elminster the wise yazar profili

elminster the wise kapak fotoğrafı
elminster the wise profil fotoğrafı
rozet
karma: 30874 tanım: 805 başlık: 262 apolet: 4 takipçi: 204
Bir başbüyücü, rahatsız edilmekten pek hoşlanmaz. Bu kadim yol, uslu duramayanların kemikleriyle döşelidir. Lütfen çok geç olmadan tekrar düşünün. İzinsiz girenler ya hızlı ve kesin bir ölümle karşılaşabilir ya da akşam yemeğine davet edilebilir. Mahremiyetime saygı gösterdiğiniz için teşekkür ederim.

son tanımları | başucu eserleri


lettres sur la religion essentielle a l'homme

cenevreli yazar ve çevirmen marie huber'in ilk defa 1738 yılında görücüye çıkmış olan fevkalade eseri. lettres sur la religion essentielle à l’homme, xviii. yüzyılın teistik rasyonalizmi ve dogmatik din anlayışı arasındaki gerilim hattında konumlandığından mütevellit, aydınlanma çağı felsefesinin özgün bir yorumu olarak değerlendirilebilir. ilk baskısı 1738'de yayımlanıp daha sonra huber'in ölümüyle birlikte 1756'da gözden geçirilmiş versiyonuyla tekrar gün yüzüne çıkmıştır. niyetim, eserin 1756 tarihli baskısı ile 1738-1739 nüshasını birlikte incelemekti ancak şu an bu bariz ihtilâfı derleyebilecek sabırdan bir miktar yoksun olduğum kanaatindeyim. yakın bir gelecekte tanımı güncellemeyi umuyorum.

ancak 1756 nüshası için genel bir çerçeve çizecek olursak eğer; huber, insanın akıl ve doğa yasalarıyla ulaşabileceği bir hakikat anlayışını merkeze koyarak, dinin özsel -religion essentielle- ve ikincil -religion accessoire- yönleri arasında net bir epistemolojik ayrım yapma amacı güdüyor diyebiliriz. insan için özsel din ve yalnızca ikincil, ritüelist ve tarihsel bağlamdaki din kavramı dönem için yeni bir anlayış değilse de özellikle hristiyanlık dünyasında kendisine yer bulamayan kadın teologların sahneye çıkışına dair kısmen öncül kabul edilebilmesi hasebiyle huber'in bu kavramları titizlikle derinleştirmesi kıymetlidir.

detaylandıracak olursak eğer; huber'in eserindeki temel hareket noktası, evrensel akıl ve ahlaki sezgiye dayanan epistemolojik bir özerklik anlayışı olarak kabul görebilir. ona göre din, tarihsel dogmaların veya kutsal metinlerin baskısından bağımsız, yalnızca insanın doğuştan gelen akıl yetisi ile kurulmalıdır. yani daha sade bir biçimde ifade etmek gerekirse huber'in tanımına göre bir inanç sisteminin asli ve zorunlu bir yönü olması için evrensel akıl yasalarına, doğa felsefesine ve ahlaki sezgiye dayanması gerekiyor. bu bir bakıma doğru bir ifade kabul edilebilir zira dogmalar, kutsal metinler ve kilise otoritesi gibi unsurlar, dinin özsel yapısına değil, tarihsel-sosyolojik dönüşümlerine işaret eder daha çok. tarih boyunca -ki bunu en rahat biçimde irlandanın hristiyanlaşma sürecinde takip etmek mümkün olacaktır- bunun istisnasız bir şekilde çalıştığı su götürmez bir gerçek.

bu perspektif, immanuel kant’ın daha sonraki dönemde geliştireceği ahlaki din anlayışıyla görünürde paralellik taşısa da, kant’ın ahlaki yasaları tanrı’nın varlığını epistemolojik bir gereklilik olarak gösterirken, huber’de tanrı’nın varlığı zaten akıl yoluyla bilinebilen ve dolayısıyla herhangi bir vahye ihtiyaç duymayan bir hakikattir. burada kantçı felsefeyle kıyaslamanın anakronik kalacağını düşündüğüm için belirtmeme taraftarıydım ancak daha anlaşılabilir olması açısından not düştüm.


bu bağlamda da eseri, deizm, naturalizm, etik sekülerizm -bu abartılı bir ifade olmakla birlikte akademik camiada zaman zaman bu çizgiye kaydığı iddiasında bulunulduğunu not düşmek gerekir- ve aydınlanmacı -bunu birazdan yarı yarıya yanlışlayarak açıklayacağımı belirtmeliyim- epistemoloji açısından kritik bir analiz içerdiğini de göz önünde bulundurarak okumak mümkündür. belki biraz daha karşılaştırmalı biçimde ilerlemek konfor alanı sağlayabilir diye düşünerek okumayı biraz farklı bir çizgiye kaydıracağım; huber’in eleştirileri, özellikle descartesçi* kartezyen epistemoloji, john locke’un ampirizmi, baruch spinoza’nın panteizmi ve voltaire’in seküler rasyonalizmi ile kısmen paralellik gösteriyor ancak buradaki kısmen ifadesini açmak da gerekiyor zira bu biraz anakronik bir yaklaşım olmasının yanı sıra paralellikler kadar zıtlıklar da içeriyor. yine de yüzeysel bir değerlendirme ile şunu söyleyebilirim; huber, klasik bir deist olmakla birlikte -bu dahi zaman zaman tartışmaya açıktır- tam anlamıyla bir seküler rasyonalist veya panteist kabul edilemez esasen çünkü dinin rasyonel temellere dayanması gerektiğini savunsa da, tanrı’nın varlığını ve ahlaki düzenin bir kaynağı olduğunu kabul eder. spinoza’nın deus sive natura anlayışı doğa ile tanrı’nın özdeşliği fikrine dayanıyorken huber, tanrı’yı aşkın bir varlık olarak gördüğü için temelde benzerlik göstermesinden mütevellit birlikte okunması mümkün olsa da bu sadece kısmi bir bağdaştırma zemini hazırlar. voltaire ise huber'in bireysel inancın rasyonel temeller üzerine inşa edilmesi gerektiği savunusundan ziyade eleştirisini çoğunlukla kilise otoritesine karşı yönlendirmesinden ötürü yine aynı potada erise dahi aynı dokuya sahip olmayan bir düşünce sistemi olduğu aşikardır.

şimdi temelini oturttuğuma inandığıma göre biraz açmaya başlayabilirim sanıyorum detayları. konu içinde verdiğim referansları da derinlemesine detaylandıracağım mutlaka.

bunun notunu düştüğüme göre, toparlayıcak olursak eğer; huber, vahyin epistemik otoritesine yönelik eleştirilerinde locke’un hoşgörü anlayışı ve voltaire’in kilise karşıtı duruşuyla paralel tezler geliştiriyor olsa da onun yaklaşımında, locke gibi vahyin zorla dayatılmasına karşı çıkmaktan çok daha köklü bir reddiye söz konusudur; huber'a göre vahiy ve dogmalar, tarihsel ve hermeneutik sorunlar -kutsal metinler tarihsel bağlama göre şekillendiğinden, her çağda farklı yorumlara açıktır. dolayısıyla vahyin epistemolojik kesinliği şüphelidir- barındırdıklarından dolayı doğrudan epistemolojik olarak kusurludur. bu bağlamda çoğulculuk problemi üzerine yoğunlaşmak yerine, tüm vahiylerin rasyonel olarak yetersizliğini ve insan yapımı olduğunu ortaya koyma amacı güder. üstelik çelişkili teolojik öğretiler de bir sorun teşkil eder zira her din kendi vahyini mutlak doğru kabul eder ancak bu durum, pluralizm sorununu ortaya çıkarır: eğer birden fazla "mutlak" vahiy varsa, bunlardan hangisi gerçektir? eser boyunca irdelenen esas sorulardan biri de budur.

eserin önemli bir diğer noktası da dinin toplumsal düzen içindeki konumu ve kurumsal tahakküm biçimlerine yönelik eleştirisidir kuşkusuz. huber, dini kurumların bireysel vicdan ve akıl özgürlüğünü sınırladığını, özellikle kadınların konumunu zayıflatan bir erkek egemenliği kurduğunu savunur. ancak bu görüşü doğrudan modern feminist epistemoloji bağlamında değerlendirmek yine oldukça anakronik olacaktır. huber’in vurgusu, kadınların dinsel tartışmalara katılımını teşvik etmekle birlikte, feminist teoloji gibi çağdaş bir çerçeveden ziyade, daha genel anlamda bireysel özgürlükçü bir duruşla sınırlı kalıyor ne yazık ki ancak ufak bir adım, yine de bir adımdır.

elbette eser bağlamında huber’in düşünce sistemini biraz daha açarsak eğer, huber, natural theology* perspektifinden hareketle, ilahi hakikatlerin ancak doğa yasaları ve insan aklı üzerinden kavranabileceğini savunusunu pekiştirdiği için eser bağlamında doğal dört temele dayandırılabilir olacaktır. biraz derinleştirelim bunu. ilki epistemolojik otonomi denilebilir şüphesiz ki bunu dini hakikatlerin kutsal metinlere değil, insanın doğuştan sahip olduğu akıl ve sezgisel kavrayışa dayanması olarak okuyabiliriz. ikincil sacayağı aslında bu bağlamda epistemolojik otonominin devamı kabul edilebilecek olan ahlaki rasyonalizm ki kavramı biraz genişletirsek eğer; etik doğruların kaynağı, ilahi emirler değil, evrensel akıl yasalarıdır -lex naturalis- diyerek basit bir tanım geliştirebiliriz. inancın zorunlu dogmalarla değil, insanın akıl yürütme yetisiyle şekillenir olması fikri üçüncü sacayağı olan dogmalara karşı eleştirel pozisyon'u oluştururken dördüncü temel ise vahyin gereksizliği olacaktır ki ona da: "eğer tanrı insanı akıl sahibi olarak yaratmışsa, ona ulaşmak için kutsal metinlere gerek yoktur; doğa ve sağduyu yeterlidir," diyerek açıklık getirebiliriz sanıyorum.


elbette adalet, ilahi ceza ve özgürlük problemi de eserin bel kemiğini oluşturuyor. bu bağlamda huber’in en çarpıcı tartışmalarından biri, teodise problemine yönelttiği eleştiriler. eğer tanrı mutlak adil ise, neden dünyada kötülük ve adaletsizlik hâkimdir sorusunu sorarak kuyuya küçük bir taş atmaktan geri durmuyor ve burada iki temel argüman geliştiriyor. bu argümanları teolojik determinizm eleştirisi ve ilahi adalet ile dünyevi adalet çatışması olarak konumlandırabiliriz.

bu noktada da huber'in gottfried wilhelm leibniz'in teodise anlayışıyla doğrudan çelişerek spinozacı bir determinist-ateistik perspektife yaklaştığı iddiası mevcut elbette fakat ben o kadar iyimser değilim.

huber'in teodise konusunda leibniz’in iyimser determinizmine karşı geliştirdiği eleştiriler tarihsel bağlamda kısmen önemlidir elbette, buna itiraz edemem çünkü eser ilahi adalet fikrini sorgularken leibniz’in 'en iyi mümkün dünya' fikrine güçlü bir itiraz da getiriyor fakat tam da bu sebeple spinoza’nın katı determinizmine yakın durduğu şeklindeki değerlendirme yanlışlanabilir hâle gelir zira spinoza’daki deterministik doğa-tanrı özdeşliğine -deus sive natura- karşın huber, aşkın bir tanrı kavramını savunur ve özgür iradenin imkanını dışlamaz; onun sorgulaması, daha ziyade kötülük sorununun mantıksal tutarsızlığı ve dini yorumların çelişkilerine yöneliktir. yine de deus sive natura konseptine yaklaşan bir ontolojik çerçeve sunduğu icin yakınsak olduğunu kabul etmem de gerekir mutlaka.

sonuç olarak marie huber, aydınlanma felsefesinin özgün bir bileşimi olarak dogmatik vahyin otoritesini reddeden, ancak seküler ateizm veya modern feminist teoloji gibi kavramlara doğrudan eklemlenemeyen, daha ziyade deist ve rasyonalist bir din anlayışı ortaya koyar eserde. epistemolojik özgürlük, etik rasyonalizm ve dini tahakküm karşıtı tutumuyla da dönemin felsefi söylemlerinin önemli kavşak noktalarından biri olsa da, kantçı ahlaki epistemoloji, spinozacı determinizm veya voltairist sekülerizm gibi kategorilere birebir indirgenemez. eserin merkezindeki esas vurgu, akıl ve doğanın yasalarıyla temellendirilen, insanın bireysel ve ontolojik gelişimine hizmet eden bir din anlayışıdır. bu yönüyle eser, mutlak anlamda bir özgürlük manifestosu olarak okunabilir; fakat modern sekülerizmin ve çoğulculuğun sınırlarını aşırı yorumlayarak genişletmek yerine, tarihsel bağlamına sadık kalınarak değerlendirilmesi gerekiyor ki sınırlı sayıda inceleme olmasına karşın akademik otoriteler bu konuda fazla pervasız ve hatalı çıkarımlarda bulunuyor ne yazık ki.

birkaç alıntı bırakarak tanımı sonlandırma niyetindeyim ancak şunu belirtmem gerekiyor; fransızca olan orijinal metinleri elle girmek durumunda kaldığım için eksik yahut yanlış olan yerler mevcut olabilir. ek olarak çevirileri üstünden geçecek kadar dikkatli yapmadığımı belirtmem gerekli bir dürüstlük olacaktır.

ihtimal ki bhaal'ın karnından doğmuş, engerek dilli elminster the sacred skeptic keyifli okumalar diler!


"qu'ils nomment punitions, n'en soient qu'une suite inévitable: la comparaison tombe; & les conséquences qu'on en a voulu tirer tombent en même tems.

une idée aussi petite, aussi bornée du souverain etre, ne pouvoit aboutir qu'à de fausses conséquences: ces conséquences influent sur les jugemens & sur la conduite des hommes, bien plus qu'on ne se le figure: cette idée de justice aboutit à leur faire conclure tacitement, qu'ils peuvent se dispenser d'être justes. car si la justice est en dieu quelque chose d'arbitraire, s'il est vrai qu'il puisse s'en départir en faisant des graces à qui il lui plaît, chacun peut se flatter d'être de ce nombre. et si dieu n'a pour cela qu'à consulter la clémence, une clémence qui n'a point de bornes, à qui des hommes pourroit-il refuser ce qui ne lui coûte que de le vouloir?" s. 58

pek isabetli yapamasam da türkçe çevirisi:

"onların ceza diye tesmiye ettikleri şeylerin sadece kaçınılmaz bir netice olduğu anlaşıldığında, ortaya atılan kıyas bâtıl olur; bundan çıkarılmak istenen netayic de aynı anda düşer.

tanrıya dair böylesine dar ve kısıtlı bir fikir, ancak batıl sonuçlara götürebilir: bu sonuçlar, insanların hükümlerini ve davranışlarını, tahayyül edilenden çok daha fazla etkileyecektir. bu tür bir adalet anlayışı, insanları şu sonuca götürür ki, adil davranma yükümlülüğünden muaf olduklarına inanırlar. zira eğer adalet, tanrı'da keyfi bir şey ise; tanrı, dilediği kişiye lütuflarda bulunarak bundan sapabiliyorsa, herkes kendisini bu husûsi inayete mazhar olanlar arasında addetmeye başlar. eğer tanrı'nın başvuracağı şey yalnızca merhametse, üstelik sınırsız bir merhametse, o zaman tanrı'nın insanlara, kendisine sadece isteme zahmetine mal olacak şeyi vermekten imtina etmesi mümkün olabilir mi?"
s.58



"ıl est à remarquer que le loisir des uns n'est procuré que par le travail des autres; c'est qui fait que ceux-ci en sont chargés jusqu'à l'excès. dans le tems que le travail étoit partagé, il n'avoit rien que de modéré; les laboureurs étoient philosophes, & les philosophes n'avoient point de honte d'être laboureurs. un travail modéré laisse à l'esprit toute la liberté dont il a besoin, & tire l'homme d'un engourdissement, ou d'une disposition sensuelle, effet d'un trop grand loisir." s.124


türkçe çevirisi:

"şunu ifade etmek gerekir ki, bazılarının serbest zamanı, ancak diğerlerinin sa'yi sayesinde mümkün olur; bundan dolayı kimileri aşırı yük altında kalır. eskiden emek paylaşıldığında, bu durum çok daha ölçülüydü; çiftçiler filozof olurdu ve filozoflar da çiftçi olmaktan hicab duymazdı. itidalli bir çalışma, zihne ihtiyaç duyduğu hürriyeti sağlayabilir ve bu, insanı aşırı bir boşluğun neden olduğu rehavet yahut şehvet düşkünlüğünden kurtarır." s. 124
devamını gör...

stüdyo ghibli tarzı normal sözlük yazarları

bir çizer olarak beni derinden yaralayan hede. şahsıma yönelik bir takım asılsız söylentilerden dolayı bir miktar incinmiş hissediyorum. beni, "that's my secret, el. i'm always angry," diye bağırıp new york'u talan ettiğiniz videoları basına servis etmek zorunda bırakmayınız. gerçi sonucunda ilk avengers filminde hulk tarafından ısparta halısı gibi yere vurulan loki gibi kalmak istemiyorum, o yüzden videolar kasada kalmaya devam edecek. şimdilik... mesajını aldım, bubbles kardeşim, daha iyi bir sözlük için ben de hayır diyorum!

kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel
kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel
kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel
kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel

gündem bonusu:
kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel
(en yakın mafya dizisine transferimi istiyorum.)
devamını gör...

normal sözlük

açıkçası fiziksel ve mental olarak tükendiğim için son zamanlarda pek göz gezdiremediğim platform. gündem beni bir insan olarak hepimize karşı hayal kırıklığına uğrattı ve tüketti. böyle zamanlar, dünyayı gördüğümüz merceğin üzerinde yeni çatlaklar açıyor ve dünyaya kırık bir camın ardından bakmak tüm gerçekliği basitçe eğip bükerek en keskin fikirleri, idealleri ve arzuları dahi çarpıtabiliyor.

yine de tüm bu karmaşanın içinde hâlâ kesinliğinden şüphe duymadığım bir şey var; ahval ve şerait ne denli vahim olursa olsun umutsuzluğa düşmek kadar feci bir hâl yoktur. aramızda genç yazarlar var muhakkak. bunları öğüt verme gayesiyle söylemeyeceğim çünkü inanın bende bir başkasına akıl veremeyecek kadar kusur ve hata var kuşkusuz. bunları yalnızca gördükleriniz ve okuduklarınız gardınızı kolayca indiremeyesin diye söylüyorum çünkü insanın insana maruz kaldığı her mecra gibi bu mecrada da benzer olumsuzluklar yaşayacaksınız mutlaka.

bazen bazı şeyler okuyacaksınız, özellikle kitlelerin bu denli kutuplaştığı haberlerin altında göreceksiniz böyle söylemleri, yorumları ve biraz lafta da olsa insanları. bu insanlar sizi korkutacak, kışkırtacak, sindirecek ya da kontrolsüz bir öfkeye kapılmanıza sebep olacak. haksız değilsiniz; öfkenizde de korkunuzda da. bunu yazan insanların gerçek olamayacağını düşüneceksiniz mutlaka; bu fikirleri ne vicdanınız ne dimağınız almayacak belki ama bazı zamanlar gerçek göründüğü gibidir. ne azı ne de fazlası. yine de bu söylemler umudunuzu kırmasın. insan ilk önce kendisini deneyimler, bu yüzden istemsizce ortalama olarak kendimizi almaya meyilliyizdir erken yaşlarda. ondan dolayı sokakta, işte, okulda; günlük hayatın mutlaka bir yerinde böyle bir insanla yan yana gelmiş olma fikri uçuk gelebilir bazı zamanlar bize.

yine de unutmamak gerekir, bu gibi insanlarla aranızdaki fark; insanca yaşayabilme gayesidir. bakınca çok tanıdık bir portre çıkar önünüze; böyle kimseler eşkıyadır aslında. yağmacı olmak zorundadır çünkü kendi gayretiyle alabileceği tek bir güzel şey yoktur dünyadan. senin, benim, onun gibi; bizim sıradan insanımız gibi hayalleri yoktur onun. ancak zorla, baskıyla ve dikte ederek alabilecektir istediğini zira insanca yaşayarak bunlara ulaşabilme kapasitesi kısıtlıdır. yetersizliğini şiddetle bastırabilir ya da bastırdığı sanrısına kapılır. o yüzden de radikaldir aslında. ahlaki değerleri kendincedir ve etiği de alıp ona indirger çünkü başka türlü var olamayacaktır düzenin içinde. hukuk ona ve çıkar çatışması yoksa eğer kendisi gibi olana kadar vardır ancak. adaletin her olgunun ve kavramın üstünde olduğu gerçeği deli saçmasıdır onun için. kendi perspektifine hapsolmuştur çünkü başka bir perspektiften bakabiliyor olsa da gördüğü tek şey kendi başarısızlığı olacaktır. bir insan olarak bile yitip gidememiştir zira onun zihninde başından beri parçalanabilecek bir yapı inşa edilmemiştir hiç. içinde yaşadığı sistemin dinamiğini algılamaz. kabile mantığıdır onun kafasındaki. her güzel fikrine, hayaline, umuduna düşmandır çünkü o buna asla sahip olamayacaktır.


böyle söylüyorum ama bu seni yıldırmasın. bir insanın yapabileceği en onurlu eylemdir adaletsizlik karşısında boyun eğmemek. işte böyle insanlar söylemleriyle seni sindirmeye çalıştığında bilmen gereken tek şey bu. hiçbir partiye, fikre, ideolojiye bağlı kalmak zorunda değilsin. partiler çizgilerinden kayar, fikirler kimi durumlarda işlevini yitirir, ideolojiler ise teoride ne satarsa satsın pratikte çuvallayabilir. insani çıtanı koyacak olan sensin. bir insan olarak kendin ve sevdiklerin için olmayı umduğun kişiyi ancak böyle inşa edebilirsin. her zaman mükemmel olamayacaksın, her eylemin en doğrusu ya da en iyisi olmayacak ve bazı zamanlar gelecek ki iki yanlış arasından daha az yanlış olanı seçmek zorunda kalacaksın. bunun bir önemi yok, insansın sen. yenik düşmekten, hata yapmaktan, korku duymaktan çekinmene gerek yok. böyle var oluyoruz. sen kendi pusulanı doğru yöne çevirdiğin müddetçe kendi içindeki kuşku ve dışarıdaki yağmacılardan gelen baskı seni sindiremeyecektir zaten.

oku, okuman lazım. romanlardan, ağır felsefe kitaplarından, gösterişli edebi eserlerden bahsetmiyorum sana. öyle zamanlar var ki okuduğun tek bir sayfa bile çekip çıkaramayacak seni oradan. toplumsal analizler, o canım aydınların canım fikirleri toz olup gidiverecek gözünün önünden çünkü yaşam mücadelesi karşısında hiçbir sabit düşüncenin ne kadar rasyonel olursa olsun hayatın gerçekliği karşısında şansı yoktur. onlar kendine rehber edinebileceğin yolun tuğlalarıdır ancak, kendisi değil. o yüzden oku derken bahsettiğim çok daha basit bir şey. oku, haklarını öğren. bir vatandaş olarak haklarını bil. bilmek zorundasın çünkü bilmediğinde onları senden çok daha kolay bir biçimde çekip alacaklar ve alınan hiçbir hak nezaketle geri verilmedi. tarih sayfalar boyunca bunu yazar ve tekerrür edeceğine hiç şüphe yok. uygar ülkelerin kaygıları değil bizimkisi. ne yazık ki değil. tüm kalbimle hepimiz için daha aydınlık bir gelecek tasavvur ediyor olsam dahi bunun pek az şeyi değiştirdiğini biliyorum.

umudun kırılmasın. gördüğün, okuduğun, deneyimlediğin şeyler seni yorabilir ve yorulmak da hakkın ama yeter ki umutsuzluğa kapılma. onu kaybedersen, her şeyi kaybedersin. bunu elinden alabilirse seni tamamen sindirirler. yalnızca korkuyla değil, tükenmişlikle sindirirler ve böylesi en fenasıdır çünkü korku gün gelir ufak bir kıvılcımla saman alevi gibi öfkeye dönüşebilir ancak umutsuzluk gün geçtikçe yalnızca kendi kendisini doğuracaktır.

unutma, bir insan olarak pusulan sensin. olabildiğince özgür ol, eğer bir kıymeti harbiyesi varsa en içten dileğim budur.
devamını gör...

polise asit atılması

protestolar sırasında yaşanmış olan vahim olaylardan biridir. başlık sahibine birazdan geleceğim ama önce şu konuda fikrimi biraz açayım. gezi sırasında bu gibi provokatörler sebebiyle medya üzerinden çok ciddi manipülasyonlar döndüğü için pek yabancı bir görüntü değil. kimin sebep olduğunu bilmeden sansasyonel bir yorumda bulunmak saçma ve etik dışı olduğu için pek işin o boyutuna girmeyeceğim. böyle bir saldırının savunulabilecek bir yanı yoktur.

bilinçli olarak seçilmiş bir memuriyeti kutsal saymıyorum; yazılı olmadığı müddetçe belirli emirleri yerine getirme zorunlulukları olmadığı da aşikar ancak bu demek değil ki olaylar karşılıklı kıyıma dönsün. hele ki her iki taraf da aynı vatanın insanlarıysa. ancak kolluk kuvvetleri orantısız güç kullanarak vatandaşları anayasal haklarını kullanmaktan alıkoyuyorsa buna tek bir perspektiften bakılamaz. umuyorum süreç boyunca gerçekten amacı ve niyeti iyi olan insanlar zarar görmez ancak ne yazık ki üzülerek de olsa bu temennimin gerçek olamayacak kadar ütopik olduğunun farkındayım. keşke şartlar bu şekilde gelişmiş olmasaydı.

şimdi gelelim çuvaldıza. başlık sahibi yazarın girdilerine bakınca hiç öyle orantısız şiddetle falan derdinin olmadığı gayet açık. çıplak arama iddiaları -sizin için hukuken bir geçerliliği olmasının önemi yok gibi tanımlarınıza bakınca, iddia olması yeterli- yerlerde sürüklenip dört beş kişilik gruplar tarafından dövülen öğrenciler; türk tabipler birliği tarafından alenen kimyasal silah olarak adlandırılan biber gazıyla zehirlenen gençler, tomalarla eksi derecelerde saatlerce -ki direkt üstlerine tazyikli su sıkılması yasak olmasına rağmen- ıslatılan vatandaşlar ve plastik mermi yüzünden ağır yaralanan insanlar hakkında hiç öyle tepkinizi görememişiz. merhametinizden mahrum bırakmışsınız bizi. %40 görme kaybı yaşayan gözümü ne yapsak acaba? pansuman yapacak mısınız bana? birkaç iyi dileğiniz de mi yok? yok tabii zira sizin fikriniz yok. sizin sadece sevdiğiniz ve sevmediğiniz şeyler var. vicdan ve akıl aynı anda noksanlık gösteriyorsa pek bayağı, pek katlanılmaz bir şeydir. insanlara ahlak satmak yerine eksiklerinizi gideriniz. birini halletseniz belki diğeri çok da göze batmaz. bir de, elbette fikrinizi ifade etmekte özgürsünüz. anayasal haklarını insanlara sanki kendi verdiğiniz bir lütufmuş gibi sunan üslubunuzla konuşmak istemem tabii ama kimseye ahlak satacak konumda olmadığınız aşikar. yalnız söylemeden edemeyeceğim, hukuk bilmiyorsunuz o sebeple bu konularda çok fikir beyan etmeyin, sizin için değil kendim için söylüyorum zira cehaletiniz beni biraz yordu. omurga güzel şey, herkese lazım olur.
devamını gör...

21 mart 2025 ülke genelinde protestolar

gezide düştüğüm zaman üzerime daha fazla tazyikli su gelmesin diye kucağında çocukla önümde duran bir kadın vardı. suratındaki ifadeyi bugün bile unutmadım. dün en fazla kırk kiloluk gencecik bir kız çocuğu kolumdan tutup deli gücüyle çekti beni kapsül üstümüze gelmesin diye. korkudan, soğuktan, nefes alamamaktan titreyen bir avuç yirmi yaşlarında çocuk bunlar. çocuk katillerine sayın diye hitap edilip açık mektubu okutulurken, anayasal hakkını kullanan gençlerimize“terörist” diyorlar. bizim gençlerimiz bunlar. bizim çocuklarımız.

o kadar kalabalığın içinde gözüne sıkmak için bir limonu kesecek bıçak bile bulamayan bir avuç genç... bunlar mı terörist?

buz gibi havada birbirine sarılarak donmaktan kurtulmaya çalışan, üstü başı sırılsıklam olmuş bir grup üniversite öğrencisi sadece. en az senin benim kadar kaybedecek şeyleri var, hatta belki daha fazla.

olayı kişi ya da parti bazında tartışanlara kulak vermeyin. bu protestonun özünü unutturuyorlar. bunun kriminalize edilmesine izin vermeyin. bir avuç çocuktan ödleri kopuyor. bu ne kişi ne parti ne de ideoloji meselesidir. üç kişiden ne olur demeyin, en azından kişi başına düşen plastik mermi sayısı azalıyor. bu vatan bizim, arkadaşlar. bu çocuklar bizim geleceğimiz.
devamını gör...

bizimle çalışmak istemiyorsun demek

bir bertolt brecht şiiri. ben de bozgunlarımız azlığımızın kanıtıdır şiirinden bir dize ekleyeyim zira şiirde sözü geçen umudunu yitirmiş olanların ektiğinden biçtiğimiz budur. ışıl ışıl gözlerinizden öpüyorum, çocuklar.

ve seyirci kalanlardan beklediğimiz
en azından utanç duymalarıdır!

devamını gör...

öpülen çocuğun yanağını silmesi

gücendirecek bir eylem değildir. kardeşiniz, kuzeniniz, yeğeniniz de olsa fark etmez; çocuklara temasta bulunmadan önce bunu yapıp yapamayacağınızı mutlaka sormanız gerekir. onlar bizim küçük oyuncak bebeklerimiz değil. zihinsel bir inşa süreci içindeler ve eğer bundan hoşlanmıyorlarsa birilerinin onlara temas etmemesi gerektiğini öğrenmeleri ve sınırlarını korumayı refleksif olarak da olsa anlayabilmeleri gerekiyor. niyetiniz kötü olmayabilir, sadece sevgi gösterisinde bulunmak istiyor olabilirsiniz ancak karşınızdakinin çocuk olması bu zorunlu temastan hoşlanmaya açık olduğu yahut buna maruz kalmak zorunda olduğu anlamına gelmiyor.

yalnızca temas da değil, herhangi bir gıdaya alerjik bir reaksiyon verip vermeyeceğini bilmediğiniz hiçbir çocuğa ebeveynine danışmadan bir şey vermeye de çalışmayın mümkünse. evinizde kalıyorsa gerekirse ailesini arayıp bir yiyeceğe alerjisi olup olmadığını sorun. bazen çocuklar hele ki sevdiği bir şey sebebiyle sağlık sorunu yaşıyorsa böyle şeyleri söylememeye meyillidir. yetişkin olan sizsiniz, çocuklardan daha sorumlu hareket etme zorunluluğu size ait.
devamını gör...

nick vermeden bir yazara seslen

pasif agresif olmaktan ziyade, sabırlıyım. bunu özel bir çabayla sürdürüyorum. varoluşumun doğasına ters olsa da, nezaket adına bazen gereklidir. ama suyun kaynamadığını düşünüyorsan, müthiş bir yanılgı içindesin demektir. 'üç' kuralı, zihnimde işleyen bir saat gibi tik tak ediyor. ilk hamleni yaptın, ıska. bunun için tahammül sınırım maksimum %30'a %70 ve sen giderek o eşiğin altına düşüyorsun. ikinci ıska. %19 hiç kimse için yeterince iyi değildir ve seni temin ederim, uzun bir süre daha %81'de kalmak gibi bir gayem yok.

silahında daha fazla kurşunun olduğunu umarım çünkü tek bir şansın kaldı ve bunu da ıskalarsan dışarıda kalacaksın. zaman ve emek değerlidir ve ben, eğer buna değdiğine inanmıyorsam enerjimi nadiren heba ederim. eğer içinde bir yerde buna değmediğini zaten biliyorsan son atışını deneme bile çünkü bu isabet etse bile er ya da geç bir tanesini ıskalayacağını ikimiz de biliyoruz.
devamını gör...

bir de bana sor

nereden aklıma esti kim bilir ama benim için çok ayrı bir yere sahip olan erol evgin şarkısı. bu şarkının beni etimle tırnağımla sarstığı iki anı hiç unutmadım. hafızamın orta yerinde, bana şarkıların bazı zamanlar anılar için mıh görevi de görebileceğini anımsatıyor.

bir yaz akşamı biraz da çakır keyif bir hâlde taksiden inip elimde ayakkabılarım, yalın ayak dolanıp durmuştum bostancı'da. kulaklığımın şarjının bittiğine dair uyarı sesi kulağımı doldururken bu şarkı çalmaya başladı. içimi tuhaf bir korku kapladı, sanki radyoda sevdiğim bir şarkı çıkmış da yarısına yetişmişim gibi telaşlandığımı anımsıyorum. gözümün önünden pek çok insan geçip gitti. kiminin yüzünü bile zar zor hatırlıyor olsam da ve kiminin sadece sesi kalsa da hatırımda içimde şiddetli bir özlem duydum. ne kırdığım ne de kırılan kalbim önemliydi o vakitlerde. gecenin bu saatlerinde hava da böylesine güzelken üstelik; neşeli, güvende ve iyi olmalarını dileyebildim sadece çünkü bazen yapılabilecek tek şey bundan ibarettir. nasıl pervasızca köprüler inşa edip köprüler yakmışız. başkalarının hayatından geçip gitmişiz hiç düşünmeden. birinin hayatına dokunmak nasıl bu kadar kolay, korkusuzca, önemsiz bir şeymiş bizim için, hiç anlayamayacağım. gençlik nasıl da insanı cesur, düşüncesiz ve atılgan yapıyormuş ya da yaş aldıkça daha hesapçı ve korkak oluyormuş insan.

aynı hissi bana geçtiğimiz yıl başında da yaşattı ziyadesiyle. ailemle güzel bir yemek masasının başında; denizin belki tuzundan belki insanı yatıştıran esintisinden gelen o tuhaf coşku ve melankoli ile kadehlerimizi kaldırıp annem için söylemiştik bir ağızdan. sensiz yaşamak neymiş, bir de bana sor. ak düşen saçlarını tel tel sayarken bunca yıl nasıl geçti gel de bana sor...

"evlerin ışıkları bir bir yanarken,
bendeki karanlığı gel de bana sor."

devamını gör...

frp diyalogları

atlara fısıldayan mezar soyguncusu -tanrıya şükürler olsun bu defa sadece yağmaladı- rogue: buyucu

tek bir kayda değer ahlaki ve estetik kaygı gütmeyen -gobline de değildir be!- umutsuz aşık barbar: bubbles of death

savras'dan üç gece önce doğmuş -seni sevmiyorum ve sana laflar hazırladım- non-iq ranger: progresif rock bölge imamı

ve ao'nun cezası -sen de benim hatalarımdan birisin, sen en büyük günahların bedelisin- dm: yakılasıca elminster the wise (help)
lomp gururla sunar...

parti sürpriz yedikleri bir baskından kan revan içinde kurtulmayı başarmış, üstüne bir de skragg isimli çelimsiz, yarım akıllı bir goblini esir almayı son dakika akıl edebilmişlerdir. partinin cinsel yönelimi konusunda kafası karışık barbarı diğerleri şekerleme yaparken ayılıp duran goblini yumruklayarak bayıltmaya devam eder ve -goblini ayıltmak için kafasına baltayla vurmuşluğu da vardır- dm * çaresizce partiye aslında "iyi adam" olduklarını hatırlatma çabasına girişir ancak zaten konuşmaya hazır olan gariban goblini hançerle tehdit etmek, darth vader gibi boğazından tutup yerden yere vurmak ve bir takım psikolojik işkence yöntemleri ile "daha da" konuşkan hâle -ne olsun istiyorsunuz siz tam olarak lan?!- getiren ve istedikleri bilgiye ulaşan -ee zaten verecekti ya...- partide iyi kelimesinin bir karşılığı yoktur ve zaten başından beri hiç olmamıştır. -parti smeagol'dan hallice goblin aksanlı ingilizcemin üzerine suçu atarak yırtmaya çalışır ama yemezler-

atlara fısıldayan -nedenini sormayın bile-rogue, ao'nun kızıl cadı yılında bana yetiş ya mintiper moonsilver dedirtmiş edgelord ranger'ı arada bir dürtmekte; sanki yeterince işkence yapmamışlar gibi onu da bu caniliğe alet etmeye çalışmaktadır. -adam literally oyunun ortasında yorgunluktan uyudu kaldı... dm'lik kariyerim bitti resmen-

kaçırılan griffon şövalyesinin akıbetini öğrenmeye çalışan ekibin, "adamın adını söylediler mi sana?" sorusuna "yemek?" cevabını veren goblin de kendi kendisine hiç yardımcı olmamaktadır.

bunu duyunca 'aman ya şimdiye literally öğütmüşlerdir onu, gel köyümüze dönelim,' mentalitesine giren rogue da bu arada dosta korku düşmana güven sağlamaktadır. -düşünsene müttefikliği böyleyse düşmanlığı kim bilir nasıldır-

olaylar bir şekilde gelişir, progresif rock bölge imamı yorgunluktan sızıp kalınca gemiden atılır ve karakter kağıdına dm tarafından el konulmak suretiyle oyuna devam edilir. bir noktada maceracı mı yoksa ödlek tavuklar mı olacakları konusunda pek konsensüs sağlayamamış ekip, gariban goblini de yanlarına alarak iz peşine düşer. yolda tıfıl goblin ile iki metrelik goliath arasında tuhaf bir cinsel gerilim de meydana gelmiş -niye? yani gerçekten... niye?- ancak kalan parti üyeleri ve dm'in "kimse bunu izlemek istemiyor ve ben bunu tasvir edeceğime gözlerime mil saplarım daha iyi" minvalinde müdahaleleri ile son dakika engellenmiştir.

bir şekilde ufak çaplı bir mücadeleden sağ çıkan ekip mağara kompleksinin yanında (içeride muhtemelen ölmesine ramak kalmış bir müttefik can çekişirken) dolanıp durmakta, yarım saat savunma? -adam öldü içeride btw- planı yapmaya çalışmaktadır. benim kendime hayrım yok ekolünden gelme ranger'ın bulduğu izler neticesinde içeride en az bir bugbear olduğunu öğrenen ekip kendi içinde bir çatışmaya düşer. bugbear ırkının aslında kolu boyunda, zararsız bir böcek olduğuna bir şekilde ikna olmuş (crit fail kötü birisi) pasifist(!) barbarımız yarınlar yokmuş gibi saldırma taraftarıdır. gariban rogue o işin aslında öyle olmadığını anlatmak için barbarın ikisinin de ne dilde yazıldığını bilmediği eski günlüğünü elinden kapar ve kitaba vura vura bir misyoner edasında palavralar sıkarak anlatmaya girişir.

"bilmez misiniz ki ey ölümlüler..."

ancak sorun şu ki, okuduğuna ve içinde bugbearlar hakkında kati bilgiler olduğuna inandırmaya çalıştığı kitabı ters tuttuğu için düşük int barbarı bile ikna etmeyi başaramamış -ya abi o dil tersten şeyapılıyormuş aslında- parti saldıracağız/saldırmayacağız diye bağıra bağıra birbirine girmişken baskın basanındır diyen kabile tarafından delik deşik edilmek suretiyle bir güzel dayak yemişlerdir. (adamlar sıkıldı içeride beklemekten.)

sonrası bildiğiniz gibi...

"dm'im battleaxe ile kafasına bir tane geçirsem çivi gibi toprağa gömebilir miyim ben bu arkadaşı? yani bacağına kadar saplansa en azından?"

"dm'im cross-bolt ile bu dire wolf denen zımbırtıları yere sabitleyip aslanlı yol gibi şey yapabilir miyiz?"

"dm'im..."

ve sonra şöyle oldu demek isterdim:"asmodeus sizi yakıp kül etmeden saniyeler önce bu lanet dünyayı sizden kurtarmak için geldim diyor ve... roll for initiative, çocuklar." ama olmadı.

lütfen. biriniz. beni. kurtarın.
devamını gör...

de monarchia hispanica

campanella'nın monarşik hegemonya teorisi olarak okunabilecek eseri. eğer tommaso campanella ile benim gibi ilk kez apologia pro galileo sayesinde tanıştıysanız, onu bilimin özgürleşmesi için mücadele eden bir düşünür, rasyonel bir filozof, engizisyon’a karşı direnen bir entelektüel olarak tanımanız muhtemel aslında ancak eğer yolunuz civitas solis -güneş ülkesi- üzerinde kesiştiyse, campanella'nın fazlasıyla merkeziyetçi, bireyselliği yok sayan, katı hiyerarşik sistemleri yücelten bir ütopyacı olduğuna kanaat getirmek işten bile değil. o yüzden, de monarchia hispanica’yı okumadan önce campanella’nın hangi yüzüyle tanıştığınıza bağlı olarak beklentilerinizi ona göre şekillendirmeniz gerekebilir çünkü bu eserde campanella, bilimin savunucusu ve engizisyon mağduru o özgürlükçü fikir adamı olarak değil, ispanyol monarşisini ilahi bir düzenin merkezine yerleştiren ve katolik otoritenin mutlak egemenliğini savunan 'devlet aklı'nın bir teorisyeni olarak karşımıza çıkıyor.

eser özünde ispanyol monarşisinin siyasi meşruiyetini tanrı’nın iradesine dayandırarak evrensel bir imparatorluk modeli kurmaya çalışıyor ancak metnin yalnızca teolojik bir savunma olmadığını anlamak gerekiyor. campanella aynı zamanda realpolitik -biraz abartılı bir söylemle- bir analiz de sunuyor. ispanya'nın güçlü ve zayıf yönlerini değerlendirerek ve hatta monarşinin gelecekteki çöküşünü öngörerek birtakım reform önerilerinde bulunuyor ki bunların işlevselliği mutlaka tartışmaya açıktır ancak bu açıdan, metin hem idealist hem de pragmatik bir karakter taşıyor demek yanlış olmayacaktır.

campanella’nın temel varsayımı aslında bugün pek çok devlet otoritesi ile aynı sanrıyı paylaşarak -ki en azından ispanya'nın bu konudaki iddiası diğer devletlere nazaran daha makul bir çerçeveye oturacaktır, en azından tarihi kayıtlar bize bunu gösterir- ispanya’nın roma imparatorluğu’nun doğal varisi olduğu ve bu mirası bir adım ileriye taşıyarak tüm dünyayı katolik bir çatı altında birleştirmesi gerektiği üzerine biçimleniyor. bu noktada da bir açıdan augustinusçu tarih anlayışı devreye giriyor ki bu campanella için oldukça sıradışı kabul edilebilir ancak bunu şöyle özetleyebiliriz belki bu eser nezdinde: roma, dünyevi bir imparatorluktu; ispanya ise ilahi bir misyon taşıyan kutsal bir hegemonya kurmalıdır. papalık, bu sürecin ruhani otoritesi olarak kalmalı, ancak fiili yönetim ispanya’nın ellerinde olmalıdır. dünya üzerindeki tüm siyasi oluşumlar, katolikliğin evrensel egemenliği altına girmelidir.


belki bir açıdan campanella’nın ütopik düşüncelerinin realist bir boyut kazandığını görmek de mümkün. campanella yalnızca bir din adamı gibi konuşmuyor; aynı zamanda siyaset biliminin temel mekanizmalarını da analiz eden bir teorisyen misyonu da üstlenmiş vaziyette. yine de campanella ispanya’nın mutlak güç sahibi olduğunu iddia etse de bu gücün kalıcı olması için reformlara ihtiyaç duyduğunu da fark edererek buna göre bir yol haritası çizme gayretine düşüyor ki bu bir bakıma eserin bel kemiği sayılabilir esasen. dönemin ispanyasını elbette campanella kadar iyi analiz edemem fakat sömürgelerden gelen devasa zenginliğin ekonomik gücü arttırmış olduğuna şüphe yok ancak merkeziyetçiliğin şiddetlenmesi ve verimsiz yönetimden ötürü bu gücün sürdürülebilirliğinin tehdit altında olduğu bir bakıma campanella'nın da öngörüsünde olduğu gibi gayet aşikar. üstelik açık ki monarşinin bürokratik mekanizmaları hantallaşmış, yerel yönetimler verimsiz hale gelmiş durumdaydı ki bu zaten bu eserin yazılış sebebidir. campanella, ispanya’nın genişlemesini sürdürmek için yalnızca askeri güce değil, ekonomik ve idari reformlara da ihtiyaç duyduğunu belirtiyor. eserde avrupa’daki diğer devletlerin ispanyol hegemonyası için nasıl bir tehdit oluşturduğunu detaylı şekilde ele alınıyor ki bunların çok doğru ve stratejik okumalar olmadığı kanaatindeyim. osmanlı imparatorluğu, campanella’ya göre hristiyan dünyasının varoluşsal düşmanıdır ki haklı bir önerme olsa dahi vakti zamanında kendi elleriyle bir isyan hazırlığında osmanlıya sığınma gayretini bilince biraz ucuz bir değerlendirme gibi hissettirdi bana okurken. ki ispanya’nın bu tehditlere karşı tek başına mücadele edemeyeceğini, birleşik bir katolik bloğunun oluşturulması gerektiğini savunusu yine bir açıdan doğrudur ancak tarih bize bunun ispanya’nın kontrol edebileceği bir süreç olmadığını da gösterdi zira ne fransa, ne ingiltere, ne de papalık, ispanyol monarşisinin bu kadar büyük bir güce sahip olmasına asla izin vermedi. campanella’nın fikirleri idealist bir monarşi vizyonu mu, yoksa dönemin ispanyol yöneticilerine sunduğu bir kurtuluş reçetesi mi kestirmek zor. yine de açıkça söyleyebilirim ki teolojik açıdan campanella’nın evrensel monarşi fikri saf bir ilahi düzen tahayyülünden öteye geçmesi oldukça zor bir hayaldi ve öyle de oldu.

osmanlı’nın tarihsel gücü ve protestanlığın avrupa’da yarattığı dönüşüm göz önüne alındığında, ispanya’nın bu kadar kapsamlı bir hegemonya kurması gerçekçi değildir ama campanella'nın o şartlar altında bunu okuyabilmesi oldukça zor bir ihtimaldi zaten. ancak kabul etmek gerekiyor ki ekonomik açıdan alanım olmasa da basit bir yorumla campanella’nın tespitlerinin doğru olduğunu söyleyebilirim. ispanya’nın ekonomik yapısındaki dengesizlikler, sömürge gelirlerine olan bağımlılığı ve aşırı askeri harcamalar uzun vadede monarşinin çöküşüne neden olmuştur ki bunu çok kapsamlı ele almak gerektiği için bu başlıkta yapmayacağım. jeopolitik açıdan ise ispanya’nın avrupa’daki diğer büyük güçlerle dengeli bir ittifak kurma ihtimali düşük olduğundan -ve yalnızca dış değil iç sebeplerden de kaynaklı olarak- campanella’nın birleşik katolik blok fikri uygulanabilir olmaktan uzak açıkçası. bu nedenle, de monarchia hispanica, büyük oranda teorik bir model olarak kalmış, pratikte ise ispanya’nın hegemonya arayışının başarısızlığını öngören bir metne dönüşmekten başka bir işe de yaramamıştır aslında. eser tam da bu sözünü ettiğim sebeplerden ötürü katı bir teolojik savunmadan çok bir imparatorluğun düşüşünü öngören bir analiz gibi okunmalıdır. zaten tarih kitaplarını biraz bile kurcalamak bize gösteriyor ki campanella'nın ispanyol monarşisi için önerdiği reformlar büyük ölçüde uygulanamamış, ülke 17. yüzyılda ekonomik ve siyasi zayıflama sürecine girmiştir. de monarchia hispanica’ya modern zamanın gözü ile baktığımızda katı dini ideolojilerin realpolitik içinde ne kadar sürdürülebilir olduğu sorusunu da düşünmemiz gerekiyor bir açıdan. yine de metnin omurgasını oluşturan, campanella'yı bu cümleleri yazmaya iten soru ne olursa olsun cevabı tarihin kendisi hâlihazırda vermiş durumda zaten.
devamını gör...

intihar eden gençlere yapıştırılan damga

ikidir böyle başlıklara denk geliyorum, her defasında acaba insanlar spesifik olarak kendilerine küfür ettirmek için özel bir çaba mı harcıyor diye düşündürüyor bana bazı tanımlar. ben kibar bir insan değilim, öyle olmak bilinçli bir tercihim olabilir sadece. yani anaokulunda öğrenmiş olmanız gereken empati 101'i gelişimi sekteye uğramış bir primata anlatır gibi ben anlatamam size bu saatten sonra. o sizin insani eksikliğiniz, çok ihtiyacınız varsa gidin kendiniz hâlledin. 

benim söyleyeceğim iki çift lafım daha önce buna kalkışmış ve bir şekilde hayatta kalmış olan insanlara. zaten izole edilmiş hissettiğini biliyorum. insanların sandığı gibi çevrendeki insanların hassas birer sevgi kelebeğine dönüşüp sana ihtimam göstermediğini; çoğu zaman kendini suçlu, eksik, güçsüz hissettiğini ve hissettirildiğini biliyorum. sosyal açıdan izole hâle getirilmiş olabileceğinin farkındayım. bazen seslerin çok yüksek olduğunu ve seni sindirdiğini görebiliyorum.

senin üstüne basarak kendilerini güçlü adlettiklerini, sana bir boka yaramayan hayat felsefelerini satmaya çalıştıklarını biliyorum ama sana bir şey söyleyeyim: hiç kafanı bu seslerle doldurup kendini değersizleştirme. eksik değilsin, kırık değilsin; her insanın yaşayabileceği bir şey yaşadın ve sağ çıktın, olan sadece bu. ne azı ne fazlası. kötü bir şey yaşadın ve şimdi devam ediyorsun. sosyal mecralarda en iyiyim diyen bile iki eyleme katılıp kendini aktivist ilan etmiştir en fazla. burun kıvırıp da sokağın içine inmezler öyle. hayatlarında bir kere sığınma evlerine, sosyal yardım merkezlerine, huzurevlerine, yetimhanelere kafalarını uzatıp da baktıkları yoktur çoğunun. kendi ülkelerinin gerçeklerini bile okuyabilecek kadar hayatın içinde değildirler. "psikolojik sorunları varsa niye psikiyatri servisine gitmemiş ama şekerim," gibi non-iq söylemler, anlatabiliyor muyum? nato kafa nato mermer.

kimseye acını beğendirmek, onların gözünde bunu meşrulaştırmak, dayanıklılığı insani bir erdem sanan çileci tiplere sorunlarını kanıtlamak zorunda değilsin. benim, onun, bunun, şunun fikrinin bir önemi yok. biz kimiz? biz tam olarak ne başardık da sana kendini bok gibi hissettirecek kadar kusursuz olalım? kim bunlar da utanç duyacaksın? açık yüreklilikle söylüyorum, ben kimim ki benden utanacaksın mesela? hele ki zaten en temel dürtülerinden birine dahi karşı çıkabilecek kadar dibi görmüş insanların üstünden ego mastürbasyonu yapacak adamın fikrinin kendine bile yettiğini düşünme. onun sattığı yüzeysel ahlakçılık bile ahlaksızlıktan, sözde erdemleri ve etik çizgisi bile kendi aklının küçücük sınırından başka bir şey olmayacaktır kuşkusuz.


bunları sana söyleyebiliyorum çünkü ben de bir zamanlar oradaydım. durduğun yerde duruyordum. ne övünüyorum bununla ne yeriniyorum çünkü bununla ikisini de yapamazsın ve yapmamalısın da. saklayacak tek bir şeyim yok. senin gibi kendimi kırılgan, güçsüz ve dışlanmış hissediyordum. hayatı yaşamayı bile becerememiş olmamın utancı vardı üstümde. bunun gibi insanların etiketleri; sanki bir boklarmış gibi çöpten hallice fikirleri sırtıma daha da yük bindiriyordu. hatta sana bir sır vereyim, hayatta kalmış olmaktan nefret ettim. ama dürüst olalım, kim ki onlar? sen sanıyor musun ki bir kıymeti harbiyeleri var? sanma. kimse için dilemem bunu ama durduğun yerde asılı kalmaları bir travmaya bakar sadece. öyle ben her şeyi aştım, başkalarını yıkan acılar benim gücümü azaltmadı bile tavırlarına bakma sen. psikolojik rahatsızlıklar bunlar için televizyon şovlarında gördükleri; yeraltı muayenehanelerinde herkese aynı hastalığı yakıştırıp geçen terapistlerinden kendilerini süslemek için aldıkları kurdelelerden ibaret. dünyayı deneyimleri dışında algılayabilecek bir mentalite ya da birbiriyle çelişmeyen iki kıytırık fikirleri varsa bile arasan da zor bulursun.

insan delirebilir, insan başkalarına utanç verici gelebilecek hallere düşebilir, insan hiçbir sebep yokken bile kendini buna sürükleyebilir. bu sadece bir yardım çığlığı bile olabilir. en azından birinin seni küçümsemediğini, cık cıklayarak başını çevirmediğini, utanç nesnesi ya da güç denemesi yapabileceği 'bir başkası daha' olarak görmediğini bilmeni istiyorum. umarım hayatın bundan sonra onun tadını çıkarabileceğin kadar güzel geçer ve eğer geçmez ise tüm kalbimle kendinde devam edebilecek bir şeyler bulmanı umut ediyorum. sesleri bastır gitsin, seninkinden başka hiçbirinin bir önemi yok.

ha, sizler için de söyleyecek güzel bir şey aradım zihnimde ama boşverin gitsin, bulamıyorum bile. herkesin başkasının masasına ne servis ediyorsa ondan yemesi gerektiğini geç oldu ama öğrendim. yani böyle güzel güzel sallıyorsunuz ya durduğunuz yerden; kendinizi süsleyip cilalamaya devam edin ama bir gün orada durmak zorunda kalırsanız ki bunu hiç kimse için dilemem ama olur da kalırsanız lütfen hatırlayın olur mu? işler ters gittiğinde kendi inşa ettiğiniz bu düşünceler sizi de yakaladığı zaman vakti zamanında onların en ateşli savunucularından biri olduğunuzu hatırlayın. hiçbir boka yaramayan insanlar üstünüzden ego mastürbasyonu yapmaya kalktığında ki sizi temin ederim tıpkı sizin gibi onlar da yapacaklar o zaman söylediğiniz her cümleyi noktasından virgülüne kadar hatırlayın.

bana olmaz demeyin; dilerim ki olmaz ama o sarsıntı bazen şiddetli travmalarla değil suyu bulandıracak bir küçük çakıl taşıyla bile gelebilir. bir yabancının lafıyla bile zihninizin kırılabileceği anlar vardır ve o an geldiğinde aynı tavrı gördüğünüz zaman ağlamak yok. oyunu siz kurdunuz, ne yazık ki hiç istemiyor olsam da siz de oynayacaksınız. sizin için hayatta kalmak güçlü(!) olanlara mahsus ise bir köşede ölmenizin başkaları için ziyanı olmadığında şikayet etme hakkınızı kaybettiniz çünkü bu duyarsızlığı bir elden siz yarattınız. rüzgar eken fırtına biçer. bunun için cadı avına mı çıkmak istiyorsunuz? o çok hassas sinirleriniz mi gerildi? ilk beni yakabilirsiniz. sanki çok da s...de.
devamını gör...

üstteki yazarın kişisel iletisini yorumlama

vonnegut'ın yazarken yalnızca howard'ın kaderini değil, insanlığın en gülünç trajedisini de resmettiği fevkalade bir alıntı. bir maskeyi yeterince takarsan, bir şekilde derine işleyecektir. bu alıntının iskeleti budur kuşkusuz. sissy hanım vonnegut olarak başlatmış, ben de kilgore trout olarak bitireyim: "make love when you can."
devamını gör...

heroes' feast

şef takımlarımı çekip geldim. 2020'nin sonlarında* ten speed press tarafından piyasaya sürülen resmi dungeons and dragons yemek kitabı. 2023 yılında yayınlanan flavors of the multiverse isimli tatlı bir ekstrası da mevcut ancak henüz benim tarafımdan sahiplenilmiş değil. kyle newman, michael witwer ve jon peterson, profesyonel aşçılar ile birlikte şahane bir iş çıkarmış. settingin içinde hikayeleri ve zahmetsiz yapılarıyla kendine kolayca yer bulabiliyor tarifler. avernus'un derinlerinden çıkma fire-spiced abyssal chicken kebabs tarifiyle beni önce kahkahalara boğup sonra kalbimi çalmışlığı  -kadınlar kendilerini güldüren yemeklerden hoşlanır klişesi- vardır. aşağı yukarı seksen tarif mevcut olmakla birlikte denediklerimden bazılarının da tarifini not düşeceğim. aynı zamanda components muhabbeti yüzünden böbrek sattırabilen, altıncı seviye bir conjuration büyüsünün ismidir ki onun başlığı burası değil, belki başka bir zamana.

tariflere geçecek olursak eğer, denediğim birkaç yemek,(ekstra olarak belki bir iki tane de vegan tarif de ekleyebilirim), tatlı ve kokteyl paylaşacağım. belki biraz esneterek benim damak tadıma çok uymayan birkaç tarifi de araya sıkıştırabilirim. havalı bir yemek arkadaşı için küçük bir hediye; ramazanda yemek tarifi paylaşman yetmiyor bir de alkol mü var içlerinde diye çarmıha gerilmezsem başka tariflerde görüşmek üzere! may the almighty watch over the sacred geek paradise.* elminster stinkbeard (biraz tütsülendi diye böyle bir lakap pek nahoş tabii) keyifli okumalar diler.

ilk tarifimiz barovian butterscotch pudding. strahd'ı* özlediniz mi? öyleyse geceyi daha başlamadan hafif bir tatlı ile sonlandırmak gibisi yoktur. tabii... akşam yemeği siz değilseniz. lezzetli bir kurt bifteği, mis gibi kokan sarımsaklı ekmek ve birkaç kadeh red dragon crush şarabının ardından, tatlı krizine en iyi gelen şey blue water ınn’in ünlü pudingidir kuşkusuz. bu tatlı, büyük bir kadeh owlbear sütü kadar tatlı ve pürüzsüz olmasıyla meşhur. ancak tarife geçmeden önce; barovya’nın lanetli sisleri arasından geçmeyi göze alıp bu tavernada yemek yemeyi planlayanlara birkaç tavsiye vermeden edemeyeceğim.
1.saat gece yarısına vurmadan -özellikle de dolunay varsa- eve dönmüş olun. sindirella hikayesinde canı tatlı olanlar için ibret vardır.*
2. ev sahibi ne kadar ısrarla davet ederse etsin, geceyi castle ravenloft’ta geçirmeyin.
3. ne kadar lezzetli görünürse görünsün rüya turtasından ve wizard of wines bağlarının ürettiği purple grapemash şarabından kesinlikle uzak durun! yatırım tavsiyesidir... hayatınız için.

barovian butterscotch pudding
not: su bardağı ile verdiğim ölçüleri 240 ml olarak kabul edin.
malzemeler:
¼ su bardağı tuzsuz tereyağı
⅔ su bardağı esmer şeker (bir kaşık yardımıyla sıkıştırarak ekleyin)
2 yemek kaşığı su
1 + ½ yemek kaşığı vanilyalı mısır şurubu (şeffaf renkte olan arkadaş)
1 çay kaşığı limon suyu
¾ çay kaşığı koşer tuzu
¾ su bardağı krema
2 su bardağı tam yağlı süt
3 yumurta sarısı
3 yemek kaşığı mısır nişastası
1 çay kaşığı vanilya özütü
1 yemek kaşığı scotch veya irlanda viskisi (ağır isli bir scotch kullanmaktan kaçının, çünkü bu tatlının aromasını bastırabilir.)
servis için tatlandırılmış krema (hazır olarak satın alabilirsiniz ama bulamazsanız eğer tarifi not düşüyorum: soğuk kremayı ve şekeri, kasede yüksek hızda, sık sık kabı kazıyarak, sert tepecikler oluşana kadar çırpın. vanilyayı yavaşça karıştırın. ya yaptığınız gibi hemen kullanın ya da kullanmaya hazır olana kadar buzdolabında kabın üstünü streçleyerek saklayın)


ilk adım puding için basit bir karamel hazırlamak. ayvalık muhallebisi -barovya'dan ayvalık'a, yerelleştirme gör sayın türk sinema sektörü- gibi düşünebilirsiniz. orta ateşte kalın tabanlı bir tencerede tereyağı, esmer şeker, su, mısır şurubu, limon suyu ve tuzu birleştirin. ara sıra karıştırarak, tereyağı eriyip şeker çözülene kadar kaynamaya bırakın. karışım 240°f (115°c) sıcaklığa ulaşana kadar, ara sıra karıştırarak pişirmeye devam edin (yaklaşık 3 dakika). ateşi orta-düşük seviyeye alın ve karışımı sık sık karıştırarak, 300°-310°f (149°-154°c) sıcaklığa ulaşana kadar pişirin (yaklaşık 6 dakika). karışım hafif yanık, acımtırak bir karamel kokusu yaymalı.


bir kapta krema ve sütü çırpın. ayrı bir kapta yumurta sarılarını, mısır nişastasını ve süt-krema karışımından bir miktarını ekleyerek pürüzsüz hale gelene kadar çırpın. nişasta topaklarını tamamen açtığınıza emin olun. tarifte yok ama ben ekstra olarak süzgeçten geçiriyorum.

daha sonra karamel karışımını ocaktan alın. çok dikkatli bir şekilde ½ su bardağı süt-krema karışımını tencereye dökün. bu esnada karışım fokurdayabilir, buhar çıkartabilir ve sıçrayabilir. hızlı ama kontrollü bir şekilde çırpın, tencerenin köşelerine kadar ulaşarak yaklaşık 1 dakika karıştırın. eğer karamelin bir kısmı sertleşirse, tekrar ısıtıldığında eriyecektir.

tencereyi tekrar orta ateşe alın ve sürekli çırparak kalan süt-krema karışımını ekleyin. tüm sertleşmiş parçalar tamamen eriyip karışım hafifçe kaynamaya başlayana kadar (yaklaşık 3 dakika) çırpmaya devam edin.

sürekli çırparken, karamel karışımdan ½ su bardağını alıp yumurta sarılarına yavaşça ekleyin ve hızla karıştırın. yine sürekli çırparak yumurtalı karışımı tencereye dökün ve 1 dakika daha çırparak pişirin. kıvam alınca ocaktan alın, vanilya özütü ve viskiyi ekleyin, iyice karıştırın. bir kasenin üzerine ince gözenekli bir süzgeç koyun ve pudingi süzerek kaba aktarın. esnek bir spatula -silikon- kullanarak, pudingi nazikçe karıştırarak süzgeçten geçirin. pudingin yüzeyine doğrudan temas edecek şekilde streç film yerleştirin (pastacı kremasında yaptığımız gibi) böylece kabuk oluşmasını önlersiniz. buzdolabında en az 4 saat, tercihen 24 saat soğumaya bırakın.

servis yapmadan önce pudingi nazikçe karıştırarak pürüzsüz hale getirin. üzerine çırpılmış krema ekleyerek servis edin. ben servis aşamasında bazen karamel kaplı taze badem de ekliyorum ancak dilerseniz şurup ve viski ile tatlandırılmış kiraz yahut vişne ile de süsleyebilirsiniz.

ikinci tarifimiz tavern "steak" ile yolumuza devam edelim. hazırlaması hızlı ve son derece lezzetli olan bu sulu köfteler, kıymanın (genellike dana kıyma ancak kuzu yahut domuz eti de kullanılabiliyor) baharatlarla yoğrulmasıyla yapılır ve yoğun bir lezzeti vardır.  "taverna bifteği" olarak bilinen bu tarif, açık ateşte ızgara yapılarak mühürlenir, böylece tüm lezzetler etin içinde kalır.

genellikle ekmeksiz olarak servis edilen bu biftekler, hafif soslarla sunulur. en yaygın eşlikçiler arasında taze dereotlu yoğurt sosu (bizim haydari işte) ezilmiş domates, siyah zeytin ve incir sosu bulunur. hızlı bir akşam yemeği alternatifi arayan meyhane müdavimleri için mükemmel bir tercihtir. isteğe bağlı olarak brioche veya ingiliz muffinleri ile de servis edilebilir. swordcoast boyunca bu lezzeti her yerde deneyimleyebilirsiniz.

o hâlde önce soslardan başlayalım.

dereotlu yoğurt sosu
malzemeler:
¾ su bardağı süzme yoğurt
2 yemek kaşığı kornişon turşu (rendeleyebilir ya da doğrayabilirsiniz)
2 yemek kaşığı ince doğranmış arpacık soğanı
¼ su bardağı ince doğranmış taze dereotu
koşer tuzu ve taze çekilmiş karabiber
tarifte yok ama bence sarımsak da çok yakışıyor.

hazırlanışı:
1. küçük bir kasede yoğurt, turşu ezmesi, arpacık soğanı, dereotu, ½ çay kaşığı tuz ve damak tadına göre karabiber ekleyin.
2. tadına bakarak gerekirse biraz daha tuz ve karabiber ekleyin.
3. üzerini kapatarak kullanıma kadar buzdolabında bekletin. evet, bu kadar. yani... ne bekliyordun ki?

siyah zeytin ve incir sosu
not: her damak zevkine uygun değildir, dilerseniz bunun yerine tirokafteri -tyrokafteri- öneririm.

malzemeler:
6 kuru incir (sapları alınmış ve dörde bölünmüş)
1 su bardağı çekirdeksiz kalamata zeytini (yıkanmış ve süzülmüş olsun lütfen)
1½ yemek kaşığı kapari (yıkanmış, süzülmüş ve kurutulmuş)
2 diş sarımsak (ince doğranmış)
1 çay kaşığı ince doğranmış taze kekik (yoksa kurusunu kullanabilirsiniz, kim bilecek?)
1½ çay kaşığı taze limon suyu
2 yemek kaşığı sızma zeytinyağı
koşer tuzu (isteğe bağlı)
3 yemek kaşığı doğranmış taze maydanoz

hazırlanışı:
1. bir kaseye incirleri koyun, üzerine 1 su bardağı kaynar su dökün ve 15 dakika yumuşamaya bırakın.
2. ⅓ su bardağı incirin bekleme suyunu saklayarak geri kalanını süzün, kurulayın ve ince ince doğrayın.
3. bir mutfak robotuna zeytinleri, kaparileri, sarımsağı, kekiği ve limon suyunu ekleyin. ince kıyılmış bir kıvam alana kadar çekin.
4. mutfak robotu çalışırken zeytinyağını yavaşça ekleyin.
5. gerektiğinde robotun kenarlarını sıyırarak işlemi tekrarlayın.
6. karışımı bir kaseye alın, doğranmış incirleri ekleyin ve iyice karıştırın. tatların karışması için 15 dakika dinlendirin.
7. tadına bakarak tuz ekleyin ve kıvamını ayarlamak için gerekirse incir suyundan 1’er yemek kaşığı ekleyerek karıştırın.
8. servisten hemen önce maydanozu ekleyin.


taverna köftesi!

malzemeler:
2 çay kaşığı zeytinyağı
1 küçük soğan (ince doğranmış)
koşer tuzu
7 diş sarımsak (ince doğranmış)
1½ yemek kaşığı ince doğranmış taze kekik
340 gr kıyma kuzu eti
340 gr kıyma dana eti (tercihen chuck)
taze çekilmiş karabiber

hazırlanışı:
1. soğan ve sarımsağı soteleyin:
1. küçük bir tavada orta ateşte zeytinyağını ısıtın.
2. ince doğranmış soğanı ve bir tutam tuzu ekleyerek yaklaşık 4 dakika yumuşayana kadar pişirin.
3. sarımsağı ve kekiği ekleyip 1 dakika daha kavurun.
4. ocaktan alıp soğumaya bırakın.

şimdi ikinci aşamaya geçiyoruz.

1. büyük bir kaseye kuzu ve dana kıymasını alın, iri parçalar halinde bırakın.
2. soğanlı karışımı, 1½ çay kaşığı tuz ve 1 çay kaşığı karabiber ekleyerek elinizle hafifçe karıştırın.
3. karışımı 4 eşit parçaya ayırın (her biri yaklaşık 170 gram) ve 4 inç çapında, 1 inç kalınlığında köfteler şekillendirin.
4. üzerini kapatarak pişirme zamanına kadar buzdolabında bekletin.

ve üçüncü aşama:

1. kömürlü bir mangal orta-yüksek ısıya getirilir veya gazlı ızgara yüksek ısıda 15 dakika ısıtılır.
2. ızgara ızgarasını temizleyin ve yağlayın.
3. köfteleri ızgaraya koyun, 4 dakika boyunca ilk yüzeyi ızgara izi alana kadar pişirin.
4. çevirip orta-az pişmiş (125°-130°f / 52°-54°c) için 3 dakika,
orta (135°-140°f / 57°-60°c) için 6 dakika,
iyi pişmiş (155°-160°f / 68°-71°c) için 9-10 dakika pişirin.
5. köfteleri bir tabağa alıp, üzerine gevşek bir şekilde folyo kapatın ve 3 dakika dinlendirin.

taverna bifteklerini sıcak servis edin, yanında yoğurt-dereotu sosu ve zeytin-incir sosu ile sunun. ekmeğin içinde servis etmek isterseniz, brioche ekmeklerini veya ingiliz muffinlerini ızgarada hafifçe kızartarak kullanabilirsiniz.

hay dokuz cehennem! kimse bu akılsız corellon müritlerine mutfağa space hamster sokmaması gerektiğini öğretmiyor mu? ben buraya bir spelljammer sokmaya çalışıyor muyum?kişisel alma, boo. bu arada minsc'den ne haber? eminim basının çaresine bakıyordur, her neyse, bir bakalım... sanırım vegan bir orman elfi salatamız var sırada.

wood elf forest salad sizlerle, içindeki hamster tüylerini dikkate almayın. boo bu aralar biraz tüy dökme sorunu yaşıyor da. bu renkli, çiçeklerle süslenmiş yaban yaprak salatası, krynn dünyasının kagonesti elfleri için klasik bir lezzet. bu kadim sivri kulaklar, mutfak kombinasyonları konusunda neredeyse içgüdüsel bir ustalığa sahiptir. toril ve oerth'in orman elfleri arasında chopforest olarak da bilinen bu zengin yeşillik karışımı, hem dengeli dokular hem de keskin tatlarla dolu. batı ansalon’un ormanlarını, orman tabanından en yüksek dallara kadar görsel bir yolculuğa çıkaran bu salata, aynı zamanda damakta da bu yolculuğu yaşatma amacı güdüyor. işte tarife bir göz atalım.

malzemeler:
1 adet portakal
1 adet orta boy limon
1 yemek kaşığı elma sirkesi
1 yemek kaşığı bal
koşer tuzu ve taze çekilmiş karabiber (not: bence fleur de sel fumée daha iyi bir tercih oluyor. magrada hem hesaplı hem de meşe ile soğuk tütsüleme yaptıkları için çok lezzetli. grand cru de batz da olabilir, sanırım sedir ya da kayın kullanıyorlardı.)

1 küçük arpacık soğan (ince doğranmış)
¼ su bardağı sızma zeytinyağı
450 gr brüksel lahanası (temizlenmiş, ikiye bölünmüş ve çok ince doğranmış)
½ küçük baş polorosso/radicchio (bulamazsanız yerine biraz roka ve kırmızı lahana ekleyebilirsiniz, ikinci denememde öyle yaptım ve epey yakın olduğunu söyleyebilirim.)
1 demet taze frenk soğanı (yaklaşık ¾ su bardağı), ya da taze dereotu
yenilebilir çiçekler (nasturtium, menekşe gibi) – isteğe bağlı

hazırlanışı:
1. narenciye bazlı sosun hazırlanması:
1. portakaldan ve limondan 1’er çay kaşığı kabuk rendesi çıkarın ve büyük bir salata kasesine alın.
2. limonu sıkıp 2 çay kaşığı limon suyunu kaba ekleyin.
3. üzerine elma sirkesi, bal, ½ çay kaşığı tuz ve damak tadına göre karabiber ekleyerek iyice çırpın.
4. doğranmış arpacık soğanını ekleyin ve aromaların karışması için yaklaşık 10 dakika bekletin.

ikinci aşamaya geçiyoruz.
1. sos karışımını çırparken zeytinyağını yavaş yavaş ekleyin, böylece sos yoğun ve homojen hale gelir.
2. tadına bakarak gerekirse tuz ve karabiber ekleyin.
3. brüksel lahanalarını kaseye ekleyin, iyice karıştırarak sosla kaplanmalarını sağlayın.
4. brüksel lahanalarının hafifçe yumuşaması için yaklaşık 30 dakika bekletin.

ve son adım...

1. portakalın kabuğunu tamamen soyun ve beyaz zarlarını da temizleyin.
2. portakalı ince dilimler halinde kesin ve bu dilimleri dörde bölün.
3. radicchio ve doğranmış frenk soğanını brüksel lahanalarına ekleyin ve iyice karıştırın.
4. portakal dilimlerini ekleyin ve hafifçe karıştırarak salataya dağıtın.
5. tadına bakarak gerekiyorsa ekstra tuz ve karabiber ekleyin.
6. kullanıyorsanız, yenilebilir çiçekleri salatanın üzerine serpin.


bir bakalım... bir tane yahni tarifi, bir tane turta, iki kokteyl ve sonra mutfağı kapatıyoruz. elminster yaşlı bir adam çocuklar, aslında kadın, yani bazı zamanlar... her neyse bir büyücünün kafası karışıktır... bazen korucu ve sanırım bazen de rahip ve bazen de bir düzenbaz ve... kahrolası greenwood! eh pekala, bugünlük bu kadar. kalan tarifler için beklemede kalın. ya yarın ya da hiçbir zaman!

edit: a wizard is never late, nor is he early, he arrives precisely when he means to. yani kalanı haftaya arkadaşlar.
devamını gör...

merry christmas please don't call

2024 çıkışlı sevimli bir bleachers şarkısı. dinlerken aklıma iyi niyeti kendinden menkul eski bir dostum gelir hep. çevirisini de not düşeyim en alta.

bazen kendi tutarsız düşüncelerimiz bizi sevmediklerimize karşı bencil ve sevdiklerimize karşı kör hâle getirebiliyor ancak zamanla aldanmayacak kadar yaşlanıyor ve affedebilecek kadar bilge oluyoruz sanıyorum. güzel giden pek çok şey zamanla "terapistim adını biliyor," noktasına evrilebilir ve geçmişe dönüp bakınca o 'altın çocuğun' aslında paslanmaya yüz tutmuş bir demir parçasından fazlası olmadığının farkına varabiliriz. ama ben hiçbir zaman yeterince bilge değildim. buna denk gelirsen ki gelirsin, mutlu yıllar dilerim; lütfen beni tanıdığını bile söyleme, sonsuza kadar yanmayı tercih ederim.*

sokak lambasının, sıkıntılı bir ritmin temposunda titrediği anı hatırlıyorsun değil mi?
ve zaman tuhaf bir şekilde sakin şimdi
çünkü herkes gitti,
geriye sadece sen ve öfken kaldınız
altın çocuk, nazikmişsin gibi davranma
bana aittin ama her seferinde berbattın.

bu yüzden bana söylediklerini onlara söyleme
sanki beni gerçekten tanıyormuşsun gibi sarılma bana
sonsuza kadar yanmayı tercih ederim


ama bilmelisin ki,
öyle yavaş yavaş öldüm ki ben
lanetli evinin koridorlarında koşarken
en zor kısmı da, ikimiz de biliyoruz sana ne olduğunu,
neden yalnız başına kaldığını
mutlu noeller, lütfen beni arama


ben senin tüm yükünü sırtlarken beni ortada bıraktın, evlat.
biliyorsun; ben senin kaygılı hâlini kucaklayan,
sen bir sokak lambası gibi titreşirken yaralarını görmezden gelen baban değilim.


mükemmel çocuk, evimize ışık saçtın
en iyi hâlinle büyüleyip kandırdın bizi

ama söyleme onlara bana söylediğin şeyleri
hatta onlara beni tanıdığını bile söyleme
bunun yerine sonsuza dek yanmayı tercih ederim

yoğun bakışlarından kurtulmak için bir bilet istiyorum
sadece bir bilet istiyorum atlı karıncadan atlayabilmek için
mutlu yıllar, lütfen beni arama.
mutlu yıllar, artık sana ait değilim.


devamını gör...

elettricismo atmosferico

xviii. yüzyılın seçkin fizikçilerinden biri olan italyan doğa filozofu giambattista beccaria* tarafından kaleme alınmış olan elettricismo atmosferico, benim nezdimde türüne az rastlanılan bir şaheser. jean barbeyrac'ın da üstünde durduğu gibi ben de bir bakıma bilginin doğasının ve bilimin ilerleyişinin yalnızca mevcut paradigmalara bakılarak irdelenmemesi taraftarıyım zira bilimsel düşüncenin nasıl geliştiğini anlamak onun dinamiklerini çözümlemek için elzem görünüyor ama kuhncu* bir bakış açısı sunarsanız da ağlaklık etmem.

devam edecek olursak eğer; elettricismo atmosferico, elektrik olgusunu özellikle atmosferik fenomenler bağlamında ele alan ve döneminin bilimsel kabullerini yansıtan önemli bir eser olarak karşımıza çıkıyor. fluid theories of electricity'nin hâlâ revaçta olduğu bir çağda yazıya dökülmüş bu çalışma; statik elektrik, elektrik yüklerinin doğası ve atmosferdeki elektriksel hareketler gibi konulara eğilirken, özellikle şimşek ve yıldırımın elektriksel mahiyetine dair ileri sürülen hipotezlerden oluşuyor. -biraz daha elektriksel yazarsam kusuvereceğim şuraya- eser, benjamin franklin’in - bizim benjamin değil, o evde tembellik ediyor muhtemelen elektrik teorisini genişletmekle kalmıyor, -bazı noktalarda uyuşmazlıklar olduğunu söylemek mümkün- aynı zamanda kendi deneyleriyle bu teorilere katkı sunmaya da çalışıyor. özellikle elektrik yüklerinin hareketi ve yıldırımların nasıl yönlendirilebileceği konularında franklin’in paratoner fikrini destekleyici nitelikte ampirik gözlemler sunuyor ancak, elektriği bir akışkan -fluidum- olarak değerlendirmesi, modern elektron hareketine dayalı yük teorisi ile çelişmekte olup, bu noktada döneminin bilimsel araçlarının ve teorik çerçevesinin sınırlarını aşabilmiş değil. o çağda kimseden mucize beklemiyorsanız buraya kadar bir sorun teşkil etmiyor elbette zira sınırlarını aşamamış olsa da kendi döneminin bilimsel çerçevesine uygundur. gevezelik bir yana; eserin en güçlü yönlerden biri, deneysel yönteme verdiği önem sanıyorum. elektriğin iletimi ve yük birikimi üzerine yaptığı gözlemler, farklı maddelerle yaptığı deneyler ve elektrik yüklerinin atmosferdeki dinamiklerini anlamaya yönelik girişimleri, modern anlamda elektrostatik ve atmosferik elektrik araştırmalarına katkıda bulunuyor. örneğin, bildiğim kadarıyla cam, sülfür ve reçine gibi maddelerin elektriksel özellikleri üzerine yaptığı çalışmalar, günümüz biliminde yalıtkanlar ve dielektrikler üzerine geliştirilen teorilerle büyük ölçüde paralellik gösteriyor diyebiliriz ancak daha önce de belirttiğim gibi, zamanın şartları gereği beccaria, iletkenlik ve direnç kavramlarını tam olarak kavrayabilmiş değil ve elektriğin yalnızca temas yoluyla hareket ettiğini varsayarak elektriksel indüksiyon ve elektromanyetik etkileşimler gibi daha sonra keşfedilecek olguların farkına varamamış ne yazık ki. zaten eksik kalan en büyük yönlerinden biri, elektromanyetizmayı ve elektrik akımının doğasını bilmemesi. tabii o dönemde hans christian orsted'in elektromanyetik indüksiyonu keşfetmesine neredeyse bir yarım yüzyıl var. yine de, yıldırımların elektriksel doğasına dair geliştirdiği hipotezler, modern atmosferik fizik ve meteoroloji çalışmalarının öncülleri arasında kabul edilebilir elbette.

eserde yıldırımın hareketi ve elektrik yüklerinin atmosferdeki dağılımı üzerine yaptığı gözlemler oldukça ilginçtir de aslında fakat yıldırımın sadece yukarıdan aşağı hareket ettiğini düşünmesi, modern bilimle çelişiyor  zira günümüzde yerden yukarı doğru oluşan yıldırım boşalmalarının da var olduğunu biliyoruz. ayrıca, elektrik yüklerinin maddeler arasındaki hareketini açıklarken, yalıtkanların hiç elektrik iletemediğini öne sürmesi, günümüz biliminde yalıtkan malzemelerdeki yüzey yüklenmesi gibi kavramlarla da çelişik hâlde. bunları sadece not olarak düşüyorum zira 1700'lerin üçüncü çeyreğinde beccaria'nın bu eksiklikleri göze batacak cinsten yanılgılar değil aksine kendi çağının ötesinde olduğunu dürüstçe itiraf etmek gerekiyor. üstelik "elettricismo atmosferico", kendi döneminin bilimsel araçlarının ve kuramsal çerçevesinin sınırlarını biz modern zaman insanları için bir çerçeye oturtmak için işlevsellik görevi gören bir eser olmasına rağmen, xviii. yüzyılın bilim anlayışı içinde önemli bir dönüm noktası sayılabilir. beccaria'nın elektriğin atmosferdeki etkilerini anlamaya yönelik yaptığı sistematik gözlemler, daha sonra james clerk maxwell'in elektromanyetik dalga teorisi ve michael faraday’in elektrik alan çalışmalarıyla pekiştirilecek olan daha büyük bir keşifler silsilesinin parçası. bu eser, statik elektriği, elektrik yüklerinin hareketini ve atmosferik elektrik fenomenlerini ilk defa ciddi bir bilimsel çerçevede ele alan çalışmalardan biri olarak, elektriğin gizemlerini çözmeye çalışan bilim insanları için bir basamak taşı işlevi de görüyor.

günümüz perspektifinden bakıldığında, eksik kaldığı noktalar azımsanamaz ve keşfedilemeyen olgular ve yanlış çıkarımlara rağmen, deneysel yöntemlere verdiği önem ve doğayı anlamaya yönelik çabaları beccaria'yı bilim tarihinde kıymetli bir figür haline getirmekle kalmıyor aynı zamanda eseri de en azından benim nezdimde kıymetli bir noktaya taşıyor. elettricismo atmosferico, newton sonrası doğa bilimlerinde deneysel yöntemin güçlenişinin bir yansıması olduğu kadar, bilimin nasıl kademeli olarak ilerlediğinin de mükemmel bir örneği kabul edilebilir sanıyorum. alanım olmadığı için verdiğim eksik yahut hatalı bilgiler için özürlerimi sunuyorum. elminster the wise keyifli okumalar diler.

kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel

"öğle vakti yağmur tamamen kesildi ve kısa bir süre sonra sabahki kadar şiddetli, hatta ondan iki kat daha güçlü bir rüzgâr esmeye başladı. bu rüzgâr, havada belirgin bir dalgalanma yaratıyordu. öğlenin ortasında, bir saat süren başarısız denemelerin ardından, sonunda uçurtmayı tekrar havalandırmayı başardım. daha sonra, ipini içeri aldım, izole ettim ve elektrik yüklenip yüklenmediğini kontrol ettim. beklentimin aksine çok zayıf bir elektriklenme gözlemledim; üstelik sabahkinin aksine normalde parça parça havaya yapışan kıllar, bu sefer parmağıma ve balmumuna yöneliyordu." s. 126


kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel

"üstelik, elektrik ateşi sadece buharları birleştirerek yağmur oluşturma yeteneğine sahip olmakla kalmaz, aynı zamanda bu doğa olayına özgü tüm fiziksel koşulları da içerecek şekilde işlev görür. bunu daha önce detaylıca açıkladım: yağmur bulutları, yağışı oluşturan noktada, tek ve homojen bir kütle halinde birleşir. önceki deneylerimde, yapay olarak üretilen küçük elektriksel bulutun, kesintisiz bir elektrik akımına maruz kaldığında bu olayı gerçekleştirme eğiliminde olduğunu göstermiştim." s. 298
devamını gör...

sabata (yazar)

beyefendi, sorununuz neyse hastanenin ilgili bölümlerine başvurup çözebilirsiniz ama sözlükteki bu maskaralık artık yetmez mi? sizin tanımlarınızı ve başlıklarınızı engellesem bile bu sakillik önüme çıkıp duruyor o sebeple bu tarz bir öneride tekrar bulunmayın rica ediyorum. açıkçası en başında yaptığınız suç teşkil ediyordu ve insanlar gereken tepkiyi zaten verdiler. işi bu şekilde aymazlığa vurup insanları kışkırtmaya devam etmenizin de çok doğru bir yanı yok. sürekli bir şeyler konuşup duruyorsunuz ve dürüst olmak gerekirse bir noktada anlamaya çalışmayı dahi bıraktım. tek bildiğim sizin haklı çıkma çabanızın bir geçerliliği olsaydı kargaları çoktan filozof ilan edeceğimiz. bence hepimiz formatı yeterince ihlal ettik gibi görünüyor.
devamını gör...

traite du libre et du volontaire

özgürlük ve irade üzerine inceleme olarak çevirebileceğimiz 1685 tarihli françois bernier eseri. epikürcülerden daha çok nefret ettiğim bir şey varsa sanıyorum o da onların kalıntıları olsa gerek; o sebeple pek objektif bir inceleme sunamayacağım taraftarıyım. elimizde özgür irade, ilahi müdahale ve kader arasındaki ilişkiyi çözümlemeye çalışırken hem skolastik determinizmin hem de kartezyen rasyonalizmin terminolojik ve ontolojik çıkmazlarına saplanmış, metodolojik bir bütünlükten neredeyse yoksun bir metin var esasen. bernier, eser boyunca özgür iradenin ontolojik statüsü tanrı’nın önbilgisiyle çelişmeden nasıl korunabilir yahut eylemlerin etik değeri, determinizm hipotezi altında nasıl temellendirilebilir gibi kritik sorulara tatmin edici bir yanıt vermek yerine, klasik skolastik ve neo-aristotelesçi argümanları çağrıştıran yüzeysel uzlaştırmalara başvuruyor ki bunu çağının bir getirisi olarak kabul edip hafifletmek görece zor.

metnin temel çelişkisi, tanrısal önbilgi ile olumsal varlıkların özgür iradesi arasında epistemolojik ve metafizik bir gerilim yaratması. bernier, augustinusçu determinizm ile cizvitlerin molinist ihtiyat payı arasında debelenip duruyor aslında. özgürlüğü ontolojik bir kategori olarak koruyamayacak kadar kaderci determinizmi radikal bir zorunluluk olarak kabul edemeyecek kadar özgürlükçü ve bu tutarsızlık ortaya yoğun bir kaostan öte bir şey çıkaramıyor. bernier'nin ilahi önbilgi ile ontolojik özgürlük arasında sıkışıp kaldığı noktada, aslında tanrı’nın sadece bir gözlemci mi yoksa aktif bir ilahi sebep mi olduğu sorusu da gündeme geliyor ki cicero da, tanrı’nın mutlak bir sebep olarak sadece varlıkları yaratmada değil, onların sürekliliğini sağlamada da zorunlu olduğunu savunuyor ve bernier de bu fikre sıkı sıkıya tutunuyor.

d’ailleurs, qui est le philosophe, disoit plus haut cicéron, qui ait jamais dit, que ce qui est puisse périr dans le néant ? et qui est-ce qui ne voit qu’autant qu’il est naturellement impossible que ce qui n’est point sorte du néant, autant est-il naturellement impossible que ce qui est s’en aille dans le néant, & par conséquent que si l’action positive d’une cause toute-puissante est absolument nécessaire pour le premier, elle ne doit pas être moins nécessaire pour le second ? mais voici une comparaison qui semble être assez juste.

si un pere peut bien engendrer un fils d’un tempérament assez fort pour subsister, & résister, sinon pour toujours, du moins pour un temps, aux attaques des causes internes, & externes ; sans qu’il soit besoin que le pere vénérande de nouveau soit fils, ou qu’il agisse aucunement sur luy, ou même sans qu’il demeure en vie ; pourquoi dieu le tout-puissant auteur de la nature, ne pourra-t-il pas créer des choses qui puissent subsister, durer, ne...
p. 89

klasik skolastik gelenekte yer alan necessitas absoluta -mutlak zorunluluk- ile necessitas conditionata -şarta bağlı zorunluluk- arasındaki ayrımı ödünç alarak, tanrı’nın evreni önceden bildiğini ancak bu bilginin determinizm üretmediğini iddia ediyor fakat bilginin nedensellikten bağımsız olmadığı gerçeğini bütünüyle görmezden geliyor ve bu da şu soruyu doğruruyor: eğer tanrı bir bireyin eylemini kesin olarak biliyorsa, birey bu eylemi yapmama seçeneğine ontolojik olarak sahip midir?

bernier'nin argümanı, liberum arbitrium -özgür seçim/irade- ve determinatio ex divina scientia -tanrısal bilgiden doğan zorunluluk- kavramları arasında gidip gelirken, molinist konkordizmin yöntemsel çerçevesini bile tam olarak takip edemez hâlde. özellikle ilahi önbilginin, insan eylemlerinin epistemik statüsü üzerindeki etkisi, onun çözümlemelerinde silik kalıyor ve bu da bütün kitabın üstüne kurulduğu sistemi çökertiyor. scientia media -orta bilgi- öğretisini benimseyerek tanrı’nın gelecekteki olumsal olayları önceden bilmesini ama buna neden olmamasını savunabilirdi belki fakat bernier'in epistemolojik çerçevesi bu kadar sofistike sayılmaz.

eleştiri kısmı hakarete varmadan devam edecek olursam eğer; kitap bir noktada, concurrentia -tanrısal eşeylem- * kavramını mutlaklaştırarak ilahi takdirin her fiilde doğrudan etkili olduğunu savunan baskın bir praemotio physica -önsel hareket teorisi- * -commentaria in primam partem summae theologiae s. thomae kepazelik ötesiydi bu arada- eğilimindedir ancak burada, bañezci determinizm ile cizvit özgürlükçülüğü arasında sıkışıp kalıyor ve ontolojik statüleri muğlaklaşan aksiyon kategorileri üretiyor. concursus immediatus -tanrı’nın doğrudan etkinliği- ilkesine yer verdiğinde, tanrı’nın özgür eylemleri önsel olarak belirlemediği, fakat her eylemin içkin formunu yarattığı gibi zayıf bir uzlaşmaya varıyor ancak yine ve ancak bu ontolojik olarak determinizmden farklılaşmayan bir hipotez olmaktan öteye gitmiyor.

dahası, sorun şu ki actus humanus -insan eylemi- ve actus hominis -insana ait eylem- arasındaki klasik ayrımı da belirsiz bırakıyor. eğer insan fiilleri özgürse, o halde voluntas -irade- ve intellectus -akıl- arasındaki ilişki nasıl düzenlenmek gerekir yahut eğer akıl özgürlüğü seçime yönlendiriyorsa, voluntas antecedenter determinata -önceden belirlenmiş irade- hipotezi nasıl savunulabilir gibi sorularından pseudo-skolastik uzlaştırmacılığa başvurarak kaçınıyor yalnızca.

sonuç olarak, traité du libre et du volontaire, metodolojik tutarsızlıklar ve metafiziksel çelişkiler yığınından başka bir şey değil. bernier şaşırtıcı olmayan bir biçimde, epistemik determinizm ile etik özerklik arasında bir uzlaşma yaratmaya çalışırken, ne bir aristotelesçi erdem etiği ne bir kantçı ödev etiği ne de bir leibnizci rasyonalite kuramı geliştirebiliyor. oysa aristo, bireyin bilgisizliğinin tamamen mazur görülemeyeceğini ve cehaletin bazen ahlaki sorumluluk doğurabileceğini belirtir. nitekim bernier bu düşünceyi onaylar gibi görünse dahi argümanı derinleştirme çabasına da girmez.

textant que nous ne sommes pas maîtres de ce qu’une chose paroît être. car encore qu’entre les choses qui excusent les péchez on ait accoûtumé de mettre l’ignorance, néanmoins cette ignorance qui excuse est une pure, absoluë, & invincible ignorance, telle que fut, par exemple, celle de cephale, lorsqu’il tua procris qui étoit cachée dans des buissons, lors qu’il tua, dis-je, procris qu’il croyoit être une bête sauvage, & qu’il ne pouvoit aucunement soupçonner être sa chere femme; au lieu que l’ignorance, dont il s’agit ici vient faute de soin, & par negligence, comme dit aristote, per incuriam, negligentiamve paritur, & est pour cette raison appelée ignorance crasse, affectée, affectata, supina. car celuy qui ignore, ou par ce qu’il a esté luy même cause de ce qu’il ignore, ou parce qu’il ne se met pas en peine de sçavoir ; ou bien parce qu’il ne se soucie pas de prendre garde, & de considérer comme il faut. p.29


skolastik kalıpları mekanik bir şekilde ödünç almak yerine, modern epistemolojiye uygun bir özgürlük tanımı üretmeye çalışsaydı, eser bugün hala felsefi açıdan anlamlı bir tartışma konusu olabilirdi belki ama mevcut haliyle, ne skolastik determinizmi yeterince kuvvetli bir biçimde savunabilen ne de rasyonel özgürlükçülüğü tam anlamıyla temellendirebilen başarısız bir metafizik spekülasyonu. ufak bir alıntı bırakıp irlandalı çıkışı yapıyorum o hâlde. elminster the causally ambiguous keyifli okumalar diler.

ıl est vray qu’il sera toujours difficile de dire, pourquoy dieu a fait les hommes tels, que les uns puissent être destinez à l’honneur, & les autres au mépris, & non pas tous tels qu’ils les laissassent volontiers, & librement attirer, ou voulussent cooperer à sa grace, puisqu’il les pouvoit tous faire tels qu’ils fussent destinez à l’honneur, qu’aucun ne fut destiné au mépris, & qu’ils cooperassent tous librement à sa grace. p.78
devamını gör...

normal sözlük oyun kulübü

masa oyunlarının da dahil olmasını umut ettiğim kulüp. forgotten realms settinginde lost mine of phandelver için ekstra bir maceracı aramaktayız, efenim. mümkünse acemi -phandalin kasabasında sıkılırsın sen veteran kardeşim, maksat piyasaya taze oyuncu yetiştirmek- maceracılar tercih sebebidir. hâlihazırda partide bir adet ranger -progresif rock bölge imamı- ve rogue -buyucu- bulunmakta. tanıyorum diye söylemiyorum ama çok yaman maceracılardır. ilgilenen olursa mesaj kutuma portakal atabilir. elminster the phandalin permit grandmaster'dan sevgilerle.
devamını gör...

discours sur l'utilite des lettres

apollon’un defne tacı, mars’ın miğferinin yanında pekâlâ yer bulur... okuyalı epey olmuş olsa bile que ne puis-je me faire entendre dans tous les quatre coins* serzenişi ile bunca yıl sonra bende hakkında yazma isteği uyandıran eser. fransız hukukçu ve çevirmen jean barbeyrac'ın, bilginin ve edebiyatın önemi üzerine söylev olarak - tam versiyonu discours sur l'utilité des lettres et des sciences par rapport au bien de l'etat olarak geçmektedir- çevirebileceğimiz bu eseri esasen bir kitap niteliği taşımaktan ziyade, kendisinin lozan üniversitesi medeni hukuk ana bilim dalı'nda profesör olarak çalıştığı yıllarda, kamuya açık bir mezuniyet töreninde yaptığı konuşmanın yazılı bir baskısı. yakın zamanda silhon'un de l'immortalite de l'ame eseri üzerine yaptığım ufak inceleme sonrası madalyonun öteki yüzü olarak -gerçi makul bir inceleme için edmond richer'nin libellus de ecclesiastica et politica potestate'i daha uygun düşecektir kuşkusuz- tekrardan göz atmak ve ufak bir yazı karalamak istedim.

aydınlanma epistemolojisinin -burada ufak bir yanılgı payı olduğunu daha sonra açıklamak kaydıyla şerh düşeceğim- ve jusnaturalist hukuk anlayışının erken dönem savunularından biri olan eser; baillif* antoine hacbret'e yazılan kısa bir ithaf bölümü ile başlıyor. silhon'un épistresi gibi éloge havası vermiyor -tüm kitap épistre kadar olduğundan olsa gerek- ama yine de çiğ bir dalkavukluk hissi almamak elde değil. ancak bunun üstünde çok durmayacağım zira bu bölümde çok ilgimi çeken bir pasaj mevcut. bu pasaja geçmeden önce baillif için ufak bir açıklama getirmem gerekiyor aslında. esasında türkçe'ye tam olarak nasıl çevirmem gerektiğini kestiremedim. ingilizce'de ki bailiff ile aynı anlama tekabül ediyor ancak zaman ne yazık ki kelimeleri de beraberinde değiştiriyor. eserin xviii. yüzyılın ilk çeyreğinde lozan'da yazıldığını düşünürsek - bern idaresi bu yüzyılın üçüncü çeyreğinde son buluyordu yanılmıyor isem- hâlâ bailliage sayılıyordu bölge. o sebeple günümüzde en yakın anlamı verecek olan vali yahut mülki idare amiri uygun bir çeviri olabilir. barbeyrac'ın konuşmada çeviri hususuna nasıl değindiğini düşünürsek eğer ironik bir durum oluştu.*

"après tout, c'est voir par les yeux d'autrui, que d'être obligé de s'en rapporter à une version. un homme, qui aime la vérité, veut voir par lui-même. et il n'y a qu'une profonde stupidité, ou une grande paresse, qui puisse persuader, que, sans entendre en aucune façon les originaux, on ait lieu de faire fond sur la bonté des copies." p.26

"neticede, bir başkasının gözleriyle görmek zorunda kalmak, insanı hakikate vasıl olma hususunda bir başkasına mecbur eder. hakikati seven bir kimse, bizzat kendi gözleriyle görmeyi ister. ve öyle bir ahmaklık yahut öyle bir rehavet yoktur ki, insana orijinal metinleri hiç anlamadan, yalnızca nüshalarına itimat etmenin kâfi geleceğini telkin etsin."


bu sorunu hallettiğimize göre devam edebiliriz sanıyorum. bu ithaf bölümünde esas ilgimi çeken barbeyrac'ın esere dair açık ettiği tutumu oldu açıkçası. bütünüyle makul ve bir hukukçunun elinden çıktığı oldukça bariz.

"j'ai considéré néanmoins, que les discours les plus étendus & les plus travaillez ne sont pas toujours ceux qui sont le plus de fruit. quand une matière est de nature à pouvoir être commodément resserrée dans un petit espace, le meilleur est de s’y renfermer. bien des gens n’ont pas le courage de lire d’un bout à l’autre des pièces qui font un juste volume, & où l’on traite de choses un peu sérieuses.

si d’ailleurs ils s’aperçoivent qu’un ouvrage est composé avec beaucoup d’art, sur tout si les figures & les grands mouvemens de l’éloquence n’y sont pas épargnez, ils soupçonnent aisément quelque dessein de faire illusion à leurs esprits, ils craignent la surprise, ils se défient & de l’auteur, & d’eux-mêmes. on persuade plus aisément par un petit nombre de raisonnemens choisis, exprimez en peu de mots, proposez en stile simple & naturel, & d’une manière..." p.3

türkçe çevirisi

"ne var ki en kapsamlı ve en özenle işlenmiş konuşmalar dahi daima en fazla fayda sağlayanlar değildir. bir mevzu tabiatı gereği dar bir çerçevede bile etkili bir şekilde ifade edilebiliyor ise, en iyisi orada muhafaza olunmasıdır. çünkü pek çok insan, ağır metinleri baştan sona okumaya cesaret edemez, özellikle de içinde yüzeysel veya fazla ciddi olmayan meselelerin ele alındığı kitaplar söz konusu olduğunda.

eğer bir eser yazılırken bilhassa retorik ile belâgatın büyük hareketleri esirgenmemişse, okuyucu bunu zihnine bir hile kastedildiğine yorar; şüpheye düşer, aldanmaktan korkar ve hem müellife hem de bizzat kendisine güvenini yitirir. insanlar, az ama seçkin deliller ile, sade ve tabiî bir üslupta ve kelâmın israfına kaçmadan yapılan izahlarla daha kolay ikna edilirler."

yazarın, özellikle okuyucuya uyarı niyetine koyduğu ufak not bölümünde eserin dönemin akademik dili olan latince yerine fransızca yazılmasına dair aktardığı düşünce de -dinleyicilerin ve okuyucuların yarısının anlamadığı bir dil ile söylevde bulunmanın ne kadar bayağı ve yararsız olduğundan söz etmiştir- oldukça hoş kabul edilebilir esasında. kalvinistlerden haz etmiyor olsam dahi sezarın hakkı sezara.

eserin bütününe bakacak olursak bilginin bireysel ve toplumsal yaşam üzerindeki etkisini felsefi ve tarihsel perspektiflerden inceleyen önemli bir metin olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. bilimin ve edebiyatın yalnızca entelektüel bir uğraş değil, aynı zamanda politik ve hukuki düzenin sürdürülebilirliği açısından zorunlu bir unsur olduğu fikri üzerine kurulan eser, bilim karşıtlığının ve cehaletin toplumları nasıl otoriter rejimlerin oyuncağı haline getirdiğini titizlikle analiz ediyor ve bunu yaparken bilge imparatorlardan, din tüccarlarına, eski roma döneminde astrolojinin astronominin nasıl çarpıtılmış bir versiyonu olduğundan, babilin tıbba yaklaşımına ve dahi kanonik saatlerin işlevsizliğine kadar geniş perspektifte bir örnek şeması sunuyor. bu verilen örneklerin titizlikle kaynaklarla desteklendiğini söylemem gerekir. zaten kitap boyunca alıntılar oldukça geniş bir yer tutuyor. aristoteles'den deshoulières'e, yeni ahitten, çağdaşı pierre bayle'e kadar... ancak araya sıkıştırdığın alakasız seneca alıntısını unutmuş değilim kurnaz herif.

devam edecek olursak eğer barbeyrac, en başında keskin bir sınır çizip bilginin insan doğasında kendiliğinden var olmadığı, aksine sistematik eğitim, rasyonel sorgulama ve eleştirel düşünme ile geliştirildiği fikrini öne sürerek, platon’un anamnesis öğretisini ve aristoteles’in "insan doğal olarak bilmek ister" görüşünü sorgulayarak argümanına bir temel inşa ediyor ve cehaletin bireysel bir eksiklikten çok, sistematik olarak inşa edilen bir kontrol mekanizması olduğunu savunuyor; özellikle kilise otoritelerinin ve otokratik devletlerin eğitimi nasıl manipüle ettiğine dair keskin ve rasyonel gözlemleri olduğunu söylemek gerekir.

eser, historiografik bir analizle, bilimsel düşüncenin yükselişi ve düşüşü arasındaki tarihsel bağlantıları da tartışıyor. antik yunan’da bilimin gelişmesiyle doğrudan ilişkili olarak demokratik değerlerin yükseldiğini, roma imparatorluğu’nda hukuki sistemin güçlenmesiyle birlikte felsefi ve teknik bilginin genişlediğini, ancak orta çağ boyunca skolastik dogmatizmin entelektüel çöküşe ve siyasal despotizme zemin hazırladığını biraz yüzeysel de olsa örneklerle açıklıyor ve dönemine göre oldukça tatmin edici olduğunu söyleyebilirim.


"comparez l'ancienne grèce avec la moderne, vous trouverez que la prodigieuse différence ce qu'il y a vient de ce qu'autrefois ces peuples étant les plus éclairez du monde, étoient aussi les plus jaloux de leur liberté : au lieu que l'ignorance où ils tombèrent ensuite, les a jettez & les retient depuis long-tems dans une triste servitude, dont ils ne peuvent fortir sans quelque révolution extraordinaire." p.48

"eski ve modern yunanistan’ı mukayese ediniz; aralarındaki muazzam farkın sebebini anlayacaksınız. eski zamanlarda bu milletler dünyanın en bilge halkıydı ve hürriyetlerine en fazla düşkün olanlar da onlardı. lakin, cehalet onları pençesine aldığında, evvela özgürlüklerinden mahrum kaldılar. daha sonra ise sefil bir esarete sürüklendiler ve uzun zaman boyunca bu boyunduruktan kurtulamadılar. ve şimdi ancak büyük bir devrim sayesinde bu zincirleri kırabilirler."


detaylara inmeden önce kabaca toparlarsak eğer; discours sur l’utilité des lettres, epistemolojik temelinde rasyonalizm, bilimsel ilerlemecilik ve entelektüel hümanizm barındıran bir metin diyebiliriz. eser, bilgi teorisi, eğitim felsefesi, politik felsefe, ahlak felsefesi ve dini epistemoloji gibi farklı disiplinlerden beslenerek aydınlanma düşüncesini yorumluyor. ancak, şerh düştüğüm noktaya gelecek olursak eğer, söylevin bilimsel pozitivizm ile teolojik otoriteyi uzlaştırma çabası, onun dogmatik epistemoloji ile akılcı bilgi teorisi arasında gidip gelen hibrit bir yapıya sahip olmasına yol açıyor.

bu söylev, entelektüel kalkınma ve pedagojik reform perspektifinden, bilgi sosyolojisi açısından değerlendirilmeli aslında. metnin temel iddiası, bilginin hem bireysel özgürleşme hem de kolektif medeniyet inşası için vazgeçilmez bir unsur olduğu yönünde ancak, bilginin politik ve teolojik hegemonya ile iç içe geçtiği noktada, söylemin entelektüel otonomi ile dini epistemik otorite arasında bir gerilim oluşturduğu açık.


eserin en güçlü yanı, bilginin teleolojik bir amacı olduğu tezi. barbeyrac'ın çıkarımına göre, bilim ve edebiyat yalnızca bireyin akli yetkinliğini artırmaz, aynı zamanda sosyal fayda üretmektedir. burada pragmatik bilgi felsefesi devreye giriyor çünkü barbeyrac, bilginin sadece teorik bir değer olmadığını, aynı zamanda siyasi istikrarın, ekonomik refahın ve etik düzenin inşasında da belirleyici bir rol oynadığını savunuyor. ki ilginçtir tarih bazı durumlarda kendisini haksız da çıkarmıştır ne yazık ki.

devam edecek olursak, eserde kritik rasyonalizm yerine kontrollü bilginin teşvik edilmesi, eğitim paradigması açısından dikkat çekici. eğitimin epistemik özgürleşmeyi sağlaması gerektiği kabul edilse de, bu özgürleşmenin teolojik ve siyasal normlar çerçevesinde şekillendirilmesi gerektiği de ima ediliyor aynı zamanda. bu durum, liberal eğitim kuramı ile otoriter pedagojik yaklaşımlar arasında da ciddi bir uçurum yaratıyor özünde.

bilgi-iktidar ilişkisinden söz etmeden konuyu kapatmam çok doğru olmayacaktır. foucaultcu bir perspektiften değerlendirildiğinde, metnin bilginin bir egemenlik aracı olarak kullanılabileceğini kabul ettiği ancak bu bilginin nasıl ve kimler tarafından üretildiğini detaylandırmadığı söylenebilir. eğer bilgi iktidarı dönüştürebiliyorsa, aynı zamanda iktidarın yeniden üretilmesi için de kullanılabilir mi?

barbeyrac, bilginin demokratik dağılımını savunurken, onun disipliner bir araç olarak nasıl şekillendirileceğine dair otoriter bir yaklaşımı da dışlamaz özünde. keza burada yine metnin kendi içinde düştüğü bir başka çıkmaza daha rastlıyoruz. metnin en tartışmalı noktalarından biri, bilginin epistemik sınırlarının teolojik çerçeve içinde belirlenmesi gerektiği fikri. modern bilim felsefesi, bilginin dogmalardan arındırılması gerektiğini savunurken, bu söylev bilgi ile inanç arasında bir sentez arayışına giriyor. aydınlanmacı epistemoloji açısından bakıldığında, bilginin kaynağı akıl ve deneydir. ancak eser bilginin ahlaki çerçevesinin ilahi normlarla desteklenmesi gerektiğini ima ediyor ki katı bir protestan olan barbeyrac için bu çok da şaşırtıcı sayılmaz. zira baconcu emprizm ve kantçı akılcılık ile kıyaslandığında, barbeyrac bilgiyi seküler bir araç olmaktan çok, ahlaki düzeni sağlayan bir unsur olarak görme eğiliminde.

pozitivist bilgi anlayışı açısından değerlendirildiğinde, eser tam anlamıyla bilimsel yöntem ve bağımsız akıl yürütmeyi savunan bir epistemoloji oluşturmaz. bundan dolayı içerik bakımından radikal bir bilim felsefesine sahip olmayıp, daha çok epistemik kontrollü bir reformizmi temsil ediyor. bu da onu tam bir aydınlanma dönemi metni olmaktan alıkoyan yegane şey sanıyorum. terminolojik olarak entelektüel ilerlemeciliği ve bilimsel düşüncenin toplumsal faydasını vurgulasa da, bilgi ve inanç arasındaki sınırları tam olarak netleştirmeyişi dogmatik bilgi ile rasyonel bilgi arasında bir köprü işlevi görme çabasından öteye taşımıyor. bilginin doğası gereği özgür kılan bir olgu mu yoksa disipliner mi olması gerektiği sorusuna net ve elle tutulur bir yanıt verdiğini söyleyemem. üstelik daha önce de belirttiğim gibi; bilginin, tiranlık karşıtı bir mekanizma olduğu iddia edilse de, bu bilginin nasıl yönetileceği ve kimler tarafından kontrol edileceği sorunu ele alınmıyor ki bu büyük bir handikap. bir diğer mesele de bilgi, bireysel gelişimin aracı olarak görülse de, bu gelişimin kolektif normlara uygun olarak yönlendirilmesi gerektiğinin ima ediliyor oluşu. bu durum, eğitimin bireyi özgürleştirip özgürleştirmediği sorusunu doğuruyor ancak cevabı sunmuyor.

bu bağlamda metin, aydınlanma'nın radikal bir epistemik devrim değil, daha çok evrimsel bir reform süreci olarak kavramsallaştırıldığı bir metin olarak değerlendirilebilir. barbeyrac'ın bilinçli bireyler yaratmayı amaçlarken, bu bilincin hangi sınırlar içinde şekilleneceği konusunda kesin bir açıklama getiremiyor oluşu onu modern anlamda bir özgürlük manifestosu olmaktan çıkarıyor ve daha çok kontrollü bir bilgi rejimi önerisi hâline getiriyor.

yine de özünde çağının normlarını yıkma çabası dahi kutlanmayı hak ediyor zira 1700'lü yılların başında ele alınmış bir metnin sahibinin bugünün modern insanlarından bazı konularda çok daha açık görüşlü olabilmesi ciddi bir hayal kırıklığı yaratıyor bende. bazı görüşlerin bugünün şartlarında geçerliliği kalmamış olsa da yalnızca metnin sonunda yer verdiği cesaret edin, evlatlarım!" ile başlayan cümleleri dahi insanın yüreğinde garip bir hissin yeşermesine sebep oluyor. ancak yine de kendisinin çağına göre aydın sayılabilecek düşünceleri bir kenara din ve bilim ilişkisi söz konusu olduğunda brütüs'ün olduğu yerde sezar'ın ölmek zorunda olduğu gerçeğini fark edememiş olması eseri benim nezdimde epey gölgeliyor. elminster the scholarly edge-lord keyifli okumalar diler.



"courage, mes enfans, piquez-vous d’une noble émulation : ici il est permis, ici il est beau de ne le ceder à personne, & de chercher modestement à se distinguer toujours par dessus ses compagnons." p.57

"cesaret edin, çocuklarım, asil bir rekabet duygusuyla hareket ediniz: burada yarışa girmek mübahtır, burada kimseye boyun eğmemek, fakat aynı zamanda tevazu ile hareket edip daima yoldaşlarından bir adım önde olmaya çalışmak pek güzeldir."


edit: şahsi isimleri normal insanların da anlayabileceği biçimde güncelleme meselesi.
devamını gör...
devamı...

normal sözlük'ü kullanarak 3. parti dahil tarayıcı çerezlerinin kullanımına izin vermektesiniz. Daha detaylı bilgi için çerez ve gizlilik politikamıza bakabilirsiniz.

online yazar listesini görmek için lütfen giriş yapın.
zaman tüneli köftehor rehberi portakal normal radyo kütüphane kulüpler renk modu online yazarlar puan tablosu yönetim kadrosu istatistikler iletişim