1.
günaydın sözlük
günaydın, sözlük. bugün ne zamandır düşündüğüm bir şey hakkında yazmayı istiyorum. eski mesleğimi bırakalı bir süre oluyor. bir zamanlar duvarları yüksek, kimilerine göre epey ciddi bir işim vardı. iyi para kazanıyordum, iyi giyiniyordum, iyi yaşıyordum; eğer yaşamayı bu kadar ucuz bir biçimde tanımlayabileceksek. şimdiyse bambaşka bir iş yapıyorum; üstelik hâlâ çalışmam yasakken. zaten hiç yerinde durabilen biri olamadım. hayır, cv’me yazabileceğim parlak bir dönüş değil bu. eğer önlüğüme bir ünvan iliştirilseydi demi chef falan yazıyor olurdu iş kartımda ama bu kart, benim mezar taşım olabilecek bir kimlikten çok daha hayatta. bir süredir küçük bir sahil kasabasındayım. böyle afili bir kaçış hikayesi yazamayacağım; pasaport damgalı bavullar, ardında bırakılan kentler, romantik bir elveda yok bu hikayede. benimki daha çok bir sığınma. böyle yazınca kulağa romantik geliyor ama öyle olmadı. bu bir her şeyi bırakıp ege’ye yerleşme hikâyesi değil. bu, hiçbir şey kalmadığında insanın kendine en yakın şeyi seçmesi gibi bir şeydi. ben denizi seçtim çünkü ne zaman kendimi kaybetsem, suya bakarım. yüzümü hatırlamaya çalışır gibi. kalbim yoruldu, sonra gerçekten durdu ve sonra tekrar başladı. bilmiyorum, kaç kişinin başına gelir böyle şeyler. ben öleceğime o kadar emindim ki, hayata geri dönmek değil, hayatı yeniden tanımak zorunda kaldım. bir sabah gözümü hastane floresanlarına açtım, burnumda plastik bir hortum, ellerimde damar yolları ve yeni dikiş izleriyle. doktor "şanslısın," dedi. ne tuhaf. yıllarca şansım olmadığını düşünmüştüm.
hikâyenin başını bilmiyorsunuz belki, olsun. bir zamanlar başka bir şehirdim ben. üzerime bol gelen bir hayat giyiyordum ama herkes 'ne kadar yakışmış' diyordu. son haftalarda ise her sabah mise en place yaparken önce kendimi topluyorum. doğru bıçağı seçmek, doğru tuzu bulmak, doğru malzemeyi seçmek... bu küçük detaylar beni hayatta tutuyor artık. geceler hâlâ zor. arada bir, hâlâ çırpınarak uyanıyorum. göğsümde hayalet bir ağrı, rüyamda sanki biri 'geri dön' diyor ama nereye? artık hiçbir yere geri dönmüyorum, ileriye gidiyorum. yavaş, aksayarak belki ama gidiyorum. mutfağın gürültüsü iç sesimi bastırıyor. bu bazen iyi geliyor. bazen de işte, böyle yazıyorum.
bu sabah istasyonun başına geçmeden önce, bir dakika durup sadece dinledim. walk-in'den gelen soğuk hava, çelik tezgâhın sessizliği, denizin içeriye akmak ister gibi restoranın camlarına vuruşu... bunda bir şey var. bir tür teslimiyet belki ama yenilmek değil bu. daha çok küçük bir nefes aralığı gibi.
aslında mutfakta zaman farklı akar. dün yaşadığın hiçbir şey, bugünkü prep list’te yazmaz. her gün sıfırdan başlarsın. ilk öğrendiğim şey şuydu burada: ecnebice nasıl derler... 'taste as you go.' hayat da öyle değil mi zaten? her şeyin sonunu beklemek lüks, arada bir parmak daldırıp şu anın tadına bakmalısın belki de. acı mı, eksik mi, tuzlu mu? bazen sadece buna bakarak kurtarıyorsun bir şeyleri.
önceden başka bir hayatım vardı. daha çok kağıt işi, daha az pan sear. artık her sabah sauté tavasında patlayan yağ sesiyle afyonum patlıyor. bazı sabahlar o ses bana kalp atışı gibi geliyor. düzenli, güçlü, kendinden emin. şef gergince seslendiğinde elimdeki tüm eski kimlikleri bırakıyorum. o an sadece elimdeki maşa, önümdeki istasyon ve saniyeler var. kendi içimde yıllarca çiğ kalan şeyler şimdi yavaş yavaş confit oluyor belki. servis anı başka bir dünya. expo bağıra çağıra geçer siparişleri. herkes aynı dili konuşur ama kimse gözünün içine bakmaz. o hızın içinde, bir tabağı doğru şekilde plate edebildiğinde, bir anlık sessizlik olur kendi içinde. sadece pass sesi gelir ve o an, her şey anlamlıdır. bir insan, kendini bile bile ateşe atıp yine de o tabaktan bir şey çıkarabiliyorsa, o insan hâlâ hayattadır sanırım.
günler kısa, vardiyalar uzun. parmaklarımda küçük kesikler, ellerimde yanıklar var şimdiden ama şikayet etmiyorum.
günaydın sözlük. evet, hâlâ buradayım. cübbemin yerinde adımın yazdığı beyaz bir önlük var artık. bunca zamandan sonra. önlüğüm yağ lekeleriyle dolu, ellerim unlu, dizlerim biraz ağrıyor ama pass’ten geçen her tabakta biraz kalbim var artık çünkü bazı insanlar yaşamak için yazar, bazıları yemek yapar. ben ikisini de yapıyorum çünkü hâlâ buradayım çünkü hâlâ yaşıyorum.
not: bir gün yolunuz bu kasabaya düşerse, bizim yere uğrayın. bugün menüde beurre blanc soslu levrek var ama eğer hâlâ hayattaysanız -gerçekten hayattaysanız- size özel bir şey hazırlarım çünkü bazı lezzetler sadece yaşayanlara yapılır. diğerleri için... sadece garnitür yeter. hatta o kadarı bile fazladır belki.
sabah kahvemi içtim, şimdi gün başlıyor, mesai başlıyor. günün içinden tatlı bir manzara bırakıyorum.
hikâyenin başını bilmiyorsunuz belki, olsun. bir zamanlar başka bir şehirdim ben. üzerime bol gelen bir hayat giyiyordum ama herkes 'ne kadar yakışmış' diyordu. son haftalarda ise her sabah mise en place yaparken önce kendimi topluyorum. doğru bıçağı seçmek, doğru tuzu bulmak, doğru malzemeyi seçmek... bu küçük detaylar beni hayatta tutuyor artık. geceler hâlâ zor. arada bir, hâlâ çırpınarak uyanıyorum. göğsümde hayalet bir ağrı, rüyamda sanki biri 'geri dön' diyor ama nereye? artık hiçbir yere geri dönmüyorum, ileriye gidiyorum. yavaş, aksayarak belki ama gidiyorum. mutfağın gürültüsü iç sesimi bastırıyor. bu bazen iyi geliyor. bazen de işte, böyle yazıyorum.
bu sabah istasyonun başına geçmeden önce, bir dakika durup sadece dinledim. walk-in'den gelen soğuk hava, çelik tezgâhın sessizliği, denizin içeriye akmak ister gibi restoranın camlarına vuruşu... bunda bir şey var. bir tür teslimiyet belki ama yenilmek değil bu. daha çok küçük bir nefes aralığı gibi.
aslında mutfakta zaman farklı akar. dün yaşadığın hiçbir şey, bugünkü prep list’te yazmaz. her gün sıfırdan başlarsın. ilk öğrendiğim şey şuydu burada: ecnebice nasıl derler... 'taste as you go.' hayat da öyle değil mi zaten? her şeyin sonunu beklemek lüks, arada bir parmak daldırıp şu anın tadına bakmalısın belki de. acı mı, eksik mi, tuzlu mu? bazen sadece buna bakarak kurtarıyorsun bir şeyleri.
önceden başka bir hayatım vardı. daha çok kağıt işi, daha az pan sear. artık her sabah sauté tavasında patlayan yağ sesiyle afyonum patlıyor. bazı sabahlar o ses bana kalp atışı gibi geliyor. düzenli, güçlü, kendinden emin. şef gergince seslendiğinde elimdeki tüm eski kimlikleri bırakıyorum. o an sadece elimdeki maşa, önümdeki istasyon ve saniyeler var. kendi içimde yıllarca çiğ kalan şeyler şimdi yavaş yavaş confit oluyor belki. servis anı başka bir dünya. expo bağıra çağıra geçer siparişleri. herkes aynı dili konuşur ama kimse gözünün içine bakmaz. o hızın içinde, bir tabağı doğru şekilde plate edebildiğinde, bir anlık sessizlik olur kendi içinde. sadece pass sesi gelir ve o an, her şey anlamlıdır. bir insan, kendini bile bile ateşe atıp yine de o tabaktan bir şey çıkarabiliyorsa, o insan hâlâ hayattadır sanırım.
günler kısa, vardiyalar uzun. parmaklarımda küçük kesikler, ellerimde yanıklar var şimdiden ama şikayet etmiyorum.
günaydın sözlük. evet, hâlâ buradayım. cübbemin yerinde adımın yazdığı beyaz bir önlük var artık. bunca zamandan sonra. önlüğüm yağ lekeleriyle dolu, ellerim unlu, dizlerim biraz ağrıyor ama pass’ten geçen her tabakta biraz kalbim var artık çünkü bazı insanlar yaşamak için yazar, bazıları yemek yapar. ben ikisini de yapıyorum çünkü hâlâ buradayım çünkü hâlâ yaşıyorum.
not: bir gün yolunuz bu kasabaya düşerse, bizim yere uğrayın. bugün menüde beurre blanc soslu levrek var ama eğer hâlâ hayattaysanız -gerçekten hayattaysanız- size özel bir şey hazırlarım çünkü bazı lezzetler sadece yaşayanlara yapılır. diğerleri için... sadece garnitür yeter. hatta o kadarı bile fazladır belki.
sabah kahvemi içtim, şimdi gün başlıyor, mesai başlıyor. günün içinden tatlı bir manzara bırakıyorum.

devamını gör...