elminster the wise yazar profili

elminster the wise kapak fotoğrafı
elminster the wise profil fotoğrafı
rozet
karma: 32800 tanım: 831 başlık: 275 apolet: 4 takipçi: 208
A philosopher once asked, "Are we human because we gaze at the stars, or do we gaze at them because we are human?" Pointless, really..."Do the stars gaze back?" Now, that's a question.

son tanımları | başucu eserleri


günaydın sözlük

günaydın, sözlük. bugün ne zamandır düşündüğüm bir şey hakkında yazmayı istiyorum. eski mesleğimi bırakalı bir süre oluyor. bir zamanlar duvarları yüksek, kimilerine göre epey ciddi bir işim vardı. iyi para kazanıyordum, iyi giyiniyordum, iyi yaşıyordum; eğer yaşamayı bu kadar ucuz bir biçimde tanımlayabileceksek. şimdiyse bambaşka bir iş yapıyorum; üstelik hâlâ çalışmam yasakken. zaten hiç yerinde durabilen biri olamadım. hayır, cv’me yazabileceğim parlak bir dönüş değil bu. eğer önlüğüme bir ünvan iliştirilseydi demi chef falan yazıyor olurdu iş kartımda ama bu kart, benim mezar taşım olabilecek bir kimlikten çok daha hayatta. bir süredir küçük bir sahil kasabasındayım. böyle afili bir kaçış hikayesi yazamayacağım; pasaport damgalı bavullar, ardında bırakılan kentler, romantik bir elveda yok bu hikayede. benimki daha çok bir sığınma. böyle yazınca kulağa romantik geliyor ama öyle olmadı. bu bir her şeyi bırakıp ege’ye yerleşme hikâyesi değil. bu, hiçbir şey kalmadığında insanın kendine en yakın şeyi seçmesi gibi bir şeydi. ben denizi seçtim çünkü ne zaman kendimi kaybetsem, suya bakarım. yüzümü hatırlamaya çalışır gibi. kalbim yoruldu, sonra gerçekten durdu ve sonra tekrar başladı. bilmiyorum, kaç kişinin başına gelir böyle şeyler. ben öleceğime o kadar emindim ki, hayata geri dönmek değil, hayatı yeniden tanımak zorunda kaldım. bir sabah gözümü hastane floresanlarına açtım, burnumda plastik bir hortum, ellerimde damar yolları ve yeni dikiş izleriyle. doktor "şanslısın," dedi. ne tuhaf. yıllarca şansım olmadığını düşünmüştüm.

hikâyenin başını bilmiyorsunuz belki, olsun. bir zamanlar başka bir şehirdim ben. üzerime bol gelen bir hayat giyiyordum ama herkes 'ne kadar yakışmış' diyordu. son haftalarda ise her sabah mise en place yaparken önce kendimi topluyorum. doğru bıçağı seçmek, doğru tuzu bulmak, doğru malzemeyi seçmek... bu küçük detaylar beni hayatta tutuyor artık. geceler hâlâ zor. arada bir, hâlâ çırpınarak uyanıyorum. göğsümde hayalet bir ağrı, rüyamda sanki biri 'geri dön' diyor ama nereye? artık hiçbir yere geri dönmüyorum, ileriye gidiyorum. yavaş, aksayarak belki ama gidiyorum. mutfağın gürültüsü iç sesimi bastırıyor. bu bazen iyi geliyor. bazen de işte, böyle yazıyorum.

bu sabah istasyonun başına geçmeden önce, bir dakika durup sadece dinledim. walk-in'den gelen soğuk hava, çelik tezgâhın sessizliği, denizin içeriye akmak ister gibi restoranın camlarına vuruşu... bunda bir şey var. bir tür teslimiyet belki ama yenilmek değil bu. daha çok küçük bir nefes aralığı gibi.

aslında mutfakta zaman farklı akar. dün yaşadığın hiçbir şey, bugünkü prep list’te yazmaz. her gün sıfırdan başlarsın. ilk öğrendiğim şey şuydu burada: ecnebice nasıl derler... 'taste as you go.' hayat da öyle değil mi zaten? her şeyin sonunu beklemek lüks, arada bir parmak daldırıp şu anın tadına bakmalısın belki de. acı mı, eksik mi, tuzlu mu? bazen sadece buna bakarak kurtarıyorsun bir şeyleri.

önceden başka bir hayatım vardı. daha çok kağıt işi, daha az pan sear. artık her sabah sauté tavasında patlayan yağ sesiyle afyonum patlıyor. bazı sabahlar o ses bana kalp atışı gibi geliyor. düzenli, güçlü, kendinden emin. şef gergince seslendiğinde elimdeki tüm eski kimlikleri bırakıyorum. o an sadece elimdeki maşa, önümdeki istasyon ve saniyeler var. kendi içimde yıllarca çiğ kalan şeyler şimdi yavaş yavaş confit oluyor belki. servis anı başka bir dünya. expo bağıra çağıra geçer siparişleri. herkes aynı dili konuşur ama kimse gözünün içine bakmaz. o hızın içinde, bir tabağı doğru şekilde plate edebildiğinde, bir anlık sessizlik olur kendi içinde. sadece pass sesi gelir ve o an, her şey anlamlıdır. bir insan, kendini bile bile ateşe atıp yine de o tabaktan bir şey çıkarabiliyorsa, o insan hâlâ hayattadır sanırım.

günler kısa, vardiyalar uzun. parmaklarımda küçük kesikler, ellerimde yanıklar var şimdiden ama şikayet etmiyorum.

günaydın sözlük. evet, hâlâ buradayım. cübbemin yerinde adımın yazdığı beyaz bir önlük var artık. bunca zamandan sonra. önlüğüm yağ lekeleriyle dolu, ellerim unlu, dizlerim biraz ağrıyor ama pass’ten geçen her tabakta biraz kalbim var artık çünkü bazı insanlar yaşamak için yazar, bazıları yemek yapar. ben ikisini de yapıyorum çünkü hâlâ buradayım çünkü hâlâ yaşıyorum.

not: bir gün yolunuz bu kasabaya düşerse, bizim yere uğrayın. bugün menüde beurre blanc soslu levrek var ama eğer hâlâ hayattaysanız -gerçekten hayattaysanız- size özel bir şey hazırlarım çünkü bazı lezzetler sadece yaşayanlara yapılır. diğerleri için... sadece garnitür yeter. hatta o kadarı bile fazladır belki.

sabah kahvemi içtim, şimdi gün başlıyor, mesai başlıyor. günün içinden tatlı bir manzara bırakıyorum.

kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel
devamını gör...

güne bir şarkı bırak

your lie in april animesinden beri goose house benim için çok ayrı bir yere sahip.




kimi da yo, kimi nan da yo, oshiete kureta
kurayami mo hikaru nara, hoshizora ni naru


ban yememek için romaji tercih etme sorunsalı.
devamını gör...

anın fotoğrafı

kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel

kedi tüylerinden yapılma büyülü zırhımı -mom jean- giydim, özel bir balkon görevindeyim. *
devamını gör...

sözlük yazarlarının çektiği deniz fotoğrafları

kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel

"herkes başka bir şeyden kaçırmış kendini.
bazen yaşlı gözlerle kabullenmiş gerçekleri,
bazen memnun gibi."
devamını gör...

günaydın sözlük

kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel

verimsiz bir gün. kendimi bungou stray dogs animesindeki miyazawa kenji gibi hissediyorum.

support your local farmer.*
devamını gör...

lili

bu şarkı benim için daima özel oldu, bir şekilde kendime sakladım onu bir hazine gibi; taa ki onu bir başkasına adayana kadar. o zaman yalnızca benim olmaktan çıkmıştı ve itiraf etmek gerekirse bunda güzel bir yan vardı. aylar önce bir sahil kasabasına kaçacağımı yazmıştım. belki de bunun için bu kadar şiddetli bir fiziksel yıkımla tanışmam gerekiyordu yeniden. şimdi, yeni bir yere ayak basmışken bu şarkıyı dinledim ama bu defa kendim için. sahilin kenarında durdum, bir sigara yaktım, söylenecek her şeyi de yaktım çünkü söylenecek başka bir şey kalmamıştı. korkmak yok artık ne yaşamdan ne en karanlık geceden çünkü ışık takip eder beni her neredeysem.

"and lili, easy as a kiss we'll find an answer
put all your fears back in the shade"


kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel
devamını gör...

normal sözlük yazarlarının karalama defteri

bir peri masalının içine nasıl rus savaş tankı sokmayı başardım bilmiyorum ama... takıl kafana göre işte.

a not-so-fair fairy tale (now with extra realistic and zero fairy tale bullshit)

once upon a goddamn time... no, not in some sparkling kingdom from your grandmother’s bedtime stories, but in a realm built entirely out of unresolved trauma, emotional constipation, and passive aggressive brunch conversations... there lived a princess. was she everything a princess ‘should’ be? um. probably not. don’t be ridiculous. ı told you this wasn’t that kind of story. not in a palace of gold and glitter. nah. this kingdom was forged in the fires of fuck-this-shit and decorated with red flags she didn’t ignore... she used them as curtains. frankly, she doesn’t care. deal with it.

naturally, this catastrophe required a villain. or... something like it?maybe not a proper villain, per se. honestly, ı dunno. that's a strange thing. kinda. sorta. probably. who even cares anymore? you figure it out. ı’m just here to narrate the mess. ın the region colloquially referred to as 'why does everything feel like bloody hell', the locals have a name for it: trauma. although, if you asked it directly... ıt prefers something stupid like “rocket-booted dizzying beaver.” ıt’s apparently a middle name, or so it claims. don’t ask me. ı don’t make the rules. still, who gives a toss what the villain wants to be called? we’re calling it trauma. end of discussion.

oh right, the princess. that’s what we were rambling on about. sorry. she was just another lunatic, to be honest.

erm... her trauma didn’t ride in on a dark horse. please. ıt screeched up in a rusted-out convertible blasting 2008 pop sad bangers at a volume that made your soul leak. (specifically, it was one of those cheap plastic ones you get in a box of frosties.) smelled like regret, poor decisions and last week’s tears. and of course, it didn’t arrive at 3:00 am like a polite emotional breakdown. no. ıt kicked in the castle gates at 3:06, just to be a dick about it.

“hey gorgeous, thought ı’d unscrew a few more bolts in that pretty little head of yours. congratulations... you've been personally selected for today's emotional rollercoaster! featuring classic family dysfunction, regret you can taste, and everyone's favorite, 'why the hell is this happening to me?'"

did she cry? did she crumble? hell no. did she get depressed? pfft. she didn’t even blink. she didn’t scream. she didn’t call the guards. she lit a cig with last year’s therapy receipts, strapped on a flamethrower, and snarled:

“wrong castle, douchebag. this time, ı’m the fucking dragon. say hello to my rage... and flame... and... whatever.”

well, ı wasn’t expecting that either, to be honest. she didn’t lose her mind. she threw it into a cauldron, stirred it with ancient spite, and cast a spell that said:

"ıf ı’m going down, everything burns with me. and if hell’s where ı land... then buckle up, because ı’m bringing the whole damn story as fuel."

alright, so it wasn’t exactly this cool in real life. ıt was more like-

princess: "how dare you! finish that sentence, and ı’ll decorate the walls with your teeth."

...right. cool cool cool. noted. uh, maybe we could just... ease the knife off my neck first? thanks... ı guess? god. shall we get back to the story? um... in fact, it was much cooler! and stickier. probably because of the melted m&ms. don’t ask. also, the fairy godmother tried to intervene... but surprise bitch. or bippity boppity boo! (not gonna lie... ı’ve been waiting for the moment ı could finally say this. my whole damn life!) the princess had already macgyvered that sparkly wand into a goddamn taser and turned the pumpkin carriage into a fucking tank. yeah, t-90m. try again, sparkle grandma... (by the way, she turned out to be a divorce lawyer named maureen.) she didn’t ride off into the sunset. she set the sunset on fire and made a crown out of the glass slipper she smashed with her combat boots. and that's that. the more ı say it, the worse it sounds.


fairy godmother: “have you tried just… smiling more, my sweet pumpkin?"
princess: “have you tried shutting the fuck up?”

by the time prince charming showed up, swinging his sword and some... hero stuff around, she was sipping cheap wine from a cracked teacup labeled 'moron who rejects help', sitting on the ruins of her old self like it was a throne she didn’t ask for. also... she probably picked up that wine from some local walmart or straight from the gas tank of a yamaha- but hey, it’s still better than troll piss, right? you know how she is... a total snob.

princess: “you’re late, handsome,” she said without even glancing up. “ı already saved myself. twice. and killed the monster. spoiler... it sucked.”

prince charming: “but ı fought dragons for you!"

oh, yes! this is perfect! the prince returns! the heroine forgives! a kiss, perhaps? a final act of unity? finally...

princess: “adorable. ı'm the dragon now. bigger, badder, and uglier... want a rematch, captain took-his-sweet-time?"

no! nooo! what the hell you little- what’s the point, really? nice move, juliet’s evil twin. she strikes again! what a surprise. ıt’s like talking to a wall. ı think ı need a new story. okay, well...

prince charming: "you lunatic- just because my alarm went off late doesn’t mean you had to completely fuck up my entire storyline! go fuck yourself, ı don’t care what the hell happens to you anymore."

wow! alright... we might be having a little trouble in paradise. ıt’s not one-sided anymore, is it? yeah... the problem’s mutual now. erm... yeah, we probably shouldn't let the kids hear this bit. right, time to bring out the bleep machine! ı'm serious, guys.

prince charming: "you know what? you can piss off as well. ı’ve had it with this fucking story. prince charming, do this. prince charming, do that. has anyone ever tried climbing a bloody tower with just a strand of hair?! hair! jesus, ı really hope that was actual hair. how many chicks do ı have to kiss just to wake them up? one of them was fucking dead! dead! what the hell?! ıs that even legal?! that shit wasn’t in the contract! what exactly do you expect me to pay the rent with... a sodding pumpkin?"

pumpkin: "no... please?"

oh brilliant, another talking thing. one that really shouldn't be talking. as if any of you weren’t already chatty enough to talk a bison to death...

prince charming: "from the waist down, she was a damn fish. a tail and all. what the hell kind of nightmare is that supposed to be! ı should’ve gone fishing back home instead of dealing with this crap. another second of this fucking shit and ı’m gonna be sick."

princess: "have you ever tried living with seven dwarfs? ıt was everything ı ever dreamed of. absolute delight, really. the things we do for money... welcome to the club, dear. cheers!"

tell me about it. great... there’s another disappointment. stop pumping that guy full of confidence. you clueless hens are ruining the whole damn fairytale! and you... oh please, you kissed a few dead girls and now you're making a whole damn scene- okay, yeah, hearing that out loud, it does sound kinda messed up. but if we’re being fair, someone got warts from kissing a frog, and ı’m pretty sure one of them ended up with a nasty rash. ı mean... yeah, maybe we have a tiny hygiene problem. ı admit it... happy now? you make me feel like absolute moral shit. 'oh no! turns out filling the wolf’s belly with rocks is kinda brutal!’ gee, you think? morning, jackass. ıt’s a damn fairytale. of course it’s full of twisted morals, gore, and nightmare fuel. honestly, what child wouldn’t fantasize about shoving a witch into a hot oven? that was irony, in case it wasn't painfully obvious. ı mean, really... what kind of parent says that to a kid? unless... ı don’t know, maybe after a kidnapping?

anyway... prince 'too good for this cruel world' thank you ever so much for shattering my dreams of becoming a writer. really appreciate it. ı do hope you enjoy starring in your next tale... which just so happens to involve liberating a necklace from a golem’s rather... awkward anatomy.

prince charming: "ı swear, if ı hear one more bloody sentence ******* ******** **********"

sorry, my british friend, but you had this coming.

prince charming: "*********************"

wow, such charming language, karen... ı do hope you’re not kissing any princesses with that tongue. and maybe, just maybe, consider therapy for those tantrums of yours. just saying. ı hate every character in this story... even the fuckin' candles. especially the candles. (the candles, in the background: "uhh... why are we even involved in this? bro, why us?" okay okay, ı was joking! here’s what really happened: first, just a blank stare... then came the confused blinking. ı mean... they're candles. of course they didn’t get it. you catch my drift?)

fairy godmother: "sweetheart, why don’t you take a deep breath and calm yourself?"

for god’s sake, maureen... why don’t you just leave already? seriously. ı don’t even pay you for this.

fairy godmother: "um... this is getting kind of hurtful now."

yeah, yeah, you’ll get used to it eventually. you're not special we've all been there. well then... assuming there’s still one family member left who hasn’t been verbally assaulted, let’s get on with the story. now there are no towers left to climb. no curses to break. no thrones worth sitting on. only her, the flames, and a silence so loud it feels like peace. perhaps with some romance, too-

princess: “seriously, what nonsense are you spouting right now? you're not making any sense whatsoever. ı’ve said there’s no romance here, and ı’m serious about that. nope. dude. absolutely not."

ah, the demon arrives! hell’s that way. don’t let the door hit you. you’ve butchered romance so hard... even valentine himself hanged himself. you know, ı considered censoring you too... but ı chickened out. (phew, ı nearly forgot! hey val, you good? bit of powder, mate... your rope burn’s showing. yeah! really... it looks awful. holy crap! did he just... put his neck back on? right. cool. yeah, that totally fixed everything, old man. keep it up!) now, where were we? um... and so she ruled-

princess: “jesus christ..."

what?! what now? ı’m trying to fucking finish this damn story, and if you say one more damn word, ı swear ı’ll lose my shit.

princess: "stop writing when you're 90% asleep and 10% hallucinating, sunshine. ı didn’t rule. ı reclaimed. there’s a difference. ruling sounds like responsibility.”

but… what about the ending?

princess: "ending? sounds like you’re describing your own. god help us if you’re in charge. go ahead, test me... say that again, and ı’ll flatten your face like flat-pack junk."

flat-pack junk... understood, ma'am. that’s... honestly, a little cruel. and weirdly hot, actually. um... and she lived… not happily, not ever after... but truthfully, cheerfully, and on her own goddamn terms. the end. or the beginning. or whatever. who cares? she doesn’t owe you an ending.

oh, and yes... she also, allegedly, joined a biker gang, burned down a village, assaulted several ogres, and tried to play bass in a band. ıt went... about as well as you'd expect. but that’s a tale for another pint. thank god she didn’t fancy a career in arms dealing...

and lo- three apples fell from the sky: one for the narrator, another for the narrator, and yes, the last one... also for the narrator. glorious. ı shall brew cider. cheers!

fin. probably. ı'm just kidding, honey. the fairy tale’s over. you can go now. seriously. shoo. go touch grass.

princess: "just so you know... your contract has expired. same goes for my tolerance. don't even think about adding another line to this mess. get the hell out, muppet!"

oh, got it... wait- what? you can’t just remove the narrator! ı am the storyteller! you ungrateful bastard! god, ı really can't stand her... ı'm not even joking. fine, you know what? ı'm done. screw it, i’m hitting the sack. good night. or don’t. ı don’t really care. and by the way, cinderella… go cry into a stepmother.

princess: "a stepmom joke? really? that’s your peak? oh... for fuck’s sake, shut up!”

deal. fair enough.

...

pumpkin: "ı’ve got a family... ı mean, ı love my kids. and my farm too, ı suppose. guys? can you hear me? help..."

trauma: "yeah, zip it, airhead. could be worse... plastic wheels, man. no one ever forced you to drive a toy car. anyway... wanna hear a bedtime story? ıt's about your family... and a little samhain ritual. no charge. limited time offer."


the end
devamını gör...

yazarlara gelen son mesaj

son mesajı direkt atarsam bağlamından kopacak ve çok nahoş olabilir. o yüzden bu sirkin bir kısmına şahit olunabilir sanırım. konuşma boyunca o son mesajı inşa eden in-joke kırıntıları bulabilirsiniz.

not: bir de aynı anda voice chatte didişiyoruz, altı kişinin çenesizliğinin toplamını hayal et...

kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel
kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel
kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel
kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel
kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel

"ward me again mommy..." gerçekten. nefret ediyorum bu heriflerden.*
devamını gör...

elminster the wise

her mesaja -galiba hiçbirine- tek tek dönemedim o yüzden bunu toplu bir guild announcement gibi düşünün. sözlük formatı biraz yandı ama... patch notlarını okumanız yeterli. teşekkürler.

buradayım. ölmedim. karaciğerim sürpriz bir rage quit yaptı, mecburen yerine yenisi takıldı. dert etmeyin, aynısı. sadece... başka birinin. geçici bir afk durumundaydım. 'in loving memory of elminster’ yazılı tabelanın ambalajını sökmediyseniz iade etsek fena olmaz. you died ekranını görmüş olsam da cpr, fromsoftware kadar acımasız değil. bekleme ekranındayken near death experience talep ettim ama level alamayayım diye exp vermediler galiba. o yüzden bunu daha çok bir bakım arası farz edelim.

şu an frame rate stabil, lag büyük ölçüde düzeldi ama henüz tam online değilim. yedi haftalık hastane günlükleri sonrası sosyal hayata adaptasyon biraz ağır işleyebiliyor, zaten hastaneden çıkalı daha iki-üç gün oldu. yani önümüzdeki günlerde var olmak ile aktif katılım arasında mekik dokuyacağım. kısaca ping yüksek hâlâ.

bu gece, içgüdüsel bir refleksle respawn tuşuna basıp mesaj kutuma baktım... keşke basmasaydım. inbox tam bir pvp alanı. sosyal anksiyeteden sol gözüm seğiriyor hâlâ. bu kadar dm -neden hiçbir fikrim yok- görünce invisibility pot aramaya başladım açıkçası.

ama cidden... teşekkür ederim. bana şapşal bir gülümseme verdi. (bir miktar da koşarak kaçıp saddam gibi saklanma isteği) umarım çok ağzıma tükürmemişsinizdir mesajlarda.

ve söz... reply tuşunun yerini bulacağım bir ara. belki yavaş, belki sırayla ama döneceğim. şu an manam kalmadı ve yaşamaya zar zor enerjim yetiyor... iletişim kurmak burst damage yemişim gibi hissettiriyor o yüzden. yine de logout yok. server’da hâlâ online’ım. sadece bir süre campfire başında dinleniyorum. endişelerinizi topluca paketlediyseniz eğer daha uyuyacağım ben... tamam, ver potion’ınımı, al kamp çadırını, herkes kendi kampına. ben dahil kimse sözlükte long rest falan almıyor...au revoir!

not: ayrıca... bu başlığa her yazdığımda neden bir vücut parçamı kaybetmiş oluyorum ben... lanetli başlık.
devamını gör...

normal sözlük yazarlarının hissettikleri

uzun uzun yazıları okumuyor kimse ve ben nefret ediyorum yazamadığım takdirde akıl sağlığımı yitirecek gibi olmaktan ama elimde bundan başka bir şeyim yok. allah kahretsin ki yok. yoruldum artık herkesin deprem değil bina öldürür diye çırpınmasından da. ya yok işte. umrunda değiliz kimsenin. ne sen, ne ben, ne o. bas bas bağırsak da değişmiyor bir şey. daha az çürük yapmıyorlar binaları, daha az kat çıkmıyorlar hiç olmayacak toprağın üstüne. daha az demirden çalmıyorlar ya. keselerini doldurmak için daha az afet toplanma alanını imara açmıyorlar. onların evi sağlam. onların çocukları yurtdışında. onların korkacak, kaybedecek bir şeyi yok. yok, olmuyor işte arkadaşım. haklısın, haklıyız ben biliyorum bunu, sen de biliyorsun ama yok, olmuyor işte. elimizde bir tane gerçekçi çözümümüz var o da olabildiğince bilgi edinmek. bize bizden başka kimsenin hayrı dokunmayacak çünkü. bize yeri gelince çadır satıp, enkazın altında kendi selamızı dinletecekler. acı ama gerçek. konu istanbul depremi olsun ya da olmasın. bu ülkede deprem daimi bir tehdit ve mecburuz biz bilmeye. hazırlıklı olmaya mecburuz. allah kahretsin ki mecburuz ya. ben de istiyorum gönül rahatlığıyla atlatabilelim bunu. en büyük korkumuz 'kimse korkup da camdan atlamamıştır' diyebilecek konumda olmayı ben de istiyorum ama kimin içi soğuyor kırk kafadan kırk ses çıkınca. ben de istiyorum değişsin bu düzen ama yok seninle benimle olmuyor işte. o deprem değilse bir başkası.

n'olur artık biraz vaktinizi ayırıp okuyun bir şeyleri. bir el kitapçığı okumak zor değil o kadar. iki haftanı ayırıp gittiğin ilk yardım kursu zul gelmesin sana canım kardeşim, n'olursun. ya kiminiz bunu gölcük'te yaşadı, kahramanmaraş'da, izmir'de, hatay'da başka bir yerde. bir şekilde bir kısmınız mutlaka ya yaşadınız ya sevdiğiniz insanları kaybettiniz. benim kimseye depremin nasıl bir felaket olduğunu anlatmama gerek yok ama n'olur ciddiye alın biraz. panik olun, korkudan ölün, hayatınızı buna göre yaşayın demiyorum kimseye ama ufak bir hazırlık bile umuttur. biraz ciddiye almak, ne yapacağını bilmek bile bir şeydir. bundan başka gerçekçi bir şey yok bizim elimizde. iki sene önce kaybettiğimiz onlarca insan sadece istatistik değil. ya ben hayal bile edemem ne yaşandığını. oradaydım ama bizzat yaşamadan o travmayı tahayyül bile edemem ben. bazılarınız tuzum kuru sanıp değiştirdikçe değiştiriyor gündemi ama yok, arkadaşım. sen de ben de aynı yerdeyiz. ben hâlâ bazen kâbus görüyorum gördüklerim yüzünden. insan işi bir şey değil işte bu. bir kez bulunduysan bile bilirsin, insan can havliyle atılmış o çığlıkların bile susmasını dileyemiyor işte, sessizlik daha kötü diye. daha korkunç bir ihtimali doğuruyor diye. ya akıl kârı bir şey değil bu. n'olursunuz, ya beni tanımıyorsunuz bile ama bir insan olarak yalvarıyorum ufak da olsa bilgi edinmek, o bilgiyi yaymak, başka insanları bilinçlendirmek için elinizi biraz olsun taşın altına koyun.

evet, bina öldürdü ama sonrasında bir sürü insanın bilinçsizliği de zarar verdi. insanların panik hâlinde iyi bir şey yapıyorum düşüncesi ile yaptığı bilinçsiz eylemler bir sürü insanın hayatına mâl oldu. uzuv kaybı yaşayanlar oldu. belki enkazdan sağ çıktığında biraz bile olsa yaşama umudu olan insanlara mezar oldu bu bilinçsizlik. ben iyi bir insanımdır, kötü bir insanımdır; tanıyor ya da tanımıyorsundur, bunların biraz bile önemi yok. hiç yok. yalvarıyorum otur en kötü afad'ın el kitapçığına bile olsa göz at, bir deprem çantası hazırla. bu bile bir şey. hiç işine yaramasın isterim ama bilmek zorundasın. başka çaren yok. kendi canından vazgeçtiysen bile sevdiğin insanlar var bir yerde. onları düşünmek zorundasın. anlıyor musun beni? gördüm ben onu çünkü izmir'de, hatay'da, maraş'ta. deprem en tükendiğin anın da dibi bu ülkede. o kadar sert, katıksız, salt bir gerçek. o yüzden umrumda değil hangi deprem haberini hangi gazeteden, hangi kaynaktan okuduğun. hangi sismolog ne demiş diye takip etmen benim umrumda değil. takip et, güzel bir şey bu ama yine de hazırlıklı ol. bizim bizden başka kimsemiz yok. pat diye kapanacak çünkü o tükürdüğümün operatör zımbırtıları. hastane mi? o da yıkılacak. ordu, jandarma, polis sahaya ne zaman mı inecek? bilmiyorsun, bilmiyoruz. yeterince iş makinesi var mı? yok. ne zaman sahaya inecek ekipler? bilmiyorsun, bilmiyoruz. tek bildiğimiz şey evlerimizin yıkılabileceği. bu kadar. o yüzden yalvarıyorum hazırlıklı ol. korkutuyor mu bu seni? umrumda değil. kork ya. kork. hayatta kal ama. başkasının hayatına mâl olma iyi bir şey yaptım sanıp. kork. hazırlık yap ama sonra. nasıl bir insan olduğun umrumda değil benim, benim nasıl bir insan olduğum da senin umrunda olmasın. kalkıp hazırlığını yap. her ihtimali düşün, planın olsun. olur ya, olmasını istemiyorum ama olur ya bir şekilde sen ya da ben o enkazın altında kaldıysak birbirimize, kendimize, sevdiklerimize bir faydamız olsun. her şeyi unut, bizim bizden başka kimsemiz olmadığını unutma. o yüzden mecbursun öğrenmeye. o yüzden mecbursun buna zamanını ayırmaya. psikolojin mi bozuldu? yapacak bir şeyim yok. hayatta kal, bir şekilde toparlanabilir belki ama hayatta kal çünkü bizim bizden başka hiç kimsemiz yok.

edit: ufak kişisel düzenleme.
devamını gör...

normal sözlük

moderasyon sağ olsun yardımcı olmaya çalışsa bile yapabilecekleri kısıtlı. yoldaş'a zaten altı ayda anca ulaşılabiliyor. bakın ben çok anlamıyorum bu radyo zımbırtılarından ama en azından deprem öncesi, süreci ve sonrası için hâlihazırda yapılabilecek şeylere dair ufak, bilgilendirici bir radyo yayını yapması lazım birinizin. ya ben dümdüz bir yazar olarak adam akıllı çok fazla insana ulaşamıyorum, anlatamıyorum meramımı. yardımcı da olurum kaynaklarıyla beraber. bilmiyorum hiç olmazsa afad görevlisi birinin katılımı da bir şeydir. benim gibi gönüllü insanlardan daha fazla bilgi sahibi hepsi. rica ediyorum on kişi bile on kişidir.
devamını gör...

prof. dr. şener üşümezsoy'un tahmin ettiği deprem

afet koordinasyon merkezi bilim kurulunun yaşanan artçı sarsıntıların deprem riskini tamamen ortadan kaldırmadığına dair uyarısı mevcut. her kafadan ayrı bir ses çıkıyor. panikle yaşanmaz ama mümkün mertebe yetkili kurumlardan açıklama beklemek şart.
devamını gör...

topluma faydalı olmak zorunda olmamamız

istiyorsunuz ki sağlam bir küfür yiyip dava açabilin. senin faydan olmasın, tamam. açtığın başlık bir fayda sağlasın en azından. kandilli rasathanesindeki güncel veriler bazılarında 13.00'de takılmış durumda. vpn ile girdiğim için bende son güncelleme 16.08 görünüyor. bazılarında vpn de aktif olarak işe yaramamış. güncel olarak kontrol etmek istiyorsanız emsc yahut usgs'yi takip edebilirsiniz.
devamını gör...

en akıllıca iş istanbul'dan taşınmaktır

celal hocam sus allah aşkına ya. herkesin keyfince yapamayacağıdır. yine de foreshock ihtimalini düşünmek gerekiyor. lütfen en azından birkaç gün güvenli bir yerde kalmaya çalışın. toplanma alanları herkese yetebilecek kapasitede değil, biliyorum. yine de en azından birkaç gün hele ki çatlaklar oluşmuşsa evde durmayın. panik olmayın demek saçma, farkındayım ama şu an için yapabileceğiniz en mantıklı şey güvenli bir yere gitmek.
devamını gör...

23 nisan 2025 istanbul depremi

boş boş ekrana bakıp duruyorum bir süredir. umarım hepiniz iyisinizdir. çok geçmiş olsun herkese. bunu buraya bırakacağım. yalvarıyorum en azından bir deprem çantası hazırlayın. evde yer olup olmaması önemli değil. lütfen. normalsozluk.com/entry/3393635

umarım iyisindir. sana yazamıyorum ama umarım iyisindir.

edit: panik atak ve psikojenik non-epileptik nöbet için de ek bir not ekledim. ekstra bilgisi olan ya yazsın ya da not düşsün ki ekleyebileyim. tek bir noktada toplanabilir sonra belki tüm bilgiler.
devamını gör...

alciphron or the minute philosopher

eru ilúvatar belamı verdiği için*, xxi. yüzyılda -üstelik bu saatte- george berkeley'e karşı argüman sunayım dedim. aydınlanma çağında bile kimse dikkate alıp da karşı görüş sunmadı adama.**** o kadar saçma ki bu şeyi nasıl rasyonel açıdan eleştirebilirim bilmiyorum bile... yine de deneyeceğim. önce bir tanıma ihtiyacımız var ama sanırım. george berkeley tarafından tanrının gardiyanlığını yapmak üzere 1700'lerin ikinci çeyreğinde yazılmış zırvalıklar bütünü. bu 'şey' özünde bir felsefi savunma metni gibi görünse de, yakından incelediğimizde açıkça tanrı’yı ontolojik bir garantör ve ahlâkı ise ilahi bir polis gücü olarak yeniden işlevselleştirme çabasından ibaret bir savunma refleksinden fazlası olmadığı açığa çıkar. ki hâlihazırda xvii. yüzyılın aydınlanmacı ivmesine karşı geliştirilmiş diyalojik bir yapı olduğunu da hesaba katarsak, modernliğin epistemik özgüvenine karşı konumlanmış ve oradan peydah olmuş teistik bir huzursuzluğun tezahürü diyebiliriz.

berkeley’nin temel problemi * natüralist etik, deneyimci bilgi anlayışı ve seküler bireysellik karşısında tanrı’yı yalnızca metafiziksel bir varlık olarak değil; toplumsal düzenin koşulu hatta dilin kurucu kaynağı ve epistemolojik istikrarın sigortası olarak muhafaza etmeye çalışması ancak bu muhafazakâr hamle özünde ne ontolojik düzlemde ne de etik teoride tutarlılık arz ediyor. alciphron görünürde diyalektik bir tartışma metni olarak kabul edilebilir belki ancak karakterlerin kurgusal yapısı ve argümanların yedeğine aldığı örtük önkabuller; berkeley’nin felsefi pozisyonunun sezgisel içeriksizliğinden ötürü eseri kaçınılmaz bir anakronizme mahkûm edecektir ki zaten etmiştir de. biraz içeriği kurcalarsak şu yapı ortaya çıkar; berkeley’nin idealizmi, varlığın algıya indirgenmesi ilkesine -bu tarz metinleri okuyan herkesin en az bir defa sinir krizine sürüklenmesine sebep olan esse est percipi ilkesi işte- dayanır ancak bu doktrin temelde kusurludur zira ilk bakışta radikal gibi görünse de aslında tanrı hipotezi olmadan çözümsüz kalan ontolojik bir boşluğa yaslanıyor  zira eğer tüm varlık algılanmakla sınırlıysa ve insan zihni sınırlı bir algılayıcıysa varlığın devamlılığı için her şeyi her an algılayan aşkın bir zihin gerekir. böylece tanrı, yalnızca inançsal değil, ontolojik bir zorunluluk haline getirilmiş olur ancak bu mantıksal olarak bir petitio principii'den fazlası değil.  burada tanrı’nın varlığı varlığın devamlılığını açıklamak için varsayılır ve varlığın sürekliliği ise tanrı’nın varlığına delil gösterilir. yani elde kısır bir döngüden başka bir şey kalmıyor. bu noktada da zaten berkeley’nin idealizmi kendi kendini iptal eden bir epistemik ikilem üretiyor. yani özetle: 'algılanamayan şey yoktur,' ancak her şeyin algılanması tanrı’ya mecbur kılınarak felsefi bağımsızlığını yitirir. oysa zaten hume’un daha sonra işaret edeceği üzere deneyim akışının sürekliliği, herhangi bir metafizik varlık olmaksızın da istatistiksel ve alışkanlığa dayalı olarak kavranabilir durumdadır. adamı david hume ile dahi çürütebiliyorsun... utanç verici. neyse. berkeley’nin en problemli yönlerinden birine dönecek olursak, dilin doğasına ilişkin yaklaşımının da epey problematik olduğunu söyleyebiliriz. euphranor karakteri aracılığıyla dilin ilahi bir düzenin yansıması olduğunu ve kelimelerin anlamlarının yalnızca ilahi düzen bağlamında sabitlenebileceğini öne sürüyor ve bu yaklaşımı, wittgenstein sonrası dil felsefesi perspektifinden bakıldığında anakronik ve içeriksiz kalır sadece. dilin oyunlar, bağlamlar ve toplumsal ilişkiler içinde kazanılan bir pratik olduğu gerçeği -evet, ne yazık ki gerçeği- berkeley’nin evrensel-semantik kurucu tanrı anlayışını geçersiz kılacaktır kuşkusuz. dahası, berkeley’nin nominalizmi eleştirirken düştüğü indirgemeci tutum, dilin keyfiliği ile anlamsızlık arasında zorunlu bir ilişki olduğunu varsayıyor ve anlamın yalnızca sabit referanslarla değil aynı zamanda kullanımla, pratikle ve bağlamsal normlarla inşa edildiği gerçeğini göz ardı ediyor.

eserin özünde en açık biçimde ideolojik -ben değilmişim gibi- olduğu yer etik bölümler. eserde açıkça seküler etik anlayışını toplumsal çözülmeye yol açacak bir nihilizm olarak resmeden berkeley, en az benim kadar tarafsız sahiden(!) tanrı inancını ahlaki düzenin önkoşulu olarak sunduğundan daha önce söz etmiştim. bu durum etik otonominin temelden inkârı anlamına geliyor. kant’ın daha sonra geliştireceği 'ahlak yasası, yalnızca aklın kendisinden türeyebilir' teziyle karşılaştırıldığında berkeley’nin teizmi etik düşünceyi bebeklik çağına hapsetmeye çalışan bir paternalizmden başka bir şey değildir. insan, yalnızca ödül-ceza sistemleriyle ahlaklı oluyorsa bu durumda erdem değil, korku ve çıkar belirleyici kabul edilebilir ve  berkeley’nin erdem anlayışı platonik bir idealizmden ziyade daha skolastik bir itaate dayanıyor bu sebeple. seküler birey için ise ahlâk aşkın bir tanrı’ya değil içkin bir akla ve toplumsal sözleşmeye dayandığından bu bakış açısını tek başına çürütmek için yeterli. alciphron kendi içerisinde tutarlı argümanlardan çok felsefi reaksiyonlar toplamı. bu sebeple şakası bir yana ortaya koyduğu bir argüman yok özünde. modernitenin epistemik otonomisi karşısında berkeley’nin argümanları tanrı’yı mantıksal dayanak olarak değil de felsefi korkuların retoriği olarak sunuyor zira. açıklama değil kaçış var burada. bu yalnızca berkeley’nin değil bir bütün olarak teistik felsefenin zihinsel daralmasını gösteriyor bana kalırsa. felsefeyi tanrı adına bir retorik oyununa indirgemek onu hem etik hem ontolojik anlamda sterilize eder ve böylesi bir şeyi mevcut şartlar altında eleştirmek de mümkün olmayacaktır. 390 sayfa, arkadaş. zehirlenmiş hissediyorum. insan kendini böyle cezalandırmamalı. gerçi ben pierre bayle hakkında da yazdım ya vakti zamanında... kepazelik gerçekten. daha sonra alıntı bırakırım tanımı revize edip. migrenim tuttu.

edit: benim neyim var bilmiyorum, çok dürtüselim. küfür edip durmuşum. onu kaldırdım.
devamını gör...

pianissimo

decadentismo ve crepuscolarismo edebiyatına içkin tüm sesleri bastırarak kendi içine çöken lirizmin mimarı olan italyan şair camillo sbarbaro'nun, xx. yüzyılın ilk çeyreğinde yayımlanan şiir kitabı. sbarbaro'nun edebi portresini çıkarırken biraz vittorio felaco'yu da -the poetry and selected prose of camillo sbarbaro- anmak gerekecektir kuşkusuz. sbarbaro’nun şiiri, felaco'nun da ifadesiyle post-pozitivist yıkımın tezahürüdür. bir açıdan liberal ütopyaların çöküşünün ve simgesel dillerin çelişkili çoğulluğunun ortasında en çok da özneye dönük ve hatta neredeyse bir oto-nekroloji olarak, ölü doğar. memleketi italya’da feste ed oblii'nin görkemli şairi giosue carducci’nin ihtişamlı neo-klasik şiiri ile pecara'nın deli gabriele d’annunzio’sunun erotik retoriği arasına sıkışmış crepuscolari, sbarbaro'nun dilsiz estetiğiyle sabote edilir açıkça. ismini geçirmişken feste ed oblii'den bir alıntı bırakmazsam ölecekmişim... çünkü hangimiz hevesle zikretmedik o zavallı, pek biçare garibaldi'nin yitip gittiği ıssız mentana'nın ismini!

"ahi sola de’ voti d’un dì la severa
mia musa, o caprea, - riparla con te,
ma essa, sdegnosa, a l’ingrata romana,
deserta mentana, - e chi le risponde?"

poesie di giosue carducci
mdcccl (1850) - mcmxıx (1900), feste ed oblii, p.290

eh, o çetin ilham perisi bana hükmediyor olsa gerek devam edelim; sbarbaro’nun şiirinde en çok irdelemekten keyif aldığım tema aşk açıkçası zira tensel arzu ya da ideal güzellik değil; çoğu kez kayıp, ulaşılmazlık ya da yıkıma susamışlık üzerinden tanımlanıyor.* sbarbaro'nun aşk nesneleri ya bir sokak fahişesi, ya terk eden bir gölge ya da ölmeye yüz tutmuş bir baba figürünün kelimelerle resmedilişinden ibaret. yani ne yazık ki aşk burada bir mahvolma arzusudur. özneyi yani şairin kendisini kurtaran değil, yutan bir sevgidir bu. ben böyle akademik akademik anlatıyorum ama benim gibi eline yüzüne bulaştıran bir gerizekalı işte. “ıo t’aspetto allo svolto d’ogni via, perdizione…”**

pianissimo’nun genel teması üzerinden ilerlersek eğer ağlamanın bile törensiz, izleyici aramayan bir biçimde olduğunu söyleyebilirim. yani, kimsenin görmediği bir ormanda, sessizce akan gözyaşı yahut içsel olarak yutulmuş bir ağlayamama hâli hatta zaman zaman apatheia. ama yine de şunu söylemek gerekir, terk edilme çoğu kez somut değildir; varoluşun kendisi tarafından terk edilmiştir şair. aşk, sbarbaro’da hep yetersizlikle birlikte anılır: sevilmemek kadar, sevememek de derin bir acıdır. burada ayrılıyoruz kendisiyle tam olarak. yine de gevezelik bir kenara, bu durağanlık hâli, salt bir yıkım portresidir özünde ve tam da bu sebeple sbarbaro’nun en çok tekrarladığı metafor aynadır ancak bu ayna kendisini değil yalnızca dış dünyayı yansıtan, arkasındaki sır kazınmış, içi boşalmış cam bir yüzeyden ibarettir. ayna imgesi bir açıdan öznenin kendilik algısının dağıldığını da gösterir. özne kendi yansımasında hiçliği bulduğundan ötürü lacancı* anlamda ayna evresi burada tersine çevrilmiş olarak okunabilir.


sbarbaro'nun harabe mekanları da önem arz ediyor ve sık sık yer buluyor kendine. tam olarak ev değil, liman, genelev, bar ve cadde şiirinin kalbinin attığı yer zira bu yerler yalnızca bir fiziksel fon değil varlığın çözülüşüne tanıklık eden yapılar olarak konumlanıyor. lettera dall’osteria şiiri buna şık bir örnek teşkil edecektir. çünkü bu şiirde de olduğu gibi insanlar değil, bozunmuş mekanlar ve eşyalar sbarbaro'yu hayatta tutacaktır. aşk, cinsellik, varlık, hepsi mekanize edilmiş ve yabancılaşmış olduğundan taş ve çamurda yankı bulur. kadınlar değil, pencereler; sevgililer değil, ıslak kaldırımlar içindeki sönümlenmiş güdünün rehberi olarak işlev görür böylece. iç monolog formunda, ellipsis ritim öğelerine sahip olduğundan daha da doğal bir form yakalar bu estetik.

biraz da montale’nin deyimiyle renksiz kâğıtlardan katladığı tekneleri kanalizasyona bırakan bir çocuğun anlatısıdır pianissimo çünkü içindeki şiirlerde ne zafer ne coşku karşılar bizi. sadece hafif bir sarsıntı, kendi bedenine uzak düşme hâli, karanlıkta bırakılmış bir bakış, gecede hafifçe açılan bir pencere…

“e, venuta la sera, nel mio letto / mi stendo lungo come in una bara.”
* taci, anima mia sono questi i giorni p.33


talora nell’arsura cittadina
un canto di cicala mi sorprende.
e subito mi colma la visione
di campagne prostrate nella luce;
e stupisco che ancora al mondo sian
alberi ed acque,
tutte le cose ingenue della terra
che bastavano un giorno a consolarmi…

con questo stupor sciocco l’ubriaco
riceve in viso l’aria della notte.

ma poi che sento l’anima aderire
ad ogni pietra della città sorda
com’albero con tutte le radici,
sorrido a me smarritamente e come
in uno sforzo d’ali e gomiti alzo… p.53
devamını gör...

the happy hypocrite

ingiliz yazar maximilian beerbohm'un dilinden; masum ve güzel bir kadına aşık olarak onun kalbini kazanmak için sahte bir maskenin ardına saklanan pek zalim bir adamın öyküsü."ey, lucifer! özgür kıl beni hiç değilse bir defa, gezdirebilmek için parmaklarımı esmeralda'nın saçlarında."* yapısı itibariyle pek benzemiyor olsa dahi biraz da ironik bir zalimlik ile bana notre dame de paris'nin quasimodo'sunu anımsatıyor. her gözüm çarptığında kalbimi ağırlaştırdığı için tanımı yazıp sonra yakacağım sanıyorum bendeki baskısını ama ondan önce en azından mutlu biten bu tuhaf hikayeye bir göz atmak istedim. yazılar hafızanın kelepçeleridir neticede.

the happy hypocrite, lady windermere's fan'ın da benzer bir eksende ilerlediği viktoryen ahlakı merkeze yerleştirirken sahicilikle ironik bir çatışma arasında bir gerilim hattı kuruyor ve max beerbohm bunu öyle ustaca yapıyor ki alegorik bir kısa hikayeden ziyade sahiden bir tür ahlaki peri masalı okuyoruz aslında zira gerçek hayat bu denli umut verici değildir çoğu zaman. temelde; görünüş ve öz, maske ve yüz, günahkâr geçmiş ile arzu edilen saf gelecek arasında kurulan ince bir paralellik ile örülmüş bir hikaye.

ana karakterimiz lord george hell, ismiyle müsemmâ -belirtilemeyecek kadar açık bir ironi- sefahat ve umursamazlık içinde yaşayan; toplumun en yoz ve çürük yanlarından beslenen bir figür olarak resmediliyor. george, bir rastlantı sebebiyle -kadının yer aldığı gösteriye gittiğinde- jenny mere isimli, masum bir genç kıza âşık olmasıyla birlikte bir dönüşüm arzusu içine giriyor ve bütün hikaye bu anlatının üstüne kuruluyor zira jenny, george'un aşkını, 'yalnızca bir azizin yüzüne sahip olan bir adamı sevebileceği' gerekçesi ile reddediyor. bu sebeple george'da bu arzunun ilk ifadesi fiziksel bir maske olarak ortaya çıkıyor. bütün gece aylak aylak şehirde gezinip jenny'i düşünüyor ve sonunda maske ustası olan bay aeneas’ın dükkânına girerek 'bir azizin yüzünü' yapıp yapamayacağını soruyor. jenny’nin ifadesiyle "kutsal gibi görünen adam" olmak onun için, artık sadece arzunun değil, aşkın, iyiliğin ve dönüşümün kapısı hâline geliyor hikayenin bu aşamasında.

hikâyenin temel gerilimi de bu maskenin ortaya çıkışı sonrası şu soruda düğümleniyor: george gerçekten değişmiş midir yoksa yalnızca hem kendini hem jenny'i kandırmak için mi bir maskeye bürünmüştür? bu soru, oscar wilde’ın dorian gray’in portresi ile birebir etkileşime de girer. dorian, görünüşte gençliğini ve güzelliğini muhafaza ederken portresinde günahı ve çürümesi birikmektedir. george ise bunun tersidir aslında zira artık takındığı yeni suret mutlak bir iyilik taşır ancak geçmişi onu kovalamaya devam edecektir. her iki metin de viktoryen ikiyüzlülüğün alegorisidir ki biri estetik imgede çürümeyi gösterirken diğeri ahlaki -aynı zamanda fiziksel- bir maskenin ardındaki yüzün nihayet bizzat maskeye dönüşmesini işlediği için karşı karşıya konumlandırıldıkları olur. hikayenin en çarpıcı noktası da budur aslında zira the happy hypocrite’in finalinde maskenin altındaki yüz sahiden o maskeye benzemiştir. yani, gerçek yüz zamanla içselleştirilmiş, george kötülüklerinden arındıkça o maskenin biçimini almıştır. psikolojik açıdan bakarsak, sahte azizlik bile sanıyorum ısrarlı bir yaşam tarzı hâline gelirse, içselleştirilebilir durumdadır. bu noktada beerbohm’un metni, wilde’ın nihilizmine karşı bir düşünsel ütopya olarak okunabilir. dorian’ın sureti hiç değişmezken içi çürür; george’un çürümüş yüzü ise görünüşten ödünç alınan iyilikle safiyaneleşir ancak bu elbette yalnızca bir masaldır zira george her halükarda sahtekar bir adamdır ve bir maske takınarak çalmıştır jenny'nin kalbini. yani gerçekte la gambogi maskeyi elleriyle yırtıp attığında altında bir büyü değil çirkin gerçeklik kalacaktır.

yine de, öykü esasen batı edebiyatındaki riyakar figürünün en ironik biçimlerinden biri olarak everyman gibi ortaçağ ahlâk oyunlarının mirasını taşısa da, george hell’in başkalaşımını -ki maskeyi taktıktan sonra george heaven olacaktır- yalnızca tanrısal bir takdirin değil romantik aşkın dönüştürücü kudretiyle işleniyor. bu perspektiften bakıldığında da yalnızca viktoryen toplumun yapay ikiyüzlülüğüne değil bizzat bireyin kendi içine yaptığı yolculuğa dair ironik bir parabol de sunuyor ve bunu yaparken masalların didaktik yapısını ironiyle söküp yeniden biçim veriyor. yüz ve maske, gerçeklik ve performans, günah ve kefaret, samimiyet ve yapaylık gibi modern ahlaki ve estetik tartışmaları bir kenara, incelikli ama keskin bir öykü olduğunu söylemem gerekir. wilde ile başladık, onunla bitirelim o hâlde; dorian gray’deki o güzel portre nasıl içte birikmiş olanı dışa yansıtan lanetli bir ayna ise the happy hypocrite’deki maske de arınmayı temsil eden ters bir aynadır ve beerbohm, wilde'ın nihilistik umutsuzluğu karşısında; taklit, sonunda hakikate dönüşebilir umuduyla bir tür melankolik umut anı yaratmaya çalışır ancak gerçek hayat ne yazık ki böyle değildir. insan hayatına dönüp bir defa bakmak anlamaya mutlaka yetecektir. belki bakhtin’in karnavalesk'i üzerine de bu metin için bir okuma yapılabilirdi ama sanırım onun için fazla halsizim. keyifli okumalar. tanımın sonuna da belle şarkısını bırakmak istedim bir alıntıdan ziyade.

devamını gör...

palimpsestes: la litterature au second degre

fransız edebiyat kuramcısı gérard genette tarafından yazılmış olan, metinlerarasılığın poetikası. el castillo del espectro tanımımda ochoa'nın gotik romantizmin var olan architextural unsurlar üzerindeki etkisinden kısaca söz etmiştim, şimdi detayları yazar üzerinden değil ancak genette'in kuramını açarak anlatmakta fayda var. palimpsestes -bundan sonra bu şekilde kısaltma niyetindeyim- aslında az önce belirttiğim gibi yalnızca metinlerarasılığın yapısal poetikasını kurmakla kalmıyor ek olarak modern edebi eleştirideki ikincil metin kavramını da sistematik bir biçimde felsefi, biçembilimsel/stylistics ve tarihsel düzeyde yeniden çerçevelendiriyor. genette'in burada amaçladığı şey -kendi ifadesi ile- edebi metinlerin birbirlerine eklemlenişinin yalnızca referans düzeyinde değil, yapısal dönüşüm ve türsel ilişkiler üzerinden tanımlamak esasen. -elbette bunu başka edebiyat kuramcılarının metinleri arasında da didik didik edebiliriz ancak genette’in özgünlüğü metinlerarası ilişkileri yapısal, taksonomik ve türsel düzeyde bir mantıksal çerçeveye oturtabilmesi- bu çerçevede ise birazdan detaylarını açacağım üzere ortaya koyduğu ana kavram, transtextualité yani metinler-ötesilik olarak adlandırılabilir genette tarafından beş farklı kategori altında sınıflandırılan metinlerarası ilişkileri -genette'in kendi örnekleri ile beraber ben de ufak tefek referanslar vereceğim daha sonra- biraz açalım önce.

intertextualité -türk literatürüne nasıl geçtiğini ne yazık ki bilmiyorum- yani kabaca bir çeviriyle metinlerarasılık, bir metnin içinde doğrudan başka bir metnin parçasının yer almasıdır ve bu alııntı, taklit ya da atıf biçiminde olabilir. esasen ıntertextualité’nin kurucu kavramlaştırması genette tarafından değil sèméiôtikè* çalışması ile birlikte julia kristeva'nın ürünüdür zira terimi ilk defa ortaya koymuş olan kendisidir. elbette genette'in yorumu anlam ayrılıklarına da sebebiyet veriyor. çok uzatmadan biraz detaylandırmak gerekirse: kristeva'ya göre her metin özünde mozaik yapıdadır, yani tarihsel ve toplumsal söylevlerden oluşmuştur ve bir metin yalnızca diğer metinlerin alıntılarından ibaret olacaktır. kolektif hikaye anlatıcılığının temeli diyebiliriz basitçe. bu sebeple de hiçbir zaman özerk olması mümkün değildir. genette ise kristeva’nın intertextualité kavramını fazla geniş ve belirsiz bulduğu için palimpsestes'de sosyal söylem katmanlarını kapsayan çok boyutlu intertext kavrayışını daraltır. yani yalnızca doğrudan metin-içi karşılıklarla -atıf, alıntı vb.-  sınırlar. michael riffaterre'de intertextualité’nin biraz daha semiotik bir yorumunu okuruz. la production du texte ve sémiotique de la poésie bunun için iyi bir okuma sağlayabilir sanıyorum ilgilisi için. riffaterre, intertextualité’yi bir tür semantik algı biçimi olarak tanımlıyor sémiotique de la poésie'de: yani, okur, metinde başka metinlerin izlerini fark ederek edebi anlamı oluşturuyor aslında ancak genette, benim de katıldığım biçimde riffaterre’nin görüşünü biraz indirgemeci bulduğundan bu gibi sembolizmlerin yalnızca mikro yapılarla ilgili olduğunu savunur ve palimpsestes'de zaten yapı, tür, söylem düzeyleriyle ilintili aktarımlarda bulunuyor. bunu fazla uzun tuttum, o sebeple diğerlerinde bu kadar katmanlı bir ayrım yapma niyetinde değilim. ikinci kategori, paratextualité ise metne eşlik eden ancak doğrudan metin olmayan unsurları ele alıyor ki başlıklar, önsözler, dipnotlar, epigraflaryayıncı bandı, kapak vs. diye özetleyebiliriz. zaten bu alan, philippe lejeune’ün otokurmacada türsel sözleşme kuramıyla da yakından ilişkili. métatextualité yani yorumlayan metin ile yorumlanan metin arasındaki ilişki için ise edebi eleştiri en yaygın örnek kabul edilebilir. örneğin hegel’in ruhun fenomenolojisi’nde rameau’nun yeğenine atıf yapılması güzel bir emsaldir. dördüncü yani detaylara girmeden ele alacağım son kategori ise architextualité.  architextualité, metnin ait olduğu türle -roman, şiir, tragedya gibi gibi- olan sessiz ya da dolaylı ilişkisinin ifadesi. bu ilişki çoğu zaman paratext düzeyinde ima edilebilir ancak bazen tamamen örtük kalabilme ihtimali de mevcut. ve alt türleri ile birlikte detaylıca inceleyeceğimi hypertextualité, son durağımız. bir metnin -hypertexte- daha önce yazılmış bir metne -hypotexte- dayalı olarak yeniden kurulması yahut kurgulanması diyebiliriz. bu yeniden kurulum ya doğrudan bir transformasyon -örneğin ulysses- ya da dolaylı bir imitasyon -aenēĭs gibi- biçiminde olabilir. hypertextualité tür açısından biraz karmaşıklığa sebep oluyor işin doğrusu zira genette'e göre hipertext öncül metinden dönüşüme uğrayarak -bu bazen biçemsel bazen yapısal olabilir ve fark etmeyecektir- ortaya çıktığından bu dönüşümlerbelirli hatlarla sınırlandırılmak zorundadır. genette de bunu dört alt başlıkla yapar. hypertexte allographe başka bir yazarın metninden açıkça türetilmiş metinleri ifade eder ki chapelain décoiffé** ve doctor faustus buna iyi birer örnek olaracaktır. hypertexte autographe à hypotexte autonome ise aynı yazarın daha önceki bir versiyonda yaptığı dönüşümleri ifade eder ki tentation de saint antoine’ın ikinci versiyonu güzel bir emsal teşkil edecektir. hypertexte autographe à hypotexte ad hoc, hypotexte metnin yalnızca hipertexte’te var olması -la disparition gibi deneysel çalışmalar- ve hypertexte à hypotexte implicite ise ön-metnin hiçbir zaman yazılmamış olduğu ama okuyucunun un mot pour un autre'de olduğu gibi bunu varsayarak tanımladığı metinleri tanımlar. hypertextualité aynı zamanda hem bir metin içeriği hem de bir tür olarak işlev gördüğü için genette bunu transgénérique yani türler-ötesi bir yapı olarak tarif de ediyor zaman zaman.

okur üzerinden anlam üretmek pekala bu kuramı biraz yıpratmaya açık ki barthes’in, tarihini yanlış hatırlamıyorsam eğer 1967 tarihli la mort de l’auteur başlıklı manifestosu -ki dante ve ilahi komedya üzerine daha önce bu 'yazarın ölümü' manifestosunu irdelemiştim sanıyorum, tanımlarda vardır- metnin sonsuz yorumlanabilirliğini savanarak anlamı üretenin okur olduğu savunusundadır ve yazarın niyetini yok hükmünde adleder. - daha sonra yayımladığı le plaisir du texte gibi metinlerde metnin iç yapısından ziyade okurun haz mekanizmaları ve okuma eylemini ön plana koymuşluğu vardır zaten kendisinin- genette doğal olarak bu okur-merkezli yaklaşımı metnin hypertextual olup olmadığı, okuyucunun yorumuna bırakılamaz zira bu, yazınsal bir sözleşmeyle -indice contractuel- belirlenmelidir diyerek eleştiriyor palimpsestes’te. hypertextualité üzerinden bir harold bloom tartışması daha verip sonra konuyu toparlayacağım. bloom biraz daha şiirsel yaratının kaçınılmaz olarak geçmiş şiirlerle yüzleşme ve mücadele biçimi olduğunu savunduğu the anxiety of influence'da -ki burada özellikle romantik şairlerin kendi öncelleriyle giriştiği bilinçaltı çatışmayı inceliyor- etkilenme teorisi biraz da palimpsestes’teki intertextualité -yanlış konumlandırmaya açıktır- yerine hypertextualite ile daha yakından ilişkili durumdadır. ancak bloom’un o yazınsal baba-oğul savaşı gibi psikanalitik metaforları genette’in okumasına göre fazlasıyla öznel ve belirsiz kaçacaktır mutlaka. mikhail bakhtin ve karşılıklı metinsellik iyi güzel hoş ama artık o kadarını da kendiniz okuyup bulun, içim şişti. devam edersem atwood, coetzee, nabokov, danielewski diye uzayıp gidecek liste ve ben sıkılgan bir insanım. bir konu üzerinde duramam bu kadar. son olarak parodi kavramını biraz açıp tanımı burada noktalayacağım. o kadar ilgilisi varsa rica ediyorum edebiyat alanında yapsın ihtisasını, benim bu alanda diplomam falan yok...*


parodi demiştik, evet. şöyle ki; biraz semantik olduğu kuşkusuz -ki tarihsel bağlamdan koparılmış sayılmaz- ama parodi kavramını da genette özelinde açmakta fayda var. parodie stricte -metnin içerik ve üslubunun hafifçe dönüştürülerek alaya alınması- gibi aşina olduğumuz parodi biçimlerinin yanısıra, pastiche héroï-comique gibi ciddi bir üslup ile oldukça basit bir konunun ele alınmasını ifade eden -kurbağaların savaşını anlatan batrachomyomachie iyi bir örnek- ya da travestissement burlesque gibi oldukça ciddi bir içeriğin vulgarize edilerek anlatılmasıyla ortaya çıkan -örneğin virgile travesti- parodi biçimleri de mevcut. bu ayrım biraz da modern edebiyat eleştirisinde, parodie = ironi/satir ve pastiche = stilistik oyun ikiliğini oluşturuyor.

daha katmanlı ve detaylı yazılabilir elbette zira tuğla gibi bir kitap fakat yoruldum açıkçası. elminster the wise, keyifli okumalar diler.


"l’électre de giraudoux (1937) présente un cas de valorisation secondaire (j’appellerai ainsi toute promotion d’un personnage jusque-là maintenu au second plan) fort net, et qui me semble en définir le mouvement essentiel : c’est la réhabilitation d’égisthe, personnage ci-devant fort déprécié, ou négligé. ıl est ici, depuis le meurtre d’agamemnon et en tant que cousin du roi défunt, le régent et le vrai responsable du pouvoir à argos, menacée par une invasion corinthienne. ıl veut épouser clytemnestre pour devenir officiellement roi et sauver la cité. cette promotion, évidemment inspirée du créon de sophocle, fait..." s.540

"je n’entreprendrai pas de commenter ici ce travail de mallarméisation ; c’est l’affaire des généticiens, qui n’y ont déjà pas manqué ; ni de théoriser sur la fonction paratextuelle de l’avant-texte, ou auto-hypotexte : ce sera peut-être l’objet d’une autre enquête. je voulais seulement faire apparaître, sur ce nouvel exemple, un fait si évident qu’il passe généralement inaperçu : toute transtylisation qui ne se laisse ramener ni à une pure réduction ni à une pure augmentation — et c’est évidemment et éminemment le cas lorsque l’on s’astreint, comme godchot corrigeant valéry ou mallarmé corrigeant mallarmé, à conserver le mètre et donc la quantité syllabique — procède inévitablement par substitution, c’est-à-dire, selon la formule liégeoise, suppression + addition. ıl urge décidément d’aborder la translongation, ou transformation quantitative." s.360


"si distinctes soient-elles dans leur principe, l’excision et la concision ont toutefois ceci de commun qu’elles travaillent directement sur leur hypotexte pour lui imposer un procès de réduction dont il reste la trame et le support constant : et même la concision la plus émancipée ne peut produire en fait de texte qu’une nouvelle rédaction, ou version, du texte original. ıl n’en va plus de même dans une troisième forme de réduction, qui ne s’appuie plus sur le texte à réduire que de manière indirecte, médiatisée par une opération mentale absente des deux autres, et qui est une sorte de synthèse autonome et à distance opérée pour ainsi dire de mémoire sur l’ensemble du texte à réduire, dont il faut ici, à la limite, oublier chaque détail -et donc chaque phrase-pour n’en conserver à l’esprit que la signification ou le mouvement d’ensemble, qui reste le seul objet du texte réduit:

réduction, cette fois, par condensation, dont le produit est ce que le langage courant nomme justement condensé, abrégé, résumé, sommaire, ou, plus récemment et dans l’usage scolaire, contraction de texte. s.386

devamını gör...

normal sözlük yazarlarının ses tonları

sarhoş saçmalası, yakın zamanda bu entry kendi kendini imha ederek uzay boşluğuna uğurlanacaktır muhtemelen.
voca.ro/159lxTSyZtE9
devamını gör...
devamı...

normal sözlük'ü kullanarak 3. parti dahil tarayıcı çerezlerinin kullanımına izin vermektesiniz. Daha detaylı bilgi için çerez ve gizlilik politikamıza bakabilirsiniz.

online yazar listesini görmek için lütfen giriş yapın.
zaman tüneli köftehor rehberi portakal normal radyo kütüphane kulüpler renk modu online yazarlar puan tablosu yönetim kadrosu istatistikler iletişim