çıfıt terör örgütünün esir kampları
başlık "cordarone" tarafından 21.09.2025 22:42 tarihinde açılmıştır.
1.
aşağıda anlatılan olay ortada hamas yokken, çıfıt terör örgütüne (israil) karşı direniş fkö önderliğinde sürdürüldüğü 1980'li yılların başında, evren faşizminden kaçan türk devrimcilerinden bir karı kocanın başından geçmiştir. şimdi 70'li yaşlarını yaşayan bu çifti tanırım. bir tırnaklarına 11 milyon çıfıtı kurban edebilirim.
"öğleden sonra bir asker sadık'ı çağırtıp koğuştan çıkardı. eşyalarını almasına gerek olmadığını söylediler. bu kez gözlerini bağlamışlardı.
gözlerini açtıklarında genişçe bir avluda bir masa başında oturan dört beş askerle karşılaştı. ona tercümanlık yapan asker de oradaydı. yayılmış vaziyette oturmuş gülüşüyorlardı. içlerinden en yaşlıca olanı yerinden kalktı:
“hadi bakalım, biraz sohbet edelim. adın neydi?"
"arapça bilmiyorum."
gözleri yerinden fırlayacakmış gibi oldu. göğsüne ve karnına yumruklar atmaya başladı.
"konuş ulan!"
"arapça bilmiyorum."
“arapça bilmiyormuş. muharrip! askeri üssünüz neredeydi? sorumlunuz kimdi?"
sonunda tercüman türkçe seslendi
"konuşmak zorundasın. ifadende yalan söylemişsin. tespit edildi. buradan konuşmadan kimse çıkmadı. iyisi mi konuş bir an önce. konuşursan buralarda rahat da edersin. bak, bırakılırsın da..."
"ben yalan falan söylemedim."
"yapma, öldürürler seni."
"umurumda değil. asıl siz yalancısınız. karımdan pusula getireceğinize söz vermiştiniz. hiç bir haber yok. ölüm... umurumda değil."
diğer askerler meraklanmıştı, tercüman onlara bir şeyler söyledi. bir asker öfkeyle ayağa kalktı, subay durdurdu.
tercüman: "karın kadınlar hapishanesine gitti, biliyorsun bunu," dedi.
"ben bilmiyorum, nasıl bilebilirim?"
"yeter artık, kızdırıyorsun onları."
"beklediğim, el yazısıyla küçük bir not; 'iyiyim', desin."
tercüman telaşlanıyordu, kızmıştı iyice.
"ben neden bahsediyorum, adam neyin derdinde. gebereceksin bak!"
diğerlerine dönüp ibranice bir şeyler söyledi. subay ayağa kalkıp karnına bir tekme atıp sopayla vurmaya başladı.
askerler yerlerinden fırladı. sadık'ı tekmelemeye başladılar. çok hırpaladılar.
"otur da biraz düşün, aklını başına al..."
her yeri acıyordu. zeynep'e işkence yapabilecekler fikri onu çıldırtıyordu. çok kötü hissediyordu kendini. böylesine bir acizlik içinde olmak öfkeyle dolduruyordu içini.
sonunda subay emretti:
"götürün şunu."
tercüman yine tehditler savurdu:
"sonra tekrar çağıracaklar, akıllı ol!"
“aklım başımda, sen karımın pusulasını getir bana."
tercüman başını sağa sola sallıyor ve bağırıyordu. iki asker onu avludan çıkarırken tekrar tercümana seslendi:
"pusula getir!"
sırtına sert bir sopa daha aldı.
“dön önüne de yürü it!"
eski koğuşa geldiklerinde asker tehdidini yineledi:
“iyi düşün ha!”
koğuştakiler merak ve acıma dolu gözlerle süzüyorlardı onu.
"ne oldu? ne yaptılar? ne sordular?"
"sopaladılar işte..."
her yanı sızlıyordu. soruşturma her gün sürüyormuş, bu koğuştan alınanlar çok olmuyormuş ama çığlık sesleri koğuşa kadar geliyormuş. çavuştan yarım sabun koparabildi. sabunun çoğu saçlarının açılması işlemine gitmişti. her yanı çürük içindeydi, yara yerleri ve özellikle sırtı yanıyordu ama soğuk su ve temizlik duygusu çok rahatlatmıştı onu.
banyodan sonra uzandı.
zeynep'le dertleşip, uyuyakaldı..." (sf: 72 - 75)
israil'de koğuşlarda:
"esirler mümkün olduğunca birbirlerinden tecrit olacak sekilde yerleştirilmişti. yalnızca aynı koğuşta olanların iletişimi mümkündü. esirler koğuştaki iletişimlerinde sürekli tedirginlik içindeydiler. koğuş içinde de hatta tuvalet ve lavaboların bulunduğu bölümde bile kameralar vardı.
yirmi dört saat gözetleniyorlardı.
esirler yerleştirilirken geldikleri bölgeler dikkate alınmış gibi gözüküyordu. birbirini tanıyan esirler azdı. zaten tanıyanlar da birbirlerini tanımazlıktan geliyordu.
bazı esirler, yemek ve temizlik işleri için görevlendirilmiş, genellikle çocuk yaşta olanlar seçilmişti. sadık'ın kaldığı koğuştan da dört genç sabahları işler için götürülüyordu. onlardan kısmen de olsa bilgiler almak mümkün oluyordu.
avluya, sadece sayım için sabah ve akşam iki kez çıkıyordu.
düzgün sıralar halinde durulması isteniyor ve mutlaka her sayımda sopayla vurmak için bahaneler bulunuyordu. tehdit ve terör her vesileyle uygulanıyordu. düğmesinin iliklenmemiş olması, bir esirin bitap düşene kadar "otur-kalk" cezasına çarptırılmasına yetiyordu.
esirler kayıtsız şartsız itaate zorlanıyordu. hatta sorun çıkmasın diye birbirlerinin düğmelerini kontrol etme talimatı vermişler ve bu konuda uyarmaya başlamışlardı. her emri boyun eğerek yerine getiren kişiler olmaları isteniyordu. bu uygulamalar korku ve yılgınlığı artırıyor ama diğer yandan öfkeleri bileniyordu. esirler içinde "özel sopa yiyenler" birbirleriyle yakınlaşıyordu.
yemek çok az veriliyordu. bunun da bilinçli bir uygulama olduğu açıktı. daha büyük bir ekmek dilimi, fazladan bir patates için birbirlerine düşürülmeye çalışılıyordu. yiyecekten mahrum etme bir ceza türüydü. uysal olmak, bir dilim fazla ekmek getirebiliyordu.
onurun, kendine olan saygının yok edilmesi içindi her şey. esirlerin büyük çoğunluğu sivildi ve esirlik, toplu bir uysallaştırma, göz korkutma politikasının aracı idi.
bu koşullar, ajanlaştırma çalışması için de çok uygun ortam yaratıyordu. her koğuşta bir ajanın, bir işbirlikçinin olduğundan kimsenin kuşkusu yoktu.
filistinli silahlı militanlar kimliklerini gizliyorlardı. sorguya götürülüp bir türlü getirilmeyen esirler oluyordu.
ölüm korkusu vardı koğuşlarda..." (sf:76 - 77)
"sorguya çıkanlar, boş koğuşun penceresinden maskeli muhbirler tarafından izleniyordu. esirler sorgunun formalite olduğunu, asıl amacın teşhis olduğunu düşünmeye başlamışlardı. bazen koğuştan birkaç kişi götürülüyor ve üç dört gün sonra getiriliyordu. en son bir lübnanlı genç, perişan halde dönmüştü koğuşa. israil'e küfrettiği tv kameralarınca saptanmıştı ve bu soruşturmadan ağzı burnu dağıtılmış bir vaziyette getirilmişti:
"subaymışım da haberim yokmuş," demişti, gülerek.
kendisine subaylık yakıştırmaları çok hoşuna gitmişti. gel gör ki yaşı bile müsait değildi. lübnanlıya birlikte çalışmayı önermişler. sorgularda aynı zamanda muhbirlik teklif ediliyor; çeşitli vaatlerle koğuşlardan bilgi toplamaları, bazı kişileri izlemeleri isteniyordu.
hiç dönmeyenler de olmuştu." (sf. 85-86)
"ebu ali, maskeli ajanların kendisini de işaret ettiğini düşünüyordu. ajanların önünden geçirildiklerinden sonra israil askerleri onun esir kartını kontrol edip bir kâğıda notlar düşmüşlerdi. her an sorguya götürülmeyi bekliyordu.
israil'in elde edeceği her bilgi tehlikeli olabilirdi. savaş devam ediyordu. sorguda örgütsel bilgilerin dışında özellikle cephane yerleri, mayınlanmış bölgeler, askeri planlar soruluyordu.
kimi rütbeli filistinlilerin radyodan "israil'in iyi davrandığı...", "teslim olmanın en iyi yol olduğu..." şeklinde çağrılar yaptığı söylentileri vardı.
herkes aynı talimatı almıştı: kimseyi tanımayan ve alakasız kişiler olmak! ancak bu da insanlara çok zor geliyordu. tam bir psikolojik baskı altındaydılar.
sürekli olarak aşağılamayla karşılaşıyorlardı. bir keresinde karşı koğuştakileri avluya çıkarmış ve esirlerin tek sıra olmalarını istemişlerdi.
bir israil askeri onları sırayla çağırıyor ve sırası gelen kişinin, ağırlaştırılmış bir filmdeki hareketlerde olduğu gibi yavaşça koşarak, askerin yanına gitmesi, önünde durması, elini gösteri köpekleri gibi göğsünün önünde, avuç içi yere gelecek şekilde tutarak yerinde sayması, askerin “alabilirsin!" emriyle elinde tuttuğu iki sigarayı alması ve tekrar koğuşa girmesi isteniyordu.
askerler eğleniyordu.
avluyu izleyen sadık ve ebu ali şok olmuşlardı; ikisi konuştu, sesleri titriyordu.
"ölümden beter..."
"ölürüz daha iyi..."
birkaç esirin emirlere uyarak istenen hareketleri yaptığını gören esirlerin bir kısmı, sıranın arkalarına geçmeye, kimileri gizlice koğuşa dönmeye çalışıyorlardı.
bir askerin "kıpırdamayın, sırayı bozmayın!" bağırtılarına karşı homurtular, "ben sigara içmiyorum. istemiyorum," sesleri çıkmaya başladı.
askerler esirleri coplayarak içeri soktular.
"bugün size sigara yok!" dedi bir asker." (sf. 95 - 96)
israil'den lübnan'daki esir kampına yolculuk
"lübnan'daki kamplara götürülmek üzere elleri kelepçelenerek otobüslere dolduruldular.
hareket ederken başlarını koltuklara doğru eğmelerini istediler.
sadık, tayyar'la yan yana oturmuştu.
otobüs hareket eder etmez tehditler başladı:
"kafanızı kaldırmayın!"
"ne ses, ne nefes!"
yol uzadıkça baskı artıyor, yolculuk tam bir eziyet halini alıyordu.
ortada gezen asker bir bahane bulup, copla rastgele vuruyordu.
esirler diken üstünde oturuyor, bu tedirginlik büyük bir işkenceye dönüşüyordu. otobüste oturacak yer bulamayıp arada yere çömelmiş bir sudanlı, coptan en çok nasibi alan olmuştu:
"söyle ulan! terörist misin?"
artık sudanlının haykırışları, insan sesine benzemez olmuştu. sudanlı inlerken asker, bu kez başka bir esire saldırıyordu:
"ben teröristim de, ulan..."
asker, tayyar'ın kemiklerine vurmaya başlamış. kemik seslerini duydukça zevkleniyor ve daha insafsız vuruyordu.
sıra sadık'a gelmişti.
onun da sadece kafasına, hep aynı yere vurmuş, kan gördüğünde rahatlayıp bırakmıştı.
otobüs bazı yerlerde duruyor ve nöbeti başka askerler alıyordu. saatlerce süren eziyet nihayet bitmişti ve otobüsten indirildiklerinde geniş bir düzlükte çadırlarla karşılaşmışlardı. onları karşılayan askerler yine terör estirmeye başladılar
"sıraya gir!"
"acele etme ibne!"
"sen gel bakalım buraya muharrip!"
"kıçlar yere, eller baş üstüne, başlar eğik!"
daha sonra isimler, birer birer sopa dayağından geçirmeler ve ardından bir başka kuyruk...
onları nihayet tellerle çevrili bir kampın içine soktular. (sf: 114 - 115)
toplu işkence
"ertesi günü erkenden kaldırıldılar. muhtar telaşla bütün çadırlara bağırıyordu: "herkes sayım hazırlığına!"
talimata göre yataklar düzeltilecek, battaniyeler düzenli katlanacak, düğmeler iliklenecek, gömlek pantolona yerleştirilecek ve tek sıra halinde bağdaş kurup beklenecekti.
çavuş yine bağırdı: "sayım başladı. eller başa!"
her sayımın saatler süren bir işkence olduğunu o gün anlayacaklardı. bağdaş vaziyetinde iken ayaklarını yere doğru gergin tutarak bağdaş kurmak, başlarını mümkün olduġunca eğmek, ellerini boyunda birleştirmek ve kollarını yere paralel olacak şekilde tutmak zorundaydılar. bu duruşa tüm kampların her iki ucunda sayımın başlamasıyla geçilecek ve bitmesine kadar bu duruşu sürdüreceklerdi. bu büyük bir eziyetti. hem dayanmak zordu hem çok onur kırıcıydı. sayım süresince asker sürekli tehdit ve küfür ediyordu;
"başlar eğik!"
"kolunu indirme!"
"hey muhtar, şu adamı getir kapıya!"
kapıya gidenler ise ya coplanıyor ya da güneşin altında ayakta iken ellerindeki büyük taşları havada tutma cezası veriliyordu.
sayım duruşu boynu, bacakları, kolları, beli zorluyordu. kimileri dayanamayıp bayılmıştı. bayılanlar ya da düşenler cezalandırılıyordu.
sayım ekibi kampa geldiğinde ise tam bir vahşet yaşandı. kampın en azından yarısı coplanmıştı. kafasını yeterince eğmediği için başlarına, kolları gergin olmadığı için dirseklere, dik durmadı diye sırtlara özel kalın sopalar inmiş, "havlusunu iyi katlamadı", "başını çevirdi", "dayak yediğinde bağırdı," diye bin bir türlü gerekçeyle saldırmışlardı.
saatler sonra sayımın bittiği iletilince herkes bulunduğu yerde yığıldı. sindirme ve gözdağı operasyonu yapılmış ve toplu işkenceden geçirilmişlerdi. büyük bir korkunun yanı sıra büyük bir öfke de birikiyordu. sadık, üniversitedeki hocasının bir sözünü hatırladı: "insan en tehlikeli varlık türüdür, her şeyi yapabilir..."
nazi almanya'sında kendi yakınlarına bu tür insanlık dışı, onur kırıcı eziyet ve terör uygulanan israilli yahudiler bu kez başkalarına bunu reva görüyorlardı.
aynı zaman diliminde kendi ülkesinde diyarbakır, mamak, metris vb. hapishanelerinde de evren'in faşist cuntası insanlara zulmediyor, tam bir vahşet yaşatıyordu." (sf: 117 - 118)
israil'de davar ve haaretz gazetelerinde ansar kampı
"29 kasım 1982'de israilli davar gazetesi kamp hakkında şunları yayınladı:
"al ansar toplama kampı, her biri yirmi çadırdan oluşan bölümlere ayrılmıştı. yirmi bölümden oluşan kampta tahmini olarak on iki bin tutuklu bulunmaktaydı. kamp, en temel yaşamsal olanakları sağlamaktan yoksundu."
"erkekler, hendekleri tuvalet olarak kullanıyorlardı ve çok şiddetli yağmurla beraber dışkılar kamp boyunca akıyor, inanılmaz kötü bir koku yayılıyordu.
çadırlar çökmüş, erkekler sırılsıklam kalmıştı. içme suyu çok nadir bulunabiliyordu ve hijyenik olarak çok kötüydü. kamp boyunca ter, dışkı, idrar ve deterjan kokusu her yere sinmişti."
ansar kampının raporu ise şu şekilde sonuçlanıyordu:
"alev alev yanmanın eşiğinde..."
kamptaki birkaç isyan basın tarafından bildirildi ve bu isyanların bastırılması esnasında birçok tutuklu yaralandı ve öldürüldü.
1982 eylül sonunda bildirilen bir isyanda iki veya daha fazla esir öldürüldü. 2 aralıkta ise dört kişi yaralandı. fakat medya durumu örtbas etmeye ve olayları kaza gibi göstermeye devam etti.
5 kasım 1982'de haaretz, ansar'da gardiyanlık yapan bir israil askerinin raporunu yayımladı:
"iki üç gün orada kaldıktan sonra, kötü bir şey olacağını biliyordum. bilirsin ki, bir gün bir yerde bütün bu şey patlak verecek."
ve kamptaki durumu şöyle tarif etti:
"kokunun yayıldığı kampta, spotlar ve gece muhafızlıkları sırasında devriye yapan araçların gürültüsü vardı."
"oturuyorsun ve tüfeğine bakıyorsun. spotlar çadırları ve etraftaki figürleri renklendiriyor ve o koku, yedi bin bedenin, onların tuvaletlerdeki salgılarının korkunç kokusu. o koku, tüm gün ve gece boyunca senin etrafını sarıyor. sen yemek yerken, uyurken ve uyandığında sana eşlik ediyor."
asker, "bir şey olması durumunda, ateş etmek zorunda olduğumuzu biliyorduk. bu gözetleme kulelerinden ve askeri araçlarından yapılmalıydı. öncelikle, kamptan dışarı çıktığımız için memnunum ve o esir yığınından yayılan rahatsız edici kokudan ve sorgulananların sürekli çığlıklarını duymaktan kurtulduğumuz için..." diyordu.
bir başka asker, bir gün erkeklerini aramaya gelen kadınların çitlerine kadar yaklaşmalarına izin verilmesinin ve esirlerin çitlere yaklaşmasının ardından neler olduğunu anlattı:
"o esnada bir subay ortaya çıktı ve tüfeğiyle nişan alıp, onlara doğru ateş etmeye başladı. biz çitlerin dışında duruyorduk ve mermilerin nasıl bedenleri oyduğunu, yaralanan kişinin yarasını nasıl tuttuğunu, lekelenmiş mavi formasına parmaklarının arasından kanın nasıl aktığını, yaralananların nasıl yere düşüp ağladığını, bazıları ölmüş görünüyorken, bazılarının nasıl acı ile yerde kıvrandığını, arkadaşlarının sırayla yerde kıvranırken nasıl haykırdığını izledik. bağırışlardan fazlası vardı. hoparlörden tüm erkeklere çadırlarına girmeleri, emirlere uymaları ve ağlayan yaralıları yerde bırakmaları çağrısı yapılıyordu."
"ansar'da işbirlikçi cezaevi sistemi kurulmuştu.
işbirlikçiler esirlerin disiplininden sorumlu tutulmuş lardı. cezaevinin bir muhtarı ve her çadır içinde bir gözetmen görevlendirilmişti. muhtar emir üzerine esirlere vurmak ve cezalandırmak zorundaydı. kampta, tenekeden yapılmış, uzanmak veya oturmak için bile çok küçük olan hücreler (zinzana) vardı. zindandaki sıcaklık yaz aylarında dayanabilir gibi değildi. görgü tanığına göre, bir adam, hücreye kapatıldıktan dört saat sonra bilincini yitirmişti..."
daha sonra sağlık konusunda bir rapora yer verdi gazete:
"ansar'da ağır hastalar bile tedavi edilmediler. şubat 1983'te yetmiş beş esirin ameliyat edilmesi gerekiyordu. iki yüz altmış iki kişi kronik olarak hastaydı. bu hastalıklar kalp yetmezliği, bronşial astım, diyabet, şizofreni, beyin hasarı, katarakt ve kanserdi. ağır hastaların listesi israil'e ve uluslararası kızılhaç komitesine bildirildi ama hastalar tedavi edilmediler." (sf: 122 - 125)
vadiye (cehennem vadisine) gidiş
"bu taşınma işlemi, ansar'dan dört esirin daha canını almıştı. kampların tamamen boşalacağı gün dört esir, kazarak hazırladıkları ve kamuflajla üzerini kapattıkları yerde gizlenmişler ve gece kampın boşaltılmasının ardından kaçmayı planlamışlardı. komutanlık bundan ajanları kanalıyla haberdar olmuştu. gece, ısrail askerleri dozerle kampa girmişler ve doğruca esirlerin gizlendikleri yere yönelmişlerdi
esirler buldozerin sesini duyduklarında, birisi orada olduğunu belli etmek için elini gösterip teslim olmak istemiş ama askerler buldozerin kepçesiyle onun kafasını kesmişler ve mahkûmların kalanlarını da buldozerle ezmişler.
salah, bir doktorla birlikte haberdar edilmiş ve oraya ansar komitesi olarak götürülmüşler. cesetler deforme olmuş ve bir kafayı kesik halde bulmuşlar. subayın savunmasına göre, bu olayda bulunan asker grubu ve olayda kullanılan buldozer, olayın olduğu günün sabahında sur'daymıs. sur'da israil merkezindeki patlamanın olduğu yerde arkadaşlarına yardım etmeye, onları kurtarmaya çalışıyorlarmış
bir grup hayal edin ki, sur'da meslektaşlarının cesetlerinieri kazarak çıkartırken, ansar'da, kampta saklanan dört esir buldozerle eziyorlar... salah'a göre, "bu kadar kin dolular milliyetçilik bu kadar gözlerini karartmış..."
bir başka vakada ise mahkûmlardan biri kampın çitine yaklaşır yaklaşmaz bir asker tarafından nişan alınarak kafasından vurulmuştu. oysa yanlış bir şey yapmamıştı. bu niye yaptıkları belli değildi. hiçbir açıklaması yoktu bu olayı sıradan cinnet geçirmiş bir "deli asker" vakası olarak geçiştirdiler." (sf. 190)
bundan sonra direniş...
alıntıda geçen israil sözcüğü yazarların tercihidir. ben olsam çıfıt terör örgütü derdim. küfürler çıfıt terör örgütünün yeryüzünün en ahlaklı(!) ordusunun fertlerinin sözleridir. o yüzden ahlak görün diye sansürlemedim
"öğleden sonra bir asker sadık'ı çağırtıp koğuştan çıkardı. eşyalarını almasına gerek olmadığını söylediler. bu kez gözlerini bağlamışlardı.
gözlerini açtıklarında genişçe bir avluda bir masa başında oturan dört beş askerle karşılaştı. ona tercümanlık yapan asker de oradaydı. yayılmış vaziyette oturmuş gülüşüyorlardı. içlerinden en yaşlıca olanı yerinden kalktı:
“hadi bakalım, biraz sohbet edelim. adın neydi?"
"arapça bilmiyorum."
gözleri yerinden fırlayacakmış gibi oldu. göğsüne ve karnına yumruklar atmaya başladı.
"konuş ulan!"
"arapça bilmiyorum."
“arapça bilmiyormuş. muharrip! askeri üssünüz neredeydi? sorumlunuz kimdi?"
sonunda tercüman türkçe seslendi
"konuşmak zorundasın. ifadende yalan söylemişsin. tespit edildi. buradan konuşmadan kimse çıkmadı. iyisi mi konuş bir an önce. konuşursan buralarda rahat da edersin. bak, bırakılırsın da..."
"ben yalan falan söylemedim."
"yapma, öldürürler seni."
"umurumda değil. asıl siz yalancısınız. karımdan pusula getireceğinize söz vermiştiniz. hiç bir haber yok. ölüm... umurumda değil."
diğer askerler meraklanmıştı, tercüman onlara bir şeyler söyledi. bir asker öfkeyle ayağa kalktı, subay durdurdu.
tercüman: "karın kadınlar hapishanesine gitti, biliyorsun bunu," dedi.
"ben bilmiyorum, nasıl bilebilirim?"
"yeter artık, kızdırıyorsun onları."
"beklediğim, el yazısıyla küçük bir not; 'iyiyim', desin."
tercüman telaşlanıyordu, kızmıştı iyice.
"ben neden bahsediyorum, adam neyin derdinde. gebereceksin bak!"
diğerlerine dönüp ibranice bir şeyler söyledi. subay ayağa kalkıp karnına bir tekme atıp sopayla vurmaya başladı.
askerler yerlerinden fırladı. sadık'ı tekmelemeye başladılar. çok hırpaladılar.
"otur da biraz düşün, aklını başına al..."
her yeri acıyordu. zeynep'e işkence yapabilecekler fikri onu çıldırtıyordu. çok kötü hissediyordu kendini. böylesine bir acizlik içinde olmak öfkeyle dolduruyordu içini.
sonunda subay emretti:
"götürün şunu."
tercüman yine tehditler savurdu:
"sonra tekrar çağıracaklar, akıllı ol!"
“aklım başımda, sen karımın pusulasını getir bana."
tercüman başını sağa sola sallıyor ve bağırıyordu. iki asker onu avludan çıkarırken tekrar tercümana seslendi:
"pusula getir!"
sırtına sert bir sopa daha aldı.
“dön önüne de yürü it!"
eski koğuşa geldiklerinde asker tehdidini yineledi:
“iyi düşün ha!”
koğuştakiler merak ve acıma dolu gözlerle süzüyorlardı onu.
"ne oldu? ne yaptılar? ne sordular?"
"sopaladılar işte..."
her yanı sızlıyordu. soruşturma her gün sürüyormuş, bu koğuştan alınanlar çok olmuyormuş ama çığlık sesleri koğuşa kadar geliyormuş. çavuştan yarım sabun koparabildi. sabunun çoğu saçlarının açılması işlemine gitmişti. her yanı çürük içindeydi, yara yerleri ve özellikle sırtı yanıyordu ama soğuk su ve temizlik duygusu çok rahatlatmıştı onu.
banyodan sonra uzandı.
zeynep'le dertleşip, uyuyakaldı..." (sf: 72 - 75)
israil'de koğuşlarda:
"esirler mümkün olduğunca birbirlerinden tecrit olacak sekilde yerleştirilmişti. yalnızca aynı koğuşta olanların iletişimi mümkündü. esirler koğuştaki iletişimlerinde sürekli tedirginlik içindeydiler. koğuş içinde de hatta tuvalet ve lavaboların bulunduğu bölümde bile kameralar vardı.
yirmi dört saat gözetleniyorlardı.
esirler yerleştirilirken geldikleri bölgeler dikkate alınmış gibi gözüküyordu. birbirini tanıyan esirler azdı. zaten tanıyanlar da birbirlerini tanımazlıktan geliyordu.
bazı esirler, yemek ve temizlik işleri için görevlendirilmiş, genellikle çocuk yaşta olanlar seçilmişti. sadık'ın kaldığı koğuştan da dört genç sabahları işler için götürülüyordu. onlardan kısmen de olsa bilgiler almak mümkün oluyordu.
avluya, sadece sayım için sabah ve akşam iki kez çıkıyordu.
düzgün sıralar halinde durulması isteniyor ve mutlaka her sayımda sopayla vurmak için bahaneler bulunuyordu. tehdit ve terör her vesileyle uygulanıyordu. düğmesinin iliklenmemiş olması, bir esirin bitap düşene kadar "otur-kalk" cezasına çarptırılmasına yetiyordu.
esirler kayıtsız şartsız itaate zorlanıyordu. hatta sorun çıkmasın diye birbirlerinin düğmelerini kontrol etme talimatı vermişler ve bu konuda uyarmaya başlamışlardı. her emri boyun eğerek yerine getiren kişiler olmaları isteniyordu. bu uygulamalar korku ve yılgınlığı artırıyor ama diğer yandan öfkeleri bileniyordu. esirler içinde "özel sopa yiyenler" birbirleriyle yakınlaşıyordu.
yemek çok az veriliyordu. bunun da bilinçli bir uygulama olduğu açıktı. daha büyük bir ekmek dilimi, fazladan bir patates için birbirlerine düşürülmeye çalışılıyordu. yiyecekten mahrum etme bir ceza türüydü. uysal olmak, bir dilim fazla ekmek getirebiliyordu.
onurun, kendine olan saygının yok edilmesi içindi her şey. esirlerin büyük çoğunluğu sivildi ve esirlik, toplu bir uysallaştırma, göz korkutma politikasının aracı idi.
bu koşullar, ajanlaştırma çalışması için de çok uygun ortam yaratıyordu. her koğuşta bir ajanın, bir işbirlikçinin olduğundan kimsenin kuşkusu yoktu.
filistinli silahlı militanlar kimliklerini gizliyorlardı. sorguya götürülüp bir türlü getirilmeyen esirler oluyordu.
ölüm korkusu vardı koğuşlarda..." (sf:76 - 77)
"sorguya çıkanlar, boş koğuşun penceresinden maskeli muhbirler tarafından izleniyordu. esirler sorgunun formalite olduğunu, asıl amacın teşhis olduğunu düşünmeye başlamışlardı. bazen koğuştan birkaç kişi götürülüyor ve üç dört gün sonra getiriliyordu. en son bir lübnanlı genç, perişan halde dönmüştü koğuşa. israil'e küfrettiği tv kameralarınca saptanmıştı ve bu soruşturmadan ağzı burnu dağıtılmış bir vaziyette getirilmişti:
"subaymışım da haberim yokmuş," demişti, gülerek.
kendisine subaylık yakıştırmaları çok hoşuna gitmişti. gel gör ki yaşı bile müsait değildi. lübnanlıya birlikte çalışmayı önermişler. sorgularda aynı zamanda muhbirlik teklif ediliyor; çeşitli vaatlerle koğuşlardan bilgi toplamaları, bazı kişileri izlemeleri isteniyordu.
hiç dönmeyenler de olmuştu." (sf. 85-86)
"ebu ali, maskeli ajanların kendisini de işaret ettiğini düşünüyordu. ajanların önünden geçirildiklerinden sonra israil askerleri onun esir kartını kontrol edip bir kâğıda notlar düşmüşlerdi. her an sorguya götürülmeyi bekliyordu.
israil'in elde edeceği her bilgi tehlikeli olabilirdi. savaş devam ediyordu. sorguda örgütsel bilgilerin dışında özellikle cephane yerleri, mayınlanmış bölgeler, askeri planlar soruluyordu.
kimi rütbeli filistinlilerin radyodan "israil'in iyi davrandığı...", "teslim olmanın en iyi yol olduğu..." şeklinde çağrılar yaptığı söylentileri vardı.
herkes aynı talimatı almıştı: kimseyi tanımayan ve alakasız kişiler olmak! ancak bu da insanlara çok zor geliyordu. tam bir psikolojik baskı altındaydılar.
sürekli olarak aşağılamayla karşılaşıyorlardı. bir keresinde karşı koğuştakileri avluya çıkarmış ve esirlerin tek sıra olmalarını istemişlerdi.
bir israil askeri onları sırayla çağırıyor ve sırası gelen kişinin, ağırlaştırılmış bir filmdeki hareketlerde olduğu gibi yavaşça koşarak, askerin yanına gitmesi, önünde durması, elini gösteri köpekleri gibi göğsünün önünde, avuç içi yere gelecek şekilde tutarak yerinde sayması, askerin “alabilirsin!" emriyle elinde tuttuğu iki sigarayı alması ve tekrar koğuşa girmesi isteniyordu.
askerler eğleniyordu.
avluyu izleyen sadık ve ebu ali şok olmuşlardı; ikisi konuştu, sesleri titriyordu.
"ölümden beter..."
"ölürüz daha iyi..."
birkaç esirin emirlere uyarak istenen hareketleri yaptığını gören esirlerin bir kısmı, sıranın arkalarına geçmeye, kimileri gizlice koğuşa dönmeye çalışıyorlardı.
bir askerin "kıpırdamayın, sırayı bozmayın!" bağırtılarına karşı homurtular, "ben sigara içmiyorum. istemiyorum," sesleri çıkmaya başladı.
askerler esirleri coplayarak içeri soktular.
"bugün size sigara yok!" dedi bir asker." (sf. 95 - 96)
israil'den lübnan'daki esir kampına yolculuk
"lübnan'daki kamplara götürülmek üzere elleri kelepçelenerek otobüslere dolduruldular.
hareket ederken başlarını koltuklara doğru eğmelerini istediler.
sadık, tayyar'la yan yana oturmuştu.
otobüs hareket eder etmez tehditler başladı:
"kafanızı kaldırmayın!"
"ne ses, ne nefes!"
yol uzadıkça baskı artıyor, yolculuk tam bir eziyet halini alıyordu.
ortada gezen asker bir bahane bulup, copla rastgele vuruyordu.
esirler diken üstünde oturuyor, bu tedirginlik büyük bir işkenceye dönüşüyordu. otobüste oturacak yer bulamayıp arada yere çömelmiş bir sudanlı, coptan en çok nasibi alan olmuştu:
"söyle ulan! terörist misin?"
artık sudanlının haykırışları, insan sesine benzemez olmuştu. sudanlı inlerken asker, bu kez başka bir esire saldırıyordu:
"ben teröristim de, ulan..."
asker, tayyar'ın kemiklerine vurmaya başlamış. kemik seslerini duydukça zevkleniyor ve daha insafsız vuruyordu.
sıra sadık'a gelmişti.
onun da sadece kafasına, hep aynı yere vurmuş, kan gördüğünde rahatlayıp bırakmıştı.
otobüs bazı yerlerde duruyor ve nöbeti başka askerler alıyordu. saatlerce süren eziyet nihayet bitmişti ve otobüsten indirildiklerinde geniş bir düzlükte çadırlarla karşılaşmışlardı. onları karşılayan askerler yine terör estirmeye başladılar
"sıraya gir!"
"acele etme ibne!"
"sen gel bakalım buraya muharrip!"
"kıçlar yere, eller baş üstüne, başlar eğik!"
daha sonra isimler, birer birer sopa dayağından geçirmeler ve ardından bir başka kuyruk...
onları nihayet tellerle çevrili bir kampın içine soktular. (sf: 114 - 115)
toplu işkence
"ertesi günü erkenden kaldırıldılar. muhtar telaşla bütün çadırlara bağırıyordu: "herkes sayım hazırlığına!"
talimata göre yataklar düzeltilecek, battaniyeler düzenli katlanacak, düğmeler iliklenecek, gömlek pantolona yerleştirilecek ve tek sıra halinde bağdaş kurup beklenecekti.
çavuş yine bağırdı: "sayım başladı. eller başa!"
her sayımın saatler süren bir işkence olduğunu o gün anlayacaklardı. bağdaş vaziyetinde iken ayaklarını yere doğru gergin tutarak bağdaş kurmak, başlarını mümkün olduġunca eğmek, ellerini boyunda birleştirmek ve kollarını yere paralel olacak şekilde tutmak zorundaydılar. bu duruşa tüm kampların her iki ucunda sayımın başlamasıyla geçilecek ve bitmesine kadar bu duruşu sürdüreceklerdi. bu büyük bir eziyetti. hem dayanmak zordu hem çok onur kırıcıydı. sayım süresince asker sürekli tehdit ve küfür ediyordu;
"başlar eğik!"
"kolunu indirme!"
"hey muhtar, şu adamı getir kapıya!"
kapıya gidenler ise ya coplanıyor ya da güneşin altında ayakta iken ellerindeki büyük taşları havada tutma cezası veriliyordu.
sayım duruşu boynu, bacakları, kolları, beli zorluyordu. kimileri dayanamayıp bayılmıştı. bayılanlar ya da düşenler cezalandırılıyordu.
sayım ekibi kampa geldiğinde ise tam bir vahşet yaşandı. kampın en azından yarısı coplanmıştı. kafasını yeterince eğmediği için başlarına, kolları gergin olmadığı için dirseklere, dik durmadı diye sırtlara özel kalın sopalar inmiş, "havlusunu iyi katlamadı", "başını çevirdi", "dayak yediğinde bağırdı," diye bin bir türlü gerekçeyle saldırmışlardı.
saatler sonra sayımın bittiği iletilince herkes bulunduğu yerde yığıldı. sindirme ve gözdağı operasyonu yapılmış ve toplu işkenceden geçirilmişlerdi. büyük bir korkunun yanı sıra büyük bir öfke de birikiyordu. sadık, üniversitedeki hocasının bir sözünü hatırladı: "insan en tehlikeli varlık türüdür, her şeyi yapabilir..."
nazi almanya'sında kendi yakınlarına bu tür insanlık dışı, onur kırıcı eziyet ve terör uygulanan israilli yahudiler bu kez başkalarına bunu reva görüyorlardı.
aynı zaman diliminde kendi ülkesinde diyarbakır, mamak, metris vb. hapishanelerinde de evren'in faşist cuntası insanlara zulmediyor, tam bir vahşet yaşatıyordu." (sf: 117 - 118)
israil'de davar ve haaretz gazetelerinde ansar kampı
"29 kasım 1982'de israilli davar gazetesi kamp hakkında şunları yayınladı:
"al ansar toplama kampı, her biri yirmi çadırdan oluşan bölümlere ayrılmıştı. yirmi bölümden oluşan kampta tahmini olarak on iki bin tutuklu bulunmaktaydı. kamp, en temel yaşamsal olanakları sağlamaktan yoksundu."
"erkekler, hendekleri tuvalet olarak kullanıyorlardı ve çok şiddetli yağmurla beraber dışkılar kamp boyunca akıyor, inanılmaz kötü bir koku yayılıyordu.
çadırlar çökmüş, erkekler sırılsıklam kalmıştı. içme suyu çok nadir bulunabiliyordu ve hijyenik olarak çok kötüydü. kamp boyunca ter, dışkı, idrar ve deterjan kokusu her yere sinmişti."
ansar kampının raporu ise şu şekilde sonuçlanıyordu:
"alev alev yanmanın eşiğinde..."
kamptaki birkaç isyan basın tarafından bildirildi ve bu isyanların bastırılması esnasında birçok tutuklu yaralandı ve öldürüldü.
1982 eylül sonunda bildirilen bir isyanda iki veya daha fazla esir öldürüldü. 2 aralıkta ise dört kişi yaralandı. fakat medya durumu örtbas etmeye ve olayları kaza gibi göstermeye devam etti.
5 kasım 1982'de haaretz, ansar'da gardiyanlık yapan bir israil askerinin raporunu yayımladı:
"iki üç gün orada kaldıktan sonra, kötü bir şey olacağını biliyordum. bilirsin ki, bir gün bir yerde bütün bu şey patlak verecek."
ve kamptaki durumu şöyle tarif etti:
"kokunun yayıldığı kampta, spotlar ve gece muhafızlıkları sırasında devriye yapan araçların gürültüsü vardı."
"oturuyorsun ve tüfeğine bakıyorsun. spotlar çadırları ve etraftaki figürleri renklendiriyor ve o koku, yedi bin bedenin, onların tuvaletlerdeki salgılarının korkunç kokusu. o koku, tüm gün ve gece boyunca senin etrafını sarıyor. sen yemek yerken, uyurken ve uyandığında sana eşlik ediyor."
asker, "bir şey olması durumunda, ateş etmek zorunda olduğumuzu biliyorduk. bu gözetleme kulelerinden ve askeri araçlarından yapılmalıydı. öncelikle, kamptan dışarı çıktığımız için memnunum ve o esir yığınından yayılan rahatsız edici kokudan ve sorgulananların sürekli çığlıklarını duymaktan kurtulduğumuz için..." diyordu.
bir başka asker, bir gün erkeklerini aramaya gelen kadınların çitlerine kadar yaklaşmalarına izin verilmesinin ve esirlerin çitlere yaklaşmasının ardından neler olduğunu anlattı:
"o esnada bir subay ortaya çıktı ve tüfeğiyle nişan alıp, onlara doğru ateş etmeye başladı. biz çitlerin dışında duruyorduk ve mermilerin nasıl bedenleri oyduğunu, yaralanan kişinin yarasını nasıl tuttuğunu, lekelenmiş mavi formasına parmaklarının arasından kanın nasıl aktığını, yaralananların nasıl yere düşüp ağladığını, bazıları ölmüş görünüyorken, bazılarının nasıl acı ile yerde kıvrandığını, arkadaşlarının sırayla yerde kıvranırken nasıl haykırdığını izledik. bağırışlardan fazlası vardı. hoparlörden tüm erkeklere çadırlarına girmeleri, emirlere uymaları ve ağlayan yaralıları yerde bırakmaları çağrısı yapılıyordu."
"ansar'da işbirlikçi cezaevi sistemi kurulmuştu.
işbirlikçiler esirlerin disiplininden sorumlu tutulmuş lardı. cezaevinin bir muhtarı ve her çadır içinde bir gözetmen görevlendirilmişti. muhtar emir üzerine esirlere vurmak ve cezalandırmak zorundaydı. kampta, tenekeden yapılmış, uzanmak veya oturmak için bile çok küçük olan hücreler (zinzana) vardı. zindandaki sıcaklık yaz aylarında dayanabilir gibi değildi. görgü tanığına göre, bir adam, hücreye kapatıldıktan dört saat sonra bilincini yitirmişti..."
daha sonra sağlık konusunda bir rapora yer verdi gazete:
"ansar'da ağır hastalar bile tedavi edilmediler. şubat 1983'te yetmiş beş esirin ameliyat edilmesi gerekiyordu. iki yüz altmış iki kişi kronik olarak hastaydı. bu hastalıklar kalp yetmezliği, bronşial astım, diyabet, şizofreni, beyin hasarı, katarakt ve kanserdi. ağır hastaların listesi israil'e ve uluslararası kızılhaç komitesine bildirildi ama hastalar tedavi edilmediler." (sf: 122 - 125)
vadiye (cehennem vadisine) gidiş
"bu taşınma işlemi, ansar'dan dört esirin daha canını almıştı. kampların tamamen boşalacağı gün dört esir, kazarak hazırladıkları ve kamuflajla üzerini kapattıkları yerde gizlenmişler ve gece kampın boşaltılmasının ardından kaçmayı planlamışlardı. komutanlık bundan ajanları kanalıyla haberdar olmuştu. gece, ısrail askerleri dozerle kampa girmişler ve doğruca esirlerin gizlendikleri yere yönelmişlerdi
esirler buldozerin sesini duyduklarında, birisi orada olduğunu belli etmek için elini gösterip teslim olmak istemiş ama askerler buldozerin kepçesiyle onun kafasını kesmişler ve mahkûmların kalanlarını da buldozerle ezmişler.
salah, bir doktorla birlikte haberdar edilmiş ve oraya ansar komitesi olarak götürülmüşler. cesetler deforme olmuş ve bir kafayı kesik halde bulmuşlar. subayın savunmasına göre, bu olayda bulunan asker grubu ve olayda kullanılan buldozer, olayın olduğu günün sabahında sur'daymıs. sur'da israil merkezindeki patlamanın olduğu yerde arkadaşlarına yardım etmeye, onları kurtarmaya çalışıyorlarmış
bir grup hayal edin ki, sur'da meslektaşlarının cesetlerinieri kazarak çıkartırken, ansar'da, kampta saklanan dört esir buldozerle eziyorlar... salah'a göre, "bu kadar kin dolular milliyetçilik bu kadar gözlerini karartmış..."
bir başka vakada ise mahkûmlardan biri kampın çitine yaklaşır yaklaşmaz bir asker tarafından nişan alınarak kafasından vurulmuştu. oysa yanlış bir şey yapmamıştı. bu niye yaptıkları belli değildi. hiçbir açıklaması yoktu bu olayı sıradan cinnet geçirmiş bir "deli asker" vakası olarak geçiştirdiler." (sf. 190)
bundan sonra direniş...
alıntıda geçen israil sözcüğü yazarların tercihidir. ben olsam çıfıt terör örgütü derdim. küfürler çıfıt terör örgütünün yeryüzünün en ahlaklı(!) ordusunun fertlerinin sözleridir. o yüzden ahlak görün diye sansürlemedim
devamını gör...
2.
siyonistlerden nefret ederim. ancak siyonizmi eleştireyim derken antisemitist bir tavır takınmak ne derece doğru bilemedim.
ayrıca başlığın ilk tanımına kaynak da eklenirse iyi olur kanımca.
ayrıca başlığın ilk tanımına kaynak da eklenirse iyi olur kanımca.
devamını gör...
3.
#3740138 kaynak: filistin'de iki resim. özgürlüğüm esaretim ve aşkım. yaşar küpeli.
anti semitizm suçlaması artık geçerliliğini yitirdi. çıfıt terör örgütünün vatandaşları %92 oranında filistinlilere karşı yürütülen apartheid sistemini itirazsız kabul ediyorlar. şeytanyahu'nun 20 küsur yıldır iktidarda olmasının nedeni de bu. bunlara karşı "aman anti semitik olmayalım" diye bir hassasiyet içine girmem. siz de girmeyin.
anti semitizm suçlaması artık geçerliliğini yitirdi. çıfıt terör örgütünün vatandaşları %92 oranında filistinlilere karşı yürütülen apartheid sistemini itirazsız kabul ediyorlar. şeytanyahu'nun 20 küsur yıldır iktidarda olmasının nedeni de bu. bunlara karşı "aman anti semitik olmayalım" diye bir hassasiyet içine girmem. siz de girmeyin.
devamını gör...