pame radyo yayını
babamı da alıp geldim, oturduk bekliyoruz, öyle bir yayın.
son 1 saat!
https://i.ibb.co/n9l02hy/images-16.jpg
son 1 saat!
https://i.ibb.co/n9l02hy/images-16.jpg
devamını gör...
geceye bir alıntı bırak
devamını gör...
terk edilmemek için yalvarmak
sonunda ya size acır devam eder ve yine sonunda biter ya da o an terk eder. bırakın gitsin, acı çekiyor olmak da bu işin bir sonucu olabiliyor bazen.
devamını gör...
normal sözlük vs ekşi sözlük
birisi egzoz dumanı, kalabalık şehir hayatı, vıcıklık, ter, stres
diğeri sakin sahil kasabası.
diğeri sakin sahil kasabası.
devamını gör...
asla yapamam dediğiniz meslekler
olmaz olmaz demem hiç , 3 yıl iç çamaşırı bile sattım. babam her gece anneme , ben kendime oğlu don satıyor dedirtmem , sen söyle ben söylersem kalbini kırarım kendine başka iş bulsun demişliği bile vardır.
devamını gör...
bengaripsengüzeldünyaumutlu ile dünyadan uzak
geceye ağır toplarla giriş yapılmış bakıyorum ama yine kalite akıyor. neyse ki ben tam ponçik eğlenmelik bir şarkı seçtim yanin bir başka seçecektim onu seçseymişim iyice ağlama duvarına dönermişiz bugün*. şarkıda ne dendiğini ben de anlamıyorum ama keyifli bence cıstıklı dıstıklı.
devamını gör...
yosmam
kırım tatar türklerinin en sevdiği türkülerin başında gelir yosmam türküsü.
kemençemin telleri, yosmam, bağlamadır, bağlama.
gidersem de gelirim, yosmam, benim için ağlama.
alçaklara karlar yağar, inilmez olur.
gitti yarim uzaklara, görünmez olur.
kemençe çala çala, yosmam, ağrıdı parmaklarım.
al başından çemberi, yosmam, yüzün açılsın açılsın.
not: eskiden genç ve yakışıklı erkekler için de kullanılan yosma kelimesi anadolu’nun bazı yörelerinde “genç, güzel ve şen kadın” anlamına gelmektedir.
daha sonra “süslü ve modaya düşkün kadın” olarak kullanılan yosma, günümüzde hafifmeşrep kadınlar için de söylenmektedir.
yosma, bazı türki cumhuriyetlerinde kadın ziyneti anlamına da gelmektedir.
dilimizde gerçek anlamı dışında kullandığımız sözcüklerden biridir yosma.
halkımız tarafından "kötü" hale sokulup sonra da "küfür, hakaret" diye bir kenara atılmış o kadar çok "masum sözcük" var ki.
azerbaycanlı bir arkadaş anlatıyordu..."istanbul'da sevdiğim kıza yosmam deyince bastı tokadı, yosma senin anandır" diye bağırdı. *
kemençemin telleri, yosmam, bağlamadır, bağlama.
gidersem de gelirim, yosmam, benim için ağlama.
alçaklara karlar yağar, inilmez olur.
gitti yarim uzaklara, görünmez olur.
kemençe çala çala, yosmam, ağrıdı parmaklarım.
al başından çemberi, yosmam, yüzün açılsın açılsın.
not: eskiden genç ve yakışıklı erkekler için de kullanılan yosma kelimesi anadolu’nun bazı yörelerinde “genç, güzel ve şen kadın” anlamına gelmektedir.
daha sonra “süslü ve modaya düşkün kadın” olarak kullanılan yosma, günümüzde hafifmeşrep kadınlar için de söylenmektedir.
yosma, bazı türki cumhuriyetlerinde kadın ziyneti anlamına da gelmektedir.
dilimizde gerçek anlamı dışında kullandığımız sözcüklerden biridir yosma.
halkımız tarafından "kötü" hale sokulup sonra da "küfür, hakaret" diye bir kenara atılmış o kadar çok "masum sözcük" var ki.
azerbaycanlı bir arkadaş anlatıyordu..."istanbul'da sevdiğim kıza yosmam deyince bastı tokadı, yosma senin anandır" diye bağırdı. *
devamını gör...
the life you can save
felsefe ve etik profesörü peter singer'ın 2009 yılında yayınlanan kitabı.
kitap dünyadaki yoksulluğu bitirmek için varlıklı insanların bağış yapması gerektiğini anlatıyor temelde. hem teorik etik felsefesi ile ilgili argümanlar ile bu gerekliliğin boyutlarını tartışıyor, hem de insanların neden olması gerektiği kadar bağış yapmadığını pratik sebepleriyle anlatıyor. ayrıca şiddetli yoksulluk nedeniyle hayatını kaybeden bir insanın hayatını kurtarmak veya bir kişinin hayat kalitesini artırmak için gereken para miktarıyla ilgili birçok araştırmadan örnek veriyor. aklımda kalan birkaç tanesini paylaşayım.
- sıtmanın yaygın olduğu bölgelerde bir çocuğun hayatını kurtarabilecek bir yatak filesi/cibinlik için $10
- katarakt gibi basit bir operasyonla çözülebilecek bir sebeple kör olan bir kişinin tedavisi için $50
- doğum sırasında oluşan fistül nedeniyle hayatını tek başına, insan içerisine çıkamadan yoksulluk içerisinde geçiren bir kadının tedavisi için $400 gerekiyormuş.
kitapla ilgili kendi fikrime gelirsek, her ne kadar singer'in önerdiği yüksek etik standartlara uyabileceğimi düşünmesem de, kitap beni bu konuda düşünmeye ve bir şeyler yapmaya yöneltti, bu nedenle başarılı buldum - yazarın amacı da bir şekilde insanları harekete geçirmek zaten. ayrıca bir felsefe profesöründen beklediğime göre çok daha az teori, çok daha fazla pratik, uygulanabilir düşünce içeriyor, bu da hoşuma gitti.
sonuçta, iş hayatına yeni girmiş biri olarak hafif hafif ama tamamen rastgele bir şekilde yapmaya başladığım yardımları/bağışları belirli bir plana oturtma kararı aldım bu kitapla birlikte. her yıl hangi stk'lara ve ne kadar bağış yapacağımı planladım. ayrıca ne kadar kalıcı olacağını bilmesem de en azından bir süre yapmayı düşündüğüm her lüks/gereksiz harcamada benim buna verebileceğim parayla x çocuğun hayatı kurtulabilirdi diyeceğim gibi görünüyor.
siz de benim gibi bir şeyler yapmak isteyip neyi ne kadar yapacağını bilemeyen biriyseniz okumanızı tavsiye ederim
kitap dünyadaki yoksulluğu bitirmek için varlıklı insanların bağış yapması gerektiğini anlatıyor temelde. hem teorik etik felsefesi ile ilgili argümanlar ile bu gerekliliğin boyutlarını tartışıyor, hem de insanların neden olması gerektiği kadar bağış yapmadığını pratik sebepleriyle anlatıyor. ayrıca şiddetli yoksulluk nedeniyle hayatını kaybeden bir insanın hayatını kurtarmak veya bir kişinin hayat kalitesini artırmak için gereken para miktarıyla ilgili birçok araştırmadan örnek veriyor. aklımda kalan birkaç tanesini paylaşayım.
- sıtmanın yaygın olduğu bölgelerde bir çocuğun hayatını kurtarabilecek bir yatak filesi/cibinlik için $10
- katarakt gibi basit bir operasyonla çözülebilecek bir sebeple kör olan bir kişinin tedavisi için $50
- doğum sırasında oluşan fistül nedeniyle hayatını tek başına, insan içerisine çıkamadan yoksulluk içerisinde geçiren bir kadının tedavisi için $400 gerekiyormuş.
kitapla ilgili kendi fikrime gelirsek, her ne kadar singer'in önerdiği yüksek etik standartlara uyabileceğimi düşünmesem de, kitap beni bu konuda düşünmeye ve bir şeyler yapmaya yöneltti, bu nedenle başarılı buldum - yazarın amacı da bir şekilde insanları harekete geçirmek zaten. ayrıca bir felsefe profesöründen beklediğime göre çok daha az teori, çok daha fazla pratik, uygulanabilir düşünce içeriyor, bu da hoşuma gitti.
sonuçta, iş hayatına yeni girmiş biri olarak hafif hafif ama tamamen rastgele bir şekilde yapmaya başladığım yardımları/bağışları belirli bir plana oturtma kararı aldım bu kitapla birlikte. her yıl hangi stk'lara ve ne kadar bağış yapacağımı planladım. ayrıca ne kadar kalıcı olacağını bilmesem de en azından bir süre yapmayı düşündüğüm her lüks/gereksiz harcamada benim buna verebileceğim parayla x çocuğun hayatı kurtulabilirdi diyeceğim gibi görünüyor.
siz de benim gibi bir şeyler yapmak isteyip neyi ne kadar yapacağını bilemeyen biriyseniz okumanızı tavsiye ederim
devamını gör...
meb'in lgs'ye girmeyin okulun başarısı düşüyor açıklaması
yuh, yani gerçekten yuh. başka ne diyebilirim bilmiyorum. bu aptal açıklamada emeği geçen kim varsa umarım görevlerinden uzaklaştırılırlar.
devamını gör...
çocukların sorduğu garip sorular
anne ve babalarının düğün fotoğraflarına yada videolarına bakarken "beni neden goturmediniz" diyip ağlayanı biliyorum.
devamını gör...
hercaimiş çiçeği
arasında brenna maccrimmon esintileri bulunan kırıka şarkısı.
şarkıyı pek kimse bilmez, zaten kırıka'yı da pek insan bilmez, ben bilirim, curcuna'nın ve ege'nin güzel bi sesi onlar, severiz.
hele bu şarkı?
mesajlaştığım çoğu insana yollamışımdır, - sanırım - 2012'den beri dilimde, benim gibi tuhaf bi' şarkı işte. sakız adasında geldiğim bilinince masadaki nevalenin yanına konulan ilk şeydi bu, orada adımızın metizmenos tourkos* kalmasının sebeplerinden.
denize karşı kurulan akşam sofralarının herkes tarafından söyleyen milli marşı.
9/8'lik kavga ve aşk'lara meftunum, daim olsun. *
sözler ;
"seni biraz bilseydim
of, aman aman
kalbimi verir miydim?
ah yandım!
yıllarca hiç gülmeden
of, aman aman
ızdırap çeker miydim?
ah yandım!
bana yıllar boyunca unutturdun gülmeyi
unutturdun, ah unutturdun gülmeyi
ne bileyim aşkının hercaimiş çiçeği?
hercaimiş, ah hercaimiş çiçeği
şimdi gündüzden de çok seviyorum geceyi
seviyorum, ah seviyorum geceyi
ne bileyim aşkının hercaimiş çiçeği?
hercaimiş, ah hercaimiş çiçeği
oh!
yaşa!
hadi bakalım
sevdamı harman ettin
of, aman aman
rüzgarlarda savurdun
namussuz
aşkımı kıyım ettin
of, aman aman
ateşlerde kavurdun
ah yandım!
bana yıllar boyunca unutturdun gülmeyi
unutturdun, ah unutturdun gülmeyi
ne bileyim aşkının hercaimiş çiçeği?
hercaimiş, ah hercaimiş çiçeği
şimdi gündüzden de çok seviyorum geceyi
seviyorum, ah seviyorum geceyi
ne bileyim aşkının hercaimiş çiçeği?
hercaimiş, ah hercaimiş çiçeği"
şarkıyı pek kimse bilmez, zaten kırıka'yı da pek insan bilmez, ben bilirim, curcuna'nın ve ege'nin güzel bi sesi onlar, severiz.
hele bu şarkı?
mesajlaştığım çoğu insana yollamışımdır, - sanırım - 2012'den beri dilimde, benim gibi tuhaf bi' şarkı işte. sakız adasında geldiğim bilinince masadaki nevalenin yanına konulan ilk şeydi bu, orada adımızın metizmenos tourkos* kalmasının sebeplerinden.
denize karşı kurulan akşam sofralarının herkes tarafından söyleyen milli marşı.
9/8'lik kavga ve aşk'lara meftunum, daim olsun. *
sözler ;
"seni biraz bilseydim
of, aman aman
kalbimi verir miydim?
ah yandım!
yıllarca hiç gülmeden
of, aman aman
ızdırap çeker miydim?
ah yandım!
bana yıllar boyunca unutturdun gülmeyi
unutturdun, ah unutturdun gülmeyi
ne bileyim aşkının hercaimiş çiçeği?
hercaimiş, ah hercaimiş çiçeği
şimdi gündüzden de çok seviyorum geceyi
seviyorum, ah seviyorum geceyi
ne bileyim aşkının hercaimiş çiçeği?
hercaimiş, ah hercaimiş çiçeği
oh!
yaşa!
hadi bakalım
sevdamı harman ettin
of, aman aman
rüzgarlarda savurdun
namussuz
aşkımı kıyım ettin
of, aman aman
ateşlerde kavurdun
ah yandım!
bana yıllar boyunca unutturdun gülmeyi
unutturdun, ah unutturdun gülmeyi
ne bileyim aşkının hercaimiş çiçeği?
hercaimiş, ah hercaimiş çiçeği
şimdi gündüzden de çok seviyorum geceyi
seviyorum, ah seviyorum geceyi
ne bileyim aşkının hercaimiş çiçeği?
hercaimiş, ah hercaimiş çiçeği"
devamını gör...
normal sözlük’e girince bildirim görmek
beni hem geren hem mutlu eden bir olaydır. çünkü buraya yazdığım çoğu şey benim için günlüğünü birine okutmakla eşdeğer.
devamını gör...
etiyopya
hz. isa'nın doğumunun farklı hesaplanmasından dolayı diğer takvimlerden farklılık gösteren, 13 aydan oluşan, güneş esaslı kendi takvimlerini kullanan ülke. yaklaşık 7 yıl geriden gelmektedirler, şu an 2014 yılı içerisindeler.
devamını gör...
5harfliler
muhteşem bir yazar kadrosuna sahip muhteşem bir internet sitesi. mottolarını ve yola çıkışlarını siteden alıntılıyorum:
--- alıntı ---
5harfliler, kadın gündeminin peşinde, bağımsız bir internet sitesidir. kadın kelimesinin neredeyse öcüyle bir tutulduğu günlerde, “üç harfliler” tabirinden hareketle kız, kadın, bayan, hanımefendi ayrımından bunalan bütün yorgun ruhlar için kendine 5harfliler ismini yakıştırmıştır.
5harfliler 2012 yazında, “kadın gündemini” sadece diyet, güzellik sırları ve ilişki tavsiyelerine indirgeyenlere inat, kadın gündeminin bir kadının ilgilenebileceği her şey olduğu fikrinden yola çıkarak açıldı.
--- alıntı ---
www.5harfliler.com
--- alıntı ---
5harfliler, kadın gündeminin peşinde, bağımsız bir internet sitesidir. kadın kelimesinin neredeyse öcüyle bir tutulduğu günlerde, “üç harfliler” tabirinden hareketle kız, kadın, bayan, hanımefendi ayrımından bunalan bütün yorgun ruhlar için kendine 5harfliler ismini yakıştırmıştır.
5harfliler 2012 yazında, “kadın gündemini” sadece diyet, güzellik sırları ve ilişki tavsiyelerine indirgeyenlere inat, kadın gündeminin bir kadının ilgilenebileceği her şey olduğu fikrinden yola çıkarak açıldı.
--- alıntı ---
www.5harfliler.com
devamını gör...
bal yerine reçel yapan arı (yazar)
iyi ki doğmuş tatlı reçelli arımız.*
devamını gör...
bir esnaf yalanı
sana şu kadar olur abicim/ablacımmm
devamını gör...
rokoko
18. yüzyılın ortalarına doğru kendisinden önceki akım olan barok akıma tepki olarak ortaya çıkmıştır. mimari ve dekorasyonda öne çıkan bir sanat akımı olsa da, tüm avrupa'ya yayılarak özellikle resim, edebiyat, müzik, heykel ve tiyatroda kısa zamanda etkisini göstermiştir.
devamını gör...
kyk borçları silinmeli mi sorunsalı
yine borcunu ödeyenin enayi yerine koyulacağı bir süreçten bahsediyoruz. ilk işimde dandik bir maaş almama rağmen kendi ihtiyaçlarımdan kısıp paşa paşa ödemiştim. yeniden yapılandırma yaparak kolaylık sağlanabilir ama borcun silinmesi ödeyenlere atılacak büyük bir kazık olur.
devamını gör...
yazarların yazdığı hikayeler
biraz uzun oldu ama hadi bakalım...
cenaze
mustafa erdem sekiz numaralı ölü evi’nin kapısında nefes almak için durduğunda öğle vakti olmuştu. izmir'de hava son altı senedir olduğu gibi sabit 42 dereceydi ve güneş insanoğlunu yakmaya ant içmişçesine, ışınlarını en yoğun haliyle gönderiyordu. gri saçlarından akan terler buruşmuş yanaklarından aşağı doğru süzüldü. elleri, düşük bel şortunun cebinde, cam kapının önünde dururken, neden binaya "ölü evi" dediklerine anlam vermeye çalıştı. evden başka her şeye benziyordu. iki parçadan oluşan binanın alt kısmı, simsiyah taş kaplıydı. binanın bütünü üç kat yüksekliğindeydi ve tam bir küptü. hiç penceresi olmayan bu kütlenin üzerinde ise bembeyaz göğü yırtmaya çalışan dört adet kule yükseliyordu. bulunduğu geniş, boş, tamamıyla çimen kaplı arazide, garip bir oyuncak parçası gibi duruyordu aslında. ablasının üç dört yaşlarında lego oynarken çekilmiş bir fotoğrafı zihninde canlandı. kendi kendine gülerek binanın kapısını açtı ve içeri girdi. ölüm soğukluğunda ve hiçliğinde gri giriş holün tam ortasında camdan yapılma bir banko duruyordu. arkasında yirmili yaşlarında üçü de sarışın ve bronz tenli görevli, önlerindeki saydam ekranlara bakarak oturuyorlardı. bankoya yanaştı ve "merhaba" dedi. adam gülümseyerek başını kaldırdı " iyi günler, hoş geldiniz. isminiz?
mustafa tek düze bir ses tonuyla ismini söyledi ve "ablam selda erdem'in ölüm törenin üçüncü faslı için gelmiştim," dedi.
görevli suratında kurumsal bir ifadeyle " evet mustafa bey töreniniz için oda hazır. tek başınıza mı geldiniz? kayıtlarımızda annenizin sağ olduğu ve ilk törene katıldığı yazıyor."
"bugün gelmeyecek" dedi mustafa dişlerini sıkarak. "bu yöntemi herkesin kabul etmesini beklemiyorsunuz herhalde" sesi boş duvarlarda emilip gidiyordu. törenin en zor aşamalarından biri. vücudu bu şekilde görmeye dayanamaz. kalp hastası zaten." dedi. bir an önce görevliden uzaklaşmak istiyordu çünkü adamın suratındaki gülümseme bir türlü kaybolmuyordu konuşurken. görevli daha yüksek bir ses tonuyla "anlıyorum. gelmeleri kendileri için iyi olabilirdi aslında. biliyorsunuz, kemiklerin ortaya çıkmasını gözlemlemek, ölümle barışmanın bir aşaması" dedi.
biraz daha dişlerini sıktı ve "bilgilendirme için teşekkür ederim. bu tören uygulamaları geleli henüz iki yıl oldu. eski toprakların bu işe alışamamasını normal karşılarsınız herhalde" dedi sesi sert. cümlesini bitirince ellerini beline koydu. sadece öfkelendiğinde kendinden emin oluyordu mustafa, normalde mülayim bir adamdı. otuz senelik öğretmenlik hayatında sakinliğinden bir gram kaybetmeden altmış yaşına gelmişti. görevlinin sesi biraz olsun silikleşti, "peki daha fazla sizi burada tutmayayım. kısa bir bilgilendirme yapmak zorundayım. odaya girdikten ve kapı kapandıktan sonra yarım saatiniz var içeride. kendinizi iyi hissetmediğinizde ya da çıkmak istediğinizde, kapının sağında yer alan mavi düğmeye basmanız yeterli. girdiğiniz andan itibaren, çıkışınıza kadar tüm süreç sesli ve görüntülü olarak kayıt altında olup tarafınıza gönderilecektir." sonra birileri iğne batırmış gibi ani hareketle ayağa kalktı. mekânın sağ tarafında kara delik misali duran koridoru göstererek “buyurun size kapıya kadar eşlik edeyim. dört numaralı oda ayarlandı," dedi.
mustafa adamın yanında bir dakika daha kalamayacağını anladı ve elini kaldırarak, "hayır, teşekkür ederim. eşlik etmenize gerek yok. bulabilirim odayı," dedi ve koridora geçti spor ayakkabıları yumuşak olmasına rağmen sert adımları sert zeminin üzerinde deliyordu havayı. otomatik ışıklar tek tek yanmaya başladı. giriş holü ne kadar griyse burası da o kadar başkaydı. zemin, tavan, duvarlar gökyüzünün en parlak mavisine boyanmış. havada boşlukta yürüyormuşsun hissi uyandırıyordu. sağlı sollu ayna kaplı kapıların yanından geçerken mustafa göz uncuyla kendi yansımasına baktı. aynaların üzerinde kumlamadan yapılmış oda numaraları parıldıyordu. dört numaralı odanın kapısına geldiğinde durdu. kendi görüntüsü karşısında her zaman yaptığı gibi, burnunun üzerindeki küçük siyah noktaları kontrol etti. alnındaki derin kırışıklıkları yokladı. son olarak parıldayan gri saçlarında ellerini gezdirdi. yoğun sigara içmekten acıyan ciğerlerine bir derin nefes daha çekti ve kapının yanında yer alan retina okuyucusuna gözünü yanaştırdı. tiz bir onaylanma sesinden sonra, ayna kapı sessizce odanın içerisine doğru açıldı. ağır bir lavanta kokusu gözlerini yaktı birden. ablasının en sevdiği kokuydu. ölü evleri, ilk kayıtta vefat eden kişi hakkında verilen bilgiler doğrultusunda düzenliyordu törenleri. üç hafta önce ablasının bedenini buraya getirdiklerinde bir form doldurmuşlardı. en sevdiği renk, en sevdiği yemek, en sevdiği koku ve daha birçok kişisel bilgiyi bir tablete girip görevlilere teslim etmişlerdi. “bugün demek ki kokuyu ön planda tutacaklar,” dedi mustafa kendi kendine ve odaya girdi. penceresiz odanın zemini ahşap kaplıydı. hafif gıcırdıyordu spor ayakkabılarıyla bastıkça. ikinci fasıl töreni altı numaralı odada yapmışlardı ve orada tek bir pencere yer alıyordu, dışarıya çimenliğe bakan. keşke bu oda da olsa diye geçirdi içinden. ihtiyaç olmamasına rağmen duvarlarda perdeler asılıydı rengarenk kumaşlardan yapılmış. ablası kumaşları ve modayı seviyor diye yazmışlardı. herhalde ondan bu kadar çaputu doldurmuşlardı odaya. odanın tam ortasında, camdan tabutun ineceği yerde mermer kaide duruyordu. kaidenin önünde ise rahat, kırmızı bir kanepe. bu sefer tam bir renk cümbüşüne çevirmişlerdi mekânı. beden ne kadar çürüyorsa renkleri o kadar artıyorlardı aslında. ölü evlerinin genel yaklaşımıydı bu, bir dergide okuduğuna göre. mustafa spor ayakkabılarını çıkardı. çıplak ayaklarıyla bağdaş kurarak koltuğa oturdu ve başını ışıklandırılmış tavana kaldırdı. mermer kaidenin üzerinde tavanda yer alan kapaklar parlak paslanmaz metaldendi. bir piyano, ne acıklı, ne neşeli dansına başladı. sonra tavandaki kapaklardan tok bir ses geldi. selda'nın bedeni cam tabutunun içerisinde yavaş yavaş inmeye başladı. kapakların aralığından mustafa yukarı yükselen beyaz kuleyi ve içerisinde ablasınınki gibi daha onlarca cam tabutu görebiliyordu. tıpkı çok katlı otomatik otoparklarda olduğu gibi beyaz kulelerin içerisinde istifleniyordu tabutlar. cam kabuk kaidenin üzerine hafif bir tıslama sesi yaparak oturdu. mustafa'nın soluk alışı sıklaşmıştı. iki gündür internette bedenin ölümden sonraki geçirdiği fazları araştırıyordu. babasının ölümünde bunların hiçbirine gerek kalmamıştı. klasik biçimde toprağa gömülmüş, kırkı geldiğinde ise annesi dua okutmuştu. ablasının vasiyeti ise oldukça netti. yeni sisteme göre törenlerin yapılmasını istiyordu. ateistler hükümet kurduğundan beri birçok alana el atmışlardı. ölüm ve gömülme de bunlardan biriydi. bu sebeple tüm bu garip yapılar ortaya çıkmıştı. annesi ne kadar karşı çıkarsa çıksın, mustafa vasiyeti yerine getirme konusunda ısrarlıydı. bu sebeple iki gündür araştırıyordu. beden ölümden itibaren yirmi altı aşamadan geçiyordu. kemiklerin gözükmesi yirmi beşinci aşamaydı ve üçüncü haftanın sonunda gözlemlenebiliyordu. ablasının tabutu tam olarak kaidenin üzerine geldiğinde ne ile karşılaşacağının fotoğraflarını görmüştü ama gerçek çok daha çarpıcıydı. cam tabutun tabanında 15 santimlik bir toprak bulunuyordu. onun üzerinde ise, bedenden kalanlar bölük börçük duruyordu. bağırsaklardan yayılan toksinlerin gücü çok kuvvetliydi. ince bir tabaka halinde kemiklerin üzerinde böğürtlen renginde, parçalar halinde etler duruyordu hala. kafatası ise oldukça net biçimde ortaya çıkmıştı. burnu tamamen yok olmuş gözleri erimiş gitmişti. müzik hareketlendi. ince bir saksafon konuştu. ayakları karıncalanmaya başlayan mustafa kalktı ablasından arta kalanların yanına yaklaştı. o sırada duvarların üzerindeki perdeler aralandı ve avuç içi büyüklüğünde projeksiyon cihazları belirdi. müzik iyice hareketlenmişti. kontrbas devreye girmiş, çılgınca söyleniyordu. projeksiyonlar çalışmaya başladı ve ablasının daha önce ölü evine teslim ettikleri fotoğrafları duvarlardaki perdelerde belirmeye başladı. ablası üzgün, mutlu, birilerinin yanında, yalnız, bir dağın tepesinde, denizin dibinde. görüntüler akıp gidiyordu. mustafa önündeki kemik ve et yığınına baktı. tabutun üzerine eğildi ve camı öptü. gözlerinden yaş gelmedi bu sefer. gittiğini biliyordu. burada yatanın maddesel bir dönüşüm olduğunu biliyordu. bir ruhun olmadığını biliyordu. yine de kendini tutamadı ve " umarım dönüştüğün şeyde mutlusundur " dedi yüksek sesle. sonra kırmızı kanepeye tekrar oturdu o sırada telefonu çaldı. annesinin sesi yorgun geliyordu. " ne yaptın yavrum" diye sordu. " iyiyim içerideyim" diye cevap verdi. tek düze ses tonuna geri dönmüştü mustafa. "nasıl durumu?" diye sordu annesi sesindeki korkuyu gizleyemeden. cevabı almak istemiyordu aslında ama merakına yenik düştü her zamanki gibi. " kemikleri gözüktü. " karşı tarafta derin bir sessizliğin ardından telefon kapandı. müzik hala devam ediyordu. bu sefer bir kadın sesi anlamadığı dilde sanki ağlamanın gücünü anlatıyordu. perdelerde görüntülerin geçiş hızları yavaşladı. mustafa artık daha fazla kalmasına gerek olmadığını düşünerek ayna kapıya yanaştı ve düğmeye bastı. bekledi ve kapı bu sefer biraz daha hızlı açıldı. karşısında görevli duruyordu.
" erken çıktınız mustafa bey" dedi parlak beyaz dişlerini gururla göstererek.
" bu kadarı yeterli " diye cevap verdi mustafa. o sırada fark etti spor ayakkabılarından birinin bağcığı bağlanmamıştı.
cenaze
mustafa erdem sekiz numaralı ölü evi’nin kapısında nefes almak için durduğunda öğle vakti olmuştu. izmir'de hava son altı senedir olduğu gibi sabit 42 dereceydi ve güneş insanoğlunu yakmaya ant içmişçesine, ışınlarını en yoğun haliyle gönderiyordu. gri saçlarından akan terler buruşmuş yanaklarından aşağı doğru süzüldü. elleri, düşük bel şortunun cebinde, cam kapının önünde dururken, neden binaya "ölü evi" dediklerine anlam vermeye çalıştı. evden başka her şeye benziyordu. iki parçadan oluşan binanın alt kısmı, simsiyah taş kaplıydı. binanın bütünü üç kat yüksekliğindeydi ve tam bir küptü. hiç penceresi olmayan bu kütlenin üzerinde ise bembeyaz göğü yırtmaya çalışan dört adet kule yükseliyordu. bulunduğu geniş, boş, tamamıyla çimen kaplı arazide, garip bir oyuncak parçası gibi duruyordu aslında. ablasının üç dört yaşlarında lego oynarken çekilmiş bir fotoğrafı zihninde canlandı. kendi kendine gülerek binanın kapısını açtı ve içeri girdi. ölüm soğukluğunda ve hiçliğinde gri giriş holün tam ortasında camdan yapılma bir banko duruyordu. arkasında yirmili yaşlarında üçü de sarışın ve bronz tenli görevli, önlerindeki saydam ekranlara bakarak oturuyorlardı. bankoya yanaştı ve "merhaba" dedi. adam gülümseyerek başını kaldırdı " iyi günler, hoş geldiniz. isminiz?
mustafa tek düze bir ses tonuyla ismini söyledi ve "ablam selda erdem'in ölüm törenin üçüncü faslı için gelmiştim," dedi.
görevli suratında kurumsal bir ifadeyle " evet mustafa bey töreniniz için oda hazır. tek başınıza mı geldiniz? kayıtlarımızda annenizin sağ olduğu ve ilk törene katıldığı yazıyor."
"bugün gelmeyecek" dedi mustafa dişlerini sıkarak. "bu yöntemi herkesin kabul etmesini beklemiyorsunuz herhalde" sesi boş duvarlarda emilip gidiyordu. törenin en zor aşamalarından biri. vücudu bu şekilde görmeye dayanamaz. kalp hastası zaten." dedi. bir an önce görevliden uzaklaşmak istiyordu çünkü adamın suratındaki gülümseme bir türlü kaybolmuyordu konuşurken. görevli daha yüksek bir ses tonuyla "anlıyorum. gelmeleri kendileri için iyi olabilirdi aslında. biliyorsunuz, kemiklerin ortaya çıkmasını gözlemlemek, ölümle barışmanın bir aşaması" dedi.
biraz daha dişlerini sıktı ve "bilgilendirme için teşekkür ederim. bu tören uygulamaları geleli henüz iki yıl oldu. eski toprakların bu işe alışamamasını normal karşılarsınız herhalde" dedi sesi sert. cümlesini bitirince ellerini beline koydu. sadece öfkelendiğinde kendinden emin oluyordu mustafa, normalde mülayim bir adamdı. otuz senelik öğretmenlik hayatında sakinliğinden bir gram kaybetmeden altmış yaşına gelmişti. görevlinin sesi biraz olsun silikleşti, "peki daha fazla sizi burada tutmayayım. kısa bir bilgilendirme yapmak zorundayım. odaya girdikten ve kapı kapandıktan sonra yarım saatiniz var içeride. kendinizi iyi hissetmediğinizde ya da çıkmak istediğinizde, kapının sağında yer alan mavi düğmeye basmanız yeterli. girdiğiniz andan itibaren, çıkışınıza kadar tüm süreç sesli ve görüntülü olarak kayıt altında olup tarafınıza gönderilecektir." sonra birileri iğne batırmış gibi ani hareketle ayağa kalktı. mekânın sağ tarafında kara delik misali duran koridoru göstererek “buyurun size kapıya kadar eşlik edeyim. dört numaralı oda ayarlandı," dedi.
mustafa adamın yanında bir dakika daha kalamayacağını anladı ve elini kaldırarak, "hayır, teşekkür ederim. eşlik etmenize gerek yok. bulabilirim odayı," dedi ve koridora geçti spor ayakkabıları yumuşak olmasına rağmen sert adımları sert zeminin üzerinde deliyordu havayı. otomatik ışıklar tek tek yanmaya başladı. giriş holü ne kadar griyse burası da o kadar başkaydı. zemin, tavan, duvarlar gökyüzünün en parlak mavisine boyanmış. havada boşlukta yürüyormuşsun hissi uyandırıyordu. sağlı sollu ayna kaplı kapıların yanından geçerken mustafa göz uncuyla kendi yansımasına baktı. aynaların üzerinde kumlamadan yapılmış oda numaraları parıldıyordu. dört numaralı odanın kapısına geldiğinde durdu. kendi görüntüsü karşısında her zaman yaptığı gibi, burnunun üzerindeki küçük siyah noktaları kontrol etti. alnındaki derin kırışıklıkları yokladı. son olarak parıldayan gri saçlarında ellerini gezdirdi. yoğun sigara içmekten acıyan ciğerlerine bir derin nefes daha çekti ve kapının yanında yer alan retina okuyucusuna gözünü yanaştırdı. tiz bir onaylanma sesinden sonra, ayna kapı sessizce odanın içerisine doğru açıldı. ağır bir lavanta kokusu gözlerini yaktı birden. ablasının en sevdiği kokuydu. ölü evleri, ilk kayıtta vefat eden kişi hakkında verilen bilgiler doğrultusunda düzenliyordu törenleri. üç hafta önce ablasının bedenini buraya getirdiklerinde bir form doldurmuşlardı. en sevdiği renk, en sevdiği yemek, en sevdiği koku ve daha birçok kişisel bilgiyi bir tablete girip görevlilere teslim etmişlerdi. “bugün demek ki kokuyu ön planda tutacaklar,” dedi mustafa kendi kendine ve odaya girdi. penceresiz odanın zemini ahşap kaplıydı. hafif gıcırdıyordu spor ayakkabılarıyla bastıkça. ikinci fasıl töreni altı numaralı odada yapmışlardı ve orada tek bir pencere yer alıyordu, dışarıya çimenliğe bakan. keşke bu oda da olsa diye geçirdi içinden. ihtiyaç olmamasına rağmen duvarlarda perdeler asılıydı rengarenk kumaşlardan yapılmış. ablası kumaşları ve modayı seviyor diye yazmışlardı. herhalde ondan bu kadar çaputu doldurmuşlardı odaya. odanın tam ortasında, camdan tabutun ineceği yerde mermer kaide duruyordu. kaidenin önünde ise rahat, kırmızı bir kanepe. bu sefer tam bir renk cümbüşüne çevirmişlerdi mekânı. beden ne kadar çürüyorsa renkleri o kadar artıyorlardı aslında. ölü evlerinin genel yaklaşımıydı bu, bir dergide okuduğuna göre. mustafa spor ayakkabılarını çıkardı. çıplak ayaklarıyla bağdaş kurarak koltuğa oturdu ve başını ışıklandırılmış tavana kaldırdı. mermer kaidenin üzerinde tavanda yer alan kapaklar parlak paslanmaz metaldendi. bir piyano, ne acıklı, ne neşeli dansına başladı. sonra tavandaki kapaklardan tok bir ses geldi. selda'nın bedeni cam tabutunun içerisinde yavaş yavaş inmeye başladı. kapakların aralığından mustafa yukarı yükselen beyaz kuleyi ve içerisinde ablasınınki gibi daha onlarca cam tabutu görebiliyordu. tıpkı çok katlı otomatik otoparklarda olduğu gibi beyaz kulelerin içerisinde istifleniyordu tabutlar. cam kabuk kaidenin üzerine hafif bir tıslama sesi yaparak oturdu. mustafa'nın soluk alışı sıklaşmıştı. iki gündür internette bedenin ölümden sonraki geçirdiği fazları araştırıyordu. babasının ölümünde bunların hiçbirine gerek kalmamıştı. klasik biçimde toprağa gömülmüş, kırkı geldiğinde ise annesi dua okutmuştu. ablasının vasiyeti ise oldukça netti. yeni sisteme göre törenlerin yapılmasını istiyordu. ateistler hükümet kurduğundan beri birçok alana el atmışlardı. ölüm ve gömülme de bunlardan biriydi. bu sebeple tüm bu garip yapılar ortaya çıkmıştı. annesi ne kadar karşı çıkarsa çıksın, mustafa vasiyeti yerine getirme konusunda ısrarlıydı. bu sebeple iki gündür araştırıyordu. beden ölümden itibaren yirmi altı aşamadan geçiyordu. kemiklerin gözükmesi yirmi beşinci aşamaydı ve üçüncü haftanın sonunda gözlemlenebiliyordu. ablasının tabutu tam olarak kaidenin üzerine geldiğinde ne ile karşılaşacağının fotoğraflarını görmüştü ama gerçek çok daha çarpıcıydı. cam tabutun tabanında 15 santimlik bir toprak bulunuyordu. onun üzerinde ise, bedenden kalanlar bölük börçük duruyordu. bağırsaklardan yayılan toksinlerin gücü çok kuvvetliydi. ince bir tabaka halinde kemiklerin üzerinde böğürtlen renginde, parçalar halinde etler duruyordu hala. kafatası ise oldukça net biçimde ortaya çıkmıştı. burnu tamamen yok olmuş gözleri erimiş gitmişti. müzik hareketlendi. ince bir saksafon konuştu. ayakları karıncalanmaya başlayan mustafa kalktı ablasından arta kalanların yanına yaklaştı. o sırada duvarların üzerindeki perdeler aralandı ve avuç içi büyüklüğünde projeksiyon cihazları belirdi. müzik iyice hareketlenmişti. kontrbas devreye girmiş, çılgınca söyleniyordu. projeksiyonlar çalışmaya başladı ve ablasının daha önce ölü evine teslim ettikleri fotoğrafları duvarlardaki perdelerde belirmeye başladı. ablası üzgün, mutlu, birilerinin yanında, yalnız, bir dağın tepesinde, denizin dibinde. görüntüler akıp gidiyordu. mustafa önündeki kemik ve et yığınına baktı. tabutun üzerine eğildi ve camı öptü. gözlerinden yaş gelmedi bu sefer. gittiğini biliyordu. burada yatanın maddesel bir dönüşüm olduğunu biliyordu. bir ruhun olmadığını biliyordu. yine de kendini tutamadı ve " umarım dönüştüğün şeyde mutlusundur " dedi yüksek sesle. sonra kırmızı kanepeye tekrar oturdu o sırada telefonu çaldı. annesinin sesi yorgun geliyordu. " ne yaptın yavrum" diye sordu. " iyiyim içerideyim" diye cevap verdi. tek düze ses tonuna geri dönmüştü mustafa. "nasıl durumu?" diye sordu annesi sesindeki korkuyu gizleyemeden. cevabı almak istemiyordu aslında ama merakına yenik düştü her zamanki gibi. " kemikleri gözüktü. " karşı tarafta derin bir sessizliğin ardından telefon kapandı. müzik hala devam ediyordu. bu sefer bir kadın sesi anlamadığı dilde sanki ağlamanın gücünü anlatıyordu. perdelerde görüntülerin geçiş hızları yavaşladı. mustafa artık daha fazla kalmasına gerek olmadığını düşünerek ayna kapıya yanaştı ve düğmeye bastı. bekledi ve kapı bu sefer biraz daha hızlı açıldı. karşısında görevli duruyordu.
" erken çıktınız mustafa bey" dedi parlak beyaz dişlerini gururla göstererek.
" bu kadarı yeterli " diye cevap verdi mustafa. o sırada fark etti spor ayakkabılarından birinin bağcığı bağlanmamıştı.
devamını gör...
sünnet parasıyla alınan atari
"bedel ödedim." dese yeridir.
bildiğin diyet bu...
"al cocuk bedenimden bir parça beni ampute yap ,ver atarimi."korkunç!
bildiğin diyet bu...
"al cocuk bedenimden bir parça beni ampute yap ,ver atarimi."korkunç!
devamını gör...