orijinal adı: the stepford wives
yazar: ira levin
yayım yılı: 1972
stepford isimli bir kasabaya ailesiyle birlikte taşınan joanna isimli bir kadının, bu kasabanın fazla mükemmel olduğunu fark etmesinin ardından yaşananları konu alan feminist gerilim romanıdır.
yazar: ira levin
yayım yılı: 1972
stepford isimli bir kasabaya ailesiyle birlikte taşınan joanna isimli bir kadının, bu kasabanın fazla mükemmel olduğunu fark etmesinin ardından yaşananları konu alan feminist gerilim romanıdır.
öne çıkanlar | diğer yorumlar
başlık "insan olun biraz" tarafından 26.12.2023 12:39 tarihinde açılmıştır.
1.
bir ira levin kitabıdır.
daha önce okumadığım bir yazar ira levin. ilk defa bu kitabı ile tanıştık. ithaki yayınlarının bilimkurgu klasiklerinin tamamını kütüphaneme kazandırma derdine düştüğüm için bu kitabı da alıp okudum. aslında çok ümidim yoktu ama harika bir kitap okumuş oldum.
kitabın konusuna gelmeden önce yazarın dilinden biraz bahsetmekte yarar var bence. basit ve sade bir dille çok vurucu bir kitap çıkarmış ortaya yazar. kısa cümlelerle anlatmak istediği her şeyi ne eksik ne fazla sunmuş okuyucuya. bence bu çok önemli bir artı idi kitapla ilgili.
stepford'a eşi ile birlikte taşınan bir kadın bu bölgede yaşayan kadınlarda bir tuhaflık olduğunu sezer. kadınlar reklam filmlerindeki kadınlar gibidir tamamen. sürekli gülümseyen, ev işlerinde çok becerikli ve istekli, hepsi birörnek giyinen ve tek dertleri eşlerini ve çocuklarını mutlu etmek isteyen kadınlar.
bu sezgi sonunda işleri araştırmaya karar veren kahramanımız bölgedeki erkekler kulübünün bu durum konusunda çok etkili bir rol oynayabileceğini düşünür ve araştırma derinleştikçe olayın kökeninde çok ağır ve korkutucu bir gerçek olduğu çıkar ortaya.
bence mutlaka okunması gereken bir kitap.
daha önce okumadığım bir yazar ira levin. ilk defa bu kitabı ile tanıştık. ithaki yayınlarının bilimkurgu klasiklerinin tamamını kütüphaneme kazandırma derdine düştüğüm için bu kitabı da alıp okudum. aslında çok ümidim yoktu ama harika bir kitap okumuş oldum.
kitabın konusuna gelmeden önce yazarın dilinden biraz bahsetmekte yarar var bence. basit ve sade bir dille çok vurucu bir kitap çıkarmış ortaya yazar. kısa cümlelerle anlatmak istediği her şeyi ne eksik ne fazla sunmuş okuyucuya. bence bu çok önemli bir artı idi kitapla ilgili.
stepford'a eşi ile birlikte taşınan bir kadın bu bölgede yaşayan kadınlarda bir tuhaflık olduğunu sezer. kadınlar reklam filmlerindeki kadınlar gibidir tamamen. sürekli gülümseyen, ev işlerinde çok becerikli ve istekli, hepsi birörnek giyinen ve tek dertleri eşlerini ve çocuklarını mutlu etmek isteyen kadınlar.
bu sezgi sonunda işleri araştırmaya karar veren kahramanımız bölgedeki erkekler kulübünün bu durum konusunda çok etkili bir rol oynayabileceğini düşünür ve araştırma derinleştikçe olayın kökeninde çok ağır ve korkutucu bir gerçek olduğu çıkar ortaya.
bence mutlaka okunması gereken bir kitap.
devamını gör...
2.
kitap kulübü'nün toplantısı bu akşam gerçekleşen kitabı.
ben genelde kulüpçe okuduğumuz (en azından benim okuduğum) kitapları örseliyorum. ama bu kez gerçekten nefis bir kitap okundu.
ilk yarısı inanılmaz durağan geldi bana ve biraz umutsuzluğa düştüm açıkçası. oohoooo böyle sürüp gidecekse yandık dedim. ancak sayfalar ilerledikçe gerim gerim gerildim ve büyük keyif aldım.
yazarın alaycılığından bolca bahsedilmiş. o belli belirsiz alaycılığı seçebiliyorum kurguda. son sayfayı çevirirken yazarın müstehzi bir biçimde kıvrılan dudaklarını gözümle görmüş kadar oldum. feminist gerilim gibi bir betimleme yapılmış kitap hakkında, bu betimlemeyi de çok yerinde buldum.
erkek nefretinizi doruklarına çıkaracak nefis bir gerilim gerçekten. çok fazla spoiler vermek istemediğim için olay örgüsünden bahsetmek niyetinde değilim. ancak kadınları robotlaştıran bir sistem içerisinde yer aldığımıza değinmeden edemeyeceğim yine de.
bence robotlaşmak, her anlamda, biricikliği, otantik oluşu psikologların deyimi ile, yitirmek demek. her allahın günü salladığım her şey temelde bu robotlaştırma ile alakalı, kezolardan çetcipitiye ve yaşam koçlarına.
ben uzun yıllar psikiyatrik tedavi görmüş, 4-5 sene de psikoterapi almış birisi olarak kendimize dayattığımız "normal" kavramının dahi sınırlayıcı olduğu görüşündeyim. bu yüzden de saldım. kendimizi tabii ki hastalıklarımız üzerinden tanımlamamalıyız. elbette ki onları bir özel oluş gibi üzerimize giymemeliyiz çünkü zaten bir özel oluş sunmuyorlar. ancak kendimizi bozulmuş bir makine gibi görmenin de çok sakıncalı olduğunu düşünüyorum. bu nedenle ben emdr terapisinden müthiş rahatsız olmuştum mesela, bilişsel davranışçı terapi ve şema terapi gibi şeyler de çok geriyor beni. günün sonunda varoluşçu birini buldum kendime. :d neyse. bunlar başka konular.
robotlaşmak dediğim gibi biricikliği yitirmekle olur bence. bunu sadece davranış ve biçim olarak birbirimize benzemek anlamında söylemiyorum. bu tektipleşme tektip bir ruh halini de beraberinde getirir. kaygı ve depresyon gibi duygulanımlardan bahsediyorum.
hepimiz elbette ki bir noktada ötekilerle aynı yerde duruyoruz ama nüanslarla biriciğiz. kendi varlığını ortaya koyabilmek akıl ve ruh sağlığı açısından inanılmaz önemli bence. bu bazen hata yapmayı da kapsayan bir şey. kimi zaman sinirlenip bardağı duvara fırlatmayı da içeriyor, birinin ağzına bir tane patlatmayı da. burada öfke kontrolsüzlüğünü övüyorum sanılmasın. benim için bu tür eylemler inanılmaz büyük hatalar olduğu için bunları örnek verdim. yani anasının şeyi "birini de öldürürüz bazen canım" diyecek de değiliz :d o kadar büyük şeyleri dahil etmediğim için konuya :d
doğru ebeveyn olmak, doğru partner olmak, alfa erkek olmak, ulaşılmaz kadın olmak, kezban olmak, meriç olmak, o olmak bu olmak gibi şeyler aslında dildeki toksik ifadeler olmaktan çok bir davranış ve düşünüş paternini satmak veya tanımlamak adına ortaya atılmış kavramlar. dolayısıyla kendini buralara sıkıştıran herkese inanılmaz kızıyorum. çünkü ben de her yerde robot insanlar görüyorum.
aynı ezber düşünceleri konuşup aynı şekilde ifade eden çok fazla insan var. pek çok insanla samimiyet çerçevesinde iletişim kurmak imkansız hale geldi. ayrıca da çok sıkıldım her şeyin son derece öngörülebilir olmasından. bu nedenle her türlü yaşam koçuna, hap bilgi pazarlayan her psikoloğa ve hatta inanılmaz yüzeysel ve tamamen senin manipüle edişine açık çetcipitiye kılım.
ne düşündüğünüz ne yaptığınızı, ne yaptığınız ne hissettiğinizi etkiler. ne hissettiğiniz nasıl davrandığınızı etkiler. bunlar ayrılmaz ki birbirinden.
bu gün yoga yaparken bacaklarıma baktım. bacaklarım o tür esneme zamanlarında buruşabiliyor benim. çünkü 1,5 sene gibi bir sürede 60 kilo verdim ve bunu sporla yapmadım. bedenim sarktı. normal yaşarken normal duruyor ama koşarken falan löplöpüm. böyle anlarda da derim yaşlı gibi duruyor. her neyse. bu durumdan hoşnut değilim, gurur verici bir şey değil benim için ama hayatımın bedenimle en barışık olduğum dönemi bu olabilir. o yüzden büyük bir problem de değil. neyse bu gün aşağı bakan köpek pozisyonunda :d bacaklarımı görünce dikkatim dağıldı ve gülümserken buldum kendimi. şey diye düşündüm çünkü "abi sarkma sınırım bu mu acaba yoksa yaşlanınca daha da sarkacak mıyım?" ve de kendimi böyle saçı başı karışmış nemrut bi teyze gibi düşününce eğlenceli buldum bu fikri. öbür yandan bir ton insan kaz ayaklarından ve dudak kırışıklıklarından kurtulmak için mimiklerinden vazgeçiyor. oysa ki yaşlı biricikliğinle barışmak da çok hoş çünkü kimse ötekiyle aynı kırışmıyor :d.
kimi arkadaşlarım araba alıyor, ben kaykay aldım. bunu bu arada ben ne farklıyım gibi bir yerden söylemiyorum, isterdim çünkü arabam da olsun :d. param olsa ben de alırdım. ya sadece birileri 30 yaşında araba alırken birilerinin kaykay aldığı bir dünya dünya olarak güzel zaten. kimisi de bebişkosuna puset alıyor. o da muazzam. bu çeşitliliğin kendisi muazzam.
çok korkunç bu.
bir mükemmellik illüzyonunun size satılmasına izin vermek hayatın akışından, ritminden ve bütününden vazgeçmek demek aslında. çünkü insan elbette ki dönüşür ama o dönüşüm süreci de size özgüdür. yaşarken bir şeyler olur ve bir yerlerde bir şekildesinizdir. bunu bir mindset olarak alıp öyle değil de böyle olma fikrinin insanların kendilerine yaptıkları müthiş bir haksızlık olduğunu düşünüyorum. oysa yaratıcılık ve oyun vardır yaşamın içinde. zaten güzel yanı da benzer oyunları üreten insanlarla tesadüf ettiğimizde o oyunlardan keyif almak, oyun bize iç açıcı gelmediyse başka oyunlar oynamak güzel.
dolayısıyla ablalarım, yalvarıyorum zattirik zottirik diziler izleyip de kendinizden kezo çıkartmayın. abidik gubidik yaşam koçları veya akımlar takip edip de kendinizi zor kadın da yapmayın, hiç mi feyz almazsınız? sertap erener de pişman oldu ona zaten...
ben genelde kulüpçe okuduğumuz (en azından benim okuduğum) kitapları örseliyorum. ama bu kez gerçekten nefis bir kitap okundu.
ilk yarısı inanılmaz durağan geldi bana ve biraz umutsuzluğa düştüm açıkçası. oohoooo böyle sürüp gidecekse yandık dedim. ancak sayfalar ilerledikçe gerim gerim gerildim ve büyük keyif aldım.
yazarın alaycılığından bolca bahsedilmiş. o belli belirsiz alaycılığı seçebiliyorum kurguda. son sayfayı çevirirken yazarın müstehzi bir biçimde kıvrılan dudaklarını gözümle görmüş kadar oldum. feminist gerilim gibi bir betimleme yapılmış kitap hakkında, bu betimlemeyi de çok yerinde buldum.
erkek nefretinizi doruklarına çıkaracak nefis bir gerilim gerçekten. çok fazla spoiler vermek istemediğim için olay örgüsünden bahsetmek niyetinde değilim. ancak kadınları robotlaştıran bir sistem içerisinde yer aldığımıza değinmeden edemeyeceğim yine de.
bence robotlaşmak, her anlamda, biricikliği, otantik oluşu psikologların deyimi ile, yitirmek demek. her allahın günü salladığım her şey temelde bu robotlaştırma ile alakalı, kezolardan çetcipitiye ve yaşam koçlarına.
ben uzun yıllar psikiyatrik tedavi görmüş, 4-5 sene de psikoterapi almış birisi olarak kendimize dayattığımız "normal" kavramının dahi sınırlayıcı olduğu görüşündeyim. bu yüzden de saldım. kendimizi tabii ki hastalıklarımız üzerinden tanımlamamalıyız. elbette ki onları bir özel oluş gibi üzerimize giymemeliyiz çünkü zaten bir özel oluş sunmuyorlar. ancak kendimizi bozulmuş bir makine gibi görmenin de çok sakıncalı olduğunu düşünüyorum. bu nedenle ben emdr terapisinden müthiş rahatsız olmuştum mesela, bilişsel davranışçı terapi ve şema terapi gibi şeyler de çok geriyor beni. günün sonunda varoluşçu birini buldum kendime. :d neyse. bunlar başka konular.
robotlaşmak dediğim gibi biricikliği yitirmekle olur bence. bunu sadece davranış ve biçim olarak birbirimize benzemek anlamında söylemiyorum. bu tektipleşme tektip bir ruh halini de beraberinde getirir. kaygı ve depresyon gibi duygulanımlardan bahsediyorum.
hepimiz elbette ki bir noktada ötekilerle aynı yerde duruyoruz ama nüanslarla biriciğiz. kendi varlığını ortaya koyabilmek akıl ve ruh sağlığı açısından inanılmaz önemli bence. bu bazen hata yapmayı da kapsayan bir şey. kimi zaman sinirlenip bardağı duvara fırlatmayı da içeriyor, birinin ağzına bir tane patlatmayı da. burada öfke kontrolsüzlüğünü övüyorum sanılmasın. benim için bu tür eylemler inanılmaz büyük hatalar olduğu için bunları örnek verdim. yani anasının şeyi "birini de öldürürüz bazen canım" diyecek de değiliz :d o kadar büyük şeyleri dahil etmediğim için konuya :d
doğru ebeveyn olmak, doğru partner olmak, alfa erkek olmak, ulaşılmaz kadın olmak, kezban olmak, meriç olmak, o olmak bu olmak gibi şeyler aslında dildeki toksik ifadeler olmaktan çok bir davranış ve düşünüş paternini satmak veya tanımlamak adına ortaya atılmış kavramlar. dolayısıyla kendini buralara sıkıştıran herkese inanılmaz kızıyorum. çünkü ben de her yerde robot insanlar görüyorum.
aynı ezber düşünceleri konuşup aynı şekilde ifade eden çok fazla insan var. pek çok insanla samimiyet çerçevesinde iletişim kurmak imkansız hale geldi. ayrıca da çok sıkıldım her şeyin son derece öngörülebilir olmasından. bu nedenle her türlü yaşam koçuna, hap bilgi pazarlayan her psikoloğa ve hatta inanılmaz yüzeysel ve tamamen senin manipüle edişine açık çetcipitiye kılım.
ne düşündüğünüz ne yaptığınızı, ne yaptığınız ne hissettiğinizi etkiler. ne hissettiğiniz nasıl davrandığınızı etkiler. bunlar ayrılmaz ki birbirinden.
bu gün yoga yaparken bacaklarıma baktım. bacaklarım o tür esneme zamanlarında buruşabiliyor benim. çünkü 1,5 sene gibi bir sürede 60 kilo verdim ve bunu sporla yapmadım. bedenim sarktı. normal yaşarken normal duruyor ama koşarken falan löplöpüm. böyle anlarda da derim yaşlı gibi duruyor. her neyse. bu durumdan hoşnut değilim, gurur verici bir şey değil benim için ama hayatımın bedenimle en barışık olduğum dönemi bu olabilir. o yüzden büyük bir problem de değil. neyse bu gün aşağı bakan köpek pozisyonunda :d bacaklarımı görünce dikkatim dağıldı ve gülümserken buldum kendimi. şey diye düşündüm çünkü "abi sarkma sınırım bu mu acaba yoksa yaşlanınca daha da sarkacak mıyım?" ve de kendimi böyle saçı başı karışmış nemrut bi teyze gibi düşününce eğlenceli buldum bu fikri. öbür yandan bir ton insan kaz ayaklarından ve dudak kırışıklıklarından kurtulmak için mimiklerinden vazgeçiyor. oysa ki yaşlı biricikliğinle barışmak da çok hoş çünkü kimse ötekiyle aynı kırışmıyor :d.
kimi arkadaşlarım araba alıyor, ben kaykay aldım. bunu bu arada ben ne farklıyım gibi bir yerden söylemiyorum, isterdim çünkü arabam da olsun :d. param olsa ben de alırdım. ya sadece birileri 30 yaşında araba alırken birilerinin kaykay aldığı bir dünya dünya olarak güzel zaten. kimisi de bebişkosuna puset alıyor. o da muazzam. bu çeşitliliğin kendisi muazzam.
çok korkunç bu.
bir mükemmellik illüzyonunun size satılmasına izin vermek hayatın akışından, ritminden ve bütününden vazgeçmek demek aslında. çünkü insan elbette ki dönüşür ama o dönüşüm süreci de size özgüdür. yaşarken bir şeyler olur ve bir yerlerde bir şekildesinizdir. bunu bir mindset olarak alıp öyle değil de böyle olma fikrinin insanların kendilerine yaptıkları müthiş bir haksızlık olduğunu düşünüyorum. oysa yaratıcılık ve oyun vardır yaşamın içinde. zaten güzel yanı da benzer oyunları üreten insanlarla tesadüf ettiğimizde o oyunlardan keyif almak, oyun bize iç açıcı gelmediyse başka oyunlar oynamak güzel.
dolayısıyla ablalarım, yalvarıyorum zattirik zottirik diziler izleyip de kendinizden kezo çıkartmayın. abidik gubidik yaşam koçları veya akımlar takip edip de kendinizi zor kadın da yapmayın, hiç mi feyz almazsınız? sertap erener de pişman oldu ona zaten...
devamını gör...
3.
kitap kulübü'ne dahil olduktan sonra okuduğum ilk kitaptır. dün neredeyse yarı canlı ve sürünerek hareket edebilecek kadar hasta olsam da ilk dersi kıran öğrenci imajı çizmemek için, yarı canımı dişime takıp bitirdim ve toplantıya katıldım. gururluyum*.
başlangıçta, yani kitabın ilk bölümünde açık söylemek gerekirse boğulma hissi yaşadım, peşin hükümlü biri olsaydım oracıkta bayılırdım* *, devam etmezdim. bir senaryo metni kadar detaylı anlatım beni oldukça yordu. bütün ümidim bu verilen detayların ileride işime yarayacak doneler sağlaması idi. bu motivasyonla okudum. ikinci bölümde aktı gitti ve istediğimi almış oldum. iyi ki de okumuşum, bir okur olarak tercih etmeyeceğim bazı yönleri olsa da bütününde ve yazıldığı dönem içerisinde değerlendirildiğinde* oldukça iyi bir kitap.
ıra levin'in 1972 yılında kaleme aldığı "stepford kadınları", amerikan banliyö hayatının cilalanmış yüzeyine ustaca kazınmış bir eleştiri sunuyor. yüzeyde bir distopya, derinlerde ise feminist bir ağıt saklıyor.
-amerikan rüyasının beyaz çitli, çim biçimli, çiçekli verandası. görünüşte huzur, gerçekte sosyal denetim. kadınlar bu ütopyada birer dekor öğesine dönüşür. mahalle baskısı burada nezaketle yapılır. "mutluluk" sessizlikle eşitlenir. "kadınlar özgür olduklarında değil, suskunlaştıklarında sistem rahat eder." stepford manifestosundan değil ama pek çok evden fısıltıyla çıkar.-
kısaca konusu şudur: yetenekli bir fotoğrafçı olan joanna eberhart, kocası ve iki çocuğuyla birlikte stepford adlı düzenli, huzurlu ama fazlasıyla "sakin" bir kasabaya taşınır. başta her şey ideal görünse de joanna kısa süre içinde kasabadaki kadınların tuhaf bir biçimde ev işlerine takıntılı, aşırı uyumlu, sessiz ve neredeyse robotik davranışlar sergilediğini fark eder. kadınların birer birer "değişmesi", joanna'yı kendi varoluşunu sorgulamaya iter. gerilim yavaş yavaş artar ve son sayfalarda yerini metaforik bir çığlığa bırakır.
kitaptaki kadınlar, zamanla kendi fikirleri, arzuları ve hobilerinden vazgeçip "mükemmel eş" prototiplerine dönüşürken, erkeklerse bunu teknoloji ve güç birliğiyle sistematik bir şekilde yapar. bu açıdan bakıldığında roman, evlilik kurumunun modern toplumda nasıl bir tahakküm aracına dönüşebileceğini distopik bir alegoriyle anlatıyor. levin, kasabanın huzur veren sessizliğinden, kadının içsel çığlığına giden yolu ustaca döşüyor. korku unsuru doğaüstü değil; sıradan olanın tekinsizliğinden geliyor. bu da kitabın beni yakalayan özelliklerinden biri.
oldukça sade bir dille anlatılmış olmasına rağmen başından sonuna kadar huzursuzluğu ince ince işliyor her cümleye. kitapta beni rahatsız eden ve ileride bana hizmet etmeyen birkaç detayın da bu huzursuzluğun bir parçası olduğunu düşünüyorum. ya da ben bazı detayları olay örgüsünde oturtamadım bir yerlere, bu da mümkün.
kitap, 70'li yılların kadın ve cinsiyet rolleri üzerine güçlü bir eleştiri sunsa da günümüzde hâlâ geçerliliğini koruyor. ev içi emeğin değersizleştirilmesi, kadının yalnızca "eş" ve "anne" rollerine indirgenmesi gibi sorunlar güncelliğini yitirmiş değil. hatta son zamanlarda akım olan trad wife güzellemesinin, geçmişteki bir öngörüsü tadı bırakıyor damakta. bu bakımdan zamansız bir eser.
bunun yanında bazı tartışmaya açık yanları da var.
şöyle ki, kitaptaki karakter çeşitliliği bakımından oldukça zayıf. farklı sosyo-kültürel ya da farklı yaş gruplarından daha çeşitli bir karakter gözlemi içermiyor. bu bakımdan kitap da biraz eleştirdiği "tek tip" modellemesiyle zehirlenmiş gibi.
ilk bölümdeki detay detay detay zehrine karşın, ikinci bölümde bazı şeyler kör noktada kalıyor. teknolojik anlatım bu konuda yetersiz mesela. bilimkurgu sosu serpiştirilmiş olsa da, "kadınların robotlaştırılması" süreci teknik olarak biraz flu kalıyor. ancak bu da aslında anlatının metaforik gücünü zayıflatmıyor, sadece spekülatif kurgu meraklıları için eksik olabilir. bu kısımda benim pek şikayetim yok, zira bazı şeyleri hayal gücüne bırakmasını ilk bölümde de beklerdim.
romanda gerilim ustalıkla örülse de final kısmı kimi okurlar için biraz ani ve "yarım kalmış" hissi verebilir. gerilim hat safaya çıkmışken, bir çözüm beklentisi oluşturabilir ama bende oluşmadı. baştan beri bir senaryo gibi okuduğum için bana finali seyirciye bırakılmış film gibi geldi. bazen bir şeyleri çözmek için ipucu vermeyiz ve sorunu işaret ederiz; zira çözümleri bellidir.
bugün hâlâ sosyal medyada "ideal kadın", "temiz ev", "mutlu aile" fetişizmiyle dayatılan roller, stepford kadınları'nın dijital çağda yeniden üretildiğini gösteriyor. artık robotlaşmak için lobotomiye değil, filtreye ve algoritmaya ihtiyacımız var.
trad wife, filtrelenmiş retro ev içi performanslarının ve gönüllü teslimiyet pozlarının dijital çağ uyarlaması.
modern kadın, kendi rızasıyla stepford prototipine dönüşür; ama bu kez algoritmalar eşliğinde. vintage estetik, pastel masa örtüsü ve "kocama kek yaptım" alt metniyle şekillenen içerikler, özgürlüğü değil, romantize edilmiş bir içsel hapishaneyi vitrine koyar.
bu akımda "geleneksellik", kadın için eşitlik talebini değil, sessizliği ve süslemeyi önerir. gönüllü robotlaşma çağı başlamıştır.
trad wife akımı, özünde bir fantezidir; ama gerçek kadınlar bu fantezinin içinde yaşıyor. stepford kadınları da tam bunu anlatıyor bir bakıma.
bu nedenle levin’in kitabı sadece bir gerilim romanı değil; bugünkü akımların erken bir eleştirisidir. "evine dön" çağrısıyla başlayan her nostalji, kadını birey olmaktan çıkarmaya meyleder. bu çağrı, günümüzde sadece erkeklerden değil, kadınların kendi iç seslerinden de gelebiliyor.
başlangıçta, yani kitabın ilk bölümünde açık söylemek gerekirse boğulma hissi yaşadım, peşin hükümlü biri olsaydım oracıkta bayılırdım* *, devam etmezdim. bir senaryo metni kadar detaylı anlatım beni oldukça yordu. bütün ümidim bu verilen detayların ileride işime yarayacak doneler sağlaması idi. bu motivasyonla okudum. ikinci bölümde aktı gitti ve istediğimi almış oldum. iyi ki de okumuşum, bir okur olarak tercih etmeyeceğim bazı yönleri olsa da bütününde ve yazıldığı dönem içerisinde değerlendirildiğinde* oldukça iyi bir kitap.
ıra levin'in 1972 yılında kaleme aldığı "stepford kadınları", amerikan banliyö hayatının cilalanmış yüzeyine ustaca kazınmış bir eleştiri sunuyor. yüzeyde bir distopya, derinlerde ise feminist bir ağıt saklıyor.
-amerikan rüyasının beyaz çitli, çim biçimli, çiçekli verandası. görünüşte huzur, gerçekte sosyal denetim. kadınlar bu ütopyada birer dekor öğesine dönüşür. mahalle baskısı burada nezaketle yapılır. "mutluluk" sessizlikle eşitlenir. "kadınlar özgür olduklarında değil, suskunlaştıklarında sistem rahat eder." stepford manifestosundan değil ama pek çok evden fısıltıyla çıkar.-
kısaca konusu şudur: yetenekli bir fotoğrafçı olan joanna eberhart, kocası ve iki çocuğuyla birlikte stepford adlı düzenli, huzurlu ama fazlasıyla "sakin" bir kasabaya taşınır. başta her şey ideal görünse de joanna kısa süre içinde kasabadaki kadınların tuhaf bir biçimde ev işlerine takıntılı, aşırı uyumlu, sessiz ve neredeyse robotik davranışlar sergilediğini fark eder. kadınların birer birer "değişmesi", joanna'yı kendi varoluşunu sorgulamaya iter. gerilim yavaş yavaş artar ve son sayfalarda yerini metaforik bir çığlığa bırakır.
kitaptaki kadınlar, zamanla kendi fikirleri, arzuları ve hobilerinden vazgeçip "mükemmel eş" prototiplerine dönüşürken, erkeklerse bunu teknoloji ve güç birliğiyle sistematik bir şekilde yapar. bu açıdan bakıldığında roman, evlilik kurumunun modern toplumda nasıl bir tahakküm aracına dönüşebileceğini distopik bir alegoriyle anlatıyor. levin, kasabanın huzur veren sessizliğinden, kadının içsel çığlığına giden yolu ustaca döşüyor. korku unsuru doğaüstü değil; sıradan olanın tekinsizliğinden geliyor. bu da kitabın beni yakalayan özelliklerinden biri.
oldukça sade bir dille anlatılmış olmasına rağmen başından sonuna kadar huzursuzluğu ince ince işliyor her cümleye. kitapta beni rahatsız eden ve ileride bana hizmet etmeyen birkaç detayın da bu huzursuzluğun bir parçası olduğunu düşünüyorum. ya da ben bazı detayları olay örgüsünde oturtamadım bir yerlere, bu da mümkün.
kitap, 70'li yılların kadın ve cinsiyet rolleri üzerine güçlü bir eleştiri sunsa da günümüzde hâlâ geçerliliğini koruyor. ev içi emeğin değersizleştirilmesi, kadının yalnızca "eş" ve "anne" rollerine indirgenmesi gibi sorunlar güncelliğini yitirmiş değil. hatta son zamanlarda akım olan trad wife güzellemesinin, geçmişteki bir öngörüsü tadı bırakıyor damakta. bu bakımdan zamansız bir eser.
bunun yanında bazı tartışmaya açık yanları da var.
şöyle ki, kitaptaki karakter çeşitliliği bakımından oldukça zayıf. farklı sosyo-kültürel ya da farklı yaş gruplarından daha çeşitli bir karakter gözlemi içermiyor. bu bakımdan kitap da biraz eleştirdiği "tek tip" modellemesiyle zehirlenmiş gibi.
ilk bölümdeki detay detay detay zehrine karşın, ikinci bölümde bazı şeyler kör noktada kalıyor. teknolojik anlatım bu konuda yetersiz mesela. bilimkurgu sosu serpiştirilmiş olsa da, "kadınların robotlaştırılması" süreci teknik olarak biraz flu kalıyor. ancak bu da aslında anlatının metaforik gücünü zayıflatmıyor, sadece spekülatif kurgu meraklıları için eksik olabilir. bu kısımda benim pek şikayetim yok, zira bazı şeyleri hayal gücüne bırakmasını ilk bölümde de beklerdim.
romanda gerilim ustalıkla örülse de final kısmı kimi okurlar için biraz ani ve "yarım kalmış" hissi verebilir. gerilim hat safaya çıkmışken, bir çözüm beklentisi oluşturabilir ama bende oluşmadı. baştan beri bir senaryo gibi okuduğum için bana finali seyirciye bırakılmış film gibi geldi. bazen bir şeyleri çözmek için ipucu vermeyiz ve sorunu işaret ederiz; zira çözümleri bellidir.
bugün hâlâ sosyal medyada "ideal kadın", "temiz ev", "mutlu aile" fetişizmiyle dayatılan roller, stepford kadınları'nın dijital çağda yeniden üretildiğini gösteriyor. artık robotlaşmak için lobotomiye değil, filtreye ve algoritmaya ihtiyacımız var.
trad wife, filtrelenmiş retro ev içi performanslarının ve gönüllü teslimiyet pozlarının dijital çağ uyarlaması.
modern kadın, kendi rızasıyla stepford prototipine dönüşür; ama bu kez algoritmalar eşliğinde. vintage estetik, pastel masa örtüsü ve "kocama kek yaptım" alt metniyle şekillenen içerikler, özgürlüğü değil, romantize edilmiş bir içsel hapishaneyi vitrine koyar.
bu akımda "geleneksellik", kadın için eşitlik talebini değil, sessizliği ve süslemeyi önerir. gönüllü robotlaşma çağı başlamıştır.
trad wife akımı, özünde bir fantezidir; ama gerçek kadınlar bu fantezinin içinde yaşıyor. stepford kadınları da tam bunu anlatıyor bir bakıma.
bu nedenle levin’in kitabı sadece bir gerilim romanı değil; bugünkü akımların erken bir eleştirisidir. "evine dön" çağrısıyla başlayan her nostalji, kadını birey olmaktan çıkarmaya meyleder. bu çağrı, günümüzde sadece erkeklerden değil, kadınların kendi iç seslerinden de gelebiliyor.
devamını gör...
