türk dili ve edebiyatı derslerinde eski literatür okutulmaktadır. geniş anlamda türkçede (yani arkaik haliyle birlikte) genetik sınıflandırmalarda altay, ural-altay, nostratik ve avrasyatik dil sınıflamaları vardır artık. bizim şu an konuştuğumuz türkçe, altay dil ailesindedir ve en yakın akrabası "moğolca". kaynak: (bkz: ahmet bican ercilasun)

kelimeler de yazıldığı gibi okunmaz(bkz: artikülasyon). kulağa en hoş geleni istanbul türkçesi'dir. yabancılar bizim günlük konuşmalarımızda en çok şşığ, ççığ, ttıh seslerini duyar. bu yüzden ilk başta çince konuştuğumuzu düşünürler. ama elin gavurunun ekonomisi iyidir, dünyayı gezer; çin seddini görür, kısa boylu asya tipini görür ve bizim türk olduğumuzu anlarlar.

en eski yazılı türkçe eserler tamgalardır (bkz: damga) buradan tarih obası adlı youtube kanalına gidebilirsiniz. kanalın sahipleri bu alanda doktoralıdır.
devamını gör...

yatırım danışmanlığı diye bir hizmetten haberi olmayan 188 yıldır ayakta kalan ancak kepenk kapatan tarihi bir gıda işletmesi. batı'da olsa şimdi starbucks gibi bir zincirdi. bizim millet neden vizyonsuz ya?

haktanır pide salonu fotoğraflarına baktığımda 188 yıldır ayakta kalmasının allahın bir mucizesi olduğunu düşünüyorum:
- müşterilere pide servisini paket kağıdı üzerinde yapıyorlar ve yanına ahşap saplı ekmek bıçağı veriyorlar. ahşap saplı mutfak ürünlerine böyle her gelen müşteri dokunmamalı. biye bütün gıda işletmelerinde paslanmaz çelik bıçaklar kullanılıyor? limon suyu ise plastik ambalajında masada duruyor. tuzluk ve şekerlik dandik şeffaf plastikten.
- işletmede gıda güvenliği diye bişey yok. pide iç harçları üstü açık şekilde gişedeki rafta duruyor. yumurtalar ise yine direk güneş ışığına maruz bırakılmış. çalışanlar bone ve eldiven takmıyor. bir gıdaya lezzetini veren şey el kiri ve alın teri değildir herhalde.
- işletmede iş güvenliği diye bişey de yok. fırın çalışanını hapsetmişler hem gişeye hem fırına bakıyor. üstelik rahatça oturabileceği bir sandalye de yok. bunu üç harfli marketler de yapıyor. kasiyerlerini gün boyunca ayakta tutuyorlar.
- işletme 188 yıldır para akışı sağlıyor ama tuvaletine milyoncudan alınan dandik plastik çöp kutusu koyulmuş. vitrifiye rezalet. izmir gibi sanatın yüceltildiği bir kentte bu kadar rezil bir işletme ayakta kalmasın zaten.
- işletmenin sokağa bakan 'gişesi' sokağın siluetine uymuyor. çünkü dış mekan fayans kaplanmış. depozitolu şişeler kapının önünde biriktiriliyor. hem kaldırımı işgal ediyorlar, hem o iğrenç kırmızı plastik kasalar (kola şişeleri için) sokağın siluetini bozuyorlar. depozitolu şişelerim çalınır mı diye korkuları da yok. muhtemelen işletme sırf bu depozitolu şişelerden çok para kaybetmiştir.
- işletmenin yanında iğrenç plastik ürünler satan (muhtemelen hepsi sağlıksız plastik) milyoncu var. bir gıda işletmesinin yanında kanserojen plastik ürünler satan bir başka işletme olmamalıdır.
platik konusuna neden bu kadar takıntılıyım; bisfenol a (bpa) ve ftalat

neyse ya çok sinirlendim bu cehalet karşısında. en iyisi ben size italya'da tarihi napoli pizzacısını ve türkiye'de tarihi haktanır pidecisini direk gösteriyim:

tarihi haktanır pide 1
tarihi haktanır pide 2

tarihi napoliten pizza

karşılaştırma:
1. işletmeye tarihi statü kazandıran fırına bakın. çevresi akdeniz sanatını yansıtacak şekilde mavi-beyaz seramik karolarla süslenmiş. fırının üzerindeki kabartmada işletmenin marka adı yazıyor. eminim fırını yapan ustanın da adına sahip çıkılmıştır. fırının girişi oldukça dar. bu ısı kaybını önlemek için akıllıca düşünülmüş. oysa tarihi haktanır pide işletmesinde fırın girişi çok geniş. sırf bu yüzden pide ve ekmek pişirmek için daha fazla enerji tüketmeleri gerekiyor.
2. mutfakta mermer tezgah kullanılmış. bu daha sağlıklı. tarihi haktanır pide işletmesinde oldukça eski ve rengini kaybetmiş cilasız ahşap platform mutfak olarak kullanılıyordu. iç harçları oda sıcaklığında üstü açı kve sağlıksız şekilde muhafaza ediliyordu. tarihi napoliten pizza işletmesinde fırın küreği bile çelikten. nostalji olsun diye ahşap tekne ve kürek kullanılmamış. çünkü avrupa'da halk sağlığı önce gelir.
3. tarihi napoliten pizza işletmesinde servis akdeniz havasında mavi beyaz seramik tabaklarda yapılıyor. müşterilere cam bardakta kola, bira, meyve suyu ggibi içecekler sunuluyor ve paslanmaz çelik servis takımı kullanılıyor. tarihi haktanır pide işletmesi bunların hiçbirini yapmıyor. müşterilerine insan gibi davranmıyor. satın alın, yiyin ve defolun gidin diyor. burada zaman geçirmeyin, buraya bağlanmayın sadece satın alın ve gidin diyor.
4. tarihi napoliten pizza işletmesinin yemek salonu aydınlık, havadar ve akdeniz mimarisine uygun. tarihi haktanır pide işletmesinin yemek salonu basık, aydınlatma floresan lambalarla sağlıksız beyaz ışıkla yapılıyor. hiç bir mimari estetik unsuru yok.
5. tarihi napoliten pizza işletmesinin bir marka yüzü var. işletme sahibi şık giyimli ve müşterilerle bağ kuruyor. tarihi haktanır pide işletmesinin marka yüzü yok. röportaj yaptıkları adam genç ve dinamik değil. giyim tarzı yok. tipik islamcı işte.
6. tarihi napoliten pizza işletmesi galiba 8-10 kişiyi istihdam ediyor. tarihi haktanır pide işletmesi ise 3-5 kişiyi istihdam edebiliyor. yani mesleği gelecek nesillere aktarma şansı çok düşük. nasıl 188 yıl ayakta kalmış diye şaşırmayın, ortada bir kültür birikimi yok sadece bir isim var.
7. tarihi napoliten pizza işletmesi nostaljik havayı yemek salonunda ve sunduğu üründe korumaya çalışıyor, mutfakta değil. bu yüzden daha teknolojik bir fırın kullanıyor. haktanır pide işletmesinin böyle bir gayesi yoık. fırın çatlayana kadar o fırını kullanacaklardı.
8. tarihi napoliten pizza işletmesinin bir mutfak şefi ve ekibi var. tarihi haktanır pide işletmesinde fırından sorumlu amca aynı zamanda gişede satış yapıyor. hem ekmeklere-pidelere dokunuyor hem paralara.
9. off sıkıldım. daha çok şey sayabilirim ama biraz da siz bulun. kendi ülkemin insanını yargılamaya bayılmıyorum ama rezilliğiniz ortada. eleştirince mağdur oluyorsunuz oy topluyorsunuz.

özeleştiri: sokağın siluetinden bahsetmişim ama mekan izmir kemeraltı'nda yer alıyor. siluet miluet yok bam bam bam
devamını gör...

o da bişey mi, regl kanıyla tablo yapan sanatçılar var onedio linki

buna alışsanız iyi olur. çünkü dünya'da feminizm akımı giderek güçleniyor. dalgalara karşı yüzemezsiniz, tek yapacağınız şey kendinizi dalganın akışına bırakmaktır. çünkü bütün dalgalar kıyıya vurur.

kadınların bir mesajı var: tarih boyunca hep kanlı savaşlar oldu. kan hep şiddetin, çatışmanın, zulmün sembolü oldu. oysa barışı ve doğumu simgeleyen tek kan regl kanı'dır. bu, sizin soyut ideal düşüncelerinizden farklı. bu gerçek.

ne o? gerçeklerle yüzleşmek istemiyor musunuz? kafanızı istediğiniz yere çevirin. kadınlar regl olur. çocuk doğurmak için bu biyolojik bir gerekliliktir. bunu kabullenmekten başka çareniz yok. çünkü mutsuz çocuklar mutsuz toplumlar demektir.

regl kanı politik bir mesajdır. artık barışın sembolü beyaz değildir. artık beyaz yenilginin, mağlubiyetin, yozlaşmanın, yobazlığın sembolü olmuştur. ak olan her şey kirlenecektir, kirlenir.

yüz yıllardır erkeklerin yönetimi altında yaşadık. hanedanlık dönemlerinde ülkelerin en parlak yılları çoğunlukla kadınların iktidarında olmuştur. feminizm erkek düşmanlığı değildir. kadınlara fırsat eşitliği sunulmasıdır. anayasa'da kadın erkek eşit yazsa da uygulamada böyle değil.

atatürk bunu 100 sene önce gördü. "ey kahraman türk kadını sen yerde sürünmeye değil, omuzlar üzerinde göklere yükselmeye layıksın."

bütün dünya atatürk'e niçin hayran biliyor musunuz? o her zaman 100 sene sonrasını görebiliyordu. bunu nasıl yapıyor bilmiyorum ama araştırdığım her konuda her literatürde mutlaka atatürk'ün bir fikri, bir görüşü, bir sözü karşıma çıkıyor. genetik ıslah teknikleri dersindeyim pat atatürk'ün anadolu sığırları ıslahı fikri karşıma çıkıyor. agustus comte okuyorum gene atatürk. kadın hakları araştırıyorum yine atatürk. komünist çin'in kuruluşunu araştırıyorum konu bir şekilde yine atatürk'e geliyor.

feminizm, kadınlara fırsat eşitliği yaratılmasını savunur. reklamlara inanmayın, erkek düşmanı değil kimse. kadınlar erkekleri anlamıyor, erkekler de kadınları. erkek düşmanlığı sorunun kaynağı bu. feminizm politik birşeydir, çükü var diye bir insana kin kusanlar aptal. onu kabul ediyorum. ama her ideolojide kraldan çok kralcı vardır. atatürk bile bu yalaka ve menfaatçi insanlarla çok uğraşmıştır. sanki şimdi durum farklı.
devamını gör...

1- doğal kaynakların korunması,
2- mimari yapıların ve şehir estetiğinin korunması,
3- her sektörde kalite standartları olması.
4- iş güvenliği kanunları ve işçi hakları,
5- iş geliştirmeye çok değer vermeleri,
6- halkın örgütlenme ve protesto haklarını sonuna kadar kullanıyor olması,
7- basın özgürlüğü
8- en az iki dilde okur-yazar olmaları ve üç/dört dilde iletişim kurabiliyor olmaları
9- avrupa birliği tarım politikaları
10- ulusal kalkınma planları
11- siyasi krizlerde istifa edilmesi ve siyasi partilerin ideolojilerine bağlılığı
12- desteklenen her bilimsel projede halkla ilişkiler ayağı olması; böylece projede yer alan araştırıcılar bilgilerini halkla rahatça paylaşacakları platformlar buluyor. türkiye'de ise daha üniversitede hocayla öğrencisi arasında duvar var.
devamını gör...

gerçek adı amr bin hişam'dır. kureyş kabilesi'nde bilge kişiliğinden dolayı 'ebu'l hakem' (bilgeliğin babası) olarak tanınırdı.
mekke'nin yönetici sınıfına mensuptu ve kervanları vardı. gelenekçiydi, atalarının dinine inanıyordu. bu nedenle islam peygamberi muhammed'e karşıydı. medine'ye kaçan islamcılar mekkeli kervanlara saldırınca, kervanları korumak için mekke'den çıkan general amr bin hişam bu muharebede yenildi ve kafası kesilerek idam edildi. (bkz: bedir savaşı)(13 mart 624). cesedini bedir kuyularından birine attılar. oğlu da öldürülme korkusuyla atalarının dininden islama döndü. bu yüzden islamcı teröristlere göre kafa kesmek sünnettir.

mekke'de amr bin hişam yönetiminde siyasi baskıya maruz kalan islamcılar 622 yılında muhammed'in liderliğinde medineye hicret ettiler. muhammed'in sahabesi çoğunlukla kölelerden oluşuyordu. kölelere 'kurtarılmayı bekleyen aciz insanlar' olarak bakan muhammed kendi varoluş amacının köleliği kaldrımak olduğuna kendisini ve çevresini inandırdı. islam siyasetinde kölelik karşıtlığı bir politika güdülse dahi cinsiyet eşitliği gibi bir kavram yoktu. yine çok eşlilik vardı, yine cariyelik vardı, yine kadına baskı vardı. ama bir noktada müslüman kadınlar ile diğer kadınlar ayrılıyordu.günümüzdeki 'türban' polemiği o zamanlarda da yaşanmıştı. müslüman kadınlar kendi statülerini çevresine göstermek için beyaz çarşaf giyiyordu. bugün gericiliğin (bkz: irtica) sembolü olan çarşaf o dönemde arap yarımadasındaki bütün toplumlarda kadının ve erkeğin günlük giysisiydi. günümüzde hala bazı müslüman toplumların erkeklerinin türban giydiği görülmektedir ve müslüman kadınların beyaz çarşaf örtünmesinin dini gereklilik olduğuna inanan küçük topluluklar bulunmaktadır.

not1: bu dönemde dünya'da dikiş iğnesi daha keşfedilmediğinden dolayı dikiş teknikleri ve moda diye birşey yok. ancak kumaş renkleri, kıymetli madenler ve bindiğin vasıta üzerinden çevrene "ben buyum" diyebiliyorsun. "beni kafasözlükte derekuşu olarak bilirler" diye kendini tanıtıyorsun. kumaşı boyamak için gereken boya bitkileri ve boyar maddeler ipek yolu'ndaki kervanlarla geliyor.
not2: beyaz çarşaf aslında yeni müslüman toplumda bir ihtiyaçtan ortaya çıkmıştır. müslüman kadınlar müslüman erkeklerle evlenmelidir ama polikültürel bir toplumda bir bakışta kadının müslüman olup olmadığını anlamak gerekiyordu. polikültürel bir toplum olmasının sebebi de ticaret şehri olmalarından dolayıdır. tıpkı bizim levanten liman şehirlerimiz olan izmir, mersin, istanbul gibi. yahudi kadınlar ısiyah çarşaf giyiyorları, müslüman kadınları beyaz çarşaf giymeye başladılar.

630 yılında mekke islamcılar tarafından fetih oldu. muhammed (60), mekke'nin fethine kadar siyasi emelleri için günümüz ılımlı islam politikalarına benzer şekilde 'senin dinin sana benim dinim bana' sloganıyla hareket ediyordu. oysa islamcılar mekke'yi feth ettiklerinde muhammed ve imam ali kabedeki putları kırdılar/deviridler. yani günümüz türkçesiyle darbe yaptılar. artık islam hoşgörü dini değildi.

peygamber olduğunu iddia eden muhammed' 570 veya 571 yılında doğmuştur ve tam adı ebû’l-kâsım muhammed bin ʿabd allâh bin ʿabd’ûl-muttâlib el hâşimî olarak geçer. bu isim türkçeye, kureyşli ʿabd’ûl-menâf oğlu hâşim oğlu ʿabd’ûl-muttâlib oğlu ʿabd allâh oğlu kâsım’ın babası muhammed olarak tercüme edilebilir. yani dedesi "abdulmuttalb" babası "abdullah" ve oğlu da "kasım" olan birisidir. tıpkı yahudiler gibi kureyşliler de birbirlerine sıfatlarla, lakaplarla hitap ederlerdi. bu yüzden islam peygamberi'in mekke'deki ismi "el-emin" yani dürüst kişidir.
muhammed'in soyu ibrahim peygamberin oğlu ismail peygamberin soyundan adnaniler kavminden kureyş kabilesinin haşimoğulları sülalesinden gelir. 'muhammed' ismi de özel isim değildir. h-m-d kökünden geliyor. artık ona o zamanlar ahmed mi diyorlar, hamid mi diyorlar, mahmud mu diyorlar belli değil.

muhammed'in soyu hakkında tabi ki kesin konuşamayız. ancak şu bir gerçektir; hakimiyet yetkisinin soydan geldiğini meşrulaştırmak için batılı hanedanların tarih kayıtlarında soylarını romulus ve remus'a dayandırdğı gibi, arap yarımadasında da soyunu peygamber ilan etmek monarşik gücü meşrulaştırıyordu.


to be continued canlarım....
references:
(bkz: diamond tema)ebu cehil kimdir?
prof dr ekrem bugra ekinci
devamını gör...

tanım: avrupa insanının niçin 'soğuk' olarak nitelendirildiğini biraz anlamanızı sağlayacak olan insan müsveddesi.

ihsan şenocak, recep tayyip erdoğan, fetullah gülen, alparslan kuytul, cübbeli ahmet hoca bakın hepsi aynı torna tesfiye tezgahından çıkmış gibi sesini kullanıyor. sanki dokunsan ağlayacaklar. seslerini titrete titrete konuşuyorlar. türkçe bilmesem 'verin şunun emziğini' diyeceğim.

avrupa'lılar demek ki bıkmışlar böyle duygu sömürülerinden. kim sesini titreterek konuşsa tiksinerek bakıyorlar. biz de oturduğumuz yerden diyoruz ki 'yeaaahh avrupalılar soğuk, biz akdenizliyiz' hayır arkadaşım sen 'iç anadolu köylüsüsün'.

senin deden köylü ise şehre göçüp kendini şehirli sayma. en az 4 kuşak şehirde yaşamalısınız ki 'dar alanda birlikte yaşama' erdemin erişebilirsiniz. köyde 6 çocuklu hanenizde sabah olunca herkes tarlaya gider, dağa çıkar, koyun güder. gece olunca 'evin direği' ne söylerse kuraldır. ama şehirde böyle değil. 6 çocuk yaparsan hepiniz 'deli çıkarsınız'. sonra 200 metrekare ev arasın şehirde.

işte yukarıda bahsettiğim anadolu çomarları yüzünden bu insanlar 20 yıldır iktidarlar. türkiye cumhuriyeti'nin görünümünü ve yerleşik kültürünü bozuyorlar. miras yemeye alışık oldukları için parsel parsel vatanı satıyorlar. türk askerini sanki koyun gütmeye gönderir gibi ortadoğu cehennemine gönderiyorlar. oğullarının tabutları gelince de 'vatan sağolsun' demekten başka 'seçenekleri' yok. çünkü devlet de bu zihniyet, halk da.

bakın bugun bayram. gençlere harçlık ve burs vermek isteyen o kadar çok yardım sever insan var ki. ama 'ya cemaattense; ya fetöcüyse; ya khklıysa' diye korkudan kimse kimseye bayram harçlığı bile veremiyor.

avrupa insanı 'soğuktur' ama 'salak' değildir. s2le s2le öğrenmiştir. yardımını 'kişilere' değil 'kurumlara' yapar; parasının nereye gittiğini de 'sorar'.
türk insanı da s2le s2le öğrenecek, öğreniyor. sonuçta fetö denen bu pislik 'kurban derileriyle' büyümedi mi?
devamını gör...

bunda benim biraz katkım varsa, ne mutlu bana. iftihar ederim, gurur duyarım efendim.
devamını gör...

tebrikler, hogwarts cadılık ve büyücülük okuluna kabul edildiniz. hes kodunuzu almayı unutmayın.
devamını gör...

erlik, kurtlar vadisi dizisini müthiş analiz eden, sosyal medya fenomenlerini eleştiren, 140journos yerden yere vuran youtube kanalı, karşısında önümü iliklerim
devamını gör...

#1789296 entry'nin düzeltilmesi elzemdir;
"bitkilere yeşil rengini veren organel." tanımı doğru değildir.
klorofil, yeşil renkli bir pigmenttir. bitki hücrelerinin fotosentez tepkimelerinin gerçekleştiği kloroplast organelinin içinde bulunur. kloroplast organeli ise yalnızca bitkinin güneş ışığı gören dokularında ortaya çıkar. balkonda unutulan patates yumrusunun yeşile dönmesi bu duruma örnektir.

güneş ışığından enerji elde edebilen bu eşsiz organel bilim insanlarının üzerinde çalıştığı başlı başına bir araştırma alanıdır. solar panellerden enerji üretimi konusunda kloroplastları taklit ediyoruz.

belki gelecekte bir gün atatürk parkında gezerken akıllı telefonumuzu şarj etmek için bir ağacın kovuğuna telefonumuzu yerleştirmemiz yeterli olacak. antik kültürlerin güneşe tapındığı gibi kültürel bir regresyon yaşabiliriz.
devamını gör...

virüsler kendi tek zincirli genetik materyalini hücre içine enjekte ederek hücrenin genetik yapısına eklemlenen (entegre) olan cansız yapılardır. virüsler, infekte oldukları hücrelerin genetik yapısına dahil olurlar. virüs, kendisinin çoğalması için gereken yaşamsal proteinleri bulaştığı hücreye ürettirir. virüsle infekte olan hücre bu yorucu üretim prosesinden sonra tükenir. zaten içerde o kadar çok viroid (virusün yavrusu) üretilir ki artık hücreyi patlatarak ortama yayılırlar ve çevredeki hücrelere de bulaşırlar.

bilim insanları viruslerle mücadele etmek için bakterileri model alır. bakteriler, sahip oldukları cas enzimleriyle virusun genetik zincirini parça parça keser ve bu küçük nükleotit zincirlerini kendi dna'sına yapıştırır. böylece hayatı boyunca bir virus kütüphanesi oluşturur. olası bir virus infeksiyonunda bu kütüphaneden düşman viruse spesifik bağışıklık proteinleri, virus öldürücü enzimler üretir.

mrna teknolojisiyle üretilen aşılar da böyle çalışır. mrna aşısı, aslında bizim bağışıklık sistemimizin covid-19 virusune karşı üretmesi gereken bağışıklık proteinlerinin kodunu taşır. vücuda enjekte edilen mrna zincirleri hücrelerimizin ribozomlarında okunarak, bağışık proteinine dönüştürülür. teorik olarak mrna'nın bizim genetik yapımıza entegre olması mümkün değildir. ama bu teoriktir.

günümüzden 165 yıl önce genetik biliminin birkaç temel mekanizmasını keşfettik. soy oluşumu, genetik hastalıklar, ari ırk derken 2 dünya savaşı geçti. bilim insanları günümüzden 65 yıl önce dna'yı keşfetti. insan genom projesi 2003'de tamamlandı.

biyoteknoloji henüz çok yeni bir bilim dalı. bilinmeyen çok şey var, buna rağmen mrna aşısı bütün dünya'ya dikte ediliyor.

pandemide helsinki zirvesi kararlarını ve nuremberg kodu / nürnberger codex virüs yaygarasıyla delindi. prof. dr. uğur şahin, sansasyon yaratmamak için eksik söylüyor; covid19 virusu çocuklarımızın genetiğinde bile görülecek. ben biyoteknoloji mezunuyum. bize derste teorik olarak üreme ana hücrelerinde genetik manipulasyon olmazsa çocuklara hiç bir modifiye genin geçmeyeceği anlatıldı. ama bu teorik bir bilgi. bunun deneyi yapılmış olsa bile raporu gizli örgütler görür. akademisyenlerin yayın okuduğu pubmed, scholar gibi indekslere girmeyebilir. sonuçta her çalışma yayınlanmıyor, yayınlanmaz zaten.

influenza (grip) de virutik bir hastalıktır. yıllardır grip oluruz. grip olduğunuzda bağışıklık güçlendirici, ateş düşürücü ilaç yazardı doktorlar. bazı arkadaşlarım domuz gribi oldu yine aynı şekilde.
sonra bu işin ırk tartışmaları var.
kızamık için batı ülkelerinde fatality oranı %0,02 (binde iki) iken faroe adaları halkında bu oran %78 olarak hesaplanmış. bu nedenle her ülke tam kapanmaya gitmemeliydi. bana göre bu iş çok büyük bir kurgu. çin'deki dijital vatandaşlık ve sosyal puanlama sisteminin "ne kadar başarılı" olduğunu gözümüze sokmak için covid19 vaka sayıları uyduruyorlar.
önce nasıl bulaşıyor diye her yerde propaganda yaptılar. yok damlacık yok tükürük sonra aynı ortamda bulunmak bile bulaştırıyor dendi. şimdi kimse kesin bir şekilde nasıl bulaştığını bilmiyor.
test olayı zaten muamma.
devamını gör...

2001 ekonomik krizinin tam olarak anlaşılması için 90'lar türkiye'sindeki yolsuzluk, rüşvet, mafya ve suikastler, faili meçhul cinayetler konjonktürünü irdelemek gerekiyor. geçmişin çöplüğünü karıştıralım biraz.



19 şubat 2001 milli güvenlik kurulu toplantısında bir hukukçu olan cumhurbaşkanı ahmet necdet sezer, içerisinde başbakan yardımcısı hüsamettin özkan'a bağlı halkbank'ın da olduğu 11 bankanın dosyaları devlet denetleme kurulu tarafından incelemeye almıştı. bülent ecevit ise bu incelemeye "denetimin denetimi mi olur" diyerek karşı çıkmıştı. bülent ecevit, cumhurbaşkanının hükümetin işlerine karışmasına öfkelenmişti.
bankaların denetlenmesi konusunda dönemin iktidar partisi demokrat sol parti başbakanı bülent ecevit'e cumhurbaşkanı ahmet necdet sezer "siz ya bu anayasayı (kitabı ecevit'in önüne doğru iterek) okumuyorsunuz ya da okuduğunuzu anlamıyorsunuz." dedi. bülent ecevit sessiz kalırken başbakan yardımcısı hüsamettin özkan bu eyleme tepkisini gösterdi. hüsamettin özkan, cumhurbaşkanına "seni halk seçmedi, üç lider bu konuma getirdi. başbakanla bu uslupla konuşamazsın, nankör" dedi ve anayasa kitabını cumhurbaşkanının önüne hızla geri sürüdü. kafaya kitap atmak filan yok, masanın üstünde kitabı birbirlerine sürüyorlar o kadar.

bülent ecevit ve ekibi toplantıyı terk etti. başbakanlıkta basının karşısına geçti. basına verdiği demeçte yaşananları bir "siyasi kriz" olarak anlattı. bülent ecevit dolduruşa gelmişti. kulislerde halkbank ve hüsamettin özkan konuşuluyordu. cumhurbaşkanı ahmet necdet sezer "bende bankaları denetleyebilirim." dediğinde hüsamettin özkan neden karşı çıktı? demokrat sol parti neden bu tiyatroyu sergiledi? bu ülkenin ulusal ekonomisi ve halkının kaderi siyasetçilerin kaprislerine göbekten bağlıdır. yazıktır bu millete, yazıktır kurtatırılan bu vatana, yazık size, yazık bize.

türkiye borsası hep yabancı sermayeyle yüksek işlem hacimlerine ulaşmıştır. yabancı yatırımcı günümüzde hala türkiye'nin siyasi konjonktürüne göre yatırım kararları almaktadır. işte bu nedenle bülent ecevit'in yaptığı çok büyük bir cahilliktir. siyasi kriz, türkiye piyasalarında şok etkisi yarattı. zaten 1999 gölcük depremi yaralarını sarmaya çalışıyorduk ve 2000 yılında küresel bankacılık krizi yaşanıyordu. bülent ecevit işte bu yüzden büyük bir cahillik yapmıştır.

türkiye borsasından 7.6 milyar dolar para çıkışı oldu ve borsa -%14.6 değer kaybıyla çöktü. yabancı yatırımcı, bülent ecevit'e saygı duyuyordu ve onu yakından takip ediyordu. bülent ecevit, kıbrıs barış harekatı ile uluslar arası bir ün kazanmıştı. işte bu cahil davranışıyla anlık öfkesiyle, birilerinin dolduruşuyla siyasi özkıyımını gerçekleştirdi. zaten bülent ecevit tecrübeli bir siyasetçi, olsaydı anayasa kitapçığı krizini gündeme dahi getirmezdi. başbakanlıkta gözü olan ve ecevit'in kuyusunu kazan hüsamettin özkan a ve iktidar parti olarak koalisyon ortaklarına söz geçirmekte zorlanıyordu. (bülent ecevit'e kortizon tedavisi uygulayarak kemik erimesine sebep olan sözde tedaviyi kim planladı acaba? (gbkz: rahşan ecevit) doktorları ve hastaneyi değiştirince bülent ecevit sağlığına kavuşmuştu.)

ara not: hüsamettin özkan, fetullah gülen'in yurt dışına kaçması için sağlık raporu verilmesinde önemli isimnlerden biridir. kaynak1 kaynak2

türkiye %150 enflasyon gördü, %10 küçüldü. halk fakirleşti. dsp hükümetine tepkiler çığ gibi büyüdü. bülent ecevit, dünya bankası başkan yardımcısı kemal derviş'i çağırdı. kemal derviş, ekonomiden sorumlu devlet bakanı olarak dsp hüklümetine katıldı.
kemal derviş uluslar arası finans sektöründe tanınan biriydi. türkiye'de ekonomik krizin yönetilmesi için en doğru isimdi. bu da bülent ecevit'in zekası ve başarısıdır. çünkü bülent ecevit çok iyi bir diplomattır.

kemal derviş, 2001 türkiye ekonomik krizini bankacılık sektöründe üstü kapatılmış sorunlardan ortaya çıktığını söylüyordu. bu durum cumhurbaşkanı ahmet necdet sezer'in öngörüsünü doğruluyordu. hükümet, var olan bankacılık sorunlarını öteliyordu ve cumhurbaşkanı görevini yapmıştı. hüsamettin özkan'ın şovu ve bülent ecevit'in cahilliği ülkeyi krize sürüklemişti.

kemal derviş bir teknokrat olarak koalisyon hükümetleri tarafından pek sevilmedi. özellikle milliyetçi hareket partisi'nin kemal derviş alerjisi tutmuştu. ilerleyen zamanda erken seçim isteyecekti zaten. mhp'nin kemal derviş alerjisi şüphesiz mafyatik ilişkilerinden kaynaklanıyordu. o dönemin faili meçhul cinayetlerle çalkalandığını hatırlatmak isterim.

international monetary fund (imf) türkiye'ye 20 milyar dolar kredi verdi. imf, kredi verdiği ülkelere müfettişlerini gönderir ve ekonomik istikrar için uyum politikalarını denetler. bu devlet memurlarının rüşvetlerini bir anda kesti. 90'lar rüşvetçi memurlarla biliniyordu. kemal sunal, şener şen, levent kırca gibi sanatçılar filmlerinde sürekli yolsuzlukları ve rüşveti eleştirirdi.

türkiye halkı her güne yeni bir zam haberiyle uyanıyordu. zamlar, ekonomik krizin gerekliliklerinden biridir. ancak halk hem cahil hem fakirdi. ekonominin bel kemiği olan orta gelirli devlet memurlarının rüşvet çarkı durmuştu. siyasetçiler kemal derviş'i zamların sorumlusu olarak gösteriyordu. yurt dışından geldiği için ve golf oynadığı için halk ona kinleniyordu. siyasi baskılar yüzünden 2002'de görevinden istifa etmek zorunda hissetti. ancak türkiye ekonomisi düzlüğe çıkamadığı için yine görevine geri döndü.

büyük şehirlerde hastane kuyrukları, çöp dağları, kışın kaçak yapılaşma, kömür sobaları sebebiyle kışın hava kirliliği, elektrik kesintileri, iski zamları, su kesintileri 90'lar türkiyesi'nin gerçekleriydi. bütün bunlar kemal derviş'in ekonomi politikalarının sonucuymuş gibi anlatılıyordu. uluslar arası piyasalarda çok saygı duyulan bir teknokrat olan kemal derviş kendi vatanında "ingiliz-amerikan uşağı" olarak görülmüştür. halbuki dünya bankası'nda görevliyken diğer vatanı olan arnavutluk cumhuriyeti'ni ekonomik krizden kurtarmış birisidir, kemal derviş. onun istikrarlı duruşu medya'da "arnavut inadı" olarak halka yediriliyordu. siyasetçilerle medya kol kola halkı arnavutlar'a karşı kinlendiriyordu.

kendisinden türkiye ekonomisi'nin kurtarması beklenen kemal derviş'in ekonomi politikaları siyasi bir güç tarafından sürekli engelleniyordu.

şimdi olayları şöyle bir hatırlayıp günümüzdeki datayla karşılaştırısak: halkbank en başından beri şüpheli işlemler yapıyormuş. ahmet necdet sezer denetlemek istediğinde siyasi kriz çıkarıldı. siyasi kriz bir anda ulusak ekonomik krize dönüştü. dünya bankası'ndan istifa edip gelen kemal derviş bankalardaki usulsüzlükleri rapor etti. bu dönem cem uzan'sız düşünülemez. amerikan şirketlerini dolandıran cem uzan ve halkbank rüşvetleri abn'nın dikkatini çekti. kemal derviş tüm türkiye'yi saran rüşvet ve yolsuzlukla mücadele etmek isterken karşısında kin ve nefret gördü. kemal derviş kendi vatanında hor görülünce mücadele ruhunu kaybetti. başbaşan olabilseydi bütün bu sorunları kökten çözebileceğine inanıyordu. bu yüzden dsp'den ayrılıp chp'ye geçti. türkiye cumhuriyeti için abd, fetullah gülen üzerinden başka bir oyun kuruyordu. bunu o dönem necip hablemitoğlu görmüştü ancak 2002'de faili meçhul cinayete kurban oldu.

kemal derviş çoktan kazanılmış bir oyunu bozamayacak kadar yalnızdı. kemal derviş'e hakaret etmek büyük bir cahilliktir çünkü türk finans sistemini umulmayacak şekilde yeniden yapılanmasını sağlayan güçlü ekonomi programı'nı hazırladı. 2002'de başbakan yardımcısı devlet bahçeli ile anlaşamadı için görevinden istifa etti. güçlü türkiye cumhuriyeti için yeni bir şans yarattı.

çok açıktır ki dış güçler türkiye'de sol iktidar istemiyor. dinci, yobaz bir türkiye yaratmak için herkes el birliğiyle çalışmıştır. kendisini sosyalist, halkçı, solcu gören kimseler kişisel hırsları ve bencilce hareketleri yüzünden birlik olamamıştır. işte türkiye'nin sorunu da budur zaten. solcuların hepsinden farklı sesler, farklı projeler çıkarken dincilerin hepsi tek paydada birleşebilmektedir.



recep tayyip erdoğan ve hüsamettin özkan ilişkisi

muhalefet partisinin konuşmasını habertürk tv kanalı canlı yayında verince recep tayyip erdoğan sinirleniyor ve fatih saraç'ı arıyor.ciner medya grubu'nu kontrol eden fatih saraç'ı arıyor



bahsi geçen ciner medya grubu'nun sahibi turgay ciner, hüsamettin özkan'ın damadıdır.

"alo fatih" olarak adlandırılan bir dizi ses kayıtlarında bu ilişkiyi recep tayyip erdoğan'ın da bildiği görülmektedir. aşağıda alo fatih 4 isimli ses kaydını ve konuşma metnini görebilirsiniz.



turgay ciner'in fetö bağlantısı: kaynak


post scriptum: hüsamettin özkan'ın fotoğrafına bakıp hangi partiden olduğunu tahmin edebilir misiniz?

kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel

o bıyığı ben fetöcüyüm diye bağırıyorken ecevit'in onu sağ kolu yapması gerçekten akıl alır gibi değil.

türkiye cumhuriyeti'nin gerçekten böyle vahşi, mülevves, tüketici siyasete ihtiyacı yoktur. devlet kurumlarının ve bürokrasinin iyileştirilmesi tek seçenektir. yoksa partiler liderleriyle birlikte doğarlar, büyürler ve siyasini ömrünü bitirirler.

2002 yılında cumhuriyet halk partisi yabancı sermayeye karşı, batının reformlarını örnek almak gerektiğini düşünse de muhafazakar birr partiydi. o dönem adalet ve kalkınma partisi küresel sermayeye karşı değildi.

kemal derviş gibi bir fırsatı chp kullanamadı. yabancı sermaye ile yeni gabrikalar kurulabilirdi, istihdam sağlanabilirdi. almanya ile birlikte büyürdük. kemal derviş çok büyük bir fırsattı. ce-ha-pe kullanamadı.

hepsinin allah belasını versin. yazık bu ülkeye
devamını gör...
13.

(bkz: dilozof) temel felsefe bilgisi, anlaşılabilir ve yalın felsefe
(bkz: flu tv) showrunner ilker canikligil yönetmenliğinde otantik içerikler
(bkz: shockvoice) the matrix film analizi, animasyon film analiizi, dünya mitolojileri, ip man biyografisi
(bkz: demet tuncer) sesi güzel, kendisi güzel bir hanım ve amerikan aksanlı ingilizce içerikler
(bkz: sevan nişanyan) firari ermeni dil bilimci, propaganda yapıyor ve yanlış bilgi verdiği de oluyor yine de anadolu tarihi hakkında fikir verir
(bkz: rotasız seyyah) mehmet genç'e ait gezi-blog kanalı, ezber bozuyor. özellikle afganistanda talibana misafir olduğunu anlattığı bölüm tam coşkun aral seviyesinde.
coşkun aral anlatıyor efsane savaş fotoğrafçısı, belgesel yapımcısı, gazeteci ve maceracı. ülkemizin gastronomik tarihini ve coğrafi işaretli ürünlerini tanıtıyor
(bkz: can kıpçak) komik japonca dublaj içerikler üreten bir türk. başa sarıp kahkalarla tekrar tekrar izlenen içeriklerin üreticisi
(bkz: şokopop) türkiye magazin çukuru, basitlik, skandal, ne dedin sen hepsi bu kanalda
(bkz: çeviri konuşmalar) ünlü edebiyatçılarla, tarihçilerle, sosyologlarla, filozoflarla, bilim insanlarıyla yapılan röpotajları türkçe'ye kazandıran nadide bir kanal.
(bkz: nisan ak) istanbul üniversitesi devlet konservatuvarı mezunu türkiyenin üçüncü kadın orkestra şefi, gurur duyulası müzisyen, besteci, sanatçı
(bkz: 32.gün arşivi) mutlaka izle, izlettir. tarih neden kendini tekrar eder, bir düşün.
(bkz: english with lucy) english with ... şeklinde birkaç kanal var. aksanlı ve kültürel ingilizce öğrenmek için takip edin.
(bkz: pbs eons) paleontoloji ve evrimsel biyoloji temalı harika bir yabancı kanal
(bkz: the petersens) sıcacık bir aile ve müthiş konserler
(bkz: joaquín blasco pagan) keman çalanlar için orta-ileri seviye tutorial
(bkz: world science festival) bilimsel konferans kayıtları, röportajlar, önemli gelişmeler
(bkz: shoumu's biology) hintli bir moleküler biyolog ders anlatıyor, laboratuvar çalışmaları hakkında tüyolar veriyor
(bkz: birdbox studio) komik, düşündürücü, ilgi çekici animasyonlar
(bkz: mentor arapça) kaliteli bir arapça dil bilgisi kanalı, benim pek ilgimi çekmiyor ama kaliteyi şıp diye anlarım
(bkz: pazarlamasyon) necip bey ve ahmet bey pazarlama sektörü üzerine ve bir blog var
(bkz: çilem akar) irlandada master yapan sempatik bir ingilizce öğretmeni, sıcacık bir kanal
(bkz: bonsai empire)saksıda minik ağaç yetiştirme sanatı hakkında
(bkz: vinheteiro)muhteşem bir piyano sanatçısı. eğlenceli içerikler üretiyor. tolga çevik'in programındaki 'minik' özer atik'i hatırlatıyor bana.
(bkz: victoria and albert museum) dünyanın en geniş süsleme sanatları koleksiyonuna sahip müze. benim gibi süse, mücevhere, sanat tarihine meraklıysanız mutlaka takip edin.
(bkz: martha speaks - wildbrain)alfabe krakerli çorba yiyip konuşmaya başlayan martha (köpek) ingilizce öğrenirken mutlaka izlemeniz gereken bir çizgi film
(bkz: loudingirra özdemir) hayat hikayesini dinlemenizi tavsiye ettiğim saz sanatçısı, halk ozanı, aşık, seyyah
(bkz: şant manukyan) çok saygı değer finans uzmanı.
(bkz: murat muratoğlu) ekonominin mizahşörü. ülkemiz ekonomisine dair acı ama gerçek herşey bu kanalda
(bkz: geography now) ülkelerin tarihlerini ve siyasi sınırlarının nasıl değiştiğini eğlenceli bir dille anlatan kanal
devamını gör...

aşağıdaki videoda görüleceği üzere bazı japonlar kelimelerin nasıl yazıldığını hatırlamıyorlar.



japonca, gramer bakımından türkçe'ye çok benzemektedir. sondan eklemelidir; türkçe'deki gibi yansıma ve ikilemeler vardır; yapım ekleri vardır; durum-hal ekleri vardır. ancak "rırr" sesi gibi bazı harfler japon dilinde yoktur. bu sesi "lıı" olarak verirler. türkler için konuşması kolay olan bu dili yazmak gerçekten zordur. çünkü japonca üç farklı alfabeden oluşmaktadır; kanji, hiragana ve katakana

filologlar arasında en çok kabul gören görüşe göre ilk japon dili lehçeleri 5 bin yıl önce korece'den türemiştir. dilbilimciler, japonca'nın tarihini dört dönemde incelerler: eski japonca (8. yüzyıla kadar), geç dönem eski japonca (9-11. yy), orta japonca (12-16. yy) ve çağdaş çaponca (17. yüzyıl sonrası). bu dönemler boyunca, dilin dil bilgisinde veya diziliminde önemli bir değişiklik olmamıştır. fakat söz dağarcığı önemli ölçüde değişim göstermiştir.

japonya'da dil standartı imparator meiji'nin adını taşıyan meiji restorasyonu'ndan (1868) sonra iletişim gereksinimi için başkent konuşulan dilden türetilmiştir. standart japonca okullarda öğretilir, televizyonda, gazetelerde ve resmî yazılarda kullanılır.

meiji restorasyonları, mustafa kemal atatürk'ün dikkatini çekmiştir. imparator meiji'nin çağdaş japonya fikri türkiye cumhuriyeti'nde neredeyse bire bir uygulanmıştır. ancak imparator meiji harf inkılabını yapmamıştır.

bu 10 yıllık restorasyon süreci tam anlamıyla japonya'yı hollanda'yla ticaret yapan bir liman ülkesiyken şahlandırmış ve japonya ilerleyen yıllarda doğu asya'da rusya ve çin topraklarını işgal edecek güce ulaşmıştır. bu şahlanışın sonu atom bombasıyla bitmiştir ve japonya şu an nüfus-yıllık gelir ile borç oranına göre dünya'nın en borçlu ülkesidir.

not: videoda tatlı bir mesaj var, japonlar "rüşvet" kelimesinin nasıl yazıldığını hatırlamıyorlar.
devamını gör...

islamiyet öncesi arap yarımadası pre-historyasını araştırmaya başladım. arşivi siz değerli yurttaşlara açıyorum.

arap yarımadası’nın güneybatı kesiminde antik saba krallığı bulunuyordu. incil 'de onlardan sheba olarak bahsedilir. ingilizce kaynaklardan okumak isteyenler "sabaeans" olarak araştırabilir.

kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel

saba halkının kökeni, arap yarımadası’nın kuzey’inden orta kesimlere doğru göç eden sami bir halktı. yemen ’de yapılan kazılar sabaların bölgeye yerleşiminin mö 10uncu - 12inci yüzyıllara kadar dayandığını gösterir. aa’sib ve sirwah kentlerinde inşaat faaliyetlerinin yoğunluğu dikkat çeker. özellikle başkent ma’rib kentinde tarım alanlarının sulanması için bir baraj inşa edilmişti. sabaların bir hidrolik kültür oldukları çok açıktır. su kanallarıyla birlikte arkeolojik kazılarda çeşitli tapınak ve anıtlar da ortaya çıkarıldı. bulunan bronz figürinler, sabaların bakır işçiliğinde ileri düzeyde olduklarını gösteriyor [1].

mö 5inci - 6ncı yüzyıla tarihlenen bronze hawtar'athat heykeli : 140 cm boyunda
kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel
kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel

mö 2. yüzyıla tarihlenen bronz kadın kafası
kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel

mö 100 - ms 100 arasındaki döneme tarihlenen bir sığır figürü : sığır tasvirine bakıldığında cidago düşük, sağrı yüksek, kalın-kısa-düz boynuzlu bir boğa olduğu anlaşılıyor. heybetli bir görünüm vermek için cidagosu gerçeği yansıtmayacak şekilde değiştirilmiş. bence anavatanı mısır olan ve nil nehri civarında evcilleştirilen ankole sığırına çok benziyor.
kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel

sabalar ile güney batı arabistan’daki diğer kent devletleri arasında ittifaklar ve savaşlar oluyordu. güney batı arabistan’daki en önemli krallıklar qataban ve hadramawt idi. bir dizi küçük ama bağımsız kent devletleri de vardı. (bkz: hadramut krallığı) (bkz: himyar krallığı) (bkz: kataban krallığı)
mö 7inci - 5inci yüzyıllarda ise sabaların “mukarrib” dediği dini monarşik bir otoriteden söz edebiliriz. mukarrib sözcüğü rahip-kral demektir. ilerleyen tarihlerde arap yarımadası’nda krallara melik denecektir. antik toplumlarda kralların hepsi soyunu tanrılara dayandırarak yönetim toplumları yönetme hakkının onlarda olduklarını iddia ederdi. (bkz: göklerden gelen bir karar vardır)
stuart munro-hay (2002) “ethiopia, the unknown land: a cultural historical guide” adlı kitabında mukarrib ünvanını güney arabistan’da bir ahitle birbirine bağlı farklı etnik grupların siyasi lideri olarak tanımladı. mö 1. bin yılda güney arabistan’da kralların sayısı daha çok olmakla birlikte mukarribler de vardı.
mccorriston (2011), “pilgrimage and household in the ancient near east” adlı kitabında arap yarımadası’nda erken dönemde (mö 800-400) mukarribin, kabile şeflerinin veya meliklerin oluşturduğu bir konseyde seçildiğini yazdı. mukarrib, kabile şeflerinden oluşan konseyin fermanını uygulamakla ve ayrıca kentin genişlemesi ve gelişmesi için yapı-inşaat projelerine, ritüel avlara, ve kurban törenlerine başkanlık etmekle görevliydi.
mukarriblerin fetihlerini kayıt eden yazıtlarda mukarrbilerin düzenledikleri hac ayini ( jabal al-lawdh) aracılığıyla çeşitli kabileleri bir araya getirerek onların aralarında sosyal yakınlaşmayı temin ederek militer kuvvetler oluştururdu. günümüzde yemen’de bulunan jabal al-lawdh (badem dağı) hac ayini için kullanılırdı. incil’deki sina dağı’nın tartışmalı konumu sebebiyle jabal al-lawdh dağı’nın gerçek sina dağı olduğu tartışılmaktadır. james karl hoffmeier (antik yakın doğu tarihiçisi ve arkeolog), bu iddiaları reddeddi.
jabal al-lawdh, deniz seviyesinden 2580 m yükseliktedir. ghazanfar ve fisher (2013) yaptıkları çalışmada 1300 ile 2200 m aralığında finike ardıç ağacı (juniper phoenicea) ormanının altında sarı civanperçemi (achillea santolinoides), artemisia sieberi ve geven (astracantha echinus subsp. arabica) olmak üzere akdeniz ormanı bulunur.
antik dünya’nın en değerli ürünlerin bitkisel kaynakları olan buhur ağacı (boswellia sacra) ve mür ağacı (commiphora sp.) günümüzde yemen ve umman olarak bilinen güney arabistan kıyılarında yetişmektedir. bu bitkilerin ticari değeri günümüzde dahi çok yüksektir. buhur ve mür üretimi üzerinde kontrolleri olan güney arabistan kent devletleri ticaretle zenginleşmişti. güney asya’dan çeşitli baharatlar ve afrika’dan devekuşu tüyü ve fildişi gibi lüks ticari mallar güney arabistan’a geliyordu. dönemin en zengin krallıkları minaean, saba ve himyar (homeritae by the romans) idi. bu üç krallığın yükseliş dönemleri birbiriyle örtüşür, kabaca mö 1200 – ms 525.
baharat ve tarım ürünleri bakımından zengin olan bu coğrafyada sabalar kervanlarla ipek yolu güzergahında ve kızıl deniz yoluyla ticaret yapıyorlardı. özellikle buhur ağacı (boswellia sp.) ve mür ağacı (commiphora sp.) çok kıymetli ticari ürünlerdi. sabalar, yüzyıllar boyunca kızıldeniz’i aden körfezine bağlayan bab el-mendeb boğazını kontrol ettiler ve afrika kıyılarında koloniler kurdular. dilbilim antropolojisi literatüründe habeşistan halkının (etiyopya) güney arabistan’dan geldikleri kabul edilen bir görüştür. ancak sabai dili ile (bkz: etiyopya) dili arasındaki fark o kadar büyüktür ki habeş halkının yabancı etkilere çok uzun yıllar maruz kaldığı ve yüzyıllarca süren ayrılıkların olduğu düşünülür.
(bkz: afrika) kıyılarının bazı kısımları mö 1. yüzyıla kadar saba krallığı’nın egemenliği altındaydı. ms 3. yüzyılın sonlarına doğru shamir yuhar’ish (tesadüfen adı islamik gelenekler içinde günümüze ulaşan ilk gerçek tarihi kişilik) “saba kralı” ünvanını ve hadramawt kralı ve yamanat kralı ünvanlarını üstlendi. bu zamana kadar hadramawt bağımsız bir kent devletiyken saba krallığı’nın egemenliği altına girmişti.
ms 4. yüzyılın ortalarında doğu afrika kıyılarındaki aksum kralı tarafından “saba krallığı ve dhū raydān krallığı” üzerinde hak iddia ettiğinde bir güneş tutulması yaşanmıştı. ms 4. yüzyılın sonunda güney arabistan yeniden saba, dhū raydān, hadramawt ve yamanat kralı altında bağımsız devletlerdi. ancak iki yüzyıl içinde pers maceracılar ve daha sonra müslüman araplar tarafından işgal edilerek saba krallığı tarihten silindi.
ms 1. yüzyılda romalılar kızıl deniz ’e doğru ilerlediler. güney arabistan’daki tüccarlardan lüks malların asıl kaynağını ve muson rüzgarlarını kullanarak kızl deniz’de filoların nasıl hareket ettirileceğini öğrendiler. güney asya ve doğu afrika’daki limanlardan gelen lüks mallar romalıları cezbetti. romalılar bu limanlarda kontrolü ele geçirdiklerinde saba krallığı ticari üstünlüğünü kaybetti. bunun en büyük kanıtı başkent ma’rib ‘deki büyük baraj’ın bakımının yapılamaması sonucunda ms 6. yüzyılda yıkılmasıdır. bu olay yemeni ticaret krallıkları döneminin sembolik sonunu teşkil ediyor.
ms. 6. yüzyıl dolaylarında son himyar kralı dhū nuwās (yūsuf ashʿar) hristiyanlıktan museviliğe dönmüş bir kraldı. krallıktaki hristiyan halkı katletti. hayatta kalan hristiyanlar aksum krallığı ’na sığındı. aksum kralı, musevi tehdidine karşı roma’dan yardım istedi. aksum seferine romalı abraha (islami kaynaklarda ebrehe) liderlik etti. himyar kralı dhū nuwās tahttan indirildikten sonra romalı abraha, himyar’da kaldı. himyar krallığı’ndaki musevi halkı katletti. romalı abraha daha sonra hicaz bölgesi’ne (arap yarımadası’nın batı kıyıları) sefer düzenledi. mekke’yi kuşattı ancak işgal edemedi. romalı abraha’nın mekke’yi kuşatması kuran’da fil suresi’nde anlatılmaktadır.
romalı abraha, arap yarımadası’nda hristiyanlığı yaymak için bir kilisie inşa ettirdi. arapların bu kiliseyi hac merkezi olarak benimsemelerini istiyordu. ancak kabe ayakta kaldığı sürece araplar’ın din değiştirmeyeceğini düşünerek mekke’ye doğru roma ve aksum ordusuyla ilerledi. taif halkından mes’ud bin maatteb romalı abraham’a bağlılığını sundu ve taif’teki lat putuna dokunulmadı. mekke’ye ilerleyen roma ordusu mekke’ye gelen kervanlara el koydu. bu kervanların arasında muhammed’in dedesi abdulmuttalip’in de develeri de vardı. kuran’da anlatılana göre romalı abraham mekke’ye fillerle saldırmak istiyordu ancak filler hareket etmiyordu. en sonunda da mekkelilere ebabil kuşları havadan taş atarak yardım ediyor ve roma ordusunu mağlup ediliyor. inanışa göre muhammed bu savaşın olduğu yıl doğuyor. arap milli tarihi için çok önemli bir olay olan romalı abraham’ın mekkeyi işgali fil vakıası olarak da bilinir.
bu olaya tarihsel gerçeklikle ele alan en makul kaynak hamiduddin ferahi ve emin ahsen ıslahi’nin tefsirlerinde kureyş'in elinde geleni yaptığını, taktiksel olarak dağlara çekilip taşlarla dağdan aşağıdaki orduya saldırdığını bu sırada da bir kum fırtınasının savaştaki dengeyi alt üst ederek ebrehe ordusunun dağılmasına sebep olduğunu belirtmişlerdir. onlar fırtınada dağılan ve yenilen askerlerin vahşi kuşlara yem olduklarını da eklerler [2].
henüz tarihsel bir kanıta rastlanmasa da tevrat, incil ve kuran’da adı geçen bir kadın hükümdar vardır. dördüncü israil kralı hz süleyman ile kraliçe sheba hakkındaki bu hikaye mö 8inci – 5inci yüzyıl arasında asurlu, yunanlı ve romalı yazarlar tarafından çeşitli şekillerde anlatılır. osmanlı divan edebiyatında da hz. süleyman ve saba melikesi olarak bu motif işlenir.
“hz süleyman bir gün emrindeki kuşlardan hüdhüd ’ü etrafında göremeyip hiddetlenmiş ancak birazdan gelen hüdhüd saba ülkesinde bir kraliçenin yaşadığını ve halkının güneşe taptığını söylemiş, bunun üzerine hz. süleyman bu kraliçeyi tek tanrı dinine davet eden bir mektup yazarak kuşla geri yollamıştır (neml 20-29). bu güçlü hükümdardan mektup alan saba melikesi belkıs danışmanları ile görüşerek bu hükümdarla iyi geçinmek gerektiğine inanarak ona kıymetli hediyeler yollar. ancak bunları dünya işi değersiz şeyler olarak gören süleyman, hediyeleri reddederek saba melikesini sarayına davet eder. belkıs davet icabı yola çıkmak üzere iken hz. süleyman, yanındaki bilge bir kişi aracılığı ile belkıs’ın sarayındaki tahtını kendi sarayına getirtir ve melike belkıs, süleyman’ın makamına ulaşınca orada durmakta olan kendi tahtını tanır ve hayretler içinde kalır. belkıs bir şaşkınlık da, cilalanmış camdan yapılmış olan hz. süleyman’ın sarayının yer döşemesi görünce su zannedip ıslanmamak için eteklerini toplarken yaşamış ve bundan böyle süleyman’la birlikte allah’a teslim olduğunu söylemiş (neml s.29- 44).”
“kudüs'e geldi "çok büyük bir maiyeti ile, develer taşıyan baharat ve çok altın ve değerli taşlarla" ( i krallar 10: 2). süleyman'a verdiği baharatlar gibi "bir daha asla bu kadar bol baharat gelmedi" (10:10; ii tarih 9:1–9). süleyman'ın memnuniyetle yanıtladığı "onu zor sorularla kanıtlamaya" geldi. hediye alışverişinde bulundular, ardından ülkesine döndü. ”

musevi inancı kadını adet gördüğü için kirli sayar. hristiyan inancında da kadına çok anlam yüklenmez. bi bakire meryem vardır işte. islam inancında da kadının yeri farklı değildir. dört mevsim için dört kadınla evlenilir falan. saba krallığı o dönemde öyle büyük bir zenginliğe sahipmiş ki koskoca israil kralı süleyman bile "bu bir kadın ben bunla görüşmem" diyememiş.

tevrat, incil ve kuran'da bahsedilen saba kraliçesi tek güçlü kadın imajına sahip tarihi kişiliktir. tarihçilere göre sheba kraliçesi, israil kralı süleyman ile ticari anlaşmalar yapmak için onunla görüştü. bu yolla saba krallığı'nda yahudiler misyonerlik yaparak krallığı içerden oydular. ilerleyen yıllarda romalıların aden körfezinin ve afrika limanlarının stratejik önemini keşfetmesi ve ticaret yollarını ele geçirmesiyle saba krallığı maddi yönden zayıfladı. barajın bakımı için gereken maddi kaynağı temin edemedikleri için tarımsal ekonomi çöktü. fakirleşen halk din değiştirdi. çünkü din değiştirerek hem yeni networkler elde ediyordunuz hem de vergilerden muaf oluyordunuz (bence böyle olabilir, kişisel fikrimdir. yatırım tavsiyesi değildir).

mö 6ıncı – 8inci yüzyıla tarihlenen arap yarımadası’nın 13.000 yıllık tarihine ışık tutan anıtsal yazıtlar ortaya çıkarıldı. bu yazıtların tercüme edilmesiyle arap yarımadası'nda islam öncesi dönemin daha iyi anlaşılmasını sağlayacaktır. bu bağlamda belki gelecek yüz yılda orta doğu'da ve afrika'da başka bir etnik diriliş olabilir. çünkü saba krallığı'nın halkı afrika kıyılarında koloniler kurmuş. belki evlilik yoluyla asya ve afrikada'ki büyük hanedanlıklarla akrabalıkları dahi olabilir.

notlarım:
taif'in islam öncesi tarihi islam tarihi açısından çok önemlidir. klasik arap şiirinin ünlü şairi imrul kays taiflidir ve kindah sülalesi 'nin veliaht kralıdır ancak bu işleri bırakıp diyar diyar gezmiştir. kindah sülalesi, arap yarımadası'ndaki bütün arap kabilelerini birleştirmek için cihat çağrısı yapan ilk monarşidir. ilerleyen dönemlerde kureyş sülalesi bu misyonu üstlenecek ve islam çağrısıyla tüm arap kabilelerini tek bir sancak altında toplayacaktır.

herkesi müslüman yapmaya kafayı takmış biri vardır ki o da taiflidir. emevi devleti ’nin hicaz valisi haccac bin yusuf es-sekafi 'dir. biz türkler onu talkan ve curcan katliamları olayından biliyoruz. asya seferinde yalnızca türklere değil müslüman olmayan bütün halkların erkeklerini katletmiş kadınları ve çocukları köle yapmıştır. bu yüzden haccac-ı zalim lakabıyla bilinir. ancak araplar için haccac bin yusuf devrimci bir kahramandır. arap dilini nokta ve hareke sistemiyle geliştirmiştir, kuran'ı halkın rahatlıkla anlayabileceği sade bir dille yazdırmıştır. haccac bin yusuf, emevi soyuna öyle hayrandı ki beşinci halife abdülmelik bin mervan ’ın emriyle emevilere isyan eden arapları kılıçtan geçirdi.

sakif kabilesinden abdullah bin zübeyr, hicaz’da halifeliğini ilan edince haccac bin yusuf komutasındaki emevi ordusu isyanı bastırmaya hicaz seferine çıktı. sakif kabilesi taif kentinde çoğunluktu. islam öncesi dönem’de taif kenti lat adındaki bereket, kader tanrıçasına adanmıştı. buradaki dört köşeli beyaz bir taş tanrıça lat'ı sembolize ediyordu. kureyş kabilesi ise mekke’de kırmızı taşla sembolize edilen hubal adındaki ay tanrısına baş tanrıya tapınıyordu. hilal biçiminin islam sancaklarında yer alması boşuna değildir. çünkü ay tanrısı hubal 'ın üç kızı vardır : lat, manat, uzza. tanrı hubal'ın asurlulardaki tanrı baal 'ın dengi olduğu düşünülüyor.
siyah bir taşla (hacer-i esved) sembolize edilen başka bir tanrı daha vardır (bknz. lapis niger).

islam ile birlikte toplumdaki kadınları sembolize eden tanrıçalar kırılıyor ve tek bir eril tanrı'ya tapınma başlıyor. yani araplar 1. semiyosferden 2. semiyosfere geçiyor.

türkler ne zaman ve nasıl müslüman oluyor? onu başka zaman yazacağım, ilginize teşekkür ederim.

kaynaklar:
ingilizce yayınlardan karşılaştırmalı okumalar yaparak çıkardığım kişisel notlarımdır.

[1] ancientimes.blogspot.com/20...
[2] www.indyturk.com/node/32877...
devamını gör...

binnur kaya'nın hayat verdiği avrupa yakası dizisinin zengin, şımarık, eril otoriteye muhtaç kurgusal karakteri.
devamını gör...

şanlıurfa ilimizin 22 km kuzeydoğusu bulunan arkeolojik kazı alanı ve açık hava müzesidir. burada arkaik bir inanç sisteminin mimarisinden bahsediyor profesörler. daha ortada islam yok, türbe yok, yatır yok. bazı yazarların yukarıda bahsettiği yatır, türbe inancı atalar kültünden kalmadır. islam dininde türbe, yatır gibi şeylere inanç yoktur. bunlar eski türklerin islamiyeti irani halklardan öğrenmesinin kültürel kalıntılarıdır. daha kendi dininizi bilmiyorsunuz gelmiş burada sallıyorsunuz. mesela osmanlı sarayındaki harem sistemi de taaa sasani imparatorluğu saray sistemininden göçürülmüştür ki onlar müslüman bile değil zerdüşttüler. önce o dini inancını düzgün öğren sonra burada milletin kafasını zehirleme. neyse serbest piyasa sonuçta, isteyen istediğine inanır. sizler sermayedarlar için sadece "tüketici" ve siyasetçiler için sadece "seçmen" ve dini liderler için sadece "cemaat" olduğunuz için ben niye sizi "insan" olarak nitelendiriyorum ki. alan memnun veren memnun.

göbeklitepe hakkında onedio platformunun oluşturduğu içeriğe buradan erişebilirsiniz. göbeklitepe'nin keşif hikayesini ve tarihsel açıdan önemini kısaca anlatmaktadır.

ben sizlerle literatürden bilimsel olguları ve nacizane kendi notlarımı aktarmaya çalışacağım. çünkü enflasyon sebebiyle sağlıklı beslenemeyen yurttaşlarımız bir de ortadoğu topraklarındaki çinko eksikliği sebebiyle halen bu bölgenin önemini anlayabilmiş değil! göbeklitepe aslında medeniyetler tarihi bir temel taşıdır; antropoloji ve kültür evrimi bilim dalında bilinen her şeyi temelden sarsmış, koca koca teoloji profesörlerine bilinen bütün dini mitleri sorgulatmış, dini oluşumların liderlerini terste bırakmışı, avcı-toplayıcı diye bildiğimiz insanların aslında toplayıcı-avcı olduklarını ispatlayan bir mimari yapılar bütünüdür.

hadi başlayalım. ama önce running reality sitesinden tarihsel interaktif haritayı açıyoruz ve türkiye'nin güney doğusuna odaklanıyoruz. tarih çubuğundaki sarı butonu 2000 ad (bkz: anno domini)'den en sola yani en eski tarihe çekiyoruz yani 3000 bc (bkz: before christ). burada bizi orta doğu coğrafyasına kadar uzanan iki mavi çizgi karşılıyor olacak. bunlar fırat ve dicle nehirleri. bu internet sitesi "tarihsel" olduğu için ve tarih de yazıyla başladığı için bizi en fazla mö 3000 yılına götürüyor.

mö 1 200 - 3 500 (tunç çağı) <yazının keşfi ve antik uygarlıkların ortaya çıkışı, tunç aletlerin yapımı
tarih öncesi dönemler aşağıda:
mö 3 500 - 5 500 kalkolitik dönem (bakır çağı)
mö 5 500 - 7 000 çanak çömlekli neolitik dönem (taş çağı)
mö 7 000 - 10 000 çanak çömlek öncesi neolitik dönem (taş çağı) <cilalı taş devri, tarımsal aletlerin keşfi
mö 10 000 - 12 000 mezolitik/epipaleolitik dönem (taş çağı) <
mö 12 000 - 2,5 milyon yıl öncesi paleolitik dönem (taş çağı) <buz devri

yukarıdaki tabloya göre göbeklitepe'nin taş çağı'nda çanak çömlek öncesi neolitik döneme ait dünya'nın en eski tapınağıdır diyebiliriz.

aşağıda fırat nehri platosu, dicle nehri platosunu ve nil deltası açıkça görülmektedir. bu bölgeler akarsuların taşıdıkları mineral zengini su ve alüvyon sayesine bitkisel çeşitliliğin ve gıda bolluğunun olduğu yerlerdir. literatürde "verimli hilal" olarak isimlendirilir. göbekli tepe işte bu bölgenin en tepesinde fırat ve dicle nehirleri arasında yer alıyor.
kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel

1. konu : fırat nehri ve dicle nehri


tıpkı ice age isimli animasyon filmindeki gibi buz devrinin sonunda buz bloklarının (bkz: moren) hareketi bitkileri, kuşları, memelileri, balıkları, böcekleri ve biz insanları göçe zorluyordu. çünkü taze çimleri sığır sürüleri, fıstık ağaçlarını kuş sürüleri, tahıl tanelerine böcekler yöneliyordu ve predatörler de onları takip ediyordu. bitkiler nasıl göç ediyor diye sormayın bahsettiğim bitkiler tek yıllık otsu bitkiler. zaten bölgede fıstık, kayısı, mersin, gül, zahter gibi bitkilerin ataları var. bunların tohumlarını kuşlar taşıyorlar. bazen de homo sapiens atalarımız avlandıklarında etin tadını artırmak ve çürümesini geciktirmek için ya da avda yaralandıklarında tıbbi ve aromatik bitkiler kullanıyorlar. muhtemelen kaya tuzunu, tütsüleme, kurutma gibi yarı pişirme ve saklama tekniklerini de biliyorlardı. bu nedenle onlara toplayıcı-avcılar denilmektedir.
benim teorime göre tohumun suda bekletildiğinde çimlenerek yeni ve taze bir bitki oluşturduğunu da keşfetmişlerdi. bir çeşit dağınık tarım yapıyorlardı. muhtemelen hayvan dışkılarını topluyorlardı. çünkü dışkıların içindeki tohumlar güçlü bir şekilde çıkıyordu ve yaşadıkları mağaraların çevresinde bahçeler kuruyorlardı. sığırlara tapmalarının sebeplerinden biri de buydu bana göre. (bkz: boğa kültü) geceleri gökyüzünde hilal ayı gördüklerinde onu boynuza benzetmiş de olabilirler.
bugün islamın sembolü olarak bildiğimiz hilal şekli aslında boğa kültünün günümüzden neredeyse 15 bin yıl öncesinden beri süregelen ve kutsallık atfettiğimiz bizi besleyen sığırların boynuzlarıdır. (bkz: bucrania kültü) eski yunan ve roma dönemlerinde dahi anadolu halkı evlerine boğa kafatası asmıştır. hatta esas tanrıları bir boğa olan girit adası minos uygarlığı keşfedilmiştir.

bazı uzmanlara göre bu insanlar kayık/sandal yapmayı da biliyordu. tabi ki on bin yıllık sandal kalıntısı bulamayız bunlar doğada hızla çürüyen ahşap materyaller. ama binlerce yıl su kenarında yaşamış toplumların sandalı keşfedememiş olması kulağa saçma geliyor. burada mezopotamya ve orta amerika uygarlıklarının tanrı figürlerindeki ortak bir objeden bahsediliyor. başka bir benzerlik de neolitik dönemde mezopotamya'daki yerleşik toplumların ölülerini evlerinin altına gömmeleridir. aynı ritüel bir orta amerika uygarlığı olan azteklerde de vardır.

to be continued... yoruldum

kaynaklar (references):
-henüz bir kaynak kullanmadım. kullanınca yazıcam.

ileri okuma (further reading list):
-henüz bir ileri okuma tavsiyesi yok. olunca yazıcam.

bunlar da ilginizi çekebilir:
nil nehri çevresinde antik mısır medeniyetinin gelişimi için onedio platformunun oluşturduğu şu içerik de ilginizi çekebilir.

dip not: bazı ukala yazarlar beni darlıyor. "bunlar bilimsel değil, onedio kaynak gösterilemez, burası bilimsel yayın paylaşma yeri değil, sen çok cahilsin vıdı vıdı... " bu yazarlar okuduğunu anlamıyor herhalde ben 3. paragrafta bu makaleyi yazma amacımı anlatıyorum. göbeklitepe hakkında tonla akademik yayın ve haber var. açıp internetten okursunuz. ben okuyucu sıkmadan daha geniş bir açıyla göbeklitepe'yi ve içinde bulunduğu coğrafyayı ekolojik ve ekonomik alanda irdelemek hedefindeyim. bununla birlikte dünya'daki en eski uygarlıklarla olan kültürel benzerliklere de dikkat çekmeye çalışıyorum. yorulduğum için yazı yarım kaldı. ilerleyen bölümlerde çok güzel belgeseller, yabancı kaynaklar ve kitaplar paylaşacağım sizlerle. ama şöyle bi bakıp çıkmak isteyen için onedio platformu göbeklitepe hakkında özet çıkarmış zaten.

benim yazılarımı okurken lütfen şunu aklınızdan çıkarmayın: ben propaganda yapmıyorum.
devamını gör...
18.

bedri rahmi'nin üç dil şiirinden,
--- alıntı ---

en azından üç dil bileceksin
en azından üç dilde
ana avrat dümdüz gideceksin
en azından üç dil
çünkü sen ne tarih ne coğrafya
ne şu ne busun
oğlum mernus
sen otobüsü kaçırmış bir milletin çocuğusun.

--- alıntı ---
devamını gör...
19.

ayşe çavdar'ın 6 mart 2018 tarihli 'şeker fabrikaları özelleştiriliyor: cargill’e uymak!' başlıklı yazısı:


cargill, abd’nin en önem verdiği şirketlerden biri. tam bir sömürge imparatorluğu. bugün dünyada cargill’in operasyon yapmadığı hemen hiçbir ülke yok. cargill cumhuriyetçilerin gözbebeğidir.

son birkaç yıldır, türkiye bugüne kadar hiç görülmemiş derecede “abd karşıtı.” akp hükümeti ve erdoğan, abd karşıtlığı konusunda gelmiş geçmiş tüm hükümetlerin pabucunu dama atacak denli ateşliler. hiçbir konuda uzlaşmıyorlar, asla taviz vermiyorlar. bir zamanlar “küçük amerika” olmakla övünen türkiye’nin idarecileri “büyük amerika”ya öyle bir kafa tutuyorlar ki, değme mahalle kabadayısı ellerine su dökemez. yalnız abd karşıtlığıyla da kalmıyorlar üstelik. abd’nin en büyük yatırımcısı olduğu nato’yu sorguluyor, gerekirse abd ordusuyla karşı karşıya gelmekten korkmayacaklarını tekrar ediyorlar. amenna!

çok alkış alıyorlar, kahvehanelerdeki pişpirik ve okey meclislerinde, cuma çıkışlarında topladıkları takdirin haddi hesabı yok. bu vaziyeti 2019’a kadar sürdürebilirlerse, bu dille kabadayıların ve fedailerinin oylarını alarak iktidarlarını sürdürmeye de pek hevesliler. ona da amenna! allah bereket versin.

peki bu abd karşıtlığı, cargill söz konusu olunca neden rafa kaldırılıyor? pentagon’a bile kafa tutan türkiye idaresi, nasıl olup da bir gıda şirketinin yazdığı bir rapora bakarak elinde kalan şeker fabrikalarını da özelleştirme kararı verebiliyor. cargill raporundan medyaya aksedenler, şirketin bu özelleştirmeyi bir ekonomik verimlilik sorunu olarak çerçevelendirdiğini gösteriyor. allah rızası için biri söylesin: ekonominin tüm sektörleri pek bir verimli, çok başarılı da şeker fabrikalarının verimsizliği mi bütün mesele? yine rapordan aksedenler, cargill’in “özelleştirme” diye yazdığı operasyonun aslında bir “kapatma” olduğunu ortaya koyuyor. sözün kısası cargill, “türkiye’ye, şeker fabrikalarını kapat, beni piyasanın hâkimi kıl,” diyor. tarıma azıcık aşina olmak, bir şeker fabrikası kapandığında bundan yalnızca o fabrikada çalışan işçilerin hatta tedarikçi şeker pancarı üreticisinin etkilenmeyeceğini bilir. aşina olmayanlar için birazcık detaylandırmakta fayda var.



şeker pancarının türkiye öyküsü enteresandır. daha evvelden üretilmeye başlansa da yaygınlık kazanması marshall planı’yla mümkün olur. 1947’de, henüz chp iktidardayken açıklanan marshall planı ağırlıklı olarak dp iktidarında uygulanmaya başlanır. planın tarımı ilgilendiren kısmı makineleşmedir. tarım teknolojiyle tanıştırılır. bunun için çiftçinin desteklenmesi gerekecektir. dp döneminde üretimi, 8 kat artan şeker pancarı desteğin çiftçiye ulaştırıldığı bir “araç/ürün” olarak iş görür. şeker fabrikalarının sayısı bu dönemde artar, kooperatif aracılığıyla desteklenen ve eğitilen pancar çiftçisi, tarıma dayalı endüstrinin de önemli taşıyıcılarından biridir artık. çevreciler kızmasınlar. bu arada pancar doğa dostu bir ürün değildir. sanayiye hammadde olarak üretilen bitkilerin hiçbiri doğaya dost olamaz. ama pancar, cargill’in nişasta bazlı şeker üretmek için kullandığı mısır kadar da canavar sayılmaz. pancardan üretilen şeker sağlığa yararlı değildir. bir kere pancar genetiğiyle oynanmamış bir ürün değildir. ama cargill gibi şirketlerin kullandıkları mısırla karşılaştırılamaz bile.

pancar toprağı adeta sömürür. bu yüzden de ancak dört yılda bir ekilebilir. bir tarlaya yeniden pancar ekilebilir olana kadar geçecek üç yılda, buğday, soğan, ayçiçeği, artık ekim yapılan coğrafyanın iklim koşulları neye izin veriyorsa o yetiştirilir. atıyorum, 100 dönüm toprağı olan bir çiftçi, elindeki toprakların her yıl dörtte birine pancar eker, geriye kalanı farklı ürünlere ayırır. pancar, şeker fabrikaları sayesinde alıcısı garanti olduğu, sabit fiyatla elden çıkarma imkânı sağladığı ve dahası üretim sürecinin başından itibaren -1990’lardan bu yana azalan miktarda da olsa- desteklendiği için, geriye kalan tarımsal faaliyetin de sürdürülebilmesini sağlar. bir başka deyişle birçok yerde pancar ekilemezse, buğday ekmek de zorlaşır, sebze de yetiştirilemez, hatta hayvancılık da yapılamaz. türkiye gibi ürün desteğinin, iklimin ve pazarın gerekliliklerine değil, tarımı idare edenlerin kafasına ve uluslar arası anlaşmalar çerçevesinde verdikleri tavizlere göre belirlendiği bir ülkede, pancar tarımsal üretime (kotalarla payı azaltılmış olmasına rağmen) istikrar kazandıran, geçmiş dönemlerin mirası bir üründür (türkiye’de pancar üreticisinin bir numaralı katili ab olmuştur. uzun hikâye). pancar türkiye’nin aşağı yukarı her yerinde üretilebilir. bu nedenle de türkiye’nin her yerinde yapılan tarımın bir parçası, çiftçinin elini rahatlatan, önünü görmesini sağlayan bir üründür. özellikle, anadolu’nun doğusunda, iç bölgelerinde, yani ürün çeşitliliğinin ege ve akdeniz kadar çok olmadığı yerlerde pancar tarımın kısmen de olsa finansörüdür
.


uzatmayayım, şeker fabrikalarından vazgeçmek şeker pancarından vazgeçmek, şeker pancarından vazgeçmek ise çiftçiden vazgeçmektir. yalnız şeker pancarı üreticisinden bahsetmiyorum. yukarıda izah etmeye çalıştığım da bu. şeker pancarı üreticisi diye bir şey yoktur, ürünün doğası, yani toprakla ilişkisi gereği kimse yalnızca şeker pancarı üreticisi olamaz. şeker pancarı üreticisi, yediğimiz içtiğimiz diğer şeyleri de üreten çiftçilerin tamamıdır. tekrar ediyorum, bir kısmı değil tamamıdır…

pankobirlik’in suskunluğu

asıl meseleye geçmeden bir mevzuya daha girmem gerekiyor. o da pankobirlik’in neden şeker fabrikalarının özelleştirilmesi meselesinde çıkıp iki çift laf etmediği. çok acayip değil mi? bu kooperatifin çiftçilerin çıkarlarını koruması gerekir, şeker fabrikalarının kapatılması doğrudan doğruya şeker pancarı üreticisi çiftçilerinin zararınadır. (tüm ülkeye nasıl büyük bir zarar vereceğini tekrarlamayacağım.) o zaman, pankobirlik de, pancar üreticilerinin kooperatifi olarak inisiyatif almalı, hükümete diklenmeli, cargill’e verip veriştirmeli ve ortaklarını korumalıdır, değil mi?

kooperatif yasası değiştiğinden bu yana değil. 2004’te değiştirilen kooperatif yasasıyla (mesele gene verimlilikti), bildiğiniz tüm kooperatifler kâr etme zorunluluğu olan işletmelere dönüştürüldü. bu konuda en hevesli ve hızlı davranan, zaten koşulları yaygınlığı nedeniyle en uygun olan pankobirlik’ti. konya, amasya, boğazlıyan, kayseri ve çumra’da özelleştirilmek üzere pazara çıkartılan şeker fabrikalarını aldı. başka her yerde pancara kota konurken, bu fabrikaların etrafında herkes dilediğince pancar ekebilmeye başladı. bu civardaki çiftçiler zenginleşirken, geriye kalan bölgelerin pancar üreticilerine, yani tüm çiftçilerine, bizatihi kendi ortaklarına büyük bir kazık atılmasına seyirci ve aracı oldu pankobirlik. devletin mülkiyetinde kalan fabrikalar verimsiz çalışmakta ısrarcı oldukları ve pancara kota uyguladıkları için pankobirlik, aldığı fabrikaları alabildiğine verimlileştirdi. artık devlet destekli bir piyasa aktörüne dönüşmüştü. fabrikaları yeniledi. öyle ki, yanlış hatırlamıyorsam çumra’daki şeker fabrikası ilçenin elektriğini bile sağlar hale gelmişti. küspe yakıyorlardı. bravo. uluslar arası anlaşmalar yaptı. önü alabildiğine açıldı. hatta, cargill’e “ya hu bizimle uğraşmayın, pancar dört senede bir ekiliyor, bir sene de sizin mısırı ekeriz işte” diye bir teklifle bile gitmişlerdi. kabul gördü mü teklifleri bilmiyorum. ama 2004 senesinden sonra pankobirlik’in tek meselesi vardı, o da kârlılık. çumra bir çiftçi cennetine dönüşmüştü. bana en

tuhaf gelen ayrıntı, çiftçilerin hiç tanımadıkları bir dolu inekleri olmasıydı. pankobirlik’in besi çiftliklerinde bakılıyordu hayvanları. onlar da arada bir kendilerinden istendiğinde para veriyor, kooperatif ineğinin süt parasıdır diye çıkarıp para verdiğinde de alıyorlardı. görmüyorlardı, duymuyorlardı, bilmiyorlardı hayvanları. yalnız faydalanıyorlardı. çünkü pankobirlik’in elinde koca ilçe bir tür plantasyondan başka bir şey değildi aslında. çiftçi eline daha önce hayal edebileceğinin çok üzerinde paralar geçtiği için kooperatif ne derse onu yapıyor ve geriye kalan zamanını bildiğiniz anadolu meşguliyetlerine harcıyordu. o kadar.

çumra’dan sonra gördüğüm beylikova’da ya da pasinler ovası’nda ise kota çiftçinin tek kelimeyle belini bükmüştü. pancar olmayınca başka şeyler de olamıyordu çünkü. örneğin beylikova, süt deposu olma özelliğini yitirmişti. hayvan yetiştirecek gücü yoktu çiftçinin. “pancar yerine aspir ek” demişti devlet, o zamanlar modaydı. ama oraya aspiri yağa dönüştürecek bir fabrika yapmayı akledemediği için çiftçi aspiri toplamaya bile mecal bulamamıştı kendinde. satamayacaktı ki. tohum bedava verilmişti, ama toplamak için kullanılacak emek bedava değildi ki. bekliyordu ki ürün tarlada kurusun da yakıp kurtulsun.

bütün bunlar 2005-2008 arasında gördüklerim. o zamanlar prof. huricihan islamoğlu öncülüğünde bir araştırma yapıyorduk tarımın küresel piyasalara ne derece uyumlulaştırıldığıyla ve uyumlulaştırma çabalarının ortaya çıkarttığı sorunlarla ilgili. raporu tübitak’a teslim ettik (derya nizam, ulaş karakoç, alp yücel kaya, göksun yazıcı ve elvan gülöksüz’le birlikte). herhangi bir bakanlıktan kimse baktı mı haberdar değilim. her neyse…

cargill ve sarraf: ne alaka?



gelelim cargill’e. cargill, abd’nin en önem verdiği şirketlerden biri. tam bir sömürge imparatorluğu. 1865’te, minnesota’da kuruldu, bugün dünyada cargill’in operasyon yapmadığı hemen hiçbir ülke yok. varlıklarını sayıp dökmeyeceğim. minik bir google aramasıyla rahatlıkla bulunulabilir. cargill, abd’de cumhuriyetçilerin gözbebeğidir. abd’de cumhuriyetçiler çiftçileri, özellikle cargill’in büyütüp beslediği türden mısır üreticilerini sever, çünkü sağcıdırlar. 1960’tan beri türkiye’de iş yapan cargill’in, kendi adıyla iş yapmaya başlaması için 1980’leri beklemesi gerekir. orhangazi’deki fabrika ise, 28 şubat koşullarında kurulmuştur. abd ziyaretlerinden birinden ecevit, kolunun altına sıkıştırılan bir dosyayla döner. o zamanlar fehmi koru, yeni şafak’ta ecevit’i cargill’e özel yasa çıkartmakla suçlar. hey gidi günler… fehmi koru’ya değil, yeni şafak’a… neyse…

dosyayı ecevit’in kolunun altına yerleştiren george w. bush’tur. orhangazi’de, birinci sınıf tarım arazilerinin üzerine yerleşir cargill’in fabrikası. tarlalarını cargill’e satan köylülerle de konuşmuştum sözünü ettiğim araştırma esnasında. fabrikanın çocuklarına iş sözü verdiğini, bu yüzden tarlalarından vazgeçtiklerini söylemişlerdi. oysa cargill’in fabrikası emek-yoğun bir fabrika değil, çok azının çocukları, hiçbir kalifikasyon gerektirmeyen işler görmek üzere istihdam edilmişlerdi, o kadar. bu arada olan zeytine olmuştu. cargill’in mısır nişastası ürettiği fabrikanın buharı zeytinlerin üzerine yapışıyor, hiç huyları olmadığı halde arılar zeytinlere konuyor ve hastalık taşıyorlardı. bu yüzden çiftçiler ilave ilaçlar kullanıyorlardı. o zeytinler yenir miydi gerçekten? cargill’e bu felaketin sebebi hiç soruldu mu? sahi kimin umurundaydı?

aradan yıllar geçti. cargill adını çok enteresan bir yerde gene duydum. rıza sarraf davasında, new york’ta. birkaç günlüğüne başka bir iş için gitmiştim new york’a, ama sarraf davası görülmeye devam ediyordu. görmek istedim. arkadaşım elif key sayesinde de yolunu bulup girdim (kendisine bir kez daha teşekkür ederim. o mide bulantısını yan yana çektik). bazen böyle tesadüfler olur. o gün konuşulan meselelerden biri de cargill’di. sarraf ve cargill, iran’a ilki hayali diğeri gerçek ihracat yaparken, iran’ın halk bankası’ndaki aynı hesabında tutulan parayı kullanıyor yani paylaşıyorlardı. yani rakiplerdi.



aynı şubeden yapıyorlardı üstelik işlemlerini. hani şu, en alt düzey çalışanının bile sarraf’ın ve şirketlerinin işlemlerindeki usulsüzlükleri fark ettikleri ama yöneticileri tarafından susturuldukları şube var ya, işte o. savcı sorgusunda sarraf’a sordu: “yani rakip miydiniz cargill’le.” sarraf cevap verdi: “aynı hesaptan para çekiyorduk. onlar gerçekten ihracat yapıyorlardı. biz hiç gerçek ihracat yapmadık.” savcı bir kez daha sordu: “yani rakip miydiniz?” cevap yine aynı: “evet, aynı hesaptan para çekiyorduk.”

buradan gerisi, türkiye’de işlerin nasıl yürüdüğü konusundaki yurttaşlık tecrübemden hareketle yaptığım bir kurgu: sarraf’ın adamlarıyla cargill’in adamları aynı şubede, aynı işlemleri, aynı memurlarla yapıyorlardı. belki de cargill’in adamları, sarraf’ın ve adamlarının usulsüzlüklerine orada sıra beklerken tanık olmuş ya da ne bileyim olup bitenleri şube elemanları birbirleriyle meseleyi fısıldaşırken duymuşlardı. kim bilir belki de cargill’di sarraf davasını ortaya çıkartan ve bu kadar büyüten. neden olmasın? sarraf haklı demiyorum, cargill ise hiç masum değil. ama malum, böyleleri bilirler birbirlerini ve birbirleriyle hangi araçlarla mücadele edeceklerini… cargill’in kârı kendi hanesine yazılmayacak herhangi bir yolsuzluğu ya da usulsüzlüğü türkiye’de çözemeyince abd’ye götürmüş olması gayet mümkün. e sarraf’ı kıskıvrak yakalamak kimleri kıskıvrak yakalamak anlamına gelir kısmını da sizlerin hayal gücüne bırakayım.

akp’nin ve erdoğan’ın, her bir oy tanesine su gibi, ekmek gibi ihtiyaç duydukları bir dönemde, cargill’in tek bir raporuna dayanarak 14 şeker fabrikasını alelacele özelleştirmeye kalkışmalarının sebebi budur belki de. yalnız fabrikalardan değil, oy deposu tarımdan, çiftçilerden, hem de onlara en muhtaç oldukları dönemde, hem de bir kalemde, hiç anlamayıp dinlemeden, kimsenin gözünün yaşına bakmadan… nasıl olur? o kadar sene direndiği mazot desteği konusunda söz verdi çiftçiye akp? hayırdır? pancarın yokluğuna alıştırmak için mi bu cömertlik? yeter mi ki, nasıl yeter? hem mazot desteğinin faturası hangi kaynakla ödenir? madem karşılanabiliyordu sahi bunca zaman niye ihmal edildi?



kendini mhp’ye mahkûm eden akp, ohal koşullarını bahane ederek çiftçilerin imza toplamasına bile göz yummayacak bir keskinlikle nasıl vazgeçer çiftçiden? düşünün özelleştirme kararına karşı toplanan imzalar bir milyonu bulmuştu. ankara valiliği, ohal’i gerekçe göstererek imza masası kurulmasını yasakladı. allah rızası için biri söylesin, bu ne acele, bu nasıl bir telaş? normal koşullarda akp’nin, böyle aniden ortaya çıkmış bir özelleştirme kararını 2019 gibi kritik bir seçim döneminden sonraya bırakması beklenmez mi? nedir bekletmeyen? kovalayan mı var?

pankobirlik, iktidarla arası gayet iyi bir kooperatif. seslerini çıkartmadıkları gibi, susurluk şeker fabrikası’na talip oldular. artık çok ortaklı bir şirketi andıran pankobirlik’in akp ve erdoğan’la herhangi bir konuda hemfikir olmama ihtimali, herhangi bir şirket kadar. düşünün ülker’in bile başına neler geldi. o yüzden kendilerinden muhalif bir performans beklemek safdillik olur. yerli ve milli torku en önemli zaferleridir.

ve bir de çuvaldız

başka bir mesele daha var. pancar çiftçisinin, yani bütün çiftçilerin yanında, “mısır nişastası zararlı” argümanından yola çıkarak durma girişimindeki partili ve partisiz muhalefetin pek acıklı hal ve pürmelali. ne acayip?! ille de çıkar ortaklığı yapmamız gerekiyor değil mi yan yana durmak için? üstelik bunun da moda bir konuda olması lazım. obezite, genetiği değiştirilmiş ürünlerden üretilen mısır vb. heyulaların yokluğunda konuşacak hiçbir şey bulamazmışız gibi.

oysa bütün bunlara hiç gerek yok. akp, daha ilk yıllarında “köylülüğü bitireceğiz” demişti, yerine kazançlı bir çiftçilik öneriyordu. kazançlı çiftçilik demek geçimlik üreticiden vazgeçmekti. ne oldu biliyor musunuz geçimlik üretim yapan köylülerden vazgeçildiğinde. evet, gıda pahalılaştı türkiye’de. ama keşke tek sorunumuz bu olsaydı. inşaat işçisi oldular öldüler, madenlerde öldüler, taşeron oldular, öldüler; ölmeye devam edecekler. yani kıymetsizleştirilen yalnızca eğitimli emek değil, köylünün emeği de prekaryalaştırılıyor çiftçilikten, tarımdan vazgeçildiğinde. hepimiz aynı cehennemin yolcusuyuz, ille de bir çıkar ortaklığı gerekiyorsa. tüketicinin yiyeceği pahalılaştı, bilmem nerelerden ithal edilmeye başlandığı için yediğimizden içtiğimizden şüphe etmeye koyulduk. bütün bunlar ve daha fazlası da doğru. ama bu problemin yanına, kendisinden vazgeçilen köylüye ne olduğu konusunu koymak kimsenin aklına gelmiyor. şimdi şeker fabrikalarının özelleştirilmesiyle ilgili gene aynı söylem. “ah yazık bize, mısır nişastasına talim edeceğiz.”



türk köylüsünün ya da çiftçisinin masum olduğu söylenemez. herkes gibi o da işine bakar. bursa’da pancara attıkları gübrenin uluabat gölü’nü zehirlemesini umursamayan çiftçilerle karşılaşmıştım mesela. erzurum’da dönümlerce arazisini yanlış ve fazla gübreyle ekilemez hale getirmiş, ama “vatanın bir karış toprağını kürtlere vermemek” konusunda hamaset nutukları atan başka bir köylüyle sohbet etmiştim. sormuştum, “ya amca, sen o kadar araziyi yakmışın, üretemez hale getirmişsin. o vatan toprağı değil mi yani?” önce şaşkınlıkla, “ne alakası var” der gibi bakmıştı yüzüme. sonra demişti ki, “ha o mu, o benim çalıştığım toprak.” yani vatan, çalıştığın toprak değildi, fethedilmeyi bekleyen ve başkasına ait olan topraktı.

haliyle çiftçinin, köylünün mükemmel, hümanist ve doğaperver insanlar olduklarını söylemiyorum. ama şeker fabrikalarının özelleştirilmesi gibi bir meselede, çiftçinin ve köylünün yanında, sırf mısır nişastasına maruz kalmamak için olmak da, ne bileyim, erzurumlu amcanın “vatan” ve “çalıştığım toprak” arasında icat ettiği ve yaşadığı sınır kadar tuhaf.

zavallı chp. tek kelimeyle zavallı. şeker fabrikası meselesinin bir ucundan tutmaya çalışıyor ama üreticinin derdini şehirliye tercüme edecek dilden yoksun. mhp bile, ittifak halinde olduğu akp’yle şeker fabrikaları konusunda anlaşamıyor. hdp de ne yapsın, maliye bakanı’na sordu şeker fabrikalarını. şimdiye kadar sordukları herhangi bir soruya sahici bir yanıt alabilmişler gibi. e şimdi çiftçiler türkiye’nin dört bir yanından ankara’ya yürümeye başlamayacaklarına, mısır nişastası içeren ürünler yaygın bir boykota tabi tutulmayacağına, şeker fabrikalarını özelleştiriyor diye şehirli akp’li reisinden vazgeçmeyeceğine göre, neyi konuşuyoruz ki? değil mi ama?…
devamını gör...

size bir doz kültür tarihi yazıyorum.
lütfen nevzat kaya'yı takip edin. youtube'dan karşılaştırmalı edebiyat ve kültür tarihi derslerini izleyin.
hz isa inancı baba-oğul-kutsal ruh triologysidir, üçlemedir. kökleri taa antik babil ve antik yunan'a kadar giden bir mitostur. şimdi nevzat kaya ile tanışmanın tam sırası.

nevzat kaya youtube
devamını gör...

normal sözlük'ü kullanarak 3. parti dahil tarayıcı çerezlerinin kullanımına izin vermektesiniz. Daha detaylı bilgi için çerez ve gizlilik politikamıza bakabilirsiniz.

online yazar listesini görmek için lütfen giriş yapın.
zaman tüneli köftehor rehberi portakal normal radyo kütüphane kulüpler renk modu online yazarlar puan tablosu yönetim kadrosu istatistikler iletişim