. özellikle ölmeden önce söylediği son kelime ‘rosebud’ ne manaya geliyor diye araştırmaktadırlar. böylece biz de çocukluğundan ölümüne kadar charles foster kane’nin hayat hikayesini izliyoruz.
öncelikle filmin içeriğini değerlendirmeden birkaç teknik yönüne değinmek istiyorum. bu filmde zaman düz bir şekilde akmıyor. sürekli geçmiş ve şimdiki zaman arasında sahneler değişiyor. özellikle gazeteciler insanlar ile röportaj yaptığı için çok makul bir kurgu yöntemi. günümüzde de pek çok filmde görmeye alışığız. bir diğer nokta ise, charles foster kane’nin olduğu sahnelerde onu hep daha aşağıdan görmekteyiz. böylece olması gerektiğinden daha heybetli ve önemli bir kişi hissiyatı uyandırıyor. yine bunu da pek çok film ve dizide görmek mümkün. örneğin kurtlar vadisinde baron olan mehmet karahanlı karakterinin çekimleri gibi. bir diğer husus ise filmde bayağı müzikal sahne mevcut.
biraz da içeriğe değinelim. charles foster kane aslında amerikan rüyası’nı temsil etmektedir. yokluktan zirveye çıkmış ve ne isterse yapabilecek bir hale gelmiştir. ancak film bu durumu sadece bir övgü ile göstermiyor. hatta tam aksine bu durumun karanlık yüzünü de ortaya koyuyor. özellikle kane güçlendikçe ve zenginleştikçe yalnızlaşıyor. bununla birlikte aslında maddi imkanları ve hayatı ne kadar şatafatlı bir hale gelse de içten içe mutsuzluğu artıyor. çünkü bu yolda kendinden tavizler veriyor ve bu durum iç huzurunu bozuyor. ayrıca ilk başta idealist ve prensipleri olan bir karakterken güç ile birlikte yozlaşmaya başlıyor. hatta filmde kane üzerinden medyanın nasıl bir manipülasyon aracına dönüştüğü açıkça gösteriliyor. peki bu rosebud ne manaya geliyor? bu sorunun cevabını spoilerlı kısımda vereceğim.
öncelikle filmi izlemediyseniz ve klasik filmler ile aranız iyi ise filmi izlemenizi tavsiye ederim. fakat ben böyle filmleri sevememe rağmen filmi izlerken biraz sıkıldım. ama günümüzde pek çok filmin hala atıfta bulunduğu çok kült bir eser. genel olarak beğendiğimi söyleyebilirim.
kane'nin ölümden önce söylediği son kelime olan rosebud, aslında kane’nin eski günlere olan özlemini ifade ediyor. rosebud kane’nin çocukluğunda kullandığı kızakın adı. zaten filmin ilk ve son sahnesinde film bize bunu gösteriyor. burada kane ne kadar güç ve servet sahibi olsa da iç huzuru bulamamış olduğunu görüyoruz. o son nefesinde bile hala masum ve huzurlu kane’i özlüyor.
bu kitap, atatürk’ün önerdiği dünyaca ünlü bir eserdir. grigoriy petrov’un bu kitabında, öncelikle finlandiya’nın 19. yüzyıl gibi yakın bir tarihte hala yoksul ve geri kalmış vaziyetinin bir tasviri yapılıyor. ardından topyekün bir değişim ile bu makus kaderi değiştirip günümüzdeki müreffeh yapısına kavuşmasını ele alıyor. tabi eser bu büyük değişimi çeşitli başlıklar altında ele alıyor.
ilk olarak bu büyük değişime öncü olan johan vilhelm snellman eserin merkezinde yer alıyor diyebiliriz. bu büyük lider pek çok noktada halkı eğitime ve gelişmeye çağırıp bilinçlendiriyor. ancak eser burada tüm mahareti tek bir lidere bahşetmiyor. zira carlyle ve tolstoy bakış açısı birlikte doğru kabul ediliyor. yani bu lideri ortaya çıkarıp destekleyen halk da, ortaya atılıp halkı bilinçlendiren lider de eşit derecede önemli ve birbirini destekleyen unsurlar olarak kabul ediliyor.
ayrıca eserin en çok üzerinde durduğu başlık ise eğitim. finlandiya’nın içerisinde bulunduğu feci vaziyetin en büyük müsebbibinin cehalet olduğu ortaya atılmıştır. bunun için de topyekün bir eğitim seferberliği yapılmıştır. köyden kente tüm toplum buna iştirak etmiş, liderler ve öğretmenler tüm halkı bilinçlendirmişlerdir. ayrıca eskiden korkulan ve liyakatsiz insanların olduğu askeri kışlalar adeta halk eğitim merkezine döndürülmüştür. böylece toplum ve devlet el ele bu değişimi ve bilinçlenmeyi birlikte sürdürmüştür. eğitim ile birlikte bozlulan ahlaki yapıya da değinilmiştir. hatta eskiden kötü sözler söylemek toplum genelinde çok yaygın iken bilinçlenme neticesinde bu kötü alışkanlıklar değişmiş ve yerine güzel bir ahlaki yapı kurulmuştur. bir diğer önemli nokta ise eğitimde olduğu gibi çalışma ve gelişim konusunda da toplumun kolektif bir biçimde hareket etmesi sağlanmıştır. böylece bu gelişim ve değişim sürecinde her bir fert üzerine düşen sorumlulukları yerine getirmeye çalışmıştır.
ben bu eseri çok daha erken okumak isterdim. ama nedense bir türlü kısmet olmadı diyeyim. fakat bu eseri oldukça beğendim. zaten bu eser pek çok tavsiye listesinde ve temel okuma listelerinde de mevcut. bu kitabı okurken kendi ülkemizin halini de düşünüp üzüldüm gerçekten. çünkü bizler de toplum olarak çok daha iyi bir vaziyette olabilirdik. elbette doğrudan kendimizi finlandiya ile kıyaslamak doğru olmaz. ancak şu an içerisinde bulunduğumuz vaziyet de pek iftihar edilecek bir seviyede değil. bizim de toplum olarak eğitime çok daha fazla önem vermeye, ahlaki çöküşü engellemeye, sorumluluklarımızın bilincinde olup toplumsal değişmeye katkı sağlamaya ihtiyacımız var. bu da elbette başkalarının yardımıyla ve bir anda olmayacak. yine bizler elimizi taşın altına koyacağız ve zaman içerisinde bu ideaya ulaşacağız.
bu konunun bu kadar uzun süre gündemde kalmasının en temel sebebi hala çözülmemiş olması. elbette bir sürü başka problem de var. fakat problemleri kıyaslayarak bir yere varamayız. malesef hala başıboş köpekler yüzünden vatandaşlarımız zarar görüyor. bu problem de ülkedeki diğer problemler kadar hayati ve önemli. ancak hayvan sevgisi adı altında başıboş köpeklerin çocuklara saldırmasını ve sokaklarda terör estirmesini maruz gören insanlar var. bu durumun hayvan sevgisi ile hiçbir alakası yok. asıl medeniyet, sokakları herkes için güvenli ve sağlıklı yerlere çevirmek olacaktır. bu ülkenin insanlarını cahil olarak adlandırıp başka ülkelere özenenler orada başıboş köpek görmüşler mi acaba? sabah işine gitmek için yola çıkan insanlarımıza saldıran köpek probleminin devam etmesini savunmak asıl cehalettir.
her geçen yıl bir önceki plan ve programlarımın çok dışında gerçekleşiyor. bu nedenle önümüzdeki beş yılı değil bir yılı bile kestirmem çok zor. ama gelecekten ümitvarım.
türkçe adı ile umudu yakalamak filmi, joshua caldwell tarafından 2022 yılında çekilmiştir. başrollerinde brian cox, sinqua walls ve patricia heaton’ı görmekteyiz. açıkçası ben rastgele sosyal medyada bu filmin fragmanına denk geldim ve daha hikayesinin bile ne olduğuna bakmadan sadece brian cox başrolde diye izledim. ama hikayesini de kısaca özetleyeyim. baş karakterimiz john bir savaş gazisidir. hem fiziksel hem de duygusal iyileşme sürecindedir. fiziksel yaraları ne kadar iyileşse de yaşadığı ağır travmalar sebebi ile duygusal olarak iyileşememektedir. doktorların ona tavsiye ettiği grup terapileri vb şeyler de ona hiç fayda sağlamamaktadır. brian cox’ın hayat verdiği yaşlı balıkçıda john’un terapi aldığı yerde terapi almaktadır ve yine john’un doktorunun gözetiminde yaşamaktadır. çünkü o da eski bir gazidir. ama son zamanlarda hastalanmıştır ve doktoru tek başına balık tutmaya çıkmasını istememektedir. bu nedenle doktor bu iki hastayı birbirine emanet eder. john da bu yaşlı balıkçı ile tanışıp balık tutma ve iyileşme serüvenine başlar.
film aksiyon sahneleri ile başlamasına rağmen oldukça sakin ve duygusal bir film. bu nedenle ben biraz sıkıldığımı söylemeliyim. filmde askerlerin fiziksel olduğu karar ruhen de çok ciddi yaralandığını görmekteyiz. açıkçası filmi izlerken sadece gaziler için de değil genel olarak böyle ağır travma geçiren insanlara karşı toplum olarak daha duyarlı olmamız gerektiğini hissettim. çünkü bir süre sonra fiziksel yaralar kabuk bağlıyor ama insan ruhu kolay toparlanmıyor. film de aslında bize bunu gösteriyor. filmde zorluklara göğüs gerip yaşamın güzelliklerine bakmanın önemini görüyoruz. ayrıca doğanın ve zamanın iyileştirici gücü de vurgulanıyor. zaten bizzat filmin kendisi sakin yapısı ve çok güzel doğa görüntüleri ile adeta bir terapi gibi.
filmin beğenmediğim birkaç yönü de vardı. açıkçası ben bu filmin bu kadar duygusal ve sakin bir film olduğunu bilmediğim için biraz sıkıldım. ayrıca filmde hiçbir sürpriz veya merak unsuru yok. filmin ilk sahnesinden son sahnesine her şeyi direk tahmin ediyorsunuz. ayrıca hikaye ve karakterlerin arasındaki çatışmalar tam hollywood klasiği. bu filmi ilk defa izlememe rağmen sanki daha önce izlemişim gibi bir his uyandırdı.
eğer sakin ve duygusal filmleri seviyorsanız tavsiye ederim. ayrıca brian cox da başrolde. bunu da göz önünde bulundurarak bu filme on üzerinde 6 veriyorum. brian cox olmasa daha düşük verirdim.
film, ron howard tarafından 2015 yılında çekilmiş olan bir deniz - macera filmi. başrollerinde chris hemsworth, cillian murphy, tom holland, brendan gleeson ve tom nickerson gibi meşhur oyuncular var. ben de zaten fragmanda chris hemsworth’ı görüp izlemeye karar vermiştim.
kısaca filmin hikayesini özetleyelim. film 1800’lü yıllarda balina avınada gizemli bir şekilde batan essex isimli geminin ve mürettebatının hikayesini anlatıyor. aslında film bu olaydan yıllar sonra bir gazetecinin bu olayı yazmak için bu felaketten kurtulan bir tayfayı olayı anlatmaya ikna etmesi ile başlıyor. bütün olayı bu tayfanın gözünden dinlesek de aslında baş karakter olan chris hemsworth'ın canlandırdığı karakterin hikayesini izliyoruz. chris çok tecrübeli ve herkes tarafından sevilen bir karaktere hayat veriyor. ayrıca çalıştığı şirkette kaptanlık beklerken ona 1. kaptanlık teklif edilerek yeni bir sefere çıkması isteniyor. çünkü kaptan olarak liyakatli bir seçimden ziyade şirketin sahibinin oğlu gemiye kaptan olarak seçiliyor. baş karakterimiz ilk başta kabul etmese de para ve istikbal gibi beklentiler sebebi ile görevi kabul ediyor. kaptan olarak seçilen kişi de son derece tecrübesiz ve yetersiz bu görev için. film boyunca da bu iki karakterin çatışmasını görüyoruz. bu çatışma ile birlikte geminin başına gelen asıl olay ise geminin batmasına sebep oluyor.
film görsel olarak çok güzel. beklentilerimin üzerinde efektler vardı. ayrıca filmin heyecanlı ve sürükleyici olması ile birlikte sahneler adeta birbirini kovaladı. bu film çok güzel bir macera filmi olmasının yanısıra hayatta kalma ve kapitalist düzen eleştirisi olarak da görülebilir. çünkü filmde gemi sahiplerinin yani sermayedarların kar için her şeyi gözardı ettiğini görmekteyiz. hatta insan yaşamının bile onların gözünde pek bir değeri yok. ayrıca filmde liyakatli ve doğru seçimler yapılması yerine bu sermaye sahiplerinin istediklerini yapması ve sorumluluk kabul etmemesi açıkça eleştirilmiş.
filmin en beğendiğim yanı, filmin sonunu başından itibaren biliyor olmamıza rağmen film bizi hiç sıkmıyor. hatta adeta filmde genel olarak heyecan hiç düşmüyor. ancak filmde temponun düşük olduğu bazı sahneler mevcut. fakat bu sahneler hikayenin ve anlatılan durumun bir gerekliliği olduğu için göze batmıyor. ayrıca tarihi detaylar ve gemicilik bilgileri de filmde çok ustaca verilmiş. filmi izlerken adeta kendimi o dönemleri anlatan bir müzede gibi hissettim bile diyebilirim. özellikle deniz filmleri seviyorsanız mutlaka tavsiye ederim.
zaman ilerledikçe her şey değişmektedir. edebiyat da bu değişimin en net görülebileceği yerlerdendir. yıllar geçtikçe yeni türler ve yeni akımlar ortaya çıkmaktadır. modernizm ve postmodernizm de edebiyatımızı değiştiren akımlardandır. bu akımları ve edebiyatımıza olan etkilerini biraz inceleyelim. fakat bunu yapmanın tabiki en kolay yolu bu konuyu örnek romanlar üzerinden incelemek olacaktır.
sessiz ev romanı modernist roman, kılavuz romanı ise postmodernist roman olarak tanımlanabilir. bu iki kitaptan yola çıkarak modernist ve postmodern teknikleri üstkurmaca, anlatıcı ve gerçekçilik üzerinden değerlendirelim.
ilk olarak üstkurmaca üzerinden bu iki eseri karşılaştırabiliriz. üstkurmaca, eseri yazan bir kişi olduğunun vurgulanması veya eserin yazılış aşamasının okuyucuya hissettirilmesi olarak tanımlanabilir. ancak sessiz ev romanında böyle bir durum yoktur. eser boyunca farklı kişilerin bakış açılarıyla olaylara bakmaktayız ancak hiçbir zaman bu olayların veya karakterlerin birisi tarafından yazıldığı veya eserin yazım süreci okuyucuya hiç hissettirilmemektedir. sadece kitabın son cümlesinde insanın elinde olan bir kitap bitince tekrar bunu okuyabileceği söylenmiştir. bu cümlenin kitabı bitiren son cümle olması dönemler arası ufak bir geçiş olarak değerlendirilebilir. ama eseri genel olarak değerlendirdiğimizde yazarın varlığını hiç hissetmiyoruz. ancak postmodern bir roman olan kılavuz üstkurmaca unsurları ile doludur. aslında burada kılavuz isimli kitabı, kitabın karakterlerinden biri olan uğur yazmaktadır. yani kitap bize doğrudan yazan kişiyi işaret ederek tamamen üstkurmacanın en önemli özelliğini vurgulamaktadır. eser boyunca birçok yerde olaylar anlatılırken birden bunları yazdım ve masadan kalktım gibi ifadelerle bu olayların birisi tarafından yazıldığı hatırlatılmaktadır. bu nedenle genel olarak baktığımızda kılavuz’u sessiz ev kitabının aksine üstkurmaca öğeleri barındıran bir kitap olarak değerlendirebiliriz.
üstkurmacayı değerlendirirken az da olsa anlatıcı kısmına değindim. öncelikle sessiz ev romanı bilinç akışı tekniğini kullandığı için çeşitli karakterler üzerinden olayları bize aktarmaktadır. biz olaylara sadece bu karakterlerin gözünden bakmayıp aynı zamanda bu karakterlerin düşüncelerini de okuyoruz. böylece bir olay hakkında farklı karakterlerin ne düşündüğünü görebiliyoruz. ancak bir önceki paragrafta da belirttiğim gibi asla yazarın sesini duymuyoruz. kılavuz’da ise biz olayları uğurun anlatımından dinliyoruz. ancak eserin bir karakteri olan uğur hem olayları yaşıyor hem de olayları yazıyor. dolayısıyla eserde okuduğumuz ve uğurun olmadığı kısımlar bile eseri yazan kişi olması sebebiyle uğur tarafından anlatılmış oluyor. böylece kılavuz postmodern bir roman olmanın verdiği üstkurmaca öğeleri ile birlikte uğur isimli karakter üzerinden olayları anlatırken, sessiz ev modernist romanların kullandığı bir özellik olan bilinç akışı tekniği ile farklı karakterler üzerinden olayları anlatmaktadır.
bu iki eserin birbirinden ayrıldığı en önemli nokta gerçekliktir. öncelikle sessiz ev romanı bize olayları karakterlerin gözünden olduğu gibi anlatmaktadır. burada en fazla karakterlerin bakış açıları gerçeklik üzerinde ufak etkiler yapabilir. ancak bu eserde hiçbir zaman okuyucu olayların gerçek olup olmadığı şüphesini duymamaktadır. kılavuz’a gelecek olursak tam bir karmaşa ile karşı karşıya olduğumuzu söyleyebilirim. çünkü eseri yazan kişi eserin bir karakteri olan uğur’dur ve bu karakter çok fazla düş görmektedir. bu nedenle eser boyunca neyin gerçek neyin düş olduğunu anlamak çok zordur. hatta uğur isimli karakter bir bölümde, ne kadar doğru aktardığını bilemediğini ve belki bu yazdığının sadece bir öykü olabileceğini söyleyerek doğrudan kitabın gerçekliğini sorgulatıyor. başka bir bölümde is yine kitabın bir karakteri olan ihsan, uğur’a belki her şey senin zihninde gerçekleşiyordur demesi kitabın tamamının bir hayal olabileceğini ortaya koymaktadır.
kısaca özetleyecek olursak, sessiz ev ve kılavuz isimli romanlar farklı dönemlerde yazıldıkları için farklı özellikler ve farklı teknikler barındırmaktadırlar. sessiz ev modernist bir eserdir ve bu akımın özelliklerini taşımaktadır. bu nedenle sessiz ev üstkurmaca unsurlar taşımayan, bilinç akışı tekniği ile olayları farklı karakterler üzerinden anlatan ve olayların gerçekliğinden şüphe duyulmayan bir eserdir. ancak kılavuz ise postmodern bir romandır. bu nedenle kılavuz üstkurmaca unsurları barındıran, kitabın yazarını işaret eden bir anlatıcıya sahip olan ve her zaman gerçeklikten şüphe edilen bir kitaptır.
tam net bir cevap vermek zor olsa da topyekün bir düzelme çabası başlangıç için güzel. örneğin finlandiya'nın nasıl düzeldiğini ve müreffeh bir ülke olduğunu anlatan beyaz zambaklar ülkesinde kitabını okumakla başlayabiliriz. böylece büyük bir değişim için tüm toplumun birlikte çalışması gerektiğini görebiliriz. ayrıca eğitimin kent köy ayrımı yapılmadan birinci öncelik haline getirildiğini de farkederiz. bununla birlikte eğitimin yanında ahlaklı ve vicdanlı olmayı da toplum geneline yaymalı ve ortak değerler oluşturulmalı. sonrası zaten yavaş yavaş kendiliğinden geliyor. güçlü ve bağımsız kurumlar, güvenilir ve hızlı adalet sistemi vb.
normal sözlük'ü kullanarak 3. parti dahil tarayıcı çerezlerinin kullanımına izin vermektesiniz.
Daha detaylı bilgi için çerez ve
gizlilik politikamıza bakabilirsiniz.
online yazar listesini görmek için lütfen giriş yapın.